


"Yağmur olsan binlerce damla arasında bulur tutardım seni, çünkü korkarım, toprak aldığını vermiyor geri..."
-Cemal Süreyya
⚝
▪️30.BÖLÜM: Karanlığa Dolanan Beyaz Yılan▪️
Bazen veda etmek gerekir. İster bir insan olsun, ister bir hayvan ya da bir çiçek. Veda etmek ve kendine bir yol çizmen, o yolda ise yıllarını geçirmen gerekirdi. Çizdiğin yolda bir yanlış olduğunu düşünmeden o yolda yürümen gerektiğini de bilirdin. Yanlış hiçbir şey yokmuş gibi arkana bakmadan uzaklaşman ve hiç dönmemen gerektiğini de bilirdin. O çizdiğin yolun yanlış olduğunu bilmeden ilerlemen gibi...
"Gibi"ler her zaman çoğalır, çoğaldıkça da seni içine çeker. İçine girdiğin çıkmaz yolda ise bir çıkış arardın. Ve o çıkışı hiçbir zaman bulamazdın. İlk başta, aslında çıkamayacağını biliyordun ama kendini buna inandırmıştın. İnanmak istemiştin çıkacağına; birisinin sana elini uzatacağına belki de... Ama kimsenin sana elini uzatmayacağını da biliyordun. Bilmemek istemiştin.
Şimdi çizdiğin yolda kendini kapana kısılmış ve yardıma muhtaç hissediyordun. Kimsenin de elini tutmayacağını biliyordun. Kimsen olmasını istedin o an, kimsen olmamasına rağmen. Her yaşadığın anı yakıp yeniden başlamak istedin ama yaktığın anıların küllerinin seni takip ettiğini ve tekrardan üzerine çökmek istediğini görebiliyordun.
İşte şimdi veda etmenin ne kadar zor ve insanı nasıl yıktığını anlayabiliyordun. Vazgeçemeyeceğin şeylerden vazgeçmenin ne kadar zor olduğunu anlayabiliyordun. Bazen önündekini görmek istemezdin ve bildiğin gibi yoluna gitmek isterdin ama önündeki, kendini sana göstermeyi bilirdi. Asıl olay ise yavaş yavaş çizdiğin yoldan uzaklaşmandı.
Şimdi evinden uzaklardaydın; seni bekleyenleri bir daha ne zaman göreceğini de bilmiyordun. Bir kere daha hayat sana bir oyun oynamıştı ve sen de o oyuna boyun eğmiştin. Bazen insanlar zorunda kaldıkları şeylere boyun eğerlerdi.
Peki, sen boyun eğecek misin?
Belki de sana boyun eğdirmek isteyenleri kendi önünde boyun eğdirirdin...
***
2 hafta 6 gün sonra...
Yağmur damlaları hızlı hızlı duvardan cama çarpıyordu. Artık geçen günlere göre kış kendisini daha çok hissettiriyordu. Ayağımda kalın iki çorap vardı, yine de üşüyordum. Duvardan cama ilerledim ve hızla çarpan yağmur damlalarına baka kaldım. Cama ise dalgaların vurma sesi geliyordu. Kendimi denizin içinde hayal ediyordum. Artık denizi o kadar da sevmiyordum. Her geçen gün içimdeki o sevgi kayboluyordu. O sevgi, yavaş yavaş beni yok ediyordu. Hâlâ içimde kırıntıları olması bile beni şaşırtıyordu.
Ablamın gelip beni buradan alacağını düşünüyordum. Günler hızla geçtikçe bu umudum kaybolmuştu. Her geçen gün karanlık beni daha çok içine çekiyordu. Artık karanlığı gördüğümde nefretle bakamıyordum. Her sorum için bir bedel ödemeyi bir hafta devam ettirmişti, sonrasında ise bu kuralı kendisi de ihmal ettiği için kaldırmıştı. Büyük sorularıma cevap vermiyordu, beni geçiştiriyordu.
Dağın başındaydık ve camımın ötesinde bir deniz vardı. Evin önü ise bir ormanlığa bakıyordu. Bazen nerede olduğumu düşünüyordum, karanlığıma bunu birçok kez sordum ama cevap vermedi. Çünkü cevap verirse ne olacağını biliyordu. Beni biraz bile olsa tanımaya başlıyordu. Artık saçımı örmüyordu mesela, biliyordu gözlerimdeki bakışı. Bana çok güzel bakıyordu, bunu görebiliyordum. Beni bu eve mahkûm etmemişti; her gün bir saat dışarı çıkıp koşu yapıyorduk. Nasıl bu kadar hızlı koştuğumu anlamıştı.
Elleri kanlı bir adammış gibi bakmıyordum artık ona. Elleri kanlıydı, biliyordum. Bazı davranışları bunu besbelli ediyordu. İlk gün ikinci soruma cevap verdiğinde birçok düşünme zamanım olmuştu, o anlar yeniden kafamda canlandı.
"Neden bana ölüm getirensin dedin?"
Bakışlarını dudaklarımdan çekti ve gözlerime dikti. Sanki bazı anılar gözünün önünden geçiyormuş gibi duruyordu. Gözlerimden gözlerini çekmedi.
"Çünkü seninle tanışmamdan sonra amcamı öldürdüm, Mera. Sen ölüm getirensin."
Öylece baktım suratına. Yüzü ıslanmıştı ve kirpikleri kaşına yapışıyordu. Dudaklarından su akıyordu, yağmur daha da hızlanmıştı. Amcasını ben öldür dememiştim; benim bir suçum yoktu.
"Amcanı ben öldür demedim. Bunu benim üzerime atamazsın," dedim.
Yüzüme, "Sen bencilsin," der gibi bakıyordu, ama ben bencil değildim; o zamanlar küçüktüm ve aklım bazı şeylere ermiyordu. O ise sinirli sinirli konuştu:
"Seni ve aileni öldüreceğini söyleyerek biri bana onu öldürttü. Seninle tanışmasaydım ya da o seni öğrenmeseydi, onu öldürmek zorunda kalmayacaktım."
Amcasını kimin öldürttüğünü artık biliyordum. İlk başta inanamamıştım, "Nasıl yaptırabilir?" demiştim. O adamı daha çok anlattığında ve nasıl bir tehlike olduğundan bahsettiğinde, kendisinin daha iyi olduğuna karar vermiştim. Eline ilk bulaşan kan, amcasının kanıydı; anlayabiliyordum, bu olay üzerinde büyük bir travma bırakmıştı. Ben eğer böyle bir olay yaşamış olsaydım, yaşayabileceğimi sanmıyordum.
Bir baba, oğluna nasıl amcasını öldürtebilirdi? Bir baba, on beşlerinin başında olan oğluna amcasını öldürtebilir miydi? İlk duyduğumda dayanamamıştım, çünkü onun yerine geçmiştim ve babamın bana amcamı öldürttüğünü düşünmüştüm. Kaldıramazdım. Bu olayı asla ama asla kaldıramazdım. Peki ya o, nasıl kaldırmıştı bu olayı? İnsan böyle bir şeyi nasıl kaldırabilirdi ki?
Kaldıramazdı insan bu olayı, ama o dayanmıştı. Gözlerimi kapattım, daha fazla düşünmek istemedim. Her gün yanıma geliyordu; sabahları kahvaltımı getiriyor, bir saat sohbet ediyorduk. Öğlen ise meyve tabağımı getiriyordu. Her yemek yediğimizde sohbet ediyorduk. Duvardan cama elimi koydum ve soğukluğunu hissettim. Üşüyordum ama aynı zamanda içimde yanıyordu. İçimi yakıp kavuran ise kandırılmış olmamdı. Kafamdan geçenleri atmam gerektiğini biliyordum, çünkü birazdan karanlığım gelecekti. Geldiğinde ise yüz ifademden her şeyi anlayacaktı. O, her zaman anlardı.
Nasıl olduğunu bilmiyorum ama beni benden daha iyi bilmesi korkutucuydu. Beni izlediğini biliyordum, beni her zaman izliyordu. O hâlâ bana güvenmiyordu. Anlayabiliyordum; bana güvenmemesi o kadar da saçma gelmiyordu, çünkü kendimi biliyordum. Bana güvendiği an neler olacağını iyi biliyordum. Bana güvenmemesi lazımdı. Eğer bir gün bana güvenirse ne olacağını o da biliyordu, ben de.
Kapı tıklatıldı, iki kere. Sonra ise kapı açıldı. İçeriye karanlık yayıldı. Arkamı dönmedim. Gelen kişinin kim olduğunu biliyordum. Her zaman bilecektim. Kokusu, insanı kendisine çekiyordu; sanki kokusunda kaybolmak ister gibi oluyordum. Önümde dalgalanan deniz, bir bardağın taşması gibi duruyordu. Hiç el değmemiş gibiydi; masmavi ve berrak. Elimi soğuk camdan çektim ve arkamı döndüm. Karanlığım arkamdaydı. Bugün farklı giyinmişti: beyaz, yarım kol sade bir tişört ve buz mavisi, bol paça bir pantolon. Ona yakışmıştı. Toprak karası gözleri ve siyaha yakın dalgalı saçları öne çıkmıştı.
Artık yüz hatlarını ezbere biliyordum. Dudağının altında küçük bir siyah ben vardı. Kaşının üzerinde önceden derin olan ama şimdi o kadar belli olmayan bir yara izi vardı. Onu süzmemden dolayı gülümsedi.
"Bugün koşuya çıkamayacağız galiba," dedim. Yüzüme baktı, sonra ise toprak karası gözleri bedenimi süzdü. Üzerimde pembe, kısa bir şort ve onun takımı olan askılı, yarım bir büstiyer vardı. Bacaklarıma doğru uzanan beyaz çoraplarla bir kız çocuğu gibi duruyordum. Saçlarımı ören birisi olmadığı için salık bırakmıştım.
"Bu kadar güzel olman günah olmalı,"
Mırıldandı ama anlamadım. Ağzından çıkan kelimeleri anlamamıştım. Birkaç adım yaklaştım ve bir kaşımı havalandırarak anlamadığımı belli ettim.
"Ne dedin? Anlamadım," dedim.
Cevap vermedi soruma. Bazen sadece susuyordu, nedenini anlamadığım bir şekilde.
"Hava yağmurlu, hasta olmanı istemiyorum. O yüzden yarın çıkarız koşuya," dedi. Yine de diğer sorumu yanıtlamıştı. Birkaç gün önce odama çıkardığı küçük iki kişilik masaya baktım. Üzerinde meyve tabağı ve iki küçük çikolata vardı. Gülümsedim. Birkaç adım daha attım; karanlığıma bu sefer aramızda o kadar da mesafe kalmamıştı. Soğuk elimi koluna attım.
"Teşekkür ederim, canım çok fazla istemişti," dedim.
Güldü, beni kendisine çekti ve sıkıca sarıldı. Ellerim havada asılı kalmıştı. O beni sıkıca sarmalarken benim ellerim havada bekliyordu. Sonra ise düşünmek istemedim ve karanlığıma kollarımı doladım. Bazen bazı şeylere boyun eğmek gerekirdi. Biraz geri çekildim. Kafamı kaldırıp bana sevgiyle bakan gözlerine baktım. Gözleri parlıyordu, hiç görmediğim kadar. Solgun elimi yüzüne çıkardım ve yeni yeni çıkan sakallarını okşadım.
Elimi yüzünde hissedince gözleri kapanmıştı. Kapanan gözleriyle uzun, dönük kirpikleri daha belirgin olmuştu. Parmaklarım sakallarının yukarısına, yanağına çıkınca elini kaldırdı ve elimin üzerine koydu. Gözleri açılmıştı. Bana çok tuhaf bir şekilde bakıyordu. Eli parmaklarımı okşadı, sonra ise parmaklarımı yüzünden çekti. Bir şey diyemedim ya da söyleyecek bir kelime bulamadım. Ne diyebilirdim ki? Sadece gözlerimiz birbirinin içine bakıyordu, oralarda bir şeyler arar gibi... Belki de hiç bulamayacağı bir şeyi arıyordu. Benim onda bulamayacağım, onun da bende bulamayacağı bir şey.
Belirsizdi, birbirimizde bulacaklarımız. Ne o bende istediğini bulabilirdi ne de ben onda istediğimi bulabilirdim. Peki, neden birbirimize bu kadar anlamlı bakıyorduk? Biz düşmandık, nasıl şimdi gözlerine böyle bakabilirdim? Ben onun yuvasına bir yılan gibi sızmıştım, çünkü orayı yıkıp kavurmak istemiştim. Peki şimdi o bana nasıl böyle bakabilirdi?
Biz bir belirsizliğin ortasındaydık ve nereye geçeceğimizi bilmiyorduk. O benim tarafıma geçerse karanlığını bana bulaştıracaktı; ben onun tarafına geçersem, eğer, aydınlığımı kaybedecektim. Belki de şimdi olduğu gibi, sadece bu sınırda bekleyebilirdik. Kafamdakilerden uzaklaşmak istedim. Kafamdan bu düşünceleri silmek istedim ama imkânsız gibiydi. Kafamı eğdim ve gözlerimi gözlerinden uzaklaştırdım. Kara toprak rengine artık bakmıyordum. Ben onun gözlerine bakarak bunları hissettiysem, o benim gözlerime baktığında ne hissediyordu? Pişmanlık mı? Nefret mi? En kötüsü, aşk mı?
Yeniden tekrarladım içimden:
Aşk.
Belki de hiçbiri değildi. Biz sadece belirsizliğin iki ucunda olan iki insandık.
Bizler kaybolmaya mahkûm olan insanlardık. Bir ayağımız her zaman uçurumda olurdu. Şimdi, bu anda ne yapacağımızı bilmiyorduk. Çoktan bulaştırmıştı bana karanlığını, bunu anladığını sanmıyordum. Günü geldiğinde ise bana bulaştırdığı parçasını onu mahkûm etmek için kullanacağımı biliyordum. Boyun eğmesini bilirdim ama en çok da boyun eğdirmeyi bilirdim. Karanlığım beni içine çekmeye devam etmeliydi çünkü fırtına "Geliyorum" demezdi.
Uçsuz bucaksız bir karanlıkta bile olsam, o karanlıktan çıkmayı bilirdim ve her zaman çıkardım. Hiçbir ihtimal bile olamazdı. Gözlerimin içini parlattım, sanki çok mutluymuşum gibi, sanki hayatımın aşkını bulmuş gibi. İşte, gibiler böyle çoğalırdı. İçimden geçirdiğim tek cümle: "Hoş geldin karanlığım, uçuruma..." Bu intikam, ölümüm bile olsa karanlığımı da ölüme çekecektim. Benden kurtuluşu olmayacağını bilecekti. Ölüme kadar karanlığım.
İçimdeki karanlığı susturmak istedim ama susmuyordu. Kendimi dizginlemem lazımdı ama karanlığım hiçbir zaman susmazdı, kafamın içindeydi. Ellerim titredi. Yavaş yavaş nefes almaya başladım ve koyun postu giymiş kurt rolüme odaklandım.
"İstersen sen de benimle otur. Kendimi yalnız hissediyorum."
Kafasını salladı ve birbirimizden uzaklaştık. Ben masanın diğer ucuna geçecekken, belimde bir el hissettim. Gülümsedim ve kafamı geriye çevirdim. Beni masanın başına doğru yöneltti. Sandalyeyi çekti ve oturmama yardımcı oldu. Yanıma oturacağını sanmıştım ama tam da karşıma oturdu.
İki düşman bir masadaydı. Birisi intikam için masadaydı, diğeri ise aşk için. Belki de aşk değildi; bunu ben de bilmiyordum. Onu gözlemliyordum, onun da beni gözlemlediğini biliyordum. Açık vermemem gerektiğinin farkındaydım. Küçük tabakta olan iki çikolatayı bana uzattı. Tabağı masada biraz ilerlettim ve önüme çektim. Gün batışını, duvardaki camdan rahatça izleyebiliyordum. Yağmurun yağışı şiddetini yitirmişti. Hafiften batan güneş, bir ressamın en önem verdiği tablosu gibi batıyordu.
Küçük çikolatanın birini elime aldım ve hızlıca bir ısırık aldım. Çabuk yememem gerektiğini biliyordum. Yavaş yavaş ağzımda erimesini ve bana çoktandır alamadığım haz duygusunu vermesini istedim.
"Mm..."
Ağzımda eridikçe daha çok yeme heyecanı kaplıyordu beni. Karşımda kimin olduğunu unuttuğum anlarda, karanlığımın bana bakakaldığını görmez olmuştum. Ve bu bakışlarda şehvet olduğunu da bilmez olmuştum. Sadece ağzımda eriyen çikolata ve ben vardım; gerisi önemli değildi. Elimde yarım kalan çikolatayı da ağzıma attığımda, parmaklarımın ısısında erimiş olduğunu fark ettim ve hiç düşünmeden iki parmağımı da yalandım.
Ne yapmış olduğumu fark ettiğimde ise yüzüm kızarmıştı ve bu sefer de karşımdaki adama ben bakakalmıştım. Şimdi ise gözlerindeki bakışı anlayabilmiştim. Toprak rengi gözleri bana şehvetle bakıyordu.
"Özür dilerim, böyle yapmamam gerekirdi."
Daha çok kızardım ve kafamı masaya eğdim. O ise sadece bana bakıyordu, başka bir tepki vermemişti. Donmuş gibiydi. Kafamı kaldırdım, gözlerimi gözleriyle birleştirdim. Gözlerinin içinde hâlâ şehvet vardı ama birkaç dakika öncesindeki gibi değildi. Şu an daha farklı bakıyordu; bakışlarında eğlenir gibi bir ifade vardı. Gözlerine ne kadar uzun süre baktığımı fark edememiştim.
Dudakları iki yana doğru kıvrıldı ve gülmeye başladı. Gülüşü giderek çoğaldı ve kahkahalara dönüştü. Ona bakarken benim de dudaklarım iki yana kıvrıldı. Gülüşleri gözlerimin önünde duruldu ve tekrar o ciddi ifadesini korumaya başladı.
Ben de bu ifadesinden sonra dalga geçer gibi, "O kadar komik mi tepki verdim ki?" dedim. Dudaklarımda hâlâ biraz çikolata tadı alabiliyordum. Yavaşça dudaklarımı yaladım. Bakışlarımı Kan'dan çekmedim.
O da bakışlarını gözlerimden çekti ve dudaklarıma indirdi.
“Hayır! Seneler sonra ilk defa böyle içten şekilde gülebildim.”
Gözbebeklerimin büyüdüğünü hissettim. Sözleri, kafamda radyoda dönen ve asla geçmeyen bir şarkı gibi gelmişti ama hangi şarkı olduğunu bilmiyordum; sanki o şarkıda kaybolmuş gibiydim. Ne diyeceğimi şaşırmıştım.
“Böyle bir hareket yapmamam gerekirdi, kabalıktı.”
Sözlerimden sonra bir süre durdu ve sadece öyle baktı. Kafasında kurduğu sözleri toparlıyordu; bakışları bunu anlatıyor gibiydi. O bana bakarken bakışlarımı Kan’dan çektim ve duvardan cama yönelttim. Artık güneş batmıştı ve yağmur bulutlarından hiçbir ışık görünmüyordu. Yağmur bulutları tekrardan bir araya gelmeye başlamıştı.
“Benim yanımda böyle hareketler yapmanı seviyorum. Ben yanında olduğum zaman hareketlerini düşünmene gerek yok,” sözüne başladığı an kafamı çevirmiştim.
Sesi, beni kırmamak ve içtenliğini göstermek ister gibi çıkıyordu. Saçımı kulağımın arkasına ittim ve bakışlarımı sabit tuttum. İçimde bir niran vardı belki ama bu adam o niranın üzerine su dökebiliyordu. Bir şey demedim ya da demek istemedim. Bir süre daha oturduk, ne kadar geçti emin değildim.
O, sandalyesini geriye itti; ben de ona uyarak sandalyemi geriye ittim ve ikimiz de aynı anda masadan kalktık. Yatağımın yanındaki komodine ilerledim ve üzerinde duran kâğıdı aldım. O sırada kapıya ulaşan Kan’a döndüm ve seslendim:
“Sana vermem gereken bir şey var.”
Kan, elinde daha yeni yediğimiz meyve ve çikolatanın boş tabaklarının olduğu tepsiyle bana döndü. Elimdeki kâğıdı gösterdim. Tepsiyle bana doğru ilerledi, tepsiyi komodinin üzerine koydu ve karşımda durdu. Kâğıdı ona uzattım; tam alacakken geri çektim.
“Bunu ne zaman okuyacağını bileceksin. Zaman sana onu ne zaman okuyacağını gösterecek, inkisar olan zaman bunu sana hatırlatacak.”
Öylece anlamsızca baktı. Elimi kalbine uzattım ve kalbinin üzerinde durdum. Elim, üzerinde durduğu organın sesini duydu ve bana hissettirdi.
“Tahassür edince burası,” iki kere göğüs kafesine vurdum, “okuyup anlayacaksın o zaman. Eğer erkenden okursan, lanet üzerine binecek.”
Kâğıdı ona uzattım, elimden aldı ama gözünü kâğıda hiç değdirmedi. Biraz uzaklaşmak istedim ve arkaya bir iki adım attım ama hesaba katmadığım şey arkamdaki yataktı. Arkaya doğru düşerken belimde bir el hissettim. Sert eller beni tuttu ve sertçe kendine çekti.
Burunlarımız birbirine çarptı; çok fazla yakındık. Aynı ormandaki gün gibi, o zamandan beri bu kadar yakınlaşmamıştık. Kan’ın da dengeyi kuramadığını fark edemedim ve ikimiz de arkaya doğru düştük.
Yumuşak yatak ikimizi de içine çekmek ister gibiydi. Kan, bütün ağırlığıyla üzerimdeydi. Gözleri gözlerimin derinliklerine bakıyordu. Ben ise Kan ve yatak arasında nefessiz kalmıştım. Bunu anladığında iki elini yanlarına koydu ve üzerimde bana nefes alacak yer bırakarak kalktı.
“Yine üzerime düştün, alıştın sen de.”
Gülümsedi üstten.
“Eğer bu kadar sakar olmasaydın yeniden üzerine düşmezdim ama bu hallerini seviyorum.”
Elimi kaldırdım, göğsüne sertçe vurdum.
“Ben sakar değilim.”
“Öylesin.”
“Değilim.”
“Küçükken de sakardın, şimdi de.”
“Küçükken sakar değildim bir kere. Sadece biraz gezinti yapmak istemiştim. Her normal çocuğun yapmak isteyeceği bir şeydi. O gün yağmur yağacağını ve o ağaçtan düşeceğimi nereden bilebilirdim ki…”
Daha konuşmama devam edecekken, dudaklarıma değen dudaklarla sözlerim yarım kalmıştı.
Öpüşü sertti, aynı ormandaki gibi... O her şeyiyle sertti. İki elini yataktan çekti ve yüzüme koydu. Gözlerim kapandığı anda ise ağırlığı üzerime daha çok çöktü. Nefessiz kalana kadar öpeceğine emindim. Dudaklarından içime akan şey ise özlemdi. Neyin özlemiydi peki bu? Dudakları sanki beni bitirmek ister gibiydi. Beni tüketiyordu.
Ellerim duramadı; iki yanağına ellerimi koydum ve öpüşüne karşılık verdim. Vermemem gerekiyordu, biliyordum. Peki, neden verdim? Bu öpücük olmaktan çıkıyordu. Dudakları giderek derinleşiyordu. Sert ellerini yüzümden çekti ve belime yerleştirdi. Sertçe sıktı. Ne olduğunu anlayamadan ikimizi de ters çevirdi. Dudaklarımız birbirinden ayrılmadı. Nasıl ayrılmadı, anlamış değildim.
O anın şaşkınlığıyla dudaklarımı ayırdım. Çünkü şimdi o alttaydı ve ben üzerindeydim. Dudaklarımın şiştiğine emindim; çünkü biraz yanıyordu. Kan’ın bakışları ise dudaklarımdaydı. Sanki onu yarım bırakmışım gibi bakıyordu. İki eliyle belimi sıktı ve beni kendisine bastırdı. Gözlerim şaşkınlıkla açıldı. Çünkü neyin üzerinde oturduğumu biliyordum ve bu kadar sertleştiğinden haberim yoktu.
Pantolonundan bana batan şeyin başka bir şey olduğunu düşünmek istiyordum. Bakışlarımı gözlerinden çektim ve pantolonunun alt kısmına kaydırdım. Gördüğüm görüntüyle bakışlarımı hemen geri çektim. Gözlerine bakamıyordum, sadece kalın kazağına bakabiliyordum. Eli çenemden sertçe tuttu ve gözlerine bakmamı sağladı.
“Seni her gördüğümde böyle hissediyorum. Sadece sen, Mera, sadece sen.” Derin bir nefes aldı.
“Her zaman ilk ve sondun.”
Çenemi biraz daha sıktı. Gözbebeklerim büyüdü.
“Beni anlaman için benim gibi hissetmen gerek, Mera. Söyle bana, benim gibi mi hissediyorsun?”
Kafamı hızlıca salladım. Sert yüz ifadesi yumuşadı. Çenemi tuttu, yüzüne yaklaştırdı ve tekrar öptü. Bu sefer öpücüğünü derinleştirmedi; yumuşakça, tek tek öptü.
Belimi hareket ettirdim çünkü içimde uçan kelebekleri hissediyordum. Bu hareketimle inledi.
“Eğer bir kere daha bu hareketi yaparsan duramam, Mera.”
Dudaklarından çekildim.
“Durmanı isteyen kim peki?” Yüzümde sinsi bir gülümseme belirdi. Ellerimi saçlarına çıkardım ve okşadım. Dudaklarımı yeni çıkan sakallarına doğru ilerlettim, yavaşça sürttüm. Yeni çıkan sakalları birer bıçak gibi batıyordu.
Ellerim saçlarından uzaklaştı, yeni çıkan sakallarına doğru ilerledi. Dokundum şehvetle yüzüne. Hiç çıkarmadığı maskesini benim yanımda çıkarıyordu. Kaşlarına dokundum, parmak ucumla. Kaşlarından ilerledim ve gözlerine dokundum. Gözleri kapandı. Uzun kirpikleri iki kez titredi.
Parmaklarım yavaşça ilerledi düzgün burnundan, dudaklarını bulana kadar. Yumuşak ve kalın dudaklarına dokundum. Parmaklarım uzun süre dudaklarında durdu. Yüzünün her detayını ezberlemek istiyordum. Hiçbir ayrıntısını unutamazdım. Unutmamam gerekiyordu.
Gözleri yavaşça geri açıldı ve gözlerimi buldu. Daha fazla duramadı; beni kendisine çekti ve tekrar öpmeye başladı. Bir an beynim durdu ve kafamda bir ânı canlandı.
Kafasına silahla sıktığım bir kadın canlandı gözümde. Kadının kanı, yanındaki siyah maskeli adamın maskesine sıçramıştı. Bu görüntü üşüştü kafama. Kendimi geri çektim ve biraz ayağa kalktım. Hâlâ kucağında oturuyordum.
“Şimdi değil, şu an olamaz. Biz, biz…” Sustum ve kendimi yanına doğru attım.
Konuşmadım ve sadece sustum. İkimiz de tavana bakıyorduk. Dayanamadım, yana döndüm; yüzünü daha net görebilmek için. Devamını getiremediğim sözlerim boğazımda düğümlendi. Biz iki düşmandık. Ben, onun yuvasına bir yılan gibi sızmıştım. Orayı yıkmak istemiş, en çok da onu yıkmak istemiştim.
Dayanamadım ve kafamı göğüs kafesine koydum. Kalbinin her atışını dinledim. İkimiz de sustuk; biliyorduk eğer konuşursak neler olacağını. O beni istiyordu, ben ise özgürlük... Özgürlüğün ne olduğunu bilmeyen benliğim, özgürlüğü ölümü ister gibi istiyordu. Sadece kendim için değil, ülkem için de özgürlüğü istiyordum.
Bu özgürlüğü bana verecek kişi ise, şimdi kalbinin her atışını dinlediğim adamdı. Eğer onu silahla ikna edemiyorsam, zaafını kullanırdım. Zaafı ise bendim, kalbimdi. Ona bunu verecektim. Ona istediği her şeyi verecektim. Ve günün sonunda ise verdiğim her şeyi ondan geri almasını bilecektim.
Elimi diğer tarafına attım ve sarıldım. Uzun kazağım yukarıya doğru çıkmıştı; umursamadım. Bacağımı bacaklarına attım. Eliyle çıplak bacağımı okşadı ve beni daha çok kendisine çekti. Hâlâ tavana bakıyordu. Kafamı kaldırdım ve çenesine baktım. Bir öpücük kondurdum, bir özür niyetine. Tavandan bakışlarını çekti, kafasını biraz bana eğdi. Gözlerim, bakışlarıyla parladı. O ân gözlerinde hiçbir şey görmedim, belki de orada bir şeyler kalıyordu. Bunu zamanla anlayacaktım.
İntizar olmuş zaman, bize her şeyi gösterecekti. Ya ben mahî olacaktım ya da o mahî olacaktı. Biz ikimiz birbirimize sadece yıkım getirecektik.
Mera bunları düşünürken, Kan’ın tek düşündüğü ise zamanın Mera’sını ona cüda etmesiydi. Bu yaşadığı anlar ise onun için bir lahzaydı.
Karanlığa süzülen bir yılan, ona süzülmesine izin veren bir karanlık… Yılan karanlığa dolanmaya başladığında ses çıkarmayan karanlık… Bu ses çıkarmamayı zaaf sanan küçük, beyaz bir yılan…
Karanlık, küçük beyaz yılanı yutardı; bunu biliyordu. Sadece kendisine biraz daha dolanmasını istiyordu. O zaman onu karanlığına mahkûm edeceğine emindi.
Karanlık her zaman, her yerde seni yutardı… Sen onu yeneceğini sandığın her anda, o seni çoktan sarmış olurdu ve karanlığa mahkûm kalırdın.
Karanlık her zaman seni bulur. Sakın kaçma...
❦
Sevgili Mara, okuyucularım. Bu bölümü buraya kadar okumuşsanız burayı da okursunuz. Maalesef okulum açıldı staja başladım, yetmedi sınavlar geldi bu bölümü yayınlayamadım gönlüm isterdi size uzun bir bölüm atmak ama imkansız gibi çünkü bu bölüm kelime sayısında iki bölüm daha yazdım onları da atmayı düşünüyorum ama bu hafta değil.
Hâlâ bu kitabı okuyorsanız çok ama çok teşekkür ediyorum. Çünkü ben bile kendi kitabımı unutma derecesine gelmiştim ama onlar bana kendilerini unutturmadılar bu mektup olayı hiçbir zaman yazılmayacaktı. Bu sahneyi rüyamda gördüğüm için yazıldı. Bu bölümü rüyam için yazdım, Kan ve Mina için yazdım.
Yeniden çok fazla geç gelen bu bölüm için özürlerimi sunarım.
Sevgilerle...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 2.16k Okunma |
194 Oy |
0 Takip |
31 Bölümlü Kitap |