İki kardeş, heyecanla annelerinin yanına koştu. Naşa, elinde tuttuğu parlak pembe Aris çiçeğiyle onları bekliyordu. Gülümseyerek çiçeği Nera’ya uzattı.
“Bakın, size yeni bir çiçek buldum,” dedi yumuşak bir sesle. “Nera, bunu odana götür, sonra hemen aşağı in. Ambarda hâlâ yapmamız gereken işler var.”
Nera, çiçeği dikkatlice alıp odasına doğru koştu. Aris çiçeğinin ışığı, onun küçük dünyasında bir an için tüm öfkesini unutturmuştu. Elyas ise annesine dönerek her gün sorduğu aynı soruyu tekrarladı.
“Anne, babamdan haber var mı? Ne zaman gelecek? Çok az kalmamış mıydı?”
Naşa, oğlunun ısrarcı bakışlarına kısa bir süre karşılık verdi. Ardından, endişesini gizlemeye çalışarak, “Az sabret, oğlum,” dedi. “Baban bugün ya da yarın gelir. Çok az kaldı.”
Sonra konuyu değiştirmek istercesine ambara doğru yöneldi. Elyas, annesinin peşinden seslendi.
“Anne, Yasef’lere gidebilir miyim?”
Naşa, omzunun üzerinden bir an baktı ve kısa bir “Git,” diyerek ambara girdi. Elyas, sevinçle oradan uzaklaştı.
Bir süre sonra Nera, odasına koyduğu çiçeğin ışığını hayranlıkla izleyerek geri döndü. Annesi onu görünce elindeki işi işaret etti.
“Kızım, öğüttüğüm buğdayları al, kilere taşı,” dedi. “Ben de değirmene kalan buğdayları götüreceğim. Sonra ateşi yak, nasılsa sen şarkı söyleye söyleye yaparsın. Birkaç kurutulmuş et vardı kilerde, onları da getir. Bir de su koymuş muydun testiye akşamdan?”
“Koydum, anne,” diye yanıtladı Nera, elindeki sepeti kavrayarak.
“İyi, git bir koşu al gel, serinleyelim biraz,” dedi Naşa, elindeki son buğday çuvalını omzuna atarak.
O gün Nera için çok yorucu geçmemişti. Tahılların çoğu satılmış, kalanlar değirmene gönderilmişti. Köyün basit yaşamında, soyluluklarının izleri yalnızca evlerinin duvarlarındaki eski oymalar ve birkaç değerli aile yadigârında görülebiliyordu. Geri kalan her şey, sıradan bir köy yaşamının ihtiyaçlarına uygundu. Naşa, sık sık eski günleri ve kocasının kasabaya gönderdiği mektupları düşünürken buluyordu kendini.
Gece olduğunda ve çocuklar uykularına çekildiğinde, Naşa, evin arkasındaki eski kütüğe oturdu. Her gece yaptığı gibi, yıldızların aydınlattığı sessizliği dinledi. Gözleri gökyüzündeydi ama zihni başka bir yerde, uzaklardaydı. Kocasını düşünüyor, onunla birlikte olacağı günün hayalini kuruyordu. Hafif bir rüzgâr, yüzüne değdiğinde kendi kendine fısıldadı:
“Gel artık,” dedi, gözlerinde bir özlemin yansımasıyla.
Naşa’nın bu yalnız anları, soyluluğun yüküyle köy hayatının basitliği arasında bir köprü gibiydi. Kendisi için ne kadar endişelense de çocukları için her zaman güçlü görünüyordu. Yıldızların altında bir süre daha oturdu ve kocasını beklemenin ağırlığını kalbinde hissetti.
***
Tan yeri aydınlanırken aris çiçeklerinin yaprakları sabahın ilk ışıklarına doğru yavaşça açıldı. Yüzeyleri, sanki saf camdan bir tabakayla kaplanmışçasına parıldıyor, pembe ışık huzmeleri saçarak etrafını aydınlatıyordu. Bu benzersiz güzellik, sabahın serin havasına karışan çiçeklerin tatlı kokularıyla birleşince köyü büyülü bir rüya dünyasına dönüştürdü.
Nera, gözlerini yavaşça aralayarak bu manzaraya baktı. Yatağından kalkmadan, önce başı yastığına yaslanmış halde aris çiçeğine hafifçe gülümseyerek "Günaydın," dedi. Ancak kısa süre sonra köşede hâlâ uyuyan kardeşi Elyas'a baktı ve çehresi bir anda ciddileşti.
“Elyas!” diye seslendi. Sesi sabahın dinginliğini yırttığında, Elyas mırıldanarak battaniyesini üzerine çekti. Nera, kaşlarını çatarak yataktan kalktı ve pencerenin önüne yürüyüp dışarıdaki manzarayı seyretti. Gökyüzünde dağılan yumuşak pembelik, ona huzur veriyordu, fakat Elyas’ın miskinliği bu huzuru hemen gölgeledi.
“Kalk diyorum sana, aptal çocuk,” diye mırıldandı. Elyas sonunda yorganın altından çıkarak tembelce yatağından kalktı. Saçları darmadağınık bir halde odadan çıkıp taş döşeli merdivenlere doğru yöneldi.
Alt katta, sabahın huzurlu atmosferine ters düşen bir telaş yaşanıyordu. Naşa, mutfakta kaynayan sütlerin üzerine hafifçe eğilmiş, ocağın çıkardığı tırıltıyı dinliyordu. Taş masanın üzerinde ise sabah kahvaltısının bir parçası olan taze pişmiş ekmekler, zeytinler, domatesler ve peynir tabakları düzenli bir şekilde yerleştirilmişti. Masanın köşesindeki tavada, kızarmış soğanların üzerine kırılmış yumurtalar cızırdıyordu.
“Elyas, hadi! Kahvaltıya gel!” diye seslendi Naşa. Elyas, masanın etrafında isteksizce yerini aldı. Bu esnada Nera, üzerine bir şeyler geçirip aceleyle alt kata indi. Mutfaktaki çağrıları ve mis gibi kokuları duymamazlıktan gelememişti.
Naşa, kahvaltı hazırlığını tamamladıktan sonra ellerini bellerine koyup, masaya bakan iki çocuğuna hafif bir gülümsemeyle yaklaştı. “Bugün Rahibe Litelda köyümüzü ziyaret edecek,” dedi. Sözlerinde hafif bir heyecan vardı. “Kutsanmışları kontrol etmeye geliyor. Siz de hazır olun. Kahvaltıdan sonra köy merkezine gideceğiz.”
Nera, annesinin bu sözlerini duyduğunda istemsizce elini bileğine götürdü. Çoktan ona aitmiş gibi hissettiği rüzgar dövmesi, sabah ışığında hafifçe parıldıyordu. Naşa, onun bu hareketini fark etti ve yumuşak bir sesle ekledi: “Senin çok iyi bir rahibe olacağından eminim, canım. Rüzgar dövmen çok düzgün, belirgin ve bu, senin ne kadar özel bir rahibe olabileceğini gösteriyor.”
Elyas, yumurtasını bitirmeden masadan kalkmaya yeltendiğinde, Naşa'nın sert bakışıyla karşılaştı.
“Elyas, yumurtanı bitir. Zaten yeterince zayıfsın, bir de doğru dürüst yemek yemezsen iyice güçsüz düşeceksin,” dedi Naşa, gözlerini kısarak oğluna bakarken.
“Doydum ama anne,” diye yanıtladı Elyas, homurdanarak.
Naşa, kaşlarını çatıp sert bir şekilde ekledi: “Tamam, o zaman çık odana ve tören kıyafetlerini giy. Bugün senin için de önemli bir gün.”
“Ben gitmek istemiyorum. Evde kalırım,” diye mırıldandı Elyas, yüzünü ekşiterek.
“Neden istemiyorsun?” Nera, ablası olduğunu hatırlatır bir tavırla ellerini beline koydu ve alaycı bir ifadeyle devam etti: “Ablanın en özel gününde yanında olmak istemez misin?”
Elyas, bir anda öfkeyle yerinden kalkarak, “İstemiyorum!” diye bağırdı ve hızla evin dışındaki köpek kulübesine doğru koştu.
Naşa, peşinden seslenmeye çalıştı ama Elyas onun çağrısını duymazlıktan geldi. Kadın iç çekerek masanın üzerindeki tabakları toplamaya başladı. “Tanrım, ne yapacağım bu çocukla?” diye mırıldandı kendi kendine.
“Anne, ben hazırlanıp çıkacağım,” dedi Nera, törene geç kalmamak için aceleyle üst kata yönelirken.
“Dur!” diye seslendi Naşa. “Önce şu masayı topla, sonra git. Yoruldum, biraz dinleneceğim. Rahibenin gelmesine daha vakit var. Aris el Bedi doğduğunda beni uyandır.”
Nera homurdanarak masayı toplamaya koyulurken, Elyas kulübesine varmıştı. Köpeği Lera, yumuşak bir şekilde hırlayarak ona yaklaştı. Elyas, kulübenin köşesine bırakılmış tahta kılıcını kaptı ve Lera’nın başını okşadı. “Hadi, gidiyoruz,” dedi.
Tarlanın geniş otlaklarına doğru yürümeye başladılar. Elyas, içinde biriken sıkıntıyı dağıtmak için kılıcıyla havayı yararak hayali düşmanlara saldırıyordu. Her savuruşunda, babasının hikâyelerindeki kahramanlar gibi güçlü olduğunu hayal etti. Fakat Lera, bir anda huysuzlandı. Köpek, başını dikerek bir şeyler kokladı ve hızla otların arasına daldı.
“Lera, nereye gidiyorsun?” diye seslendi Elyas, köpeğinin peşinden koşarak. Lera’dan gelen kesik havlama sesleri, Elyas’ın kalbinin hızla çarpmasına neden oldu.
Köpeği takip ederken ayağı bir şeye takıldı ve yere düştü. Canı yanmış, burnundan kan sızıyordu ama ağlamadı. Kendini toparlamaya çalışırken, gözleri yere serilmiş bir kadın figürüne takıldı. Kadın, çıplak vücudunu kaplayan kanla hareketsiz yatıyordu. Yavaşça nefes alıp verdiği fark ediliyordu ama yüzü solgundu, neredeyse cansız gibiydi.
Elyas, hızla geri çekilip ayağa kalktı. Gözlerini korkuyla kadından ayırmadan, “Lera... bu da ne böyle?” diye fısıldadı. Köpeği hafifçe hırlıyor, bir yandan da kadının yanına yaklaşmaya çalışıyordu.
“Burada kalamayız!” Elyas, köpeğini kolundan çekerek eve doğru koşmaya başladı.
Kapıyı hızla açıp içeri girdiğinde, nefes nefese kalmıştı. “Nera! Anne! Hemen gelin! Birini buldum!” diye bağırmaya başladı. Sesindeki korku, evin içindeki herkesi yerinden sıçratacak kadar güçlüydü.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
466 Okunma |
273 Oy |
0 Takip |
29 Bölümlü Kitap |