28. Bölüm

BÖLÜM 27 : KAPANAN KAPILAR

RedVelvet7781
redvelvet7781

YENİ BÖLÜM SİZLERLE UMARIM BEĞENİRSİNİZ VOTE VE YORUM YAPMAYI UNUTMAYIN LÜTFEN ❤️❤️

 

Gün, sarayın üstüne demir bir kapak gibi kapanmıştı. Gökyüzü bakıra dönmüş, taş avlulara ağır bir sıcaklık çökmüştü. Bu ağırlığın altında, içimdeki küçük bir kıvılcım büyüyor, aklımı adım adım işgal ediyordu: Kyrous’un gözleri artık savaş haritalarındaki çizgilerden başka bir şey görmüyordu; ben ise çizgilerin arasındaki boşluklara sızmanın yolunu arıyordum. Tomris… Kuzeyin sert rüzgârı kadar dikbaşlı, kendi yurdu kadar geniş bir gururun üstüne oturmuş kraliçe. Onun adı, Kyrous’un kulaklarına bir meydan okuma gibi fısıldanmalıydı. Bunu ben yapacaktım—görünen el olmadan.

O akşam meşaleler yakıldığında, harita odasının kapısında durdum. Kapının altından sızan ışık, zemin taşında sarı bir bıçak gibi uzanıyordu. Muhafızlara bakışımla sustum; beni anladılar, kapıyı açtılar. İçeride Kyrous’un sırtı vardı önce: siyah kaftanın altında bir taş kadar hareketsiz. Lambanın titreyen ışığı, harita üstündeki dağ çizgilerine parmak gibi düşüyor, sınırların sinirlerini kabartıyordu. Sessizce yaklaştım. Aramızda uzun bir sessizlik oldu. O suskunluğun içinde kalp atışlarımın sayısını kaybettim.

“Geç kaldın,” dedi. Sesi yorgundu ama sertliğini saklamıyordu.

“Düşünerek geldim,” dedim. “Hızlı konuşup yanlış bir söz söylemektense, doğru bir cümleyi bekletmek iyidir.”

Göz ucuyla bana döndü. “Doğru cümlen nedir, Lydia?”

Parmak uçlarımla haritanın kuzeyine dokundum, çizgilerin üstünden toz uçtu. “Burası,” dedim, “ışığın geç sızdığı, rüzgârın çabuk yorduğu topraklar. Tomris’in ülkesi. Sınırını koruyan dereler, yaylalara yakın göç yolları, demir kokusu taşıyan su… Bütün bunlar sana meydan okuyor, Kyrous. Hem de kılıç sallamadan.”

Alnının ortasında kısa bir çizgi belirdi; merak çizgisi. “Sözlerin kılıçsız savaş kokuyor.”

“Çünkü düşmanın gururunu kızdırmak, ordusunu kızdırmaktan önce gelir,” dedim. “Surlarını yıkmadan önce sütunlarını sarsarsın. Tomris’in sütunu oğludur, yurdudur ve adıdır. Adına gölge düşürmek, yurdunun ufkunu kısaltmak demektir.”

Kaftanının eteği hışırdadı; bana tam döndü. “Ne öneriyorsun?”

İçimdeki zehri, bal ile karıştırdım. “Kesik kesik haberler yolla. Ticaret kervanlarına küçük dokunuşlar… Sınırın iki yanında çarşı sözleri dolaşsın: ‘Tomris’in oğlu tecrübesiz, yaylalar disiplinsiz.’ Bırak, bu laflar odun gibi yığılsın. Sonra küçük bir kıvılcım yeter. Senin adını taşıyan bir kıvılcım.”

“İftiraya mı çağırıyorsun beni?”

“Hayır,” dedim yumuşakça. “Sadece rüzgârın yönünü değiştirmeye. Bir kral rüzgârı suçlamaz; onu kullanır.”

Sözlerim odanın içinde ağır ağır dolaştı. Kyrous’un bakışı haritadan çıkıp yüzüme geldiğinde, o tanıdık taş sertliği vardı gözlerinde. Ama taşın altında, metalin yansıması gibi bir merak. “Tomris’e sıra geleceğini biliyorsun demek.”

“Biliyorum,” dedim. “Çünkü senin hızını biliyorum. Her fetih yeni bir iştah doğuruyor. O iştahın son lokması, kuzeyin kendine yeter gururu olacak.”

“Senin ağzından bu sözler…” dedi, dudak kenarı kıpırdadı. “Savaş çağrısı gibi. Oysa her gece bana barıştan söz ederdin.”

“Barışın haritasını çizenler, savaşın dilini bilmeyenler değildir,” dedim. “Ben barış isterim; fakat barışın kumunu avuçlamak için önce dalganın ritmini anlamak gerekir.”

Bir süre daha konuştuk; o, sorularını kısa kısa sordu, ben cevaplarımı ip gibi ince uzattım. O gece harita odasından çıktığımda, ay çoktan yükselmişti. Avlunun taşına düşen ışık beni kesti, nefesimi açtı. İçimden “oldu” dedim. Kendi planımın ilk düğümü atılmıştı. Kyrous, adını koymadan da olsa, Tomris’in gölgesine yürüyecekti. O gölgede ben vardım; görünmez.

Sabahı beklerken uykusuzluk göz kapaklarıma kum serpti. Gözlerimi kapadığım her an, kuzeyin esen rüzgârı kulaklarıma doluyor, Tomris’in düz bakışı zihnimde beliriyordu. Şafak sökmeden kalktım; saçlarımı ördürmek aklıma bile gelmedi. Saray henüz homurdanmaya başlamıştı ki bir haberci peşimden yetişti: “Majesteleri sizi erkenden meclise davet ediyor.”

Meclis. O taş masanın etrafında oturup, sözleri bıçak gibi tartan adamlar. Onların arasında ben; bir kadın, ama sözü altın terazinin dilinde duran. Girdim. Duvarlardaki fresklerin bakır rengi sabah ışığında matlaşmış, yüzler solgundu. Kyrous yerinde, omuzları doğrulmuş, çenesi keskin. Göz göze gelmedik. Danışmanlar fısıldaşmayı bıraktı.

Kyrous elini kaldırıp sustu. “Kuzeye dair yeni bir kararım var,” dedi, sesinde taşın göğsünü yaran tok bir kararlılık. İçim titredi. Saat gelmişti.

“Tomris’e,” diye devam etti, “elçiler gönderilecek.”

Başımı hafifçe eğdim; içimdeki dikişlerin gevşediğini duydum. Tam o anda Kyrous ikinci cümleyi söyledi: “Elçiler, evlenme teklifimi götürecek.”

Zemin ayağımın altından kırıldı sanki. Sesleri duymadım, kıpırdayan dudakları görmedim, nefes alan göğüsler, kıpırdayan eller, hepsi birbirine karıştı. O an tek bir şey vardı: ‘Evlenme teklifim.’ Bu iki kelime, boğazıma kılçık gibi saplandı.

“Evlenme… teklifi mi?” dedim, farkında olmadan. Odanın taş yüzleri bana döndü; Kyrous bana bakmadı.

“Elbet,” dedi kuru bir açıklıkla. “Kan dökmeden hükmetmenin yolu; düşmanı akrabaya çevirmek. Toprağını kız isteme mendiliyle almak. Tomris’i yanımıza çekmek—ya da reddederse, reddinin ağırlığını omuzlarına yükleyip ordusunun moralini kırmak. Her ikisi de bizim lehimize.”

Sözleri mühür gibi bir bir masaya düşüyordu. Bir an dizlerimin titrediğini sandım. Sonra kendimi toparladım; yüzümdeki ifadeyi taş gibi düzledim. Söz sıram geldiğinde, tek bir açıktan alay bulamadım. Her cümlesi kılıfına uygun; her kılıfı buz gibi. Ve ben, benim planım, benim görünmez örgüm, bir anda başka bir ağın içinde çekilip kaybolmuştu.

“Majesteleri,” dedim usul, “evlilik teklifleri iki yürek arasında olsa da iki devletin ağırlığını taşır. Tomris’in gururu bilinir. Reddederse bu reddi, sizin adınıza bir hakaret değil mi?”

“Bir hakaret,” dedi, beni ilk kez sabahın içinde gören bakışlarıyla. “Evet. Hakaret. Onu da ben istediğim yere koyarım.”

Meclis dağıldı. Elçiler için armağanlar seçildi: siyah atlar, gümüş yaldızlı eyerler, deriden kokular, kuzey kışına dayanıklı ipekler. Yazıcılar, Kyrous’un sözlerini gökkuşağı gibi parlatacak bir metni taş gibi yazdı; mührü ısıtıldı, balmumu havaya keskin bir koku saldı. Ben o kokuyu burnumda döndürürken, midemde bir düğüm büyüyordu: Bu yalnızca bir evlenme teklifi değildi; benim üzerimden verilen bir hüküm, adımı silmek için çekilmiş ince bir çizgiydi. Bu, saraya açıkça getirilmeyen ama mektubun içine saklanan bir “kuma” sözüydü.

Gohar’ı bulup söyleyemedim. Kendi dudaklarım bile sözlerimi reddediyordu. Sadece avlunun kenarında durup zar zor yutkundum. Kuledeki büyük çanın vuruşlarını saydım; sayılar içimde yanık bir dua gibi yükseldi.

Zarvan’ı idman sahasında buldum. On altı yaşının sertliği omuzlarına yeni oturmuştu; kol kemikleri belirgin, bakışı biraz daha yukarıdan, konuşması artık babasını değil kendini duyan bir tondaydı. Yayını geriyor, italik bir nefesle bırakıyor, ok hedefe saplandığında göz kenarları gülüyordu. Beni görünce gülüşü söndü. “Ana,” dedi, yüzümden bir şey okumuş gibi.

“Baban,” dedim, kelimeyi taşın üstüne bırakır gibi, “Tomris’e elçi gönderiyor. Evlenme teklif edecek.”

Okçu duruşu bozuldu; yayı elinden salındı, kirişin kuru sesi hava içinde çatladı. Yüzünde büyük bir şaşkınlık, arkasından hızla yükselen bir öfke. “Ne dedin?”

“Duyduğun şey,” dedim. “Eğer Tomris reddederse—ki reddedecek—baban bunu bir savaş sebebine çevirecek. Reddetmezse…” Sesi boğazımda öldü. “Benim için hava kalmaz.”

Zarvan yumruklarını sıktı; knuckles beyazladı. “Bu bir delilik,” dedi. “Sarayda sen var iken, başka bir kadına… Hem de düşmana… Bu, benim kanımı küçümsemek. Kendi oğlunun ismini hafifletmek.” Öfkenin ritmi nefesinde hızlandı. “Onunla konuşacağım.”

“Hayır,” dedim sertçe. “Öfkeyle gidip konuşmak, taşın üstüne su dökmek gibidir; anlık serinlik sağlar ama hiçbir şeyi soğutmaz. Baban öfkeni alay konusu yapar.”

“Ben babasının oğluyum,” dedi, alnındaki damar belirginleşti. “Onu karşısında duran bir delikanlı görmek zorunda.”

Elimi koluna koydum. “Baban karşısında sırayla duran orduları bile zor görür; senin yüzünü görse de ismini işitmez. O, kendine hayran bir kral. Senin ismini duyacağı gün yakındır—ama o gün bugün değil.”

Zarvan dişlerini sıktı, bana bakmadan, idman alanının taş sınırına bir tekme savurdu. Taş yerinden oynamadı; oğlumun öfkesi havada asılı kaldı. Ben, o asılı kalan öfkeyi avuçlarımda hissettim; kırılgan ve keskin.

Elçiler gitti. Bir sabah, kapıdan çıkan atların nallarının sesi avlu taşını dövdü; eyerlerdeki gümüşler güneşte kısa kısa yandı. Gidişlerini izlerken, içimde iki duygu yan yana yürüdü: Kaybedilmiş bir hamlenin acısı ve yeni bir hamlenin soğuk ihtiyacı. Planıma yeni bir ip eklemeliydim; düğüm sıkıysa, ipin kendisini değiştirirsin.

Günler ağır ağır geçti. Sarayda herkes kulak kesilmişti; aşçılar tencereleri metalik bir sabırsızlıkla karıştırıyor, hizmetçiler koridorları süpürürken fısıldaşıyor, komutanlar idman alanında normalden daha gür, daha keskin komutlar veriyordu. Ben sessizliğin dilini tuttum. Gohar’la konuştuğumda o, gözlerime endişe ile baktı. “Bu bir oyun mu? Yoksa seni boğmak için açılmış bir ağ mı?”

“İkisi birden,” dedim. “Ama ağın iplerini hangimizin tuttuğu henüz belli değil.”

Kyrous beni çağırmadı. Çağırmayışı bir çağrı gibiydi—ben çekildim, o da çekildi. Çekildikçe aramızdaki boşluk büyüdü. Aynı sarayın iki ucunda, aramızda karanlık bir meydan varmış gibi yürür olduk. Geceleri yatağıma uzandığımda, yastığın soğuk yüzü beni kendime benzetirdi: sessiz, uyuşmuş, ama kırılmamış.

Yedinci günün akşamına doğru, gözcü kulelerinden birinde boynuna boru asılı bir çocuk koştu; nefes nefese bağırdı: “Elçiler dönüyor!”

Avluya indim; rüzgâr atların köpüğünde tuz gibi kokuyordu. Elçilerin yüzü yorgundu, ama yorgunluğun altında bir gerilim vardı. Kyrous taş basamaklarda bekledi; kırçıl sakalının dibinde bronz teni parlıyordu. Elçiler diz çöküp başlarını eğdi; baş elçi başını kaldırmadan konuştu: “Majesteleri, Tomris’in cevabı geldi.”

Kyrous elini uzattı, mühürlü tomar avucuna kondu. Mührü kırarken balmumunun sıcak kokusu yeniden burnuma geldi—bu kez uyuşturucu gibi. Tomar açıldı. Kyrous gözlerini satırların üstünde gezdirdi. Yüzünde sıradan bir taş heykeli kıskandıracak kadar az kıpırtı vardı. Sadece bir an, kaşının kenarı çekildi. Ardından sesini yükseltmeden okudu:

“‘Büyük Kyrous. Topraklarınıza saygı duyar, ordularınızın disiplinini takdir ederim. Fakat benim yurdumun güneşi, başka bir tacın gölgesinde doğmaz. Ben, kendi halkımın annesiyim; başkasının evinde gelin olamam. Evliliğinizi reddediyorum. Barış isterseniz sınırlarım bellidir; savaş isterseniz gölgem yoktur.’”

Sessizlik, okunan sözlerin arkasından ağır bir mızrak gibi düştü. Birkaç nefes sonra fısıltılar başladı; kimisi “Cesur,” dedi, kimisi “Küstah.” Ben sözlerin tadını dilimde çevirdim: Annem, gelin, tacın gölgesi… Hepsi bir kraliçenin ağzından çıkmıştı; gururlu ve açık. Bu cevap, Kyrous’un planındaki ilk taşın kaymasıydı. Belki de bunu istemişti: Reddedilmek, sonra kılıca başvurmanın meşru bahanesini toplamak. Ya da belki, ummanın ortasında küçücük bir kara ummuştu—Tomris gibi bir kadının evet diyeceğini düşünmüştü. Hangisi olursa olsun, bir gerçek vardı: Bu mektup benim içimdeki soğuk aynayı daha da parlatmıştı. Kendi yüzümü ve onun yüzünü, aynada net görüyordum artık.

“Güzel,” dedi Kyrous, tomarı kapatarak. “Cevabı net. Bizim cevabımız da net olacak.”

O akşam meclis tekrar toplandı. Komutanlar sırayla söz aldı; biri geçitlerden, biri ikmalden, biri kışlaklardan bahsetti. Ben sustum. Kyrous’un gözleri bir kere bile benimkileri aramadı. Elinin bir hareketi, kılıç kabzasına alışkanlıktan değiyordu. O alışkanlığın altında bir sabırsızlık vardı; sabrın bittiği yerde savaş başlar.

Meclis çıkışında koridorda onu bekledim. Adımlarının sertliği, taşta bir ritim tutuyordu. Önüne geçmedim; yanından, bir gölge gibi belirdim. Durdu.

“Cevap beklediğin gibiydi,” dedim.

“Neredeyse,” dedi. “Sadece daha kısa.”

“Benim cevabım uzun,” dedim. “Senin yanında, sessizce uzar.”

Bakışı yüzümü kesti. “Söyle.”

“Nereden saldıracağını seçerken, nereden duracağını da bil,” dedim. “Tomris’in gururunu kırmak için ona kılıç göstermek yeter; ama o gururu ezmek için kılıcı doğru yere saplamalısın. Oğluna dokunmadan onun yurduna yürürsen, ordusu bir süre sonra dağılır. Oğluna dokunursan ise, ordusu bir ateş gibi birleşir.”

Sözlerim havada asılı kaldı. Kyrous’un gözlerinde kısa bir titreme gördüm—öfkeden mi, düşünceden mi, seçemedim. “Sen bana oğlunu korumayı mı öğütlüyorsun?”

“Ben sana zaferin yolunu öğütlüyorum,” dedim. “Kor, ateşi görünce büyür. Sen koru rüzgârla beslersen, ateş kendi kendini yutar.”

“Sen politikayı bir kadınların sözüne benzetiyorsun,” dedi alayla. “İpler, düğümler, sabır. Ben yayı seviyorum, Lydia. Bir ok, doğru yere.”

“Okun gölgesini uzatmak için bile güneşin açısını bilmek gerekir,” dedim. “Sen güneşi seviyorsun; gölgeni uzatmayı da öğren.”

Bir karanlık gülümseme dudak kenarına dokundu. Geçti. “Gölgeye tahammülüm yok,” dedi ve yürüdü.

Saray, mektubun reddinin ardından farklı bir nefes alır oldu. Hizmetçiler, odaların kapılarını daha hızlı kapıyor, aşçılar bıçakları tahtaya daha sert vuruyordu. Gohar odama geldiğinde, kapıyı ben kapattım. Omzuma ellerini koydu. “Yüzün solmuş.”

“Solgun yüzümün adı var,” dedim. “Reddedilmek.”

“Reddedilen sen değildin.”

“Benim yerime bir başkası kabul edilseydi, reddedilen ben olurdum. Bu oyunda her evet ve her hayır, benim bedenimden bir parça koparıyor.”

Gohar iç çekti. “Peki şimdi?”

“Şimdi kabuğumu kalınlaştırıyorum,” dedim. “Kyrous’un hamlelerine göre nefes alacağım. O evlenme teklifinin reddi onu kışkırtacak. Savaş, mecburi olacak onun için. Ben, savaşın adımlarını seyreder gibi yaparak, adımların ritmini değiştireceğim.”

“Bunu tek başına yapamazsın.”

“Tek başıma yapmayacağım,” dedim. “Bazen tek başınalık, planın kendisidir. Ama yürütmek için doğru kulaklar, doğru ağızlar gerekir.”

O kulakların ve ağızların bazıları çoktan bendeydi. Sarayın dışına açılan küçük kapılarda bekleyen nöbetçiler, ticaret yolunun kenarındaki değirmenciler, kışlada su taşıyan kadınlar. Bir kraliçenin en büyük gücü, bazen kılıcı tutan el değil, kılıcı taşıyan ayaktır. Ayak, nereye yürüyeceğini benden duymalıydı. Fakat hâlâ zamanı değil. Henüz bir adım eksikti: evlatların tepkisi.

Zarvan, babasının evlilik hamlesini duyduktan sonra kabuğuna sığamayan bir deniz kabağına döndü. Bir gece onu çalışma odasında buldum; mum ışığı yüzüne çizgiler çizmişti. Önünde bir kil tablet duruyor, üzerinde kendi el yazısı ile bir şeyler karalıyordu.

“Ne yazıyorsun?” diye sordum.

“Babamın ordularına dair notlar,” dedi. “Şayet kuzeye yürürse, hangi geçitleri seçeceğini… Hangi geçidi seçerse hat düşeceğini…”

“Onun komutanı değilsin.”

“Belki değilim. Ama ordunun yarısı beni dinliyor,” dedi; gözlerinde gençliğin kibri değil, erken uyanmış bir sorumluluk vardı. “Babam beni yok sayabilir; asker yok saymaz.”

Elimi saçlarına uzattım, kısa bir an tereddüt etti, sonra başını avuçlarımın içine bıraktı. “Babana karşı bağırma,” dedim. “Onunla savaşma. Kendini gösterme—kendini sakla. Doğru gün geldiğinde, gözlerini senden ayırmayacak.”

“Doğru gün ne zaman?”

“Yakında,” dedim. “Çok yakında.”

Sabah, küçük kardeşleriyle birlikte avluda yürürken, fısıltı gibi konuşmalar kulağıma değdi; askerlerden yayılmıştı: “Veliaht, babasına karşı dikilmiş.” Bu fısıltıyı büyütmek istemedim; büyürse, Kyrous onu sevap gibi yutardı. O yüzden sessizce bu kıvılcımı ezecektim. Zarvan’a bir pusula bıraktım: “Sabret.” Sabır, genç bir yüreğin en zor öğrendiği duaydı.

Kyrous, Tomris’in reddine rağmen içten içe diri ve kararlıydı. Bunu yürüyüşünden anlardım: adımlarında bir duraksama yoktu. Yalnız gece, koridorlardan geçerken, bir kere olsun, elinin duvara değdiğini gördüm—düşünce gibi, gölge gibi. Sonra elini çekti ve yüzüne o bildik taş maskeyi geri geçirdi.

Ertesi mecliste sesi daha sertti. “Kış gelmeden hazırlıklar tamamlanacak. Kuzeye iki kol ilerleyecek. İlk kol geçitleri yoklayacak, ikinci kol ağırlıkla yürüyecek.” Komutanlar başlarını salladı; haritanın üstüne eğildiler. Ben geride, gölgeli bir yerde durdum. Söz hakkı istemedim. Bazen, mecliste bir söz söylememek, koridora yüz söz fısıldamaktır.

Toplantı bittiğinde, Kyrous beni çağırmadı. Ben de çağırmadım. Odama dönerken, uzun koridorda kirişlerin arasında dönen rüzgârın sesi, sanki bana bir şarkı söylemek istedi. O şarkı, düşüşü anlatıyordu; bir kralın değil, bir evliliğin düşüşünü. Aşk, savaş meydanında ölmez; saray koridorlarında kan kaybından ölür. Bizimki öyleydi: azar azar, damla damla, sessizce.

Bir iki gün sonra, dış avluda beklemeyen bir kalabalık toplandı. “Ne var?” dedim. Bir muhafız fısıldadı: “Veliaht, babası ile konuşmak için huzura girmek istiyor.”

İçimde tutmaya çalıştığım nefes, bir taş gibi düştü. “Yapma,” dedim kendi kendime. Ama artık olmuştu.

Zarvan, babasının huzurunda durdu; diz çökmeye niyetlenmedi. Kyrous kaşlarını kaldırdı, gözlerinde yeni yetmenin cesaretine duyulan kısa bir hayret. “Ne istiyorsun?”

“Adımı,” dedi Zarvan. “Adımın benim adımımda cılız kalmamasını.”

“Soydan konuşmak için erkensin,” dedi Kyrous. “Savaştan konuş.”

“Anadan konuşmak istiyorum,” dedi Zarvan; salonda bir iki kişi nefesini tuttu. “Anamın adını küçülten her hamle, benim gözümde zafer değil, zaaftır. Tomris’e gönderdiğin teklif, benim taç çizgimi zedelemiştir.”

Kyrous’un dudak kenarı sertleşti. “Sarayda kralla bu tonda konuşanlar ya çok gençtir ya çok yaşlı. Genç olanları savaş büyütür, yaşlı olanları mezar susturur.”

“Ben savaşta büyümeye hazırım,” dedi oğlum.

Kyrous ayağa kalktı; aralarındaki mesafe kısaldı. “Hazır ol,” dedi fısıltıya yakın bir sertlikle. “Yakında savaş öğrenirsin.”

Zarvan başını eğmeden geri çıktı. Ben ona doğru bir adım attım; göz göze gelmedik. O öfkesini ağzına değil, omuzlarına bir kemer gibi sardı ve uzaklaştı. İçimden bir dua geçti—duanın adı sabırdı yine.

Gecenin bir yarısında, yasaklı bahçenin kapısından hafif bir şakırtı duydum. Artık benim adımı taşımayan o bahçe—bir zamanlar sadece benim ayak izlerimle gül açardı orada. Kapıya yanaştım; içerden rüzgâr yaprakları aralıyor, suyun üstünde küçük halkalar çiziyordu. Ben giremezdim. Ama rüzgâr girebilirdi. Rüzgâr, benim yerime ağaçlara fısıldadı: “Yakında…”

Ben de kendi kendime fısıldadım: “Yakında…”

Elime bir mektup aldım; yazıcılar uyurken yazdım. Kısa ve keskin cümleler:

“Krallığın yükünü senden almayacağım, Kyrous. Yükün seni nereye götürürse, ben orada beklerim. Ama şunu bil: Bir kral, adaletini saraydan değil, evinden başlatır. Evinde adaleti olmayan, sınırda düzen tutamaz.”

Bu mektubu göndermedim. Çekmecenin en dibine koydum. Bazı cümleler, bir yalnızlığın mumudur; kendi odasında yanar.

Tomris’in reddi, sarayda sütü kesilmiş bir anne gibi huzursuzluk yaptı. Herkes bir şeyler söyledi; çoğu kişi sesini kısarak, kimisi cesaretten, kimisi korkudan. Ama herkes bir noktada buluştu: Savaş yaklaşır. Kyrous’un gözlerinden o yaklaşım okunuyordu artık; bakışlarında güneş değil, kış vardı.

Ben penceremin önünde durup kuzeye baktım. Karanlık çizgi ufku kesiyordu; kuzey karanlığı. İçimdeki plan, o karanlığın içinde yolunu biliyordu. Kyrous’u oraya ben çağırmıştım, o başka bir yoldan yürümeye kalktı. Yol yine aynı yere çıkacaktı. O bunu bilmezdi; ben bilirdim.

Gohar odama son kez geldiğinde, bana sarılıp fısıldadı: “Yapma. Ne yapıyorsan, sakın kendini yakma.” Onun kokusu çocukluğuma benziyordu; annemin saçlarını tarayan eli gibi. Gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım.

“Kendimi yakmam,” dedim. “Ateşi seyrederim. Doğru an gelince üflerim. Ya söner ya büyür. Her ikisi de benden yana.”

Gohar başını salladı, anlamakla anlamamak arasında ince bir çizgide. Kapıdan çıktı gitti. Arkasından taş koridorun suskunluğu kaldı.

Sonunda gece, zifire döndü. Meşaleler bile çekingen yanıyordu. Ben çalışma masama eğildim, haritanın kuzeyini parmağımla okşadım. Dudaklarımdan tek bir cümle döküldü; bu cümle kimseye söylenmek için değildi—kendi kalbime bir mühürdü:

“Onu ben öldürmeyeceğim. Yalnızca yolunu seçeceğim.”

Sabah, saray avlusunda davullar çalındı. Hazırlıklar hızlandı. Kyrous, komutanlarına son talimatları verirken ben pencereden onu izledim. Bir zamanlar yüzüne baktığımda içimde açan çiçeklerin hepsi kapandı. Yerlerine dikenli ama dayanıklı bir çalı çıktı—adı akıldı, kökü sabırdı.

O giderken, aramızdaki bağ koptu sanırım. O bağın yerine sarı bir sicim bağladım: plan. Sicimi kimse görmedi. Kimse fark etmedi. Oysa ben, her düğümün yerini biliyordum.

Ve böylece, Tomris’in reddinin ardından, evlilik teklifinin aroğunda formlanmış kibir, kılıca dönüşmek üzere kabzasını arıyordu. Kyrous, o kabzayı tuttu; ben, kabzanın derisini ince bir yerinden kesmiş avcı gibi, ne zaman kayıp gideceğini beklediğim bir sabırla durdum. Çocuklarım büyüyor, saray soluk alıyor, kuzeyin rüzgârı pencereme vuruyordu. Ben, Lydia, kraliçe… İlk kez açıkça ve geri dönüşsüz şekilde hissettim: Onu durdurmalıydım. Ve artık, durdurmanın adı evlilik değil, mektup değil; bir yoldu. O yola, onu kendi adımlarıyla gönderecektim.

 

HEYECANLA VE NEFESİMİ TUTARAK YAZDIM .EN SON BİTİŞİN DE OKUDUĞUM DA KALBİM YERİMDEN ÇIKICAKTI UMARIM SİZ DE BEĞENİRSİNİZ .VOTE VE YORUMLARLA BENİ DESTEKLEMEYİ UNUTMAYIN ❤️❤️

Bölüm : 19.08.2025 21:03 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...