

23. İntihar
Sıla| Yabancı
önceki bölümden
Gönderen - 0537*******
°Fotoğraf°
Gönderen - 0537*******
Sevgiline ne kadar güveniyorsun?
Fotoğrafta bir kadın ve bir erkek vardı. Kadının ellerinde çiçekler. Erkeğin ise yüzünde gülümseme vardı. Erkek kolunu kadının omzuna doğru atmış onun gözlerine bakıyordu.
Atalay başka bir kadına dokunuyor, gülüyordu.
🌘
Hikayenin sonunu biliyordum, canımın yanacağını da. Gene de seni yaşamak istedim. Bazen hikayenin sonunu bilmen onu tekrar okumayacağın anlamına gelmez.
Atalay'ın küçüklüğü, yazar ağzından.
"Kaç oldu asker?"
"Bir."
Yirminci şınavıydı. Yaş altı, bu yaşına kadar gördüğü ve öğrendiği şeyler onu olgun bir çocuk yapmıştı. Atalay'ın babası askerdi. Tıpkı yıllar sonra onun da olacağı gibi. Babasının mesleği onda öyle derin duygular uyandırmıştı ki, sanki doğmasıyla birlikte vatani duygusu da gelişmişti.
Annesi ne kadar oğlunun bu mesleği yapmasından çekinse de gurulu bir eşten sonra anne olmak onun tek isteği olurdu. Fakat küçüktür unutur diyerek de kendini avutmayı da bırakmadı.
"Tek söyleyeceğin rakam bir olacak. Aferin asker."
"Sağol komutanım." Dedi Atalay. Şınav çekmeye devam ederken babası sırtına vurarak kalk! dedi. İkiletmeden dimdik duran bedeniyle karşısında hazır ol şeklini aldı. Üzeri çıplak olduğu için ter damlaları yeri boyluyordu. Atalay'ın bu yaşta baklavaları oluşmaya başlamıştı.
Sanırım bir erkek için bu yaşta bu muhteşem bir şeydi. Arkadaşları da ailesi gibi onunla gurur duyuyordu. Tek farkı arkadaşlarının içinde kıskançlık duygusu yer alıyordu. Bu da Atalayı yer yer egolu hissettiriyordu.
"Antreman bitti, dinlenebilirsin."
Atalay baş selamı vererek babasının yanından geçip giderken en son duyduğu ses babasının telefonla konuşmasıydı. Eve girdiğinde yine annesinin yaptığı yemeklerden güzel kokular burnuna dolaşıyor, antrenmanı çöp edecek kadar kalori içeriyordu. Ama ona da kıyamadığı için tabi ki de her yaptığını yiyecekti. Annesi diye demiyordu ama gerçekten güzel yemek yapıyordu.
Odaya çıkarak duş aldı ve üzerini giyindi. Hava sıcak olduğu için üzerinde tişört yoktu, altında da siyah renkte bir şort vardı. Annesi, üstünde bir şey olmadığı için Atalay'a neden cıbıl cıbıl geziyorsun? dese de pek tınlamıyordu.
"Atalay! İki dakika Aysel teyzeye de şu poğaçalardan götürüver."
Annesine bir cevap vermeden merdivenlerden aşağıya indi ve annesinin dediğini yaparak elindeki poğaça tabağını aldı. Ayakkabılarını giyerek birkaç adım ötedeki tek katlı eve doğru ilerlemeye başladı. Hava yeterince iyi olduğu için herkes dışardaydı. Çoluk çocuk, yer gök insan kaynıyordu.
"Aysel Teyze!" diye bağırdı evin önüne gelen Atalay. Çünkü kadın her şeyi yeterince duymuyordu. Yaşlılık gereği işitmesi de güçleşmeye başlamıştı. Bu yüzden biraz beklemek zorunda kaldı çünkü gelmesi de anca sürerdi. Kadın karşısına geldiğinde beklemeden, tabağa bile bakmadan çocuğa sarıldı. Alışmıştı artık ona, seviyordu da onu. Atalay da onu seviyordu.
En çok da onun, sen harbiden asker olacak çocuksun demesini.
Tabağı bırakan Atalay, eve dönüş için sırtını dönmüştü ki duyduğu sesle bir adım atmak için hareket eden ayağı duraksadı.
"Pişt, asker çocuğu!"
Bir kız sesiydi. Tanıdık.
Atalay arkasını döndü. "Gül dudaklı." Dedi duraksamadan. Sanki aklına ilk gelen buymuş ve başka da bir şey bilmiyormuş gibi. Kızın gözlerinin içine baktı fakat bir şey de dikkatinden kaçmadı. Kızaran yanakları...
"Şey, ne diyecektim ben?" dediğinde kızın böyle söylemesi Atalay'ı güldürdü. Aklına gelmiş olacak ki gözleri büyüdü. "Heh, yine spor mu yaptın sen?"
Gerçekten kız bunu mu sormak için Atalay'ı durdurmuştu?
"Evet de neden sordun?" dedi Atalay.
Kız utana sıkıla "sanki biraz daha kaslanmış gibisin, yoksa sen kızlara hava atmak için mi bunu yapıyorsun?" Bu cümleleri dile getirdi ama söylediği şeyler de pek utanmış gibi bir hava vermiyordu.
"E spor yapmaya devam edersem kaslarım da artar." dedi Atalay aniden yine bedenine bir ego gelerek. Böbürlendi resmen. Kasım kasım kasıldı.
Bunu gören kız da demesin mi: " Kızlar kastan hoşlanmıyor haberin olsun."
Resmen gözlerini kaçırdı.
Atalay da her zamanki halinden ödün vermedi. Ego tavan, ağız desen dobracı. O da ne dese beğenirsiniz?
"E ne diye bakıyorsun o zaman tenime?" diye.
...
Şimdi zaman, Firuze'nin ağzından.
Olması gereken mutluluğumdan epey uzaktaydım. Sanki imtihan dolu çukurun içerisine atılmıştım. Düşmüştüm demiyorum çünkü bu fark etmediğim bir olay değildi. Beni üzmeye yemin etmiş bir hayatın içerisindeydim.
Yıllar sonra yine canım acıyordu. Sebebi ise evimden sonra sevdiğim adamdı.
Kahreden gördüklerim mi? Yalan mıydı?
Yorganın ucunu kavrayan ellerim olduğu gibi donup kaldı. Sanki kalbim gibi diğer uzuvlarım da acı çekiyordu. Tıpkı parmaklarım... Acıyordu. Gözümden akan bir damla yaşı bile fark edemeyecek kadar hissizleşmiştim. Ama hissettiğim bir duygu vardı: Aşk. Bu duygu öyle ağır basmıştı ki, acısının bu kadar ağır olacağını düşünmemiştim.
Aramak hesap sormak istedim. Hatta elim bir ara onun isminin yazılı olduğu sohbete gitti ama parmaklarım kımıldamadı. Sayıp sövmek, sen ne yapıyorsun? demek istedim. Beceremedim. İçimdeki acıyı da dışa vuramayınca kanadım da kanadım. Dışarıya bir sızıntı bile vermeden hem de.
Sanki arkadan birisi arabesk şarkı açmış gibi fotoğrafa daldım ve öylece göz yaşı döktüm. Ne yatağa girebildim, ne de oturduğum parkenin üzerinden kımıldayabildim. Yatsam bile artık o yatakta nasıl yatabilirdim? Aldatılmıştım. Sevdiğim adam tarafından amansız bir şekilde yarı yolda bırakılmıştım.
Ondan mıydı bu soğukluğu? Gidişi. Ya benim evim yandı be adam! O yangını söndürüp, sarıp sarmalaması gerekirken ateşi harlamış ve canımı yangın kadar yakmıştı. O da yangında kül olup giden anılarım gibi yok olmuştu.
Hayatı bir kere daha hayalkırıklığıyla tanıdığım için nefret dolu hissediyordum. Suskunluğum öyle çoğaldı ki ben bile şaşırmıştım. Ağlamıyordum. Sanırım ağlamamak ağlamaktan daha kötüydü. Ben de o kötülüğü bizzat yaşıyordum.
Dakikaların saate dönüştüğü zamanda karnıma saplanan ağrıyla kendini belli etti ve sızlanarak banyoya geçtim. Reglin habercisi olan kan sayesinde yeni bir iç çamaşırı ve ped takarken ellerimi yıkadım ve odadan ayrıldım. Elimde telefonla salona indim. Dolaptan battaniye ve yastık çıkararak koltuğa uzandım. Telefonumu orta sehpanın üzerine koyacağım vakitte elimi çarpmamla saatlerdir ağlamayan ben bu küçük şey yüzünden ağlamaya başladı.
Akan yaşları parmak ucumla bile silmekle uğraşmadım. Akan damlar yastığın üzerinde ıslaklık bırakırken o soğuk yüzey üzerinde uykuya daldım. Gözümü açtığımda rahatsız edici güneş tam yüzüme çarpıyordu.
Perdeyi de kapatmamıştım.
Sabah iş için kurduğum alarmla kalkmıştım. Sert bir kahve yaparak hem içtim hem de üzerimi değiştirdim. Çantamı da alarak evden çıktığımda bir taksi çevirdim. Kapının ağzındakiler zorluk çıkarsa da her zaman ne söylediysem onu söyleyerek yanlarından ayrıldım.
Sinan denen adam yine peşime takılmıştı. Bu durum ne kadar sinirimi bozsa da uğraşacak halim yoktu. Bu yüzden klasik trafiği çektikten sonra meyhaneye ulaştım. Sabahları tek tük gelen olduğu için yormuyordu. Ama akşam epey yoğun oluyordu. Herkesin bir derdi vardı.
Derdim vardı.
Buse düğün hazırlığında olduğu için çoğunlukla izin alıyordu. Fakat paraya da ihtiyaçları olduğu için çalışmak zorundaydı. Ben bir ihtiyaç var mı? diye sorsam da yok cevabına nazaran tabi ki de yardım edecektim. Hem böyle zamanda insanlara yardım etmezsek ne zaman edecektik.
Akşam oldu. Molada Defneyle konuştum. Şehir dışında olsa da aklı bendeydi biliyordum. Ne kadar iyi olduğumu söylesem de inanmazdı. O benim ailemdi. Neye kırılıp, neyi kafama taktığımı bilirdi. Ama o... Atalay da benim ailemdi. O neden bilememişti ki.
İş çıkışında bira alıp sahile geçtiğimde insanlardan uzak bir köşeye geçerek içmeye başladım. Unutmak için bunu yapmak zorunda gibiydim. Saatlerim burada geçti ama evin yolunu unutmuş gibi öylece kaldım. Etrafta kimse kalmadı. Tek duyduğum ses denizin dalgası ve köpeklerin havlamasıydı.
Saat üç olduğunda bir ses duydum. Bir melodi sesiydi. Sesin geldiğini anlamak için etrafa baktım, baktım en sonunda çantamdan geldiğini anladığımda on saat bir de çantadan aramaya başladım. Kafam o kadar yerinde değildi ki zor bulduğum telefonu kulağıma götürdüm.
"Alo! Kimsin?"
Çok uykum gelmişti. Eve gitse miydim?
"Eve dön."
Ben de onu diyordum. Eve gitse miydim?
Düşündüm, düşündüm. Çok süre geçti ama karşımdaki telefonu kapatmadı. En sonunda "Benim evim yok ki." Dediğimde o nefesi bu ayyaş kafama rağmen işittim. Birkaç ses de ardından geldi ama ne olduğunu kavrayamadım.
"Eve dön." dedi tekrardan.
"Sen kimsin?" dedim ben de kim olduğunu bilerek. Nasıl bilmezdim ki. Böyle bir ihtimal dahi yoktu. Sonra gülmeye başladım. Dişlerim görünce kadar kahkaha attım ve dedim ki: "Unutmuşum, benim Defneden başka kimsem yoktu."
Sustu. Zaten son günler konuşmak istememişti ki şimdi konuşsun. Şaşırmadım. Gülmem cümlemi tamamlamamla kesildi. Tıpkı onun sesi gibi. Gür sesli asker, suspus olmuştu. Şen şakrak benim neşem solmuştu.
"Eve dön." Dedi takılı bir plak gibi.
Dayanamadım. Telefonun hoparlörünü ağzıma götürdüm. "Siktir git." Dememle telefonu yüzüne kapattım. Ansızın gelen gülmeyle kahkaha atmaya başladığımda delirmeye başlamış gibiydim. Bedenimin hali kalmadığında sırtım geriye doğru yaslandı ve bedenim kumla buluştu.
"Firuze Hanım."
Sinan. Sinan. Sinan.
"Sen de siktir git Sinan."
Kısık öksürme sesini işittim. "Gidersem asıl o zaman sikilirim."
Anlamadığım için "He?" diye garip bir tepki verdim.
"Geç oldu Firuze Hanım."
Göz devirdim. "Üf Sinan benim bir evim yok. Evim yok ne demek? Saatim de yok demek. Ha yani yok, git diyorum be adam. Bugün de yani laf anlayan yok. Sabır bu da. Sinirim tepeme geldi gelecek uza."
"Allah'ım sen şu güzel kulunu neyle sınıyorsun? Yemin ediyorum abim beni öldürecek. Vallahi öldürecek. Yengeyi sağ salim eve götüreyim yüz şınav çekecem. Vallahi söz."
"Nerden yengen oluyorum ben senin be?" Gözlerim kapandı. En son duyduğum ses yine onun sesi oldu.
"Yenge buna mı takıldın Allahasen?"
...
İçip sızdığım gecenin ardından beş gün geçmişti. Aslında her iş çıkışında içmeye başlamıştım ama bahsettiğim gün uyuyakaldığım gündü. İşlere yoğunlaştığım için hangi gündeyiz bilmez olmuştum. Onun evine artık sadece uyumak için geliyordum. Param yattığında da bu evden gidecektim.
Aslında arkadaşımın evi de vardı. Fakat şuanda o burada yoktu, benim de anahtarım olmadığı için böyle idare etmek zorundaydım.
O gecenin sabahı erken kalkmak zor olsa da bir şekilde kalkabilmiştim. Şimdi de yine işe gidiyordum. İş çıkışı da artık Defne evde olduğu için eşyalarımı alarak ona geçecektim. Bu yüzden üzerimi değiştirip bir taksiye bindim ve iş yerine geçtim.
Eşyalarımı dolaba yerleştirirken duyduğum sesle arkamı döndüm. "Bu hafta gelinlik bakmaya gideceğim, sevgilim çalışıyor yanımda olamayacak. Sen müsaitsen gelebilir misin?"
Buse'nin söylediği sözler sayesinde gülümserken dudaklarımı araladım. "Olur tabi, gelirim. Sen iste yeter güzelim. Başka eksik bir şey var mı? Hemen halledelim."
Düğün dernek stresli iş olsa da bir nevi tatlı telaşlardı. Buse ve sevgilisinin de başka bir yardım edeceği kişi, bir destekçisi olmadığı için yanında olmam gerekiyordu. Buse iyi kızdı. Defne kadar önemserdim onu.
"Sadece bir gelinlik alacağım, gerisi halloldu. Yine de sorduğun için teşekkür ederim."
"Ne demek. İhtiyacın olduğu zaman ben buradayım."
"İyi ki varsın Firuze."
"Sen de iyi ki varsın." Dediğimde yeterince oyalandığımız için işe koyulduk. Bugün yarım gün çalışmam gerektiği için saat akşam vaktini bulmuştu. Bu yüzden kalabalığa girdim ve alınmayan siparişleri almaya, tekrardan istediği olanların isteğini yerine getirmeye başladım.
Çalışmak bedenime iyi geliyordu. Yeterince de param olmaya başlamıştı. Çok harcama yapmadığım için de biriktirmiş de oluyordum. Saat geceyi bulduğunda, giyinirken bir yandan da telefona baktım. Saatler öncesinden Defneden gelen bir mesaj vardı.
Gönderen - Defne
Saat geç olacağı için seni almaya geleceğiz. Behlülleydim zaten. İş çıkışı kapının önünde bekliyor olacağız kuzum.
Ekranı kapatarak telefonu cebime yerleştirdim ve çantamı alarak dışarıya doğru yürümeye başladım. Dediği gibi de gelmişlerdi. Arka kapıyı açtığımda gözüm yine şu bekleyen çocuğa kaydı.
"İki dakika bekleyin." Diyerek kapıyı örttüm ve Sinan denen çocuğun yanına doğru ilerlemeye başladım. Kendisi kalçasını arabanın kaputuna yaslamış dik dik bana bakıyordu.
"Konuşuyor musun onunla?" Kaşlarım çatıktı. Beni görmesiyle oturduğu yerden doğruldu. Her an asker selamı verecek gibi duruyordu.
"Evet yenge."
Yengen kadar başına...
"Ne diyor?"
"Neyi ne diyor yenge?"
"Benim hakkımda ne diyor? Benimle konuşmayıp, sana ne anlatıyor?"
Niye merak ediyorsan Firuze. O seni merak ediyor mu? Etmiyor. Etse aramaz mıydı? Arardı. İşte bu kadar basitti. Anla artık şunu! O senin için bitti. Peki bu kadar kolay mıydı? Onun için, evet.
"Anlatmaz, anlatırız. Günlük rapor veriyorum yenge. Söylememi istediğin bir şey var mı?"
Vardı. Bir sürü şey. Hesap sormak istedim. Zihnimin içerisinde o kadar birikmiş sorular ve acılar vardı ki yapabildiğim sadece kıvrılıp o acıyı çekmekti. Başka ne yapabilirdim ki. Cesaretim vardı fakat gururum da. Gururumu ayaklar altına alacak bir kadın da değildim.
"Evet." Dedim ilk önce.
İsteği buymuş gibi gülümsedi "Emret."
"Bir daha karşıma çıkmasın."
Yutkunarak yüzümü çevirip arka koltuğa yerleştim ve selam verdim. Selamımı aldılar yeni sohbet açtılar ama tamamen konuya dahil olamadım. Aklım söylediğim cümlenin ağırlığındaydı. Kalbim çok yanıyordu. Resmen sızlıyordu. Elimi tam göğsüme götürerek sıkmak istedim. Ama sanki onu bile yapmaya mecalim yoktu.
"İçecek bir şeyler alsak." Dedim bir anda. Bütün sessizliği bozmuş ve bomba bırakmış gibiydim. Ama söylediğim cümle de çok basit kelimelerden oluşuyordu.
"Yetmedi mi?" dedi Defne.
"Yetmeyecek." Dedim ben de.
Daha fazla bir şey demedi. Sustuk. En çok da ben sustum. Kelimelerin bir anlamı kalmış mıydı ki konuşacaktım. Ben de kalmadığı için sustum. Tekele uğradılar, anladığım kadarıyla sigara ve içkileri aldılar. Bense sadece cam kenarında karanlık havayı seyretmekle kaldım. Geldiler, araba hareket etti sonra tekrar durdu.
Defne'nin evine geçtiğimizde, Behlül yoktu. Ayakkabımı çıkarıp kapının ağzında öylece dikildim.
"Kanka istersen bir duş al. Terlemişsindir." Eşyalarımı almaya da gidememiştim. Şimdi başkasının arabası da olduğu için bir şey diyememiştim. Onun evinde de önemli bir şeyim kalmamıştı. Gitmeye de gerek yoktu. Kıyafeti de Defneden hallederdim.
"Kıyafet kalacağın odada güzelim."
Başımı sallamakla yetindim. Banyoya geçerek, suyu ayarladım ve üzerimdekileri çıkardım. Aynada kendime bakmaya bile cesaretim yokken duşa kabinin içerisine girdim ve soğuk suyun vücudumdan akıp gitmesini hissettim. İşim bittiğinde odaya geçtim ve üzerimi giyindim. Saçlarım için bıraktığı havluyu da kafama doladım ve kapıyı araladım.
Mutfaktan gelen sesle adımlarımı oraya yönlendirdim. "Napıyorsun kanka?"
"Açsındır. Mantı yapıyorum."
"Uff, kızım tam da canım çekmişti."
Övünerek "Eh, benim farkım işte." Dediğinde gülümsedim.
"Ben ne yapayım kuzum?"
Kendisi yoğurt ezerken ben de salatayı yaptım. İçecekleri ve tabakları alarak balkona geçtiğimizde acıktığım için direkt yemek yemeye koyuldum. Yemek sırasında Defne'nin ilişkisi ve işi hakkında konuşmuştuk. Heyecanlı heyecanlı bir şeyleri anlatması beni de mutlu ediyordu.
Behlül iyi birisine benziyordu. Fakat kimseye güven olmayacağını da öğrenmiştik. O yüzden arada hep bir mesafe olmak zorundaydı. O da zaten bunun farkındaydı. Bu konu hakkında da ona tavsiye veremezdim çünkü ben de gönlümü hemen kaptırmışım, ona.
"Haftaya iş yerinden Buse vardı ya, onun düğünü var. Sen de gelsene arkadaş olursun. Kimseyi tanımıyorum orada."
Bir şişeyi bitirdiğimizde, yeni bir sigara yaktım. Bu yüzden camı biraz daha araladım. İçeriye sızan rüzgarla derin bir soluğu da içime çektim.
"Olur kanka, gidelim."
Gece oldu, şişeler bitti. Artık daha fazlası olmaması gerektiği için ortalığı toparladık ve odalara dağıldık. Uykum olsa da bedenime yerleşen uyuşukluk daha fazla dayanamayan göz kapaklarıma baskı uyguladı ve uykuya daldım. Ne kadar süre geçti bilmiyorum ama ufak tefek sesler nasıl olduysa beni uyandırdı.
Onu gördüm.
Bana bakıyordu.
Onu o kadar kafama takmıştım ki rüyamda bile onu görmeye başlamıştım. Ya da delirmiş ve halisünasyon görmeye başlamıştım. Öyle gerçekçi duruyordu ki sanki elimi uzatsam dokunacak gibiydim. Yakınımdaydı. Bir nefes kadar yakın değil, bir uçurum kadar uzak değildi.
Neden?
Neden onu görüyordum?
İstemiyordum. Artık biz diye bir şey yokken rüyama bile girsin, gözümün önüne bile gelsin istemiyordum. Bunu anlayıp rüyama gelmese olmaz mıydı?
Kaşlarım çatıldı. "Rüyama da gelme! İstemiyorum."
Yutkunuş sesi kulaklarıma girdi ve bir daha çıkmadı. Sanki olduğu yerde çınlayıp duruyordu. Atalay sesimi işitti, bana bakmaya devam etti fakat söylediklerimle gözlerindeki anlam sanki daha da ağırlaştı. Yanılıyor muydum yoksa gözlerinden akıp giden acı mıydı?
Dakikalarca sessiz kaldık. Sonra bir anda bakışlarını çekti ve bir daha bana bakmadı. İşte o an anladım ki bu rüya değildi. Buradaydı. Bana bakıyor, beni hissediyordu. Sustu, sustu ve ardından konuşma kararı almış olacak ki dudaklarının arasından o nefesin çıkmasına izin verdi.
"Bir daha karşına çıktım, çıkarım, çıkacağım."
Kelimeleri artık bende bir etki uyandırmıyordu. Suratına boş boş baktım. Bakışlarım gücüne gitti, anladım. Dayanamadı. Elleri ellerime uzandı ve tuttu. Çekmeye çalıştım ama beceremedim.
"Duyuyor musun? Bir Allah'ın kulu seni benden uzaklaştıramaz."
Sesi yükseldi. Ama bu ciddi ortama nazaran öyle dayanamadım ki gülmeye başladım. Eli bileğimde, ben gülerken zorlukla cümlemi kurdum. "Senin kafan gitmiş. Benden uzaklaşan sendin. Unuttun mu?"
Unutulur muydu? Sen unutsan, ben unutmazdım.
İşte şimdi susma sırası yine ona geçmişti. Bu ara hep susuyordu. Dik başlı Atalay gitmiş yerine başka birisi gelmişti. Ama yaptığı şey değişmiyordu. Nasıl değişirdi? Değişeceğine olan inancım kalmamıştı ki.
"Yeter bu kadar. Susmaya devam edeceksen de etmeyeceksen de defol git buradan. Karşıma çıkma."
Duraksayacağını düşündüm ama öyle olmadı. İttiğim bileği geri tuttu. Tutmasın, bana dokunmasın istedim. Nasıl bu kadar nefret dolu olmuştum bilmiyorum ama olmuştu işte. Kalbim nefrete boyanmıştı. Ona karşı vereceğim tek şey kızgınlık dolu cümlelerdi.
"Yüzüne bakmaya cesaretim olmadığı ve gittiğim için mi bu nefret?"
O da vardı. Ama sadece bu değildi. Ne yaptığını biliyordu ama benim bildiğimi bilmiyordu. Ne fark ederdi. Görev diye gidip, başka kızın yanında olmuştu. Resmen beni aldatmıştı. Evet, bu aldatmaktı.
Konuşmak yerine telefonum aklıma geldi ve gözlerimle yanıma baktım. Sonra yastığın altındaki sert cismi elime aldım ve uygulamayı açarak resmi ve yazıyı gösterdim. Karanlıkta, onun yüzünü aydınlatan ekranın ışığı daha yüzünü yeni net görmeme izin sağladı. Fark ettiğim ilk şey kaşına sarılı ince bir yara bandıydı. Birkaç yerinde kızarıklık, dudağı da patlamış olmalı ki akan kan kuruyup donmuştu.
"Görev." Dedi tek kelimeyle.
Görev?
Güldüm. "Atıyorsun bari düzgün at."
Kaşları çatıldı. Hem de çok sert çatıldı. Ama umursamayan ben gülümserken onun karşısında böyle gülmem ilk defa mutlu etmedi, sinir etti. Bu da benim daha çok hoşuma gitti.
"Açıklayamam ama görevdi."
Daha fazla saçmalamasına katlanamadım. "Git diyorum git. Yoksa polis çağıracağım."
Asker adamın karşısında tehdit olarak polisle çıkmıştım. Umursamadığı da şimdiden belli olmuştu. "Ara lan. Neyi arıyorsan, kimi çağırıyorsun çağır. Ama dinle."
Başımı olumsuz anlamda salladım. "Anlatsaydın, dinlerdim. Bir hafta kadar geç kaldın, sen susmayı tercih ettin. Şimdi yine sus ve git."
"Sen dinlemiyorsan ben dinlettiririm." Bu söylediğini anlamadım. Kaşlarım tıpkı onun gibi çatıldı. Sessiz kaldı bir süre, sonra hiç beklemediğim bir şey yaptı.
Bedenimi omzuna atıverdi.
O an kendime gelemedim. Kendime geldiğim an onun odadan çıktığı, Defne'nin bas bas bağırdığı andı. Bense tamda o anda sırtına vurmaya başladım ama ne fayda.
"La oğlum canımı sıkma benim. Hem kızı aldat hem de gel zorla götürmeye kalkış. Öyle bir dünya yok. Hemen polisi arıyorum, dur sen."
"Arayın lan! Konuşup geleceğim, bir şey yaptığımız yok."
Bir de böyle rahat konuşması yok muydu? İnsanı sinir ediyordu. O sinirle bir tane daha vurdum sırtına, tepindim. Yok. Aynıydı. Defne'nin telefonu kulağına götürdüğünü gördüm ama Atalay bu sırada dış kapıyı araladı. Defne yine bağırıyordu, ben yine cırlıyordum ama çıkıp da yardım eden olmadı.
Arabanın yanına geldiğimizde beni içeriye bir çuval gibi koydu ve kemerimi bağladı. Artık direnmenin saçma olduğunu, hiçbir şeye fayda etmediğini anladım. Pes ettim. Onun cüssesine karşı da direnmek epey zordu. Arabanın önünden dolaştı ve kendi tarafına geçti. Bana kısa bir bakış attığında kemerini sertçe takarak gaza bastı.
Arkama yaslandım. Bir kere bile ona bakmama kararı alarak bakışlarımı ön camdan çekmedim. Nereye gittiğimiz hakkında bir fikrim yoktu. Bir aptallık edip de beni geri eve götürmeye de çalışmazdı ya. Üf, kafam allak bullaktı. Şimdi gelmiş suyu biraz daha bulandırmaya çalışıyordu. Bunun içinden nasıl çıkacaktım bilmiyordum.
"Nerde içini dökmek istersin?"
Soğuk soğuk "Sana hiçbir şey yapmak istemem." Dedim.
"O ne demek?" dedi. Bana baktığını hissettim. Ama yine de ona bakmadım. Kalbim bazen sızlıyor, bazense hiçbir şey hissetmiyordu. Şimdi hissiz olduğum o noktadaydım. Söyledikleri bende bir anlam ifade etmiyordu. Fakat içimde tutup sakladıklarım ne zaman patlardı onu da bilmiyordum.
"Yoruldum." Dedim. Yaşadığım şeylerin ardından bir de işte çalışmam beni o kadar yormuştu ki ayağa kalksam düşecek gibiydim.
Atalay arabayı sağa çekip, kuş adasına giden o yolda müsait yere park etti. Araçtan indiğinde kapımı araladı ve benim de kapımı aralayarak inmemi bekledi. Sanki o anda tam kalbimin içine bile bir bakış atmıştı. Çektiğim acıları görmüş ve beni anlayacak diye düşünmüştüm. Düşünmeye devam ederken adımlarım arabadan indi ve soğuk havayla karşılaştı.
Saat gecenin kaçıydı bilmiyorum ama altımda şort, üzerimde ince bir askılıyla karşısındaydım. Bakışları benim inemmle ilk defa gözlerimden başka bir yere vücuduma değdi. O an ne kılıkta olduğumu gördü ve kaşları çatıldı.
"Aklımı sikeyim." Kendi kendine mırıldandı ama ben duydum. "Geri bin." Dedi gözleriyle koltuğu işaret ederek.
"Kes sesini. Alıp götürürken bir zahmet edip de baksaydın, umursasaydın. Ama olur mu? Sen ve umursamak? Güvendiğim o adam gitmiş, yerine başka bir adam gelmiş. E tabi doğal olarak beni düşünmemesi de normal. Ben de ne zannettiysem. Şu akılsız kafamın da cezasını çektim. Hem de bir güzel çektim." Ben sırayı almış giderken bir anda bağırmasıyla susup kaldım.
"Utandım." Diye bağırdı. Gözlerimin içine bakıp dudaklarını tekrar aradı. "Anlıyor musun? Utandım. O evin içinde sana karşı verdiğim sevgi de sanki yanıp kül oldu. Nasıl bakardım yüzüne? Evin benim yüzümden yanmışken, nasıl senin gözlerinin içine bakıp da yanında olurdum. Nasıl dokunur, koruyup kollardım? Hakkım var mı ki buna? Söylesene biraz da olsa hakkım var mı?"
Yine kendini suçluyordu. İşte böyle konuştuğunda kulaklarım duyduklarını üç kez sorguluyordu. Ben ona böyle mi hissettirdim diye düşünüp duruyordum. Ne zaman onu suçlamış, ufacık da olsa şüphe etmiştim? Hiçbir zaman. Ama konu böyle olduğunda o, neden böyle bir adama dönüşüyordu?
"Vardı." Diye yükseldim ben de. Daha fazla dayanamadım. Sustuğum yetmişti artık. Patlama noktam da bu vakti seçmişti.
"Vardı ya. Böyle bir konudan, böyle saçma bir konudan dolayı beni bırakıp gittiğine inanamıyorum. Seni hiçbir zaman suçlamadım. Suçlamam da dedim. Ama sen ne yaptın? Yine seni mesleğinden ötürü yargıladığımı düşündün. Yine diyorum çünkü bu yaptığın kaçıncı hatırlamıyorum. En son yaptığın şeye ne demeli peki? Sen beni aldattın ya, aldattın. Bunun affı olmaz söyleyeyim de."
Derin bir nefesi içime çektim. Ne bir göz yaşım oldu ne de sesim titredi. O anlasın diye sanki sesimi sona doğru iyice yükseltmiştim. Derince yutkundu. Arabada dakikalardır ona bakmayan ben sözlerimden sonra bakışlarım yine çekildi. Sanki artık onunla göz göze gelmemi hak etmiyordu.
"Aldatmadım. Aldatmam. Aldatmayacağım. O kadın sana nasıl ulaştı bilmiyorum ama görevdi. Bana inan Firuze. Yaramı zorlayacak bir iş olmayacak demiştim sana hatırlıyor musun? Bu görevi kabul ettim ama ne? diye sormayız. Bu yüzden sana ne emrediliyorsa onu yaparsın. Zorundaydım. Biliyorum," Dedi. Elimi tutmaya çalıştım ama izin vermedim. Üstüne bir adım geri gittim. Sorgularcasına kaşlarımı çattım.
"Biliyorum inanması zor ama bu böyle. Senden önce bir kadın eli bile tutmadım. Senden sonrası diye bir şey de yok. Sadece sen. Sen varsın. Başkası yok, inan. İnanmazsan benden geriye hiçbir şey kalmayacak. İnan ki seni geri alabileyim."
Sustum, sustum ve sonra "Bana biraz zaman ver." Dedim.
Bu cevabı beklemiyor olacak ki bir adım baa doğru attı. "Ne demek bana zaman ver?"
Bende sabır kalmamıştı. "Ne bekliyordun? Ne! Sarılıp kucağına atlamamı mı?" Ellerim ilk defa bedenine değdi ama sevmek için değil. Avuçlarım göğsünü buldu ve canını acıtmak ister gibi vurdum. "Yaralıydın. Yaralıydım be adam. Birbirimizin yaralarını sarmamız gerekirken, sen ikimizin de yarasına bir bıçak darbesi daha soktun. Kanadı farkına bile varamadın."
"Vardım." dedi hemen. "Benim gözüm kulağım hep sendeydi."
Devam edecek gibi oldu ama izin vermedim. "Sen yoktun ama. Peşime taktığın adama mı güvendin? Ya bırak Allah aşkına varmışmış. Nereye vardın? Ben kaç gece içip içip sızarken bir kere bile arama cesaretinde bulunmadın. Bundan sonra sana aldatma konusunda inansam da diğer şeylere nasıl inanacağım? Öyle kolay mı?"
Artık konuşmak yorsa da başka zaman böyle cesaretli olamam diye konuşmak zorundaydım. Belki defalarca açılacaktı ama ilk konuşma gibi olmazdı.
"Yalnız kaldım ben. Aynı anda iki evimi kaybettim. Kaç gün o yatakta bile yatamadım, yemek yiyemedim. Hiçbir şeyini istemedim. Ben yaşamak istemedim Atalay. Artık evimi kaybetmiştim, ölsem de olur dedim."
Ölsem de olur.
...
4 gün önce.
Ruhum da tıpkı anılarımın içinde olduğu evim gibi yanıyordu. Belki de kül olmasına ramak kalmıştı. Fikrim yoktu. Keşke anılarım gibi ben de yok olup gitseydim. Artık geçmişe tutunacağım ne bir kıyafet ne de bir çerçeve kalmıştı.
Simsiyah bir yıkım vardı.
Ben bir kez daha annemi ve babamı kaybetmiştim. Yıllar sonra bu acıyı tekrardan yaşamak öyle ağırdı ki nefes alamıyor gibi hissediyordum. Yine yapayalnızdım. Yine o hastane koridorunda soğuktan üşüyormuş gibiydim.
Sen de öl.
"Kim o?" dedim ama odada tek başımaydım. Etrafa da baktım ama yalnız olduğumu da bilerek baktım. Dört duvardan başka hiçbir şey yoktu.
Yaşaman için hiçbir neden yok.
Bedenim bir alev topu gibi sıcaklamaya başladığında serinlemek için odadaki balkona doğru ilerlemeye başladığımda kalbim sıkışmaya başladı. Ölüyormuş gibi hissetmeye başladım. Canım yanıyordu. Aklıma gelen görüntüler öyle çoğaldı ki gözlerimi kapatarak onları aklımdan da ruhumdan da def etmeye çalıştım.
Gözlerimi ne kadar süre geçti bilmiyorum ama açtığımda gördüğüm ilk şey simsiyah bir gökyüzü, aşağıya baktığımda çimenler, olduğum yere baktığımda ise mermerin üzerindeydim. İçimdeki dürtü atlamamı ister gibi fısıltıları kulağımdan beynime doğru sızdırırken korkuluktan ayağımı sarkıttım. Kalbim hiç olmadığı kadar hızlı atarken, düşüyormuş gibi hissettim an bir ses duydum.
"Yenge?"
BÖLÜM SONU
40 yıl sonra geldim
Eveeettt bölümü nasıl buldunuz???
Biraz geç geldim(🥺)
Atalay'ın tavırlarını nasıl buluyorsunuz?
Peki Firuze?
Yemin ediyorum bitsin diye dua ettiğim ama çok da içime sinen bir bölüm oldu.
Sonraki bölümde görüşmek üzereee, sizi seviyorummm. ♡♡
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |