
Tüm her şey bir pamuk ipliğine bağlı aslında. Yapılan tek bir hareket, söylenen tek bir söz karşımızdaki kişinin hayatını dahi değiştirebilirdi.
Hatta insan yaptıkları şeylerle ve iki dudağının arasından çıkan birkaç çift sözle belirliyordu kişiliğini. Zaten bu yüzden vardı ya insanlarda irade. Yaptıklarını, söylediklerini kontrol edebilmesi için.
Herkesin yaşamından ölümüne dek mutlu olduğu ya da kırıldığı şeyler farklı olurdu. Belki öylesine söylenilen tek bir söz karşımızdaki kişinin kalbine bıçak saplanmasına yetecek derinlikte olabilirdi. Fakat kabullenilmesi gereken bazı gerçekler vardır hayatta.
Hassas noktalar.
Farklı zamanlarda oluşan, farklı hassas noktalar.
İstemli veya istemsiz şekilde insanların hassas noktalarını söze getirmek, kalbe saplanan o bıçağı çekmek ve daha da kan kaybetmesine sebep olmak demekti.
Ve maalesef şu zamanlarda insanların bunu istemsiz olarak yaptığı zamanlar çok daha azdı. Kimsenin kimseyi düşünecek ne vakti ne vicdanı vardı.
Bir insana sizin söylediğiniz o tek kelime, ya da yaptığınız tek hareket, onun yıllarının çürümesine neden olabilecek büyüklükte olabilirdi.
Belki böyle düşününce anlaşılmayabilir. Ama bu söylediklerim “vicdanlı” ve “gamsız” kelimelerinin özetleri.
Gamsız insan ne söylediğine, ya da ne sonuçlar doğuracağına dikkat etmez.
Vicdanlı insan ise dünyanın sadece kendi etrafında dönmediğini bilir. Yanlışlıkla söylediği bir sözde bile vicdanı sızlar.
Bilmem anlatabildim mi? Ya da iki çift göz sadece okuyup geçti mi?
Bende büyük bir gamsızlık yapmış ve ne sonuçlar doğuracağına dikkat etmemiştim.
“Kolyeyi orada bıraksam en fazla ne olabilir sanki?” diye düşünmüştüm. Ama bunları yaşayacağımızı pek hesaba katmamıştım. Tüm teşkilatın ve benim verdiğim emeğin çöpe gitmesini oturup izleyemezdim. Yaptığım en ufak dikkatsizlik, dosyanın kapanmasına neden olabilirdi. Ve bu tamamen benim suçum olurdu. O kolyeyi tamamen ben kendi irademle düşünerek oraya asmıştım. Kimse bana böyle bir şey söylememişti.
Bu yüzden bana kızarlarsa onlara tek kelime bile söyleyemezdim. Çünkü sonuna kadar haklı olurlardı.
Ama biliyordum ki bana öyle bir tavır almayacaklardı. Biz bu günlere birbirimizin yaptığı hataları toplayarak gelmiştik ve ne olursa olsun da öyle devam edecekti. Bu yüzden onlara minnettardım işte.
Onlar benim kardeşlerimdi. Kan bağına gerek yoktu ki.
Altı harfle kelimelere sığan bu sözcük.
Kardeş.
Kelimelere birkaç harfle sığabilse de varlığı yere göğe sığamazdı.
Bu hatayı ben yapmıştım ve ben düzeltmeliydim.
Eray’ın avuçları içindeki kolyeyle bakışırken, tek umudum içinde kamera olduğunu anlamamış olmasıydı. Anlamamışsa olayı bir şekilde çevirebilirdim. Ama eğer anlamışsa -ki adam mafya İşte o zaman elveda “Kozanlılar” dosyası.
Bazen de işte böyle gerçeklerle yüzleşmek lazımdı sanırım.
Yutkundum ve tam olarak şu cevabı verdim.
“Aa, Eray Bey! İnanamıyorum, çok teşekkür ederim! Her yerde bu kolyemi arıyordum.” Deyip yüzüme dört numaralı bakışım olan yavru köpek bakışımı takındım.
Gözlerimi masumca kırpıştırıp, bir elimle de diğer elimin tırnak etlerini yolmaya başladım. “Bu kolyeyi bana, rahmetli babam almıştı da.” bu sözler dudaklarımdan dökülürken, Eray’ın avcunun içindeki kolyeyi alıp çoktan kendi avcuma yerleştirmiştim bile.
Buradan ölen babamdan çok özür diliyordum. Özür dilerim baba. Bu yalanı söylemek zorundaydım. Yoksa sadece ben değil, benim dışımda beş kişi daha işinden olurdu.
Eray kahverenginin en koyu rengi olan gözlerini bana çevirip oturduğu yerden kalktı. Bana yaklaştı ve tam önümde durdu.
“Babanın aldığı kolye,” deyip bana bir adım daha yaklaştı “şirketin kamera odasında mı duruyordu?” işte beklediğim şey başıma gelmişti.
Ben hobi olarak öyle her mafya şirketinde bir kolye bırakıyorum. Müze gibi…
İçimden geçenleri susturmam gerektiğini ve hemen karşımdaki rezil mafyaya bir cevap vermem gerektiğini çok iyi biliyordum. Ama adam beni o kadar hazırlıksız yakalamıştı ki, doğru düzgün verebilecek cevabım bile yoktu. Çünkü kameraları izleye güvenliğin odasına kolyemi asmıştım ve Eray da bunu bulmuştu.
Bunu Eray bulmuştu.
Nasıl yani? Bu mafya kurusu benim kolyemi nerden tanıyordu.
Aklıma düşen bu düşünceyle ellerimi önümde bağlayıp bir adım geri çekildim. Eray gözlerini bana dikmiş elimdeki kolyeye bakıyordu. Bense kolyeyi havaya kaldırdım ve:
“Peki, Eray Bey?” dedim soru sorarcasına. “Siz, benim kolyemi nerden tanıyorsunuz? Ya da bu kolyenin benim olduğu kanısına nasıl vardınız? Ben onu anlayamadım.” Eray yüz ifadesini hiç bozmadan kendisinin mantıklı olduğunu düşündüğü bir cevap verdi.
“Demin kendin dedin Deren Çanak” dedi cümlesini vurgulayarak. Hafif bir gülümsemeyle yanından geçip odadaki masanın yanında duran sandalyelerden birisine oturdum. Bacağımı diğer bacağımın üstüne atıp masadaki üzümlerden bir tane alıp ağzıma attım.
“Yalnız ben söylemeden önce odadan siz bulmuşsunuz kolyeyi. Bana bu kadar mı dikkat ettiniz?” Eray patron koltuğuna oturup kollarını koltuk yanlarına dayadı.
“Gördüğün gibi seviyeler belli. Sen karşımdasın, bense yönetici koltuğunda. Beni sorgulamak sana mı düşüyor?” Allah’ın pis mafya kurusu!
Dediği şey karşısında cevabımı gecikmeden verdim.
“Ya Eray Bey. Siz, sanırım benim kim olduğumu unutmaya başladınız. Hayır yani,” deyip ağzıma bir üzüm daha attım. “Aramızda pek seviye farkı yok gibi. Ama yine de siz bilirsiniz.” Dedim. Bunu şu anda herkesin beni Deren Çanak olarak bildiğine dayanarak söylüyordum. Gerçi Deren Aktunç da olsam aynı şeyleri söylerdim. En azından bu çakma mafyadan daha mantıklı işler yapabilecek kabiliyetteydim.
“Aramızda seviye farkı var, Deren. Mesela ben şimdi güvenlikleri arayıp seni odamdan gönderebilirim. Ama sen, beni şu an bu odadan asla çıkaramazsın Dedi pislik gibi gülümseyerek. Sonra o da masadaki üzümlerden bir tane ağzına attı. “Mesela yani.” Bunları duyan kulaklarım, buna sessiz kalamazdı.
“Öyle mi?”
“Öyle.”
“Bak bakalım nasıl çıkartıyorum.” Deyip ayağa kalktım. Hızlı bir şekilde saçımı başımı dağıtmaya başladım. Ve birden kocaman bir çığlık attım. Şimdi gününü görürsün sen Eray Kozanlılar!
Eray dehşetle ayağa kalktı.
“Ne yapıyorsun sen manyak?” diyerek beni durdurmaya çalıştı. Ona bakıp gülümsedim ve bir çığlık daha attım.
“Eray Bey! Bırakın beni!” dışardaki bir sürü kişi sesi duyup odaya geldiler. Herkes korkuyla bize doğru bakarken, ben rollerden rollere giriyordum. Nefes alıp alıp veriyordum. Odaya birden Sinan Kozanlılar girdi.
İşte beklediğim isim!
“Eray!” dedi Sinan Kozanlılar bir anda.
“Sinan Bey…” dedim masum rolü oynayarak. Sinan Bey’e doğru ilerledim. Sinan ise bana baktı ve:
“Sen sakin ol kızım. Masana git sen. Ben halledeceğim.” Dedi. Ben kafamı onaylarca sallarken içeri Can ve Eylül girdi. Onların ardından da içeri, şirkete seçilmiş olan iki manken girdi. Şirkete seçilen mankenler bunlar olsa gerek.
Sinan, kızlara döndü ve sonra da gözleri Eylül’e kaydı.
“Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı herkesten çok özür dileriz. Özellikle şirketimize yeni katılmış olan misafir mankenlerimizden ayrıca özür dileriz. Lütfen kusurumuza bakmayın. Siz çalışmaya bakın. Ben de hemen geliyorum.” Dedi ve kapıyı gösterdi. Herkes yavaş yavaş odadan çıktı ve ben de Eray’a yandan bir bakış atıp odadan çıkıp kapıyı kapattım.
Ancak kapıyı kapattığım gibi, kapanan kapının sesiyle aklıma bir şey dank etmişti. Mankenlerimiz derken neden Eylül ve diğer iki kızı göstermişti? Karşıma baktığımda Eylül de tam önümde birkaç metre uzağımda durmuş bana bakıyordu. Gözleriyle “Beni takip et” gibi bir işaret yapınca, hemen peşine takıldım. Asansöre bindik ve Eylül, eksi birinci katın düğmesine bastı.
Ne vardı orada?
Asansör durduğunda hızlıca asansörden indik ve Eylül, kafasındaki peruğun arasından çıkardığı el fenerini yaktı.
“Neler olduğuna inanamayacaksın!” dedi bıkmışçasına. Karanlık, uzun koridorda yürümeye başladı. Ben de onun arkasındaydım. Yolun sonundaki kapıya sertçe birkaç defa vurdu. İçeriden gelen ayak sesleri, içeride birilerinin olduğunun kanıtıydı. Kapı yavaşça açıldığında içerden gelen loş ışık gözlerimin kısılmasına sebep oldu. Kapının arkasındaki kişiyi gördüğümde oldukça şaşırmıştım.
Haktan buradaydı. Sadece Haktan mı?
Hayır.
Tüm ekip buradaydı!
Burada ne işleri vardı? Daha birkaç saat önde istihbaratta değiller miydi? Eylül elindeki el fenerinin arkasındaki düğmeye tıklayarak onu kapatıp, içeriye doğru ilerledi. Kafasındaki peruğu da tek hamlede çıkartıp, karşımızdaki kütüklerden birisinin üstüne oturdu.
Bu odada bir sürü kütük, tahtalar ve odunlar vardı. Sanırım depo gibi bir şeydi. Ama bizimkilerin buraya nasıl girdiği ve şu anda neden burada oldukları hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu.
“Siz ne yapıyorsunuz burada?” deyip dağılmış saçlarımı düzelttim. “Nasıl girdiniz şirkete?”
Sözlerim üzerine Can gülümsedi.
“Sen bizi ne sandın kızım? Ufak bir yardım aldık sadece.” Dedi ve sağıdaki kızı gösterdi.
NEY?
CANAN NE ALAKAYDI?
“Canan!” diye yüksek sesle konuştuğumda, aynı anda da ağzımı elimle kapattım “Senin ne işin var burada?”
Canan gülümsedi.
“E benim de size bir yardımım dokunsun istedim.” Dedi. Kaşlarımı çatıp ekibe baktım. Kumsal elime alkollü bir içecek verdiğinde, sinirle yan tarafa fırlattım.
“Ne yardımından bahsediyorsun sen be?” gözlerimi kapatıp ellerimi saçlarıma geçirdim. “Bizim yardıma ihtiyacımız mı var?” bunu söylerken ekipteki herkese teker teker bakmıştım. Kimseden ses çıkmayınca “Konuşsanıza!” diye bağırdım.
“Bağırma!” dedi Kumsal yüksek sesle. Tekrar etti. “Bağırma.”
“Açıklama yapacak mısınız? Bu kadar mı düştük? Sinan kozanlılar’ın şirketinde çalışan bir kızdan yardım alacak kadar mı düştük?” dediğimde bu sefer bana karşı Can çıkıştı.
“Deren!” deyip ayağa kalktı. “Söylediklerinin farkına vararak konuş. Lütfen.” Bunları söylerken de ayağa kalkıp bana yaklaşmıştı.
“Biz kendimiz de girebilirdik. Ondan yardım almamıza gerek yoktu.”
“Soksaydın Deren!” dedi Kumsal.
“Ne diyorsun ya? Benim haberim bile olmadan buraya gelmişsiniz bir de abuk sabuk içeceklerle günü mü taçlandırıyordunuz? Hah! Ne güzel ya.” Deniz, Kumsalı kolundan nazikçe tutup oturmasını sağladı. Bu sefer Eylül konuştu.
“Eray, manken seçimlerinde beni, Anastasia ve Bahar adına iki kızı seçti. Yanlışlıkla olmuş oldu ama mecbur kaldım. O sırada da sen daha önemli şeylerle meşgul olduğun için sana haber veremedik. Bizimkilerin şirkete gelip kamera yerleştirmesi gerekiyordu. Canan da bizi buldu. O bizim zaten şirkette olduğumuzu biliyormuş. Ajan olduğumuzu, her şeyi işte. Bu yüzden o yardım etti bize.” Eylül açıklamayı bu şekilde yaptı ve büyük bir sessizlik oluştu.
“Yine de kamera yerleştirmek için beni de bekleyebilirdiniz ama siz doğru düzgün tanımadığımız birine her şeyimizi anlatarak güvenmeyi tercih ettiniz.”
“Sen neredeyse Sinan Kozanlılar’a yakalanırken senin kurtulmanı öylece görmeden bekleyemezdik Deren!”
“İyi ya, ne güzel! Artık bol bol izlersiniz beni kameralardan.” Dedim ve depodan çıktığım gibi kapıyı çarpıp karanlığın ucundaki asansöre doğru yürümeye başladım.
Şimdi ne olacaktı?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |