

KİTABIMIZIN FİNALİNDEN MERHABA BU YOLDA BENİMLE OLDUĞUNUZ DESTEKLEDİĞİNİZ VE BENİMLE AYNI HEYECAN VE MUTLULUKTA OLDUĞUNUZ İÇİN TEŞEKKÜR EDERİM .DİĞER KİTAPLARIM DA GÖRÜŞMEK ÜZERE .❤️SİZİ SEVİYORUM❤️❤️
Sarayın avlusunda sabahın ilk ışıkları, altın ve kızılın birbirine karıştığı bir sessizlikle doğdu. Bu sessizlik, Pers İmparatorluğu’nun üzerine çöken büyük bir gölge gibiydi. Çıkrık sesleriyle açılan ağır demir kapılar, avluda toplanmış askerlerin nefesleriyle yankılanıyordu. Hepsi gözlerini yalnızca birine dikmişti: Büyük Kral Kyrous.
Lydia, yüksek taş sütunların ardında duruyor, ince parmaklarıyla karnını okşuyordu. Zarvan içeride, dadıların kucağında mışıl mışıl uyuyordu. Lydia’nın yüzünde, dışarıdan bakıldığında sarsılmaz bir kraliçenin kudreti vardı; ama kalbinin derinliklerinde fırtınalar kopuyordu. İçinde tarifsiz bir burukluk, adını koyamadığı bir hüzün… Bir ses, bu vedanın son veda olduğunu fısıldıyordu.
Kyrous, siyah zırhını kuşanmıştı. Üzerindeki altın işlemeler, sabah güneşiyle yanıyordu. Miğferini henüz giymemişti; yüzündeki keskin çizgiler, savaştan değil, yılların ve gücün ağırlığından geliyordu. Adımlarını ağır ağır atarak Lydia’nın yanına geldi. Onun yanında, her zaman olduğu gibi gövdesinden ziyade kudreti vardı. Lydia, gözlerini kocasından ayırmadı. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir tebessüm olsa da içinde öyle bir boşluk vardı ki, sanki kalbi yavaşça taşlaşmaya başlamıştı.
— “Beni uğurlamaya geldin, Lydia.” dedi Kyrous, sesinde hem gurur hem de savaşın çağrısı.
Lydia başını salladı.
— “Sana her zaman olduğum gibi bugün de yanındayım, Kyrous. Fakat…” diye duraksadı. Sesini alçaltarak devam etti: “Bugün içimde bir ağırlık var. Sanki bu yolculuk dönüşsüz olacak.”
Kyrous, gülerek kadının yanağını okşadı.
— “Sen her zaman en kötüsünü düşünürsün. Oysa ben, bu savaştan Pers’in kudretiyle döneceğim. Tomris’in adını tarihten sileceğim. O kadının gözyaşları, benim kılıcımın parıltısında boğulacak.”
Lydia’nın gözlerinde yaşlar birikti, ama dökülmesine izin vermedi. Çünkü o, kraliçeydi; Pers halkının gözünde güçtü. Yalnızca içinden, sessizce fısıldadı: “Dönmeyeceksin…”
Kyrous, miğferini taktı. Atına binerken geriye bir kez daha baktı. O bakışta Lydia’ya duyduğu arzu, tutkusu ve aynı zamanda vedanın farkında olmayan bir gururun parıltısı vardı.
Askerler öne doğru hareket etti. Savaş naraları, davullar, borular sarayın avlusunu doldurdu. Lydia, taş merdivenlerde dimdik durdu. Kalbinde ise yavaş yavaş çöken bir çığlık…
Tomris’in İntikamı
Massaget bozkırlarının uçsuz bucaksız düzlüklerinde, rüzgârın uğultusu bile öfkeyi haykırıyordu. Gökyüzü, kan kırmızı bir gün doğumuna hazırlanırken, Tomris ordusunun önünde dimdik ayakta duruyordu. Zırhının üzerine işlenmiş kurt desenleri sabah ışığını yakalıyor, miğferindeki kırmızı püskül rüzgârda dalgalanıyordu.
Oğlu hileyle elinden alınmıştı. Bir annenin yüreğinde açılan bu yara, hiçbir zaferle kapanmazdı. Fakat bugün yalnızca oğlunun değil, Massagetlerin özgürlüğünün intikamı alınacaktı. Çadırların önünde toplanan binlerce savaşçı, atlarının dizginlerini çekiştiriyor, mızraklarını gökyüzüne kaldırıyordu. Kadınlar ve erkekler aynı safta; yaşlısı genci aynı inançta birleşmişti.
Tam bu sırada Tomris’in elinde Lydia’dan gelen mektup vardı. İnce parşömen, bozkırın rüzgârında hafifçe titriyordu. Tomris, mektubu yüksek sesle okudu:
“Ben de anneyim. Evlatlarımın başını okşarken senin acını hissediyorum. Kyrous’un kanı akacaksa aksın; ama Pers halkını ateşe atma. Bizim davamız kadınların, çocukların değil. Bu anlaşma sonsuza dek saklı kalmalı.”
Tomris’in gözleri karardı, sonra ufka çevrildi. Dudaklarından çıkan ses, ordunun yüreğini tutuşturdu:
— “Kyrous bana oğlumu aldı! Ben de ondan kanını alacağım! Ama kadın doğru söylüyor: Bizim davamız Pers halkıyla değil, Kyrous’un kibriyle!”
Bozkır inledi, binlerce savaşçının haykırışı göğü titretti.
Seyhun Irmağı’nın Kıyısında
İki gün sonra, Seyhun Irmağı kıyısında iki ordu karşı karşıya geldi. Irmağın suları, savaşın kanını önceden hissetmişçesine köpürüyordu. Bir yanda Perslerin ihtişamlı, disiplinli ordusu; diğer yanda Massagetlerin göçebe ama ölümüne savaşmaya hazır askerleri.
Pers ordusu çelikten bir duvar gibiydi. Zırhları güneşin altında parıldıyor, altın işlemeli kalkanları gökyüzünü yansıtıyordu. Savaş arabaları tekerleklerini yere vurdukça toprak sarsılıyor, filler ve ağır piyadeler Pers kudretini sergiliyordu.
Karşılarında ise Massagetler… Daha hafif zırhlarla, at sırtında hareketli, rüzgâr kadar hızlıydılar. Yüzlerinde korku yoktu. Her birinin gözlerinde yalnızca öfke ve özgürlük parlıyordu.
İlk oklar gökyüzüne yükseldi. Yüz binlerce ok, karanlık bir bulut gibi güneşi kapattı. Bir an için gökyüzü geceye dönüştü. Ardından, gök gürültüsünü andıran bir sesle yağmur gibi yere indi. Kalkanlara çarpan demir sesleri, atların kişnemeleri, yaralıların çığlıkları birbirine karıştı.
Perslerin ağır zırhlı askerleri düzenli adımlarla ilerledi. Dizlerinde zincir halkaları, ellerinde uzun mızraklar vardı. Kyrous, en ön safta ilerliyor, ordusuna cesaret aşılıyordu. Sesi bozkırda yankılandı:
— “Ben Kyrous’um! Tanrıların seçtiği kral! Bugün Massagetler tarihten silinecek!”
Massagetler, bozkırın çocukları olarak çeviklikleriyle karşılık verdi. Atlı birlikler, Pers saflarının etrafında dönüyor, oklarını hızla yağdırıyordu. Onların amacı, Perslerin düzenini bozmak, ağır zırhlarını işlevsiz kılmaktı.
Savaş saatlerce sürdü. Güneş gökyüzünde en tepeye çıktığında, her iki taraf da yüzlerce kayıp vermişti. Toprak kanla çamura dönmüş, ırmağın suları kırmızıya bulanmıştı.
Tomris, ön safta savaşıyordu. Her kılıç darbesinde oğlunun adını haykırıyor, düşmanlarının gözlerine korku salıyordu. Onun varlığı, Massagetler için sanki gökten inmiş bir ilahın rehberliğiydi.
Kyrous ise savaş arabasından inmiş, kılıcını çekmişti. Yılların tecrübesiyle savaş meydanında ustaca ilerliyor, karşısına çıkan her Massaget’i deviriyordu. Ama yaş ilerlemişti, dizleri eskisi kadar sağlam değildi. Yine de gururu, bedeninin zayıflığını bastırıyordu.
Güneş batıya eğilirken Pers ordusunun düzeni bozulmaya başladı. Massagetlerin hafif süvarileri, Perslerin arkasına sızmış, ok yağmurunu kesmeden devam ettiriyordu. Her iki taraftan binlerce ölü yerde yatıyordu.
Kyrous, etrafında az sayıda askerle yalnız kalmıştı. Ordusunun çoğu geri çekilmeye başlamıştı. Kyrous’un sesini artık duyan yoktu. Savaş arabası devrilmiş, yanında sadece birkaç muhafız kalmıştı.
Bir Massaget savaşçısı, atından fırlayarak Kyrous’un üzerine kılıcını indirdi. Kyrous ilk darbeyi kalkanıyla karşıladı. İkinci darbeyi savuşturdu, üçüncüsünde dizi yere çöktü. Yorgundu.
Gökyüzüne baktı. Bir an için Lydia’yı düşündü. Zarvan’ın yüzünü hatırladı. Ardından göğsüne saplanan çelik, nefesini kesti. Perslerin Büyük Kralı Kyrous, bozkırın ortasında dizleri üzerinde yere kapaklandı.
Massagetlerin haykırışı göğe yükseldi. Tomris, ileri atıldı, düşen kralın üzerine dikildi. Gözlerinde zafer yoktu; yalnızca bir annenin yüreğinde taşınan adalet vardı.
— “Sen benim oğlumu aldın, Kyrous. Şimdi senin canınla ödedin.”
Irmak kıyısında bir sessizlik çöktü. Savaş bitmişti. Tarih, o anda yeni bir sayfa açıyordu.
Bozkırda gece çökerken, Pers ordusunun geriye kalanları darmadağın oldu. Kyrous’un cansız bedeni, altın işlemeli zırhıyla yerde yatıyordu. Tomris, oğlunun intikamını almıştı. Ama zaferin içinde bile bir annenin gözyaşları vardı.
Pers elçileri, kralın bedenini almak için Tomris’e yakardı. Tomris, Lydia’nın mektubunu hatırladı. Ve dedi ki:
— “Ben oğlumun kanını aldım. Artık bu dava bitti. Kralınızın bedenini götürün. Onu Pers’in ritüelleriyle uğurlayın.”
Pers Sarayında Cenaze – Kyrous’un Son Yolculuğu
Pers başkentine yaklaşan günün son ışıkları, sarayın taş duvarlarına altın bir örtü gibi yayılıyordu. Sarayın avlusu, binlerce Pers muhafızı ve halkıyla dolup taşmıştı; gökyüzü meşalelerin ışığıyla parıldıyor, taşlı yolların üzerini altın rengi bir aydınlık kaplıyordu. Bu, yalnızca bir kralın değil, imparatorluğun kalbinde atan bir gücün son yolculuğuydu.
Kyrous’un naaşı, altın kaplamalı arabasına yerleştirilmişti. Arabanın üzerinde, zaferlerle dolu savaş kılıcı, parlak miğferi ve taht sembolleri özenle dizilmişti. Her adımda arabayı çeken atların nal sesleri, sessizliği delercesine yankılanıyordu. Kısa süreli bir sessizlik, halkın nefesini tuttuğu bir an gibi sarayı sardı; sonra yas davulları çalmaya başladı. Derin, uğultulu bir ses, taş koridorlardan yankılandı.
Lydia, sarayın yüksek balkonlarından birine çıkmış, cenaze alayını izliyordu. Yüzü taş gibi donuk, gözleri ise derin bir boşluğa gömülmüştü. Kraliçe olarak halkın önünde duygularını belli edemezdi; ağlamak, çığlık atmak, öfkesini göstermek yasaktı. Ama içindeki fırtına, gözlerinin derinliklerinde saklıydı. Her nefes alışında Kyrous’un yokluğu, yılların ihanet ve kayıplarla yoğrulmuş acısını bir tokat gibi yüzüne çarpıyordu.
Pers geleneklerine göre, kralın bedeni ateşe verilmezdi; ruhun gökyüzüne temiz çıkması için kutsal toprakta saklanmalıydı. Lahit taşları arasında Kyrous’un bedeni özenle yerleştirildi; üzeri altın kaplamalı miğfer, kılıç ve taht sembolleriyle donatıldı. Dua eden rahiplerin ağızlarından çıkan kutsal sözler, rüzgârla birlikte sarayın taş duvarlarını titretti. “Ey tanrılar, ruhunu göğe kabul buyurun. Ey ahret, Kyrous’u koru ve yol göster,” deniliyordu.
Halk, siyah giysiler içinde hıçkırıklarla, sessizce yasını tutuyordu. Herkes, güçlü ve sert kralın arkasında bir efsanenin sonunu izliyordu; onun adı dillerde hem korku hem saygıyla anılacaktı. Ancak Lydia için her taş, her meşale, her dua, yalnızca kalbindeki boşluğu büyütüyordu. Kyrous’un gücü, cesareti ve kibri şimdi yalnızca bir lahit taşının altında duruyordu; ve Lydia, yıllardır paylaştığı her anının bir zamanlar geri gelmeyeceğini biliyordu.
Kraliçe olarak görevi, halkın önünde metanetli durmak ve yasın düzenini sağlamak olsa da, içi parçalanmıştı. Aşkına ihanet edilmiş, ona yaklaşmak istediği her an geri itilmişti; en sonunda, sevdiği adamı bir savaşa göndermiş ve dönmemişti. Lydia, gözlerini kapatıp sessizce fısıldadı:
— “Biliyordum… Bu yolculuk dönüşsüzdü. Seninle birlikte olan her an, artık yalnızca anılarda yaşayacak.”
Sarayın sessizliğinde, yas töreninin lideri olarak Lydia, Kyrous’un naaşının başında dururken, halkın gözü önünde hiçbir şey yapamadı; hiçbir hıçkırık, hiçbir gözyaşı gösteremezdi. Kraliçe olmanın yükü, bir annenin, eşin ve liderin yüreğini sıkıyordu. Ama içindeki kahır, gözlerinde gizlenmiş, taşınacak kadar ağır bir sır gibi duruyordu.
Sonsuz bir sessizlik çökmüştü. Yalnızca rüzgârın uğultusu ve yakındaki Pers tapınaklarından yükselen kutsal dualar duyuluyordu. Lydia, sarayın taş merdivenlerinden yavaşça inerken, her adımında Kyrous’un hatırasının omuzlarına yüklediği ağırlığı hissediyordu. Kraliçe olarak halkın önünde metanetini korumak zorundaydı, ama kalbindeki boşluk, bir krallığın hiçbir gücüyle doldurulamayacak kadar derindi.
Kyrous’un naaşı, saray avlusundan çıkarılıp kutsal lahit alanına taşındığında, Pers toprakları sanki nefesini tutmuştu. Her bir adımda, taş zeminlerin üzerinde yankılanan araba tekerlek sesi, halkın kalbinde bir gölge bırakıyordu. Pers rahipleri, kutsal duaları okuyor, tütsülerle havayı tıpkı altın bir sis gibi dolduruyordu. Arabanın üzerine konan altın kaplamalı kılıç, miğfer ve taht sembolleri, Kyrous’un yaşamı boyunca elinde tuttuğu gücün hatırası olarak halkın gözleri önüne seriliyordu.
Lydia, sarayın yüksek balkonlarından bu alayı izliyordu. Yüzünde hiçbir ifade yoktu; gözleri, kalbindeki yangını gizliyor, dudakları ise tek kelime fısıldamaktan acizdi. İçinde kıvranan acı ve ihanetin ağırlığı, her nefes alışında omuzlarına binmişti. Kraliçe olarak, halkın gözleri önünde metanetini korumak zorundaydı; ama içindeki kahır, sanki kalbini parçalayıp taşlarla doldurmuştu.
Pers ritüeline göre, kralın bedeni kutsal toprakta korunmalıydı. Ateşe verilmezdi; ruhunun göğe saf bir şekilde yükselmesi için taş lahitler hazırlanır, kutsal dualar eşliğinde defin gerçekleştirilirdi. Lahit taşları arasına yerleştirilen Kyrous’un bedeni, altın kaplamalı miğferi ve kılıcıyla birlikte sonsuzluğa uğurlandı. Rahipler, “Ey tanrılar, Kyrous’un ruhunu göğe kabul edin. Onu koruyun, rehberlik edin,” diye dua ederken, halk sessizce başlarını eğmişti.
Saray avlusunda binlerce kişi, siyah giysiler içinde ağlıyor, Kyrous’un anısını saygıyla yad ediyordu. Her gözyaşı, bir imparatorluğun yüzyıllar boyunca taşıdığı korku ve hayranlığı temsil ediyordu. Fakat Lydia’nın gözlerinde ne gözyaşı vardı, ne de öfke; yalnızca derin, içten bir boşluk. Kalbinin bir parçası, yıllarca paylaştığı aşk ve ihanetin ağırlığıyla ezilmişti.
Lydia, cenaze töreninin başında taş gibi duruyordu. İçinde kopan fırtına, hiçbir kelimeyle dışa vurulamazdı. Kyrous’un savaşlarda gösterdiği kudret, hayatının en büyük yanılsamalarından biriydi. Onun gururu ve gücü, bir anda yok olmuş, yerine sessizlik ve yas gelmişti.
Her adımında, Lydia oğlunun yüzünü düşünüyordu. Kyrous’un yokluğu, yalnızca bir eş kaybı değildi; bir kralın ülkesine yüklediği düzenin ve kudretin yitirilmesiydi. Kalbi kahroldu, ama kraliçe olarak halkın gözleri önünde durmalıydı. Ne bir çığlık atabilir, ne de gözyaşı dökebilirdi. İçindeki acı, sessizliğe gömülmüştü.
Lydia’nın zihninde tek bir düşünce vardı: “Her ne olursa olsun, oğullarımın geleceği için bu acıyı taşımak zorundayım.”
Halkın Yas Günleri
Pers geleneklerinde, bir kralın ölümünden sonra yas günleri haftalarca sürerdi. Sarayın içinde ve dışında, tütsü dumanları yükselir, rahipler dualar eder, halk sessizce yas tutardı. Lydia, her gün halkın arasında yürürken, kraliçe olarak metanetini koruyor, içindeki boşluğu gizliyordu. Ama her gecenin sonunda, yalnız kaldığında gözyaşları sessizce düşüyor, Kyrous’un yokluğu kalbinde yankılanıyordu.
Sarayın hizmetçileri ve danışmanları, Lydia’nın derin yasını fark etmişti, fakat kimse kraliçeye bunu göstermek için söz edemezdi. Herkes biliyordu ki, Lydia’nın metaneti Pers halkı için bir örnek teşkil ediyordu; düşmanı dize getiren bir kraliçenin acısını açıkça göstermesi, hem zayıflık hem de kaos demekti.
Aylar geçti. Pers sarayında Kyrous’un cenazesi tamamlandı, yas günleri son buldu. Lydia, oğullarının başına geçecek olan yeni dönemin hazırlıklarını sessizce yönetiyordu. Oğlunun ismi, Pers halkına yeni bir çağın müjdecisi olarak duyuruldu. Sarayda günler boyunca tören alanları süslendi; altın ve gümüş işlemeli halılar, sarayın kubbelerine kadar uzanan flamalar, yeni kralın geleceğini simgeliyordu.
Lydia, oğlunun taç giyme töreninde yanında durdu. Gözleri parlıyordu, ama içindeki hüzün ve kayıp duygusu her anını kaplıyordu. Kraliçe olarak halkın gözleri önünde bir metanet simgesi oldu; fakat zihninde Kyrous’un anısı, yılların aşkı ve ihaneti, her bir sözcükte yankılanıyordu.
Oğlu, tahtın önüne geldiğinde, Lydia sessizce dudaklarını araladı ve kendi kendine fısıldadı:
— “İşte oğlum… Artık senin zamanın. Tarih senin adını yazacak. Ama unutma, güçlü olmanın yanı sıra, merhamet ve akıl da gereklidir. Kyrous’un hatalarından ders al, adaletle hükmet ve kalbini kaybetme.”
Taç, yavaşça oğlunun başına yerleştirildi. Halk alkışlar ve tezahüratlar içinde, yeni kralı selamladı. Lydia’nın gözlerinde hem gurur hem de buruk bir hüzün vardı. Kocasının yokluğu, aşkının kaybı, ihanetin gölgesi… Hepsi bir anda onun içinde yankılanıyordu.
Sarayın loş ışıkları odasına süzüldüğünde, Lydia ağır adımlarla yatağına yöneldi. Yıllarca kraliçe olarak taşıdığı sorumlulukların, kocasının yokluğunun ve entrikaların yükü, her bir nefesinde kalbini sızlatarak ilerliyordu. Odasının duvarları, altın işlemeli perdeler ve yaldızlı tavanlarla çevrili olsa da, Lydia’nın gözünde artık yalnızlık ve kaybın soğuk gri tonları hâkimdi.
Yatak odasının köşesinde eski savaş haritaları, Kyrous’la geçirdiği yılların hatıralarını fısıldıyor gibiydi. Her bir not, her bir karar ve her bir zafer anısı, Lydia’nın kalbini daha da ağırlaştırıyordu. Kyrous’un gururu, onun sert ve otoriter bakışları, savaşta sergilediği kudret… Hepsi artık birer gölgeye dönüşmüş, gözlerinde bir ağırlık olarak birikmişti.
Lydia, yavaşça yatağına oturdu. Elleri dizlerinin üzerinde titriyordu. İçinde bir çığlık yükseldi; geçmişte yaşanan ihanetler, kayıplar, savaşlar, sevinçler ve acılar… Hepsi bir anda kalbine çöktü. Derin bir nefes aldı, ama göğsündeki ağırlık giderek artıyordu. Kalp krizinin ilk işaretlerini fark ettiğinde, gözlerini kapadı ve tüm gücüyle derin bir nefes almaya çalıştı.
O an, zihninde Kyrous’un yüzü belirdi. O güçlü, kibirli, ama bir o kadar da onun kalbini çarptıran adam… Lydia, zihninde onu hayal ederek titredi. Ve o anda, zaman sanki durdu; Kyrous’un uzanan eli, odasında titreyen ellerine doğru uzandı. Lydia, karanlıkta bu hayali elleri gördü; kalbindeki son umut kırıntısı, Kyrous’un ona dokunabileceği bir anın hayaliyle canlandı.
Lydia, yavaşça uzandı ve hayalindeki eline doğru doğru titreyen eliyle uzandı. Gözleri kapalıydı ama yüzünde hafif bir rahatlama ve kabul ifadesi vardı. Kalbi, yıllarca taşıdığı yükün ağırlığı altında son bir kez çarptı… Ve sessizce durdu.
Pers sarayının koridorları, genç Zarvan’ın koşu ayak sesleriyle yankılandı. Hizmetçilerden birinin, annesi Lydia’nın odasında hareketsiz bulunduğunu haber vermesi üzerine, Zarvan nefes nefese koştu. O anda sarayın taş koridorları, oğlunun hiddetli adımlarıyla dolup taşıyordu.
Odasına girdiğinde, annesinin yatağında, yüzünde sonsuz bir huzursuzluk ve yaşanmış acıların izleriyle yattığını gördü. Kalbi parçalanmıştı; sessizce annesinin yanına çöktü. Gözyaşları yüzüne düşerken, hizmetçilerin ve sarayın ileri gelenlerinin de huzurla odada hazır bulunduğu fark etti.
Lydia’nın bedeni, Kyrous’un cenazesinde uygulanan ritüellere benzer şekilde, Pers geleneklerine göre defnedilecekti. Öncelikle ruhunun göğe saf bir şekilde yükselmesi için odası kutsal tütsülerle doldu; rahipler dualar okudu, kutsal mabetten gelen ışık odanın içine süzüldü. Lydia’nın bedeni, altın işlemeli örtülerle sarıldı; yanına hayatı boyunca yanında taşıdığı semboller ve oğullarının hediyeleri konuldu.
Lydia’nın cenaze alayı, sarayın geniş avlusunda oluşturuldu. Binlerce hizmetçi, asker ve halk, sessizce saygı duruşunda bulundu. Her bir adım, kalbinin taşıdığı acının gölgesini yankılıyordu. Rahipler, kutsal sözleri tekrarlayarak Lydia’nın ruhunu tanrılara teslim etti.
Oğlu Zarvan, annesinin başında diz çöktü ve sessizce dua etti. Gözlerinden akan yaşlar, hem bir çocuğun hem de bir kraliçenin evladının hissettiği tüm acıyı yansıtıyordu. Pers geleneğine uygun olarak, Lydia’nın bedeni kutsal lahit taşları arasına yerleştirildi; üzerine altın ve değerli taşlarla işlenmiş semboller kondu. O, Kyrous ile aynı ritüelle, aynı saygıyla gömülmüştü;
Krallık ve aşk, sonsuza dek birleşmişti.
UMARIM BEĞENEREK OKUMUŞSUNUZDUR .KİTABIMIZIN SONUNA GELDİK .İTİRA EDİYORUM KYROUSUN ÖLÜMÜ VE LYDİANIN ÖLÜMÜ GERÇEKTEN YAZARKEN AĞLADIM VE EN ZOR YAZDIĞIM KISIMDI .VOTE VE YORUM BIRAKMAYI KİTABA BAŞLADIĞINIZ VE BİTİRDİĞİNİZ TARİHİ BIRAKMAYI UNUTMAYIN LÜTFEN ❤️❤️LYDİA VE KYROUSUN ORTA YAŞLI YANİ ÖLMEDEN ÖNCEKİ HALLERİNİ PAYLAŞIYORUM AŞAĞIDA BAKMAYI UNUTMAYIN.



| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.97k Okunma |
348 Oy |
0 Takip |
31 Bölümlü Kitap |