26. Bölüm
Hatice Ebrar / Mülhemdeki Gölge / 26

26

Hatice Ebrar
rarbezrh

 

26. Papatya

 

Halil Sezai|Galata

 

 

önceki bölümden

 

“Oğlum ne uykusu bu Allah aşkına? Saatlerdir mesaj atıyorum, bakmayınca arayayım dedim ona da bakmadın. Kuzum ben kapının önündeyim, kalk da bi açıver kapıyı? İnşallah evdesindir yavrum?”

 

Kadın nefes almaksızın kelimelerini sıralarken ben çoktan donup kalmıştım. Çünkü şu an kapıda annesi vardı ve ben üzerimde Atalay’ın kıyafetleri ile duruyordum. Ve ben… Ben ne yapacaktım?

 

🌘

 

 

Saçlar uzar. Zor günler aşılır. Kalp iyileşir. Ve zaman, her şeyi yerli yerli yerine koyar.

 

“Tabaklar tamam, çatal kaşık da zaten hazırdı. Eksik olsa da olur artık. Zeliha, bebeğim sen hala hazır değil misin?”

 

Ayna karşısında gözlerime güneş gözlüğümü takmış, beyaz renkteki elbisemi giymiştim. Sandaletlerimi de üzerimdeki kıyafete göre giymiştim. Babamla annem dün deniz kenarına gideceğimizi söylediğinde içim içime sığmamıştı. Aslında bu ilk de değildi. Ben hep deniz için heyecanlanırdım. Yaşım kaç olursa olsun, öyle de olacakmış gibi geliyordu. O yüzden bir gün öncesinden giyeceğim kıyafetleri hazırlamıştım. Sabah da erkenden kalkmıştım, kuş cıvıltılarıyla güne uyanmak ne kadar güzeldi anlatamazdım. Odama vuran güneş ışığı beni hiç rahatsız etmezdi. Aksine huzurlu hissettirirdi.

 

“Geldim annecim.” Diye bağırırken mutfağa doğru ilerlemeye başlamıştım ki çoktan kapıda beni beklediklerini gördüm. “Özür dilerim beklettim mi?”

 

Annemin gözleri kocaman açıldı. “Yavrum ne özrü, hadi gidelim artık. Güzel bir masa kapmak lazım.”

 

“Tamam annecim.”

 

Çantaları almış ve arabaya yerleştiğimizde, babam radyodan eski sanatçılardan bir şarkı açmıştı. Onun büyüsüne kapılarak başımı koltuğa yasladım ve camdan dışarıyı seyretmeye başladım. Ne kadar süre geçti bilmiyorum ama denizin ucu gözüktü. Yerimden doğruldum, gülümserken babam arabayı müsait bir yere park etti. Araçtan indiğimde, hevesimi bir kenara bırakarak ilk önce anneme masayı kurmasında yardım ettim. Tabi babam da yardım ettiği için çabuk bitirmiştik. Birlikte sohbet eşliğinde kahvaltımızı yapmaya başladık.

 

Üniversite sınavına az kamıştı. Ben ders çalışmayı bırakmış ve artık stresimi azaltma sürecine girmiştim. Hazırdım sınava, iyi de geçecek diye ümit etmekten başka bir şey yapmıyordum. Şimdi sınavımı da düşünmeyecektim, mutluydum ve huzurumu kimse kaçıramazdı. Ailem yanımdaydı, bu da yeterince mutluluk sebebiydi.

 

“Şu bebeğe bakın ne kadar da tatlı.”

 

Annemin sesiyle babamla ikimizin bakışları o yöne kaydı. Ağzına kum almaya çalışan bebeğe annesi kızdığında ağlayan bebekle benim de dudaklarım büzüldü. Ağlayan bir bebeğe ya da çocuğa dayanamıyordum. Nedense. Neyse ki bebeğin ağlaması çok sürmedi.

 

“Ben artık denize girsem, dayanamayacağım.”

 

“Çok uzaklaşma. Annenle ben birazdan geliriz.” Babamın uyarılarını dinledikten sonra üzerimdeki kıyafetleri çıkardım. İçimde bikini olduğu için bunu yapma gereği duyarken, terliklerimi de bir köşeye bıraktım. Sıcak kumun üzerinde ilerlemeye başladım. Plaj çok kalabalık değildi. Tek tük insanlar vardı. Saatin daha erken olmasından kaynaklıydı. Tam da bu saatlerde yüzecekti insan. Deniz hem çok kalabalık olmuyordu.

 

İlk başta soğuk olurdu ya, o hissi çok seviyordum. Kendimi zorlamak yerine baştan aşağıya suya girdim ve çıkınca derin bir nefes çektim. Ayaklarım yorulana kadar yüzdüm, yeri geldi dibi görünen denizden güzel taşlar yakalamaya çalıştım. Annemle babam da gelmiş, bir süre onlarla takıldıktan sonra yalnız bırakmıştım. Saçlarım açık olduğu için sırtıma yapışmaya başlamıştı. Bu yüzden ellerimi tarak misali yaparak düzleştirmeye başladım.

 

“Balık yakaladım la!”

 

Duyduğum bir erkek sesiyle bakışlarım sesin geldiği tarafa döndü. Bir çocuk elinde tuttuğu balıkla gülüyordu. Kaşlarım çatıldı. “Ne yapıyorsun? Bıraksana. Küçücük balığı ne yapacaksın?”

 

Bir anda bakışları bana döndü. Aramızda ne çok uzun ne da kısa mesafe vardı. Bu yüzden elinde tutuğu balığı rahat görebiliyor, o da sesin benden geldiğini anlayacak kadar beni görebiliyordu. Bir an kaşları çatılır gibi oldu ama gibiydi işte çatılmadı. Bir şey söyleyecek artistlenecek sandım ama öyle olmadı. Bir anda elindeki balığı suya bırakıverdi. Bakışları bir tuhaf olduğu için gülesim geldi.

 

Ama bir dakika… Bu çocuk, bu çocuk oydu.

 

Küçük yaşta kasları olan yani şey uzun boylu yani bizim mahalleden işte.

 

Asker çocuk.

 

Onun da burada ne işi vardı? Bu da soru mu Firuze. Halkın kullandığı plajda nasıl olur da o da olurdu. Neyse benimki de soruydu işte. Yutkunduğumda usul usul buraya doğru gelmeye başladı. Firuze buraya geliyor çocuk, sakin ol neyse. Her gün mahallede görüyorsun zaten yabancılık çekmenin sırası değil. Ayaklarım şuanda yere değmese acaba böyle bir durumda boğulur muydum?

 

“Yalnız mısın sen burada?” dediğinde bakışları etrafı taramaya başlamıştı bile. Neydi bu tavrı anlayamamıştım.

 

“Annemle babam var.” Dedim. Sohbet denen şey normalde böyle mi başlardı? Sanki kırk yıldır muhataplığımız varmış gibi rahattı.

 

“İyi.” Dedi kısaca.

 

Ben de lafı sanki uzatmak ister gibi “sen peki, sen kimle geldin?” diye sordum.

 

Suyun içerisindeki elleri saçların uzanarak kısa bir süre dokunduğunda geri indirdi. “Arkadaşlarla.” O böyle söyleyince bu sefer denizdeki kişileri inceleyen bendim. Bir sürü soru sormak istesem de haddim olmayacağı için sustum ve sadece ‘anladım’ demekle yetindim.

 

“Ben gideyim o zaman.” Dedim uzun sessizliği bozarak. Baktı, baktı cevap vermeyince gitme kararı alıp arkamı dönmüştüm ki ‘dur bekle.’ Demesiyle gerçekten de öyle yaptım.

 

“Efendim.” Dedim naifçe.

 

“Sana bir şey yapmıştım. İznin olursa onu verebilir miyim?”

 

Bana ne yapmıştı ki? Bir dakika Firuze sakin ol. Ne cevap verecektim? E tamam diyecektim ne diyecektim başka.

 

“Olur.”

 

Hafif çatılır gibi olan kaşları düzeldi. “Gel o zaman.”

 

“Annemlere haber vereyim göremeyince endişelenmesinler.”

 

“Bekliyorum.” Dedi ve gerçekten de olduğu yerden hiç kımıldamadı. Annemle babama haber verdikten sonra onun peşinden ilerlemeye başladığımda ayağıma batan taşla canım acıdığında belli etmemeye çalışsam da anladı.

 

“Elimi tut istersen. Girişi de taşlı bu kısmın.”

 

Elini tutmak için bünyem hazır mıydı?

 

“Taşlar için evet, tutayım.” Dediğinde çoktan bana doğru uzatmış olan elini tutum. Ben ilk defa bir erkeğin elini tuttum, babamdan başka. Elinin varlığını netçe hissederken, bir an kalbime söz geçiremeyeceğim sandım. Yüreğim çarpıyordu, bir kuşun kanadı gibi. Ellerim suyun içerisinde olmasak kesin titrerdi. Yüzüme baksa gözlerimin nasıl baktığını görürdü. Birazdan ben onun arkasında değil tam karşısında olacaktım, o zaman ne yapacaktım?

 

Ellerimdeki sıkılığıyla suyun içerisinden çıktığımızda hala elimi bırakmamıştı. Küçük bir kız çocuğu gibi sadece onu takip etmekle ve susmakla yetindim. Bu durumdan rahatsız mıydım? Hayır. Bir sorun olmasa da içimde bir sıkıntı varmış gibi hissediyordum. Sanırım onların bulunduğu masaya geldiğimizde siyah bir çantanın içine sol elini soktu. Diğer eli ise elimdeydi.

 

Sonra çantanın içinden çıkan şeyi gördüm. Papatyadan bir taçtı. Öyle güzeldi ki hayatımın en değerli hediyesini aldığımı anladım. Onu saçlarımın üzerine taktığımda, üzerimde ona ait bir şey taşımak sanırım hediyeden de daha değerliydi.

 

İşte bundan sonra en sevdiğim çiçek papatya olmuştu.

 

 

“Atalay sana diyorum, Allah’ım hiç de ağır uykusu yoktu. Ne oldu bu adama?” Kalkacak gibi olmadığı için ve daha fazla kapıya bakmazsam yanlış anlaşılabileceği için yanından kalktım. Üzerime hafif çeki düzen vererek odadan çıkarak çıplak adımlarla aşağı indim ve derin bir nefes eşliğinde kapıyı açtım.

 

“Ah yavrum sonunda kapıyı açtın. Vallahi direk gibi dikildim.” Daha kapıyı açana bakışları kaymadığından mıydı bu rahat konuşması bilmiyordum ama sonunda çantalardan bakışı çekildi ve benimle göz göze geldi. Beni gördüğünde bir şaşırır gibi oldu ama beni rahatlatacak o gülümsemeyi dudaklarına yerleştirdi ve “Kuzum kapıyı senin açacağını bilsem daha erken çalardım ya, bu ne güzel sürpriz. Günaydın yavrum.” Dedi. Evet evet hepsini bir anda ardı ardına konuştu. Yeni uykudan kalkama rağmen söylediklerini anlayabildim.

 

Öylece bakakalmayı bıraktım. “Hoş geldiniz, günaydın. Özür dileriz sizi böyle kapıda beklettik, buyurun hemen içeri geçin.”

 

Elindeki çantaları almaya yeltensem de izin vermedi. Çantaları kapının ağzına bıraktı ve birlikte salona geçtik. Koltuğa yerleştiğinde bense ayakta kaldım. “Yavrum gelsene yanıma özlemişim, bir sarılayım kuzuma.”

 

Böyle güzel bir anne olabilir miydi? Beni bu kadar az sürede tanımış olmasına rağmen o kadar naif davranıyordu ki o böyle sözler söylediğinde küçük bir kız gibi hissediyordum. Bir de ağlayasım geliyordu, konuşma tarzından dolayı mı yoksa gerçekten de etkilendiğimden mi bilemiyordum. Fakat çokça sarılmak istiyordum. Öyle de yaptım. Kollarını açmış bir saniye bile beklemeden belime dolamıştı. Kokusu anne sıcaklığı gibi, huzur vericiydi.

 

Ayrıldığımızda daha elimi yüzümü yıkamadığım için izin istemiştim. Bu kattaki banyoyu kullanmıştım. Geri geldiğimde “Atahan nerede?” diye sordu.

 

“Uyuyor hala.”

 

“Hayret, bu zamana kadar kalkmaması tuhaf.”

 

“Ben de şaşırdım. Kapıyı açmadan önce bir sürü kez seslendim ama kalkmadı.”

 

“Yavrum aç mısın sen? Bir şeyler hazırlayayım mı?” Ne kadar da düşünceliydi. El üstünde tutmak deyimini resmen harfi harfine uyguluyordu.

 

“Siz bir şeyler yiyip mi çıktınız? İsterseniz birlikte hazırlayalım. Hep birlikte yemiş oluruz.”

 

Gülümsedi. “Harika fikir, hazırlayalım tabi. Hem yemiştim ama yine yerim ne olacak.”

 

Birlikte mutfağa girdik. O yine hızla kolunu sıvamıştı, onun bu kadar aktif bir kadın olmasına şaşırıyordum. En çok da beni bu kadar sevmesi ve değer vermesi çok hoşuma gidiyordu. Vakit geçirmekten de ayrıca hoşlanıyordum. Birlikte kahvaltı hazırlamaya başladığımızda bir şeyler mırıldanmaya başladığında dayanamadım ve söylediği şarkıya eşlik ettim. İlk defa beni şarkı söylerken duyduğu için şaşırmış olacak ki elindeki işi bırakarak anında bana doğru döndü. Elleri bulaşıkları yıkadığı için köpüklüydü.

 

“Yavrum senin sesin ne güzelmiş.”

 

“Küçüklüğümden beri hep mırıldanmışımdır, siz de söyleyince dayanamadım.”

 

“Söyle tabi kuzum, senin gibi bir kıza susmak hiç yakışır mı?”

 

Benim gibi bir kız nasıl oluyordu ki? Susmak bir ara en çok yaptığım şeyken nasıl olur da bana yakışmazdı. İnanması zordu işte. Yaşadığım şeyleri bir kelimeyle hatırlamak da çok basitti. Ne kadar da zıttı. Annesi bana oğlu gibi tekrardan yaşama hissini hissettiriyordu. Kendimi sıcacık bir yuvanın içindeymiş gibi hissediyordum. Atalay’ı ilk gördüğümde buraya kadar geleceğimizi asla tahmin edemezdim. Fakat ilk defa yarını düşünmeden hareket etmiş, yanlış mı acaba diye düşünmemiştim. Doğruysa doğru yanlışsa yanlıştı. Zihnimi bu şekilde düşünerek yormak yerine sakin ilerlemekten yana olmuştum. Kalbim bazen kırılsa da aşk da zaten kırıklardan oluşmaz mıydı?

 

Hem kahvaltı hazırlamış hem de şarkıya kendimizi kaptırmışken gerçekten de daldığımızı duyduğumuz sesle anladık. Atalay kapının pervazına bedenini yaslamış tam olarak bana bakıyordu. En güzeli de gülümsüyordu. Ona en çok yakışan şeyin gülüşü olduğunu söylemiş miydim? Söylemişsem de tekrar söyleyeyim. Sevdikçe, sevildikçe benden önde hep sen gelir oluyordu. O üzülmesin, ben üzülürüm mantığı gibi kelimeleri düşünür oluyordum. Bu bana kötü bir şeymiş gibi gelmiyordu. Gelse de olsundu.

 

“Günaydın oğlum, güzel kızım olmasa kapıda kalacaktım valla.”

 

Güzel kızım.

 

‘Yapmayın, bana böyle hitap etmeyin. Yaramı deşmeyin, anılarımı hatırlatmayın.’ Diyemedim, bana bunları söylemeyin nasıl derdim? O kadar içten hitap ediyordu ki ne kadar süre geçerse geçsin şaşıracaktım. Yadırgayacaktım. Buydum işte ben. Hep diken üzerinde yaşar, rahat edemezdim. Bu huyumdan o kadar nefret etsem de değiştiremiyordum. Çabalıyor muydum orası da muallaktı.

 

“Kapıyı açan o olunca insanın kapıda da kalası geliyor, anne.”

 

Atalay, sen ne merhametli bir adamsın. Kalbi nasıl yumuşatacağını ne de güzel biliyorsun. Yarayı iyileştirmeyi, gönül almayı, iki çift sözle gönülde taht kurmayı nasıl da beceriyorsun? Zihnime tanıdık geldi bu sözleri. Bir ara bana kapıyı açan hep sen ol demişti. O zaman da kalbim sanki yerinden çıkıp gitmişti. O an imkânsızı bile başarmış gibiydim. O bir kere söyledi ama ben on kere hatırladım bu cümleyi, cümleleri.

 

Ben susakaldım ama Sevgi teyze susmadı. “Tabi kalacan la!” Hım? Ne demişti o? Durdum durdum dayanamadım o gülüş en sonunda dudaklarımın arasından çıktı. Öyle beklemiyordum ki sanırım bir süre hatırlayıp hatırlayıp gülecektim. Atahan alışkın olsa gerek durgun ifadeyle bakakalmıştı.

 

“Anne sen beni mi tutuyorsun onu mu ya?”

 

Annesi gözlerini devirerek bakışlarını çaydanlığa yöneltti. Çayı bardaklara doldururken “E Firuzeyi tabi.” Demez mi? Der. Derdi işte. Sevgi Teyze tam olarak böyle bir kadındı. İnanılması zor bir karakteri vardı. Ya da ben çevremde iyi bir insanla karşılaşmadığım için bana tuhaf geliyordu. Evet evet kesinlikle öyleydi.

 

“Vay anasını unuttu ya kadın beni.”

 

Atalay bir şeyler mırıldanarak kapıdan çıkmadan önce bir daha dönüp bana baktığında bir şey söylemek istediğini anladım. Ve öyle de oldu. Annesinin yanında “yavrum bir gelir misin?” dediğinde Sevgi teyzenin dudağının kıvrıldığını gördüm ama utanma duygusu bedenimde nüksettiği için mutfaktan çıkarak Atalay’ı takip ettim. Odağımız sanırım oda olacak olmalı ki merdivenlere yöneldi. Usul usul adımlarla odaya ulaştığımızda kapıyı ardımızdan kapatarak ellerini belime yerleştirdi. Bu tarz bir yaklaşım beklemediğim için şaşırırken gözlerime öylece baktı ve bu bakış karşısında yutkunmak durumunda kaldım.

 

“Çok özledim.” Dediğinde her şeyi demesini bekler bunu demesini nedense tam olarak bu anda beklemezdim. Özlemden bahsedecek kadar gereksiz bir ayrılık yaşamıştık. Bir yıl gibi gelen bu süre hatasının sonucuydu. O ayrı kalmayı isterken nasıl da özlemden bahsederdi? Bedeni benden uzaklaşırken, gece nasıl da sarıp sarmalardı? Atalay sen neden beni hep çelişkide bırakıyorsun? Ne yapmam gerektiğini bilmez olmuştum. Bir anda gidip beni hep boşlukta bırakırsan ben ne yapacaktım?

 

“Ben bu kadını özleyeyim diye mi gittin?”

 

Yüzü düştü bir anda. İşte böyle canımız acırdı. Elleri bir anlığına belimden düşecek gibi olduğunda sinirlendim. Belki de düşmeyecekti ama bana öyle gelmişti. Öyle olsa da olmasa da bu durum beni yeterince sinirlendirmişti. Kaşlarım çatıldı tabi. “Bir daha bu bedeni bırakacaksan tutma.” Sertti belki cümlem fakat hata yapmamak için bazen gerçekleri sertçe yüze çarpmak gerekiyordu. Bu sefer düşen suratının yerini şaşkınlık aldı. O şaşkınlığı iliklerime kadar hissettim. Fakat şaşırılacak ne vardı onu da bilmiyordum.

 

Bırakır gibi olduğu eli bu sefer bedenimi sıkıca tuttu. O kadar çok sıktı ki sanki bu sertlik sen ne saçmalıyorsun dercesineydi. Fakat ben onunla inatlaşmayı, damarlarının üzerinde tepinmeyi seviyordum. Sinir ettiği kadar sinir olsun hissediyordum ki duygudaşlık yapabilsin. Aslında duygudaşlık yaptığını da biliyordum ama işime gelmiyordu. Biraz da olsa kendimi avutmak için böyle düşünmek zorundaydım. Aklım ve kalbim farklı şeyleri söylediği için karmakarışıktım. Neye doğru yöneleceğim de belliyken aslında kendimi kandırıyordum.

 

“Seni bıraktığım yok.” Kaşları hiç olmadığı kadar çatıktı. Biliyordum o görevi boyunca he çatık kaşla geziyordur ama benim yanımdayken sadece sinir olduğu anlarda kaşlarını çatıyordu. Belimdeki ellerinin varlığını tekrardan hissettirirken “Seni bırakırsam sık göğsüme, olduğun yere.”

 

Bu sefer kaşları hiç olmadığı kadar çatılan bendim. Hatta sadece kaşlarımı çatmakla kalmayıp bir tane suratına indiresim gelse de o elim bir milim kımıldamadı. Aşk da buydu işte ufak dahi olsa bir sertlik olacağını sanmak korkutucuydu. Ona bu sefer bir şeyler söyleyerek nefesimi tüketmek istemedim. Bu sefer de susmamdan bir şeyler anlasın istedim ve öyle de oldu. Sertçe yutkunduğunu işittim. Dişlerini birbirine bastırdığı için çenesi kasıldı. Cümlenin nereye gittiğini bilmeden sarf ettiği kelimeler canımı yaktığı için gözlerim doldu. Çok geçmeden anladı hatasını ama artık dikkat etsin istedim. Tartsın ve öyle söylesin.

 

“Yavrum,” dedi içli içli. “Özür dilerim düşünemeden konuştum yine.”

 

Olsun dercesine başımı salladıktan sonra yanından gitme istedim ama izin vermedi. Vermeyeceği de belliydi. O beni hiç bırakmazdı. Bir yanlışın var Firuze, o seni ardında bıraktı diyen iç sesime kulak vermek bile nefret edilesiyken yaşamak daha da berbattı. Beni bırakmaması duygularımın daha da artmasına neden oldu ve ağlamaya başladım. Patlama noktam gibi dopdolu ağlarken eli kolu bağlandı sanki. Bir ne yapacağını bilemedi, belki de ilk aklına geleni yaptı ve sarıldı. Sıkıca. Bir sürü duyguyu aynı anda hissettim. Hasret, sinir ve de mutluluk.

 

“Özür dilerim bir tanem. Yaptığım her şey için, seni bırakıp üzdüğüm için çok pişmanım. Ne kadar kızsan, üzülsen haklısın. Senden çok ben kendimden nefret ediyorum. Bir de sen yapma sevgilim, yapan sen olursan ben ne yaparım?”

 

Ağlamamın arasında “senden nefret etmiyorum.” Dedim. Sesim boğuk ve komik çıksa da umurumda değildi. Burnum akıyorsa da bana neydi.

 

“Bu yaptığım şeye rağmen benden nefret etmiyorsan ben sen hak edecek ne yaptım?”

 

Sustum konuşmadım. Onun göğsünde bir süre öylece durdum ve sakinleşmeye bekledim. Annesi hala aşağıdaydı ve bize seslenmeyecek kadar da düşünceliydi. Başkası olsa bağırmış üstüne odaya kadar gelmişti ama o saygı duyuyordu belliydi. Yine de burada vakit öldürdüğümüz yeterdi. Bu yüzden geri çekildim. “Annen aşağıda.”

 

Uzatmadı. O da düşüncelerimi tahmin etmiş olmalı ki bana hak vermişti. Gözlerimdeki yaşları sildi ben de bu sırada burnumu çekerek o sıvıları biraz da olsa gidermeye çalıştım. “İyi misin yavrum.” Dediğinde başımı onaylar anlamda salladım. Ben önde o arkada olmak üzere merdivenlerden inerek mutfağa ulaştık. Annesi masayı hazırlamış ve oturduğu yerden telefonuyla ilgileniyordu. Sesimizi işitmiş olacak ki ilk önce bakıları bana kaydı, gözlerime baktı baktı ve daha sonra o bakışlarını oğluna çevirdi. Kaşlarını çatılır gibi oldu ama ayağa kalkarak çayları doldurdu. Bir şey kalmamış olacak ki ben de sadece oturmakla yetindim. Eve gelen o olsa da her şeyi sanki ona yaptırmış gibi olmuştum. Kötü hissediyordum. Acaba gözlerim kızarık mıydı? Bir şeyleri anlamasını istemiyordum.

 

“Bizimkiler niye gelmedi?” Sessizliği bozan Atalay oldu. Çayına şeker atmasının ardından ben de şeker koymuş ve karıştırmaya başlamıştım.

 

“Kardeşin çalışıyor. Baban da aniden Kocaeli’ne gitmeye karar verdi. Arkadaşıyla bir işi mi varmış ne, iş dediği de tatil işte. Bir çanta hazırladı. Orda adamın evi varmış da orda kalacak birkaç gün.”

 

Atalay güldü. “Muğla’dan Kocaeli’ne tatile mi gidilir ya.”

 

“Ara babanı da söyle oğlum gidilir mi diye.” Sevgi teyze gözlerini devirerek önündekileri yemeye koyuldu. Bense çayımdan bir yudum alırken gözlerimi önümdeki tabağımdan çekmiyordum. Farkında olmadan dalmış olmalıyım ki Sevgi teyzenin sesiyle kendime gelebildim.

 

“Kızım sen niye yemiyorsun?”

 

Doğru ya kahvaltıdaydık.

 

“Dalmışım kusura bakmayın.”

 

Sözlerimin ardından tabağımın dolmasını seyrettim. Atalay bir şeyler yemem için tavrını koyarken bir şey demeden önüme koyulanları yemeye başladım. Sevgi teyze de bu sırada evde yaptığı şeyleri anlatmaya başlamıştı. Mahallede dönen dedikoduları anlatmaya başlayınca da Atalay’ın her anlatılanların ardından gözü açılıyor çok komik bir hale dönüşüyordu. Dedikodulara mı şaşırsam ikisinin karşılıklı verdikleri tepkilere mi bilemedim. Ama bir şekilde masadakileri bitirmiş hiçbir şeyi ziyan etmemiştik. Uzun süre sonra doyduğumu hissettiğim için bedenimde ayrı bir rahatlık vardı.

 

Üçümüz birlikte masayı toparlarken odayı dolduran melodiyle Atalay mutfaktan ayrılmıştı. Son tabağı da bulaşık makinesine yerleştirdikten sonra “kahve yapayım de karşılıklı bir güzel içelim.” Diyen sevgi teyzeyi kıramamış ve midemin doluluğuna rağmen kabul etmiştim. Kahveyi benim yapmam karşılığında şart koşarken o bahçeye çıkmıştı. Ben de üçümüze kahveyi yapmıştım. Atalay da çoktan telefonla konuşmasını bitirmiş ve öylece bana bakmaya başlamıştı. Annesi varken bu tarz tavırlar sergilemesi beni geriyordu. Yanlış anlaşılmaktan deli gibi korkuyordum.

 

Elimdeki tepsiyi almaya çalıştığında zorlamadan uzattım. Dökülürdü falan uğraşmak istemiyordum. Birlikte bahçedeki masaya yerleşmiş ve tatlı kahvelerimizi yudumlamaya başlamıştık. “Sen aynı yerde çalışmaya devam mı kızım?” Sevgi teyzeyle bir ara işimden konuştuğumuzu hatırlıyordum. Atalay’ın annesi olduğu için ona meyhanede çalışıyorum demem garip hissettirmişti. Fakat söylediğime pişman eden birisi olmadığı için sonucunda rahatlamıştım.

 

“Evet de üniversite sınavına da gireceğim seneye, şansımı denemek istiyorum.”

 

Atalay doğal olarak şaşırdı. Çünkü bu konu hakkında kesin bir karara vardığımındın haberi yoktu. Fakat bir soru bile sormadı. Belki de annesi var diyedir bu suskunluğu bir fikrim yoktu. Bir şeyleri belli etmek istemiyor olabilirdi. Olması gereken de zaten böylesiydi. Ufak şeyde dahi dışarıya yansıtırsak hiç de hoş olmazdı. Olgunluk denen kavramın da böyle anlarda devreye girmeliydi. Ortak bir yolda kesişmek ve birbirimizi dinlemek önemliydi. Kararlara saygı duymak gibi. Tabi ki de üniversite okuma kararımın arkasında duracağını biliyordum. Bundan yana şüphem yoktu. Önemli olan benim bu kararım üzerinde durmamdı.

 

“Dene yavrum. Senin hayatın, senin kararların.”

 

Sevgi teyzenin sözüyle de sanki sırtım sert bir duvara yaslanmış kadar güvendeydi. Aslında o sırtım birçok kez sert bir duvara yaslanmıştı. Bu yüzen de rahattım. Atalay bu süreçte sessiz kalmaya devam etti. Süreç derken Sevgi teyzeyle konuşma zaman diliminde sessiz oldu. Kahvelerimiz bitmiş ve Sevgi teyze yol yorgunu olduğu için ona odayı hazırlamıştık. Ben de işlerim olduğu için dışarıya çıkacaktım bu yüzden de odaya çıkarak hazırlanmak istemiştim ki Atalay’ı yatarken buldum. Uyuyor muydu? Gözleri kapalıydı. Demek ki dalmıştı. Burada sadece pantolonum olduğu için onu giymiş ve üzerime Atalay’ın siyah tişörtlerinden birisini geçirmiştim. Dolabın kapağını usulca kapattıktan sonra arkamda hissettiğim bedenle yerimde sıçradım. Bedenin sertliğiyle kendimi sert bir yere çarpmış gibi hissederken o “nereye?” diye sordu.

 

“İşlerim var.” Diyerek kısaca bir cevap verdiğimde kaşları çatıldı.

 

“İyi birlikte çıkalım.”

 

“Olur.” Dedim. Çünkü ısrar etmemin hiçbir faydası olmayacaktı. Zaten Sevgi teyzenin de dışarı çıkacağımdan haberi olduğu için ayıp da olmazdı. Hem akşam için de bir şeyler alsak iyi olacaktı. Atalay da üstünü değiştirdikten sonra arabaya yerleşmiştik. Alacağım kitapları tekrardan göz gezdirdikten sonra caddeye inmiştik. Tabi ondan önce yakın bir yerde zoraki park yeri bulduktan sonra. Arabadan indikten sonra tepemizdeki güneş yüzünden Atalay gözlerine güneş gözlüğünü takmıştı. Büyük yapılı eli benden tarafa doğru uzandığında vakit kaybetmeden o eli tuttum çünkü tutmazsam kötü hissediyordum. Onun elini tutmak bile bana huzur verirken neden tersi olsundu ki. İlk kırtasiyeye girdikten sonra diğerine de girmiş ve işlerimi bitirmiştim.

 

İnternet üzerinden bir siteye başvurmuştum. Yıllık bir koçluk aldığım için sanki işim daha doğru gidecekmiş gibi geliyordu. İşte de çalıştığım için bazı canlı dersleri akşam vakitlerinde yapacaktım. Bu süreçte hem işte çalışmak hem de ders çalışmak zor olsa da bu sadece benim başıma gelen bir olay değildi. Bazıları bunu yapabiliyorsa ben de yapabilirdim. Herkesin çalışma kapasitesi bir olmasa da bunu yapabilirdim değil mi? Deneyip görecektim. Bu yıllarda üniversite okumak kolay değildi. Belki iki yıllık bir bölüm tercih ederdim. Sonuçta bunda da para vardı. İki yıllık diye küçümsemek de saçmaydı. Ayrıca fazla maaşı olan bölümleri vardı. Ve evet, her şey para olur hale gelmişti.

 

“Başka istediğin bir şey var mı?”

 

Kitaplarımı ödememe izin vermemişti. Ne kadar üste çıkmaya çalışsam da senin için bir şey yapmak istiyorum cümlesi susmama yetmişti. “Marketten önce beni Defneye bırakır mısın? Onunla konuşmam gereken şeyler var, ayrıca kıyafetlerim de orada kaldı.”

 

Arabayı çalıştırırken bakışları söylediklerimle bana kaydı. “Olur yavrum.” Dediğinde kısaca Defneye mesaj attım. Bugün evde olduğunu bilsem de yine de haber verdim. Bende de anahtar vardı ama arkadaşım da olsa tuhaf oluyordu. Alışamamıştım. Herkesin kendi eviydi, herkes kendi evinde rahattı ve benim artık rahat dediğim bir ev bile yoktu. Ne yapacaktım? Bu soru bu sene neden bu kadar çoğalmıştı.

 

“Bu akşam konuşalım her şeyi, aklına gelebilecek her şeyi. Olur mu?”

 

Benim aniden okul hakkında söylediklerim karşısında doğal olarak devamını da merak ediyordu. Belki de ona söylemediğim bir şeylerin de olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden onu onayladım. Bir şeyleri geri plana attıkça düzeldiği yoktu. Belki de çoktan beridir yapmamız gereken konuşmayı yapmalıydık. Konuşmalıydık yani. Defne’nin evinin önüne gelene kadar başka da bir konu açılmadı.

 

“Bekliyorum burada, istediğin vakitte gel yavrum.”

 

Hiçbir cevap vermedim. Ne bekle dedim ne de bekleme. Çantamı alarak aracın kapsını kapattım ve apartmana girerek arkadaşımın olduğu kata kadar çıktım. Ayakkabılarımı çıkarana kadar kapı açılmış ve arkadaşımın kızgın suratıyla karşılaştım. “Hoş geldiniz efendim.” Evet, arkadaşıma bir sürü vereceğim cevap varken olmazsa olmaz kahve eşliğinde bütün olanları konuştum. Dakikalar saate dönüştüğünde Atalay’ın aşağıda beni beklediğini hatırladım. Aslında unutmamıştım ama bir tık geri plana atmak istemiştim. Bu yüzden de çantamı ayarlamıştım. Çok fazla da kıyafetim yoktu. Hepsi yangında kül olup gitmişti. Alışveriş yapmam da gerekiyordu, bunu da aklımın bir köşesine not ettim.

 

“Kanka bir şey olursa ara, bir evin olduğunu da sakın unutma. Benim canımı sıkma he.”

 

“Vallahi öyle bir şey olursa arayacağım, affet abla hata yaptık.” Diyerek dudağımı büzdüm.

 

“Salak hadi git. Öteki salak da arabada bekler.”

 

Gülümsedim. “Deli, hadi Allaha emanetsin.”

 

“Sen de balım.”

 

Defne’nin yanından ayrılmamla arabaya geçtiğimde Atalay yine telefonla konuşuyordu. Kapıyı kapatmamla “Tamam abi sen eskisine göre bir tık daha büyük al ölçüsünü.” Gibi bir konuşma sergilediğinde birkaç saniye daha konuşmuş daha sonra telefonu kapatmıştı. Bakışları bana kaydığında “Hallettin mi güzelim?” diye sordu.

 

“Hallettim.” Bakışları bu sefer elimdeki çantaya kaydı ama kısa bir bakış atıp geri önüne döndü. Arabayı harekete geçirdiğinde market için yola koyulduk. Fırında balık yapma kararı aldığım için balık almış ve onun yanında gidecek yemek için de birkaç şey almıştık. Evde de büyük eksiklikler olmadığı için çok bir masrafımız da olmamıştı. İşimiz kısa sürede bittiği için arabaya poşetleri yerleştirmiş ve sonunda evin yolunu tutmuştuk. Eve gelir gelmez yemek yapmak için işe koyulmak istemişken Atalay da yardım etmek istemişti ama onu mutfaktan kovalamıştık. Tabi ki de Sevgi Teyze dedikoduları anlatmaya başlamıştı. Ne yalan söyleyeyim dedikodu dinlemeyi seviyordum. Bu yüzden de yemek olana kadar konuştuk. Atalay da duştan falan bahsettiğine göre duş almış gelmişti.

 

Islak saçla geldiği için “Niye kurulamadın?” diye sordum.

 

“Üşendim yavrum.” Dediğinde kesip atar mıyım atmam. “Hasta olursun ama.” Diyerek direttiğimde sandalyeye oturdu.

 

“Asker adamım ben yavrum.”

 

“Askerler hasta olmuyor mu?” Aslında ne kastettiğini anlasam da anlamamazlıktan geldim.

 

“Kurutayım yavrum.” Dediğinde bir anda sandalyeden kalkıp gitmesini beklemiyordum. Saçları çok uzun olmasa gerek kısa sürede yanımıza geldiğinde gerçekten de saçlarını kurulamıştı. Tamam, Atalay odun bir adam değildi. Şaşırmamam gerekiyordu ama şaşırıyordum. Zaten yemek de hazır olduğu için yemekleri servis etmiş ve birlikte oturabilmiştik.

 

2 gün sonra

 

Bu iki günde Sevgi Teyzeyle gezip tozmuş alışveriş yapmıştık. Bu sırada da eksiklerimi almıştım. Atalay peşimizde dolanmak yerine işleri olduğunu söylemiş ve onları halletmeye gitmişti. Bu iki günde dol dolu bir gün geçirmiş gibi hissediyordum. Bu sabah da kahvaltı yaptıktan sonra Sevgi Teyze memlekete gitmişti. Yarın günü varmış, o yüzden eksiklikleri halletmesi gerekiyormuş. Akşama kadar ders çalışmış, içimi rahatlatmıştım. Niye akşama kadar çalışmıştım çünkü Atalay dışarıda yemek yiyeceğimizi söylemişti. Ben de o saate kadar dersimi çalışmıştım. Programda yazan dersleri tamamen bitirememiş olsam da gelince halleder günü öyle bitirirdim.

 

Üzerime klasik tişört ve pantolon giydikten sonra çantamı da aldığımda Atalay zaten çoktan hazırdı. Yüzüme de ufak yollu makyaj yapmıştım. İkimiz de hazır olduktan sonra evden ayrıldığımızda akıp giden yolu seyretmeye koyuldum. Yol sürdü sürdü ve en son tanıdık olan o yerin tam önünde durduğunda “neden buraya geldik?” diye sordum. Hiçbir şey söylemeden kendi tarafındaki kapıyı açarak benden tarafa doğru adımladı. Kapımı açarak bana bakmaya başladığında ses etmeden indim. Apartmana doğru ilerlemeye başladığında ise ayaklarım daha fazla ilerleyemedi.

 

Yanan evimin önündeydik.

 

“Neden buraya geldik?”

 

Titredi, sesim. Yaşadığım anılar aklıma bir bir geldiğinde kahrolacağım sandım. Gözlerimdeki ıslaklık bebeklerimde yer edinmeye başladığında akmayı bekler gibiydi. Arkamı döndüm ve “gitmek istemiyorum.” Dedim. Amacı benim cesur bir şekilde yüzleşmemse yapamayacaktım.

 

“Bana güven bitanem, çıkalım hadi.”

 

Belki güneşin gölgesinde kalmıştır, yaşanmayı bekleyen anılar. Ve sen gölgeye takılı kalmışsındır belki de yolunu aydınlatacak güneşe bakma zamanıdır.

 

Çıktık o merdivenlerden. Her basamak zulüm gibi geldi. O kapkara kapıya bakmaya ruhumu hazırlamaya başladığımda kısa bir an gözlerimi kapayarak derin bir nefes aldım. Adımlarımız durdu, ağlamaya da kendimi hazırladım ve gözlerimi açtım. İliklerime kadar ulaşan kederi değil şaşkınlığı hissettim çünkü karşımda kapkaranlık bir kapı değil, bembeyaz bir kapı vardı. Kapıda benim, annemin ve babamın olduğu bir süs dururken aklıma gelenlerle delirecek gibi oldum. Ama kötü anlamda değildi. Mutluluktandı.

 

Sonra gözümün önüne şıkırdayan o anahtarı verdi.

 

“Evine böyle yabancı durma yavrum.” Dediğinde algılayamadım.

 

“Anlamıyorum Atalay ben, canlandıramıyorum kafamda ben sen,”

 

“Aç yavrum, canlandıralım anılarını. O nefesi sana geri vereyim, o mutluluğu.”

 

Anahtarımı kapının yuvasına getirdiğimde ellerim zangır zangır titriyordu. Aralanan kapının ardından ayakkabılarımla girecekken “Ayakkabılar bitanem.” Demesiyle kaşlarım çatıldı.

 

“Neden?”

 

“Bundan dolayı yavrum.” Diyerek ışıkları açtı ve karşımda gördüğüm görüntüyle yerimde mıhlandım.

 

Evim eskisi gibi öylece duruyordu.

 

 

BÖLÜM SONU

 

 

 

ben ve geç gelmelerim ne olacakkkk eski beni geri istiyorummmmm

 

 

Nasılsınız?

 

Bölüm nasıldı? Onları çok çok özlemişim. Çok tatlılar veeeee bölüm sonuuuu bunu bekliyor muydunuz????

 

En sevdiğiniz karakter kimmm?

 

 

Sonraki bölümde görüşmek üzere, kendinize çok iyi bakınnnn ♡♡♡♡

 

 

 

 

 

Bölüm : 23.09.2025 22:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Hatice Ebrar / Mülhemdeki Gölge / 26
Hatice Ebrar
Mülhemdeki Gölge

12.75k Okunma

532 Oy

0 Takip
26
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...