Günlerden Salı. Sonbahar ayının hüzün kokan gününde, sürgün yediğimiz yere acı ve yorgunlukla ilerliyoruz. Ayaklarımın altı yakıcı bir acıyla sızlıyordu. Adımlarım sanki mahşeri andırır gibi her adımında beni düşürüyordu. Kalbim yorgunluğun son deminde yaşamayı göz ardı etmişti. Yorgundum, bu yorgunluğum bedenime verilmiş cezadan değil yapamadıklarıma mağlubiyeti yüklememdendi. Ölümle kalım arasında savaşıyor, yaşamayı bir zorunluluk bilerek taşıyordum onca yükte. Mecburdum, çünkü beni karşılayan imtihanda kendi savaşımı veriyordum.
Sonbaharın en nadide hüznünü yaşarken yola yapayalnız yürüyordum. Koskoca ay mevsim geçişi yapmıştı yüreğimde. Beni nasıl bir yol bekliyordu bilmiyordum, en önemlisi de bu işin sonu neye bağlanacaktı merak ediyordum. Kendimi hiç ummadığım yerde bulurken bunları yaşayacağımı bile tahmin etmemiştim.
Dört ay geçmişti o günün ardından, ben ise bu dört ayda ölü gibiydim. Orada ölmemiştim belki, ölüm bu kadar yakınken yaşayarak cezalandırılmıştım. O gün, bir yıkım bin ölüme meydan okumuştu.
Gazabın en şiddetlisi zalimlerin zulmünde eriyip gitmemizdi. İstedikleri Müslümanların yok olması, dünyaya kendi saltanatlarını yerleştirmeleriydi. Bunu başaramayacaklar, kurdukları planda yok olacaklardı. Şu an ise zalimlerin elinde onların işlerine alet oluyorduk. Patlama günü yüzlerce insan esir alınmıştı, bunlardan biri de bendim. Bile bile içlerinden sadece ben alınmıştım, tanımadığım insanların arasına girmem onların gözünde konumumu değiştirmiyordu. Beni bununla cezalandırmaktı amaçları. Geride kalan ise öldü bildiğim sevdiğim adam ve sevdiklerimdi. Şehir ise bir zalimliğin yurdu olmuştu. Birçok yaralı, birçok ölü olduğunu, çatışmanın da devam ettiğini biliyordum.
Gözlerimi açtığımda ıssız izbe bir yerdeydim. Ortalık alabildiğince karanlıktı. Etrafı inceledim, tanımadığım yer oldukça ürkütücü gözüktü gözüme. Kendimi toparlamaya çalışsam da pek başarılı olduğum söylenemezdi. Zihnimdeki karmaşa, gözlerime inen perdenin sorumlusuydu. Düşüncelerimin verdiği hezimette dolan gözlerimin yanaklarıma bahşettiği gözyaşımı engelleyemiyordum. Can çekişiyordum, bedenim ise bu ıstırapta kendi kabuğuna çekiliyordu. Kendimi toparlama adına hamlede bulundum. Hamlem çok başarılı olmasa da yeniden ayağa kalkmayı denedim. Titreyen bedenim beni ele veriyordu. Başımın dönmesini umursamadan ayağa kalktığımda bacaklarım beni tutmuyordu. Duvardan tutunarak etrafa baktım. Bakışlarım rahatsız edici sese yöneldi. Kapının gıcırdaması ve ardından içeriye giren kişiler merakımı gidermeye yetti. İçeriye iri yarı iki adam ardından ise Selçuk Bey’in iri heybeti girdi. Gördüğüm manzara boğazımdan ağzıma gelen metalik tatla mide bulantımı dürtükledi. Bakışlarındaki ifadenin etkisiydi bu. Geri geri adımladım, buradan kurtulmak istiyordum. Ait olmadığım yerin inindeydim. Bir felakete sürüklenmiştim. Kendimi hiç olmadığım kadar savunmasız hissediyordum. Selçuk Bey, bana bakıp, “Kaçman bir şey değiştirmeyecek,” dedi. Sesindeki ciddiyet ayaklarımın birbirine dolanmasına neden oluyordu. Midemi bulandıran siluetine kaşlarımı çatarak baktım. Taşlaşmış kalbi gün geçtikçe zulmünü ortaya koyuyordu. Buna engel olamadıkça, bizim burada oluşumuz çok da şaşırılacak durum değildi, fakat ben, buraya düşmüşsem olayın gerçekliği gün yüzündeydi. Planlarının ilk adımını atmışlardı fakat diğer adımlarını nereye atacaklardı bilmiyordum.
Hayır, ağlamayacaktım. Yüreğimdeki feryat dolup taşmıştı. Neler oluyordu, neden buradaydım? Zihnim sorularla sıralandı. Cevabını bilsem de bilmediklerim beni arkada bırakıyordu. Selçuk Bey, elindeki tableti bana uzattığında titreyen elimle tableti aldım. Ekrana usulca baktığımda gördüklerimden ötürü görmediklerimi şu an idrak etmeye çalışıyordum. Dengemi sağlamak için duvardan tekrar destek aldım. Boğazımdan aşağı acı bir his yayıldı. Ölümü tattı kalbim, yaşamak hiç bu kadar ıstırap vermedi. Gördüklerimi, görmek istediklerimle avutmak istedim, benim bu görüntüyü izlemem kalbimdekileri yalanlayamazdı.
Dudaklarımı birbirine bastırıp görüntüyü tekrar izledim. Büyük bir enkaz vardı ve o enkazda sevdiğim adam vardı. Belki ölmüştü belki de ölümle savaşıyordu. Yaralı ise oldukça çoktu ve kıyamete dönen yer tanınmaz bir hâl almıştı. Gözlerim acıyla dolduğunda Selçuk Bey, gülüşünü çoğalttı. İnsanlıktan nasibini almamış sıfatına tükürmek istedim. Tabletteki görüntünün tek müsebbibi kendileriyken bu olanlardan zevk alması kadar alçaltıcı duruma düşebiliyordu. Zaten hep öyle değil miydi? Kendini koyduğu yerde karakteriyle alaşağı olmaktan öteye gidemiyordu. O kendi hedefine odaklanmışken, hedefindeki sonu görememesi gülünç vericiydi. Şu an zafer sandığını mağlup olarak ödeyeceğini bilmiyordu.
“Bizim başlangıcımızın neler yaşatacağını görmüş oldun.” Arsızca söylendi. Kaşlarımı çatarak bakıp, “Ölümse bizim sonumuz, sizin başlangıcınızda son bulmayı yeğlerim,” dedim. Sesim öfke doluydu, hınç dolu kelimelerimi bir bir söyledim. Ona bakarken gördüğüm tek şey zavallı oluşuydu. Selçuk Bey, tableti elimden hızla çekip, “Son bu kadar kolay olmayacak Ayza,” dedi. Yüzüme tokat gibi çarpan imalara bir cevap vermedim. Selçuk Bey, arkasını döndüğünde, “Sencer?” diye sorgularcasına bağırdım. Çatallaşan sesimdeki o tını cevap bekler gibiydi. Gülerek bana döndü. Yüzünde eğreti duran gülüşü tiksinmeme neden oluyordu. Elindeki tableti diğer adama verip, “O başlangıcın tanığı olamayacak kadar şanssız,” dedi. Kaşlarımı çattığımda dudağını büzüp, “Sana güzel haberi vermek istemezdim, madem öldü gerek yok diye düşündüm,” diyerek kahkaha attı. Vücuduma yayılan ağrı ile yanına yaklaştım. Diğer adamlar kolumdan tutunca Selçuk Bey’e, “Ben de sizi öldüreceğim,” dedim. Hınç dolu sesim sadece bana zarar veriyordu. Selçuk Bey, umursamazca arkasını dönüp çıktı. Diğer adamlar peşinden çıkarak kapıyı tekrar kilitledi. Olduğum yere sığamıyordum. Bağırıyor, buradan çıkmak için bütün çabamı kapıyı yumruklamakla gösteriyordum. Yanağıma doğru süzülen yakıcı ıslaklıkla hıçkırıklarım büyük bir inilti gibi dudaklarımdan firar edip gitti. Çıldırmak üzereydim, bana sevdiğim adamın ölüm haberini getirirken onlara aslan kesilmemin bir hiçlikten ibaret olduğunu görmemdi canımı yakan. El sürdükleri yer yakılıp yıkılıyordu.
Ölemezdi değil mi? Yapamazdı, gidemezdi benden. İnanmayacaktım dediklerine, o yaşıyordu biliyordum. O yaşamalıydı, mecburdu. Beni bırakmayacağına söz veren adam benden gidemezdi. Son sözlerine bu acıyı sığdırmayacaktı. O ölse bile hissederdim. Sızlardı kalbim, acırdı, hissederdi eksikliğini. Daha yapacak çok işimiz vardı. Vatanı kurtarmalıydık, ülkemizi bu insanlara bırakamazdık. Bunu Sencersiz yapamayacağımı çok iyi anlamıştım. Benim gücüm bu insanlara yetmezdi.
Kendimi toparlayıp ayağa kalktım. Kokmuş, izbe yeri bir müddet inceledim. Bir kaçış yeri elbette bulunurdu. Etrafa bakındım. İçeriyi aydınlatan tek yer yukarıdaki küçük pencereydi, o da fazla büyük sayılmazdı zaten. Bütün umudum yerle bir oldu. Olacakları beklemekten başka çarem yok gibiydi. Beni buraya getirmişlerse onlar gibi ben de boş dönmeyecektim. Üzerimi silkip su arayışına başladım. Hemen köşede küçük bir musluk gözüme çarptı. Hemen musluğun yanına ulaşarak başörtümü çıkarttıktan sonra abdest aldım. Ellerimdeki barutun isi ve tozu suyla beraber akıp gitti. Fakat kalbimdeki o acıyı dindirebileceğim yeri sadece gideceğim yerde biliyordum. Kıbleyi her zamanki bilgilerimle bulmaya çalışsam da imkânsızdı ama mecburen bir kıble bulup tahmin ettiğim vakte niyetlendim. İçimde alev almış acıyı bir nebze olsun bir kenara atabildim. Namaz kılarken ağlayışım gözyaşlarımla beraber dua olup dökülüyordu dudaklarımdan. Sığındığım yerden başka gidecek yerim yoktu zaten. O yer, beni ayakta tutan tek yerdi.
“Allah’ım yardım et, zalimlere fırsat verme.” Duam sessiz bir haykırışa dönüştüğünde içli içli ağladım. Dayanılmaz bir acı içinde çırpınıyordum. Bağırsam yer gök inleyebilirdi ama ben, sustum. Secdeye kapanarak, sessizce ağlayışlarımın arasına kalbimle ettiğim dualar karıştı. Dua iyi ki vardı, dua bir nimetti. Allah bir kapı aralamıştı bizim için, ondan yana hiçbir şüphemin olmadığı kadar Sencer’in ölmediğinden de emindim. En azından böyle olmasını istiyordum.
Buraya geleli birkaç gün olmuştu, ben hâlâ aynı yerde hükmümü bekliyordum. Kapı büyük bir gıcırdama sesi ile tekrar açıldı. İçeriye iri yarı bir adam girip koluma hızla yapıştı. Peşi sıra sürükleniyor, soru sormama fırsat vermiyordu. En son kendimi kalabalığın içinde buldum. Çoğu benim gibi esir alınmış insanlardı. Hiçbirini tanımıyordum ama görünüşleri fazlasıyla kendilerini belli ediyordu. Bu görüntüde Arsen Hisar’ın sessizliği vardı. O sessizlikte insanların boyun eğişi vardı.
“Yürü,” dedi omzumdan iten iri cüsseli adam. Ondan bir iki adım uzaklaşıp yürümeye devam ettim. Karşı çıkacak hâlim yoktu. Yaşamım ölümden farklı değildi. Büyük sığınağa girdiğimde yüreğime düşen sızıyı yok etmeye çalıştım. Uzun koridoru geçtiğimizde önümüzde duran büyük kapı tekrar açıldı. İçeriye girdim. Karşımda büyük bir heyet toplanmış, bana bakıyordu. Arkamdaki adamın zoruyla boş sandalyeye oturtuldum. Bütün gözlerin üzerimde olması hayli rahatsız ediciydi. Omzumda hissettiğim eli hızla itekledim.
Karşımda Selçuk Alphan, Dağhan Erkuran, Hamit Güneysu ve bilmediğim birkaç adam vardı. Hepsi bana bakıyor, benden bir tepki bekliyorlardı. Bakışlarında bir günahın vebalini sezdim, o günahta ise kendimi sakındırdığım kadar sakındırmak istedim. Ben o vebalin altına giremezdim. Bakışlarımı hızla çektim.
“Bize mi çalışacaksın yoksa ömür boyu bu eziyeti mi çekeceksin?” Konuşan Dağhan Erkuran’dı. Kaşlarımı çatarak yüzüne baktım. Ellerimi birbiriyle buluşturup sıktım. Onu tutulduğu yerden kaçırmışlardı. O günkü planlarının başında bu geliyordu zaten. O kurtulmuş, yeniden ayak bastığı yerler esarete düşmüştü. Ürperticiydi, sanki bütün olanların tek nedeniydi bugün burada oluşum. Kasılmış bedenimi serbest bırakarak onların günahlarına meydan okurcasına dik durdum. Onların önünde baş eğersem kimliğimi, varlığımı ve geçmişimi yok sayardım. Geçmişimle davamı sürdürmek zorundaydım.
“Ömür boyu eziyet çekmek daha cazip geliyor.” Alayvari bir gülümseme takınıp, “Yazık!” dedim. “Bütün planlarınız mahvoldu değil mi!” Dağhan Bey, oturduğu yerden kalkıp başucuma geldi. Tepeden bana bakarken bakışlarında küçümser bir ifade vardı. Onu ciddiye almadığımı gösterir gibi güldüm. Hiç hoşlanmamıştı bu tavrımdan, bu da benim işime geliyordu. Onu kızdırmak işimi kolaylaştırıyordu.
“Planlarımızın mahvolduğunu da nereden çıkardın?” Ayağa kalkıp karşısında durdum. Ona yenilmeyecektim. Belki kaybedilmiş bir savaş vardı ortada lakin kendi davamı bir başıma da olsam savunacaktım. Onlara boyun eğmeyecektim, eğilen boynuma cellat olabilecek kadar kendime yeterdim. Gerekirse onlara de cellat olabilirdim. Gücü veren Allah’tı, gören O’yken verende O’ydu. Bir gün zalimlerin karşılığını verecekti, bunda hiç şüphem yoktu.
“Karşımda olmanızdan dolayı…” Tek kaşını hayretle yukarı kaldırdı. Odanın içinde dolanmaya başladığında sinirini göstermek istemediği ortadaydı, onu anlıyordum artık. Bana bakmayı bırakıp diğer adama döndü. Gergin hareketleri gözümden kaçmadı. Bir şeyleri başarıyor oluşumdan ötürü dudaklarım kıvrıldı, tıpkı yüzünde gördüğüm hezimet gibi...
“Karşı sığınaktaki odaya götür.” Dediklerindeki emir kızdığı noktanın en büyük başlangıcıydı. Götürüleceğim yerde ne vardı bilmiyorum ama orası beni zerre korkutmadı. Adam Dağhan Bey’in dediğini yapıp beni çekiştirdi. “Bırak!” dedim kolumu elinden çekmek ister gibi. Bırakmak yerine daha çok sıktı. Pis ellerini bedenimde hissetmemek için çırpınışlarım boşunaydı. Sığınaktan çıkıp diğer sığınağa girdik. İçeriden gelen sesler bedenimi titretti. Adama bakıp, “Nereye götürüyorsun beni?” dedim. Adam soruma cevap vermek yerine beni ardı sıra çekiştiriyordu. Geldiğimiz yerle beraber çok beklemeden önümüzdeki büyük kapı gürültüyle açıldı. İçeriye baktığımda kalabalık bir toplumu fark ettim. Adam beni sertçe içeriye itekledi. İleriden bir adam gelip, “Bu mu?” diye sordu yanımdaki adama. Adam başını sallayıp yanımızdan ayrıldı. İtilen kakılan bir meselede büyük rolün arkasına saklıyorlardı beni ve ben o rolde keskin bir nişancının hedefine yönelmesi gibi bir tehlikeyi yanı başında getiriyordum. Hedefim sabitti o hedef ise hep bir şekilde gözden kaçıyordu.
“Hadi geç.” Adamdan bir iki adım uzaklaşınca susmadım.
“Ne yaptıracaksınız bana bilmiyorum ama yapmayacağım.” Bağırdım. Onlara karşı isyanım belki zarar veriyordu ama bir kere boyun eğersem bu benim için daha büyük sorun olurdu. Adam öfkeyle bana bakıp, “Yapmazsan neler olacağını sana anlatsınlar istersen,” diyerek sertçe söylendi. Tehditleri umurumda değildi. Omuzlarımı dikleştirip adama sertçe baktım.
“İsterseniz öldürün ama dediklerinizi yapmayacağım.” Adam kolumu sıkıp, “Bana bak, senin gibi kaç kişiyle uğraştım biliyor musun? Sıktırtma kafana şimdi,” diyerek belindeki silahı gösterdi. Güldüm, belindeki silahı hızla kapacakken bileğimden tutup ters çevirdi. Küçük bir inleme kaçsa da dudaklarımdan adama fırsat vermeyecektim. Çırpınıp, “Uğraşabilirsen uğraş,” dedim. Boş tehditlerine en fazla gülebiliyordum. Adamın tersine gitmeyi başarıyordum. Adam ise benim sözlerimle hayli öfkeleniyordu, bu da benim hoşuma gidiyordu. Beni yaşatmaya mecburdular, ben onların garantisiydim.
“Bana bak, beni çileden çıkarma. Geç şuraya.” Bileğimi elinden çekip etrafa baktım. Adam önüme yığınla dosya bıraktı. Bu oda da ben dâhil beş kişi vardı. Koluma dokunan elle irkildim. Yanı başımda beliren kadın yorgun bir yüz ifadesi ile gülümsedi. Yüzünde birkaç günlük hırpalanmanın izi vardı. Neler oluyordu, ne işlere girişmiştik biz böyle? Daha ne kadar uzun sürecekti bu süreç? Acımla beraber ölüm kalım savaşı veriyordum. Amaçları beni diri tutmalarıydı, amaçları beni öldürmekten beter hâle sokmalarıydı. Ben de ölmekten ziyade, ölümü onlara tattıracak bir düşünce vardı. Yaşama amacıma davam ve Sencer’i sığdırmıştım. Şimdi Sencer’den uzakken tek bir amacım kalmıştı; bu davadaki şahsiyetler... Hepsinin amacı ise ben ve bana verilmiş mertebeydi. Tek gaye ise İslam’dı. Onlar İslam’ı yok etmek istiyorlardı, buna izin vermeyecek bir Rab olduğunu unutuyorlardı. Ne kadar çabalasalar da İslam’ı kimsenin yok edemeyeceğini bilmezden geliyorlardı.
“Hadi kızım, yapmazsan daha kötü şeyler yaparlar sana.” Önümde duran yığınla evrak bana acı acı göz kırpıyordu. Dosyaları incelemeye koyuldum, çoğu yabancı dilde yazılmıştı ve bilmediğim bir yabancı dildi. Kaşlarım hiç düzelmemişti bugün. Bu dosyalarla ne yapacaklarını daha çok merak ettim. Ben ne kadar merak etsem de incelememe izin vermiyorlardı.
“Oyalanma da çalış.” Yanımdan uzaklaştığında dosyayı kapatıp yerine koydum. Hiçbirini imzalamayacaktım. Adam bu durumu görünce ona dönüp, “İmzalamayacağım bunları,” diyerek karşı çıktım. Adam bu sefer daha fazla sinirlendi. Diğer adama başı ile işaret verdiğinde yanıma gelip beni itekledi. Odadan çıkıp tekrar kapalı bir hücreye sokuldum. Korkum yoktu fakat tedirgindim. Ne yapacaklarını, neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Biraz sonra elinde kocaman bir kutu ile bir adam geldi. Elindeki kutuyu bana uzatıp, “Bunları dediğimiz yere götüreceksin,” dedi. Ne yani yaptığımın cezası bu mu olacaktı? O işten daha tehlikeli bir işe giriştiğimi düşünüyordum.
“Siz beni anlamıyorsunuz sanırım.” Adam bana telefonu uzattığında yine bir video ile karşılaştım. Burası bizim evdi yani annemlerin evi.
“Biraz önceki hadsizliğini görmezden geliyorum, tekrar tekrar sinirlenirsem neler olacağını bizzat gözlerinle şahit olacaksın.” Adama bakıp, “Yapamazsınız,” dedim. Adam bu sefer eliyle işaret ettiğinde bir süre sonra video değişti. Bu sefer videoda Kadir’i gördüm. Nefessiz kaldım. Kadir okuldan çıkıp ilerlerken adam Kadir’e elindeki bıçağı saplayıp kaçtı. Kadir olduğu yere düşerken gözlerimi hızla kapattım. Bunların bir kâbustan ibaret olmasını istiyordum. Alçakçaydı tehditleri. Bir insana tehditten başka bir gösteri sunamıyorlardı. O kadar acizlerdi ki, gücü bunlardan ibaret sayıyorlardı.
“Bu vahşette hiç mi vicdanınız sızlamıyor?” Adam alayvari bir gülümseme ile, “Vicdanımız size kalsaydı şimdi bu durumda olur muyduk?” dedi. “Ya şimdi bu kutuyu dediğimiz yere götürürsün ya da bir saat içinde yakınlarından hiçbiri kalmaz.” Ters ters baktım adama, sırıttığında çürüyen dişleri ortaya çıktı. O an aklıma şu söz geldi:
İnsanın fıtratı inançsızsa, yüzündeki nur kaybolup gidiyordu.
Tıpkı karşımdaki adamın çirkin yüzü gibi... Allah’ın yarattığı sönüp gitmişti inançsızlığında.
Adamın elinden telefonu alıp yere çarptım. Telefon paramparça olurken adamın öfkesi kızaran yüzünden belliydi. Kolumu sıkıp, “Ne yaptın lan sen?” deyince elinden kurtulmak için çırpındım. Adam kolumu bırakıp kutuyu elime sıkıştırdı. Zalimlikleri canımı oldukça sıkmaya başlıyordu. Yavaş yavaş odadan çıktığımda kapının önünde büyük bir araba karşıladı beni. Siyah renk olan Audi A3 bütün ihtişamı ile karşımdaydı. Camları film ile kaplanan aracın içi gözükmediği gibi içinden çıkan takım elbiseli adam kapımı açıp beni sertçe oturttu. Yanımda iki adam, önde de bir adam oturuyordu. Kucağımda duran pakete bakakaldım. İçinde ne vardı bilmiyordum ama can sıkacak bir şey olduğu ortadaydı. Beni aracı yapmışlardı, bunu yaşadıkça pes edeceğimi düşünmeleri gülünçtü. Onları yanıltarak en büyük oyunu ben oynayacaktım.
Uzun mesafeden sonra büyük bir villa tarzı evin önüne geldik. Şehir merkezinden oldukça uzaktı ve normal olmayan bir yapının içerisinde oluşumuz adımlarımı kısıtlıyordu. Adam omzumdan iterek ilerlememi ikaz etti. Zincirlenmiş irademi özgürlüğünden mahrum bırakmışlardı, ne diyorlarsa onu yapmaya mecburdum. Yoksa onlarca insan benim yüzümden ölecekti, ki bu yaptıklarımda ölümü önümüze süren bir adım değil miydi? Ziyandaydık ve bu ziyan bizi yok edecek kadar büyüktü. Ben bu oyunu bozacaktım, bozmak mecburiyetindeydim.
Evin bahçesine girdiğimizde büyük çelik kapı biz daha yaklaşmadan açıldı. Kocaman holü görmemle buradan kaçıp gitmek istedim, yapamadım. Zoraki şekilde içeriye girip gösterdikleri yere doğru yürüdüm. Bedenim burada ruhum ölümün perçinlenmiş hâlindeydi. Tamamlanmaya mahkûm, yitip gitmekten acizdi.
Araf’taydım, bir yanım yücelmeye bir yanım alçalmaya eğimliydi.
Odanın ortasında kalakaldım. Birkaç dakika sonra odaya bir adam girdi. Kırklı yaşlarda olan adam beni görmeyi beklemiyormuş gibi şaşkınlığını gün yüzüne çıkardı. Giyimimden dolayı ya da benim kim olduğumu bildiği için şaşırdığına emindim. Başka türlüsünü düşünemezdim.
Adamı kısa süre incelediğimde yaşının vermiş olduğu toylukta oldukça dinçti. Beyaz saçları yok denecek kadar az, vücudu fitti. 1.90 gibi bir boyu vardı tahmini. Yüzünde eğreti duran küçük bir yara, yarayı gölgeleyen kirli sakalı vardı.
“Bu kutuda ne var bilmiyorum lakin o kutuda ne varsa bir gün sonunuz olur umarım.” Adam, duydukları karşısında hiçbir tepki vermedi. Sinirlenir zannettim, aksine oldukça sakindi. Yanıma yaklaşıp kutuyu elimden aldı. Güldü, bu gülüş tepeden bir bakıştı.
“Babana ne kadar benziyorsun. Onun gibi asi, onun gibi başın dik. Ama şunu bil, baban gibi yok olmaya mahkûm olan sensin ve senin gibiler.”
“Kimsin?” dedim sert bir dille. Adamın dudağı hafiften kıvrılıp, “Babanın en büyük düşmanlarından biri,” dedi. Kaşlarım çatıldı, kısa bir düşünüşten sonra gözlerim kocaman açıldı. Bu Aziz Başer’den başkası değildi. Onu görmeyi beklemiyordum, onun yaşadığını dahi bilmiyordum. Ya sanrıydı gördüklerim ya da ben, büyük oyunun içerisindeydim.
“Sen ölmüştün.” Adam gülüşünü bir an yüzünden eksiltmeyip, “Zekisin ama ölümün kolay olmadığını sen daha iyi bilirsin diye düşünüyorum Ayza Giray,” dediğinde daha bilmediğim neler çıkacaktı karşıma anlamıyordum. Zamanında babama kumpas kuranlardan biride Aziz Başer’di. Babam onun ölümüyle de hüküm giymişti. Şimdi bu ölüm oyun olarak karşıma çıkmıştı. Sadece saklananların daha fazlası olabileceği aklımdan uçup gitmişti. Yine gerçekle yüzleşmem beni başka bir yöne itekledi. Onlarda bunu istemişti, beni Aziz Başer’le yüzleştirip güçlerini göstermekti amaçları. Bu zamana kadar onu nasıl saklamışlardı bilmiyorum ama Aziz Başer’de en az Selçuk Alphan kadar tehlikeli ve sinsiydi.
‘Allah’ım’ diye fısıldadım. Artık takatim kalmamıştı. Kaldıramadığım bir yükün altında eziliyordum.
İnşirahın her bir harfi düştü dilime, kalbim ferahlasın istedim. Allah vardı, o varken derdim ancak sükûtum olurdu. Ben bir kuldum, isyan yakışmazdı dilime, yakıştıramazdım… Kalbimin gücüne giderdi. Allah’ın bize bahşetmiş olduğu sınavda tevekkül etmek düşerdi.
Ne diyordu Allah-u Teâla Teğabün suresinin 16. Ayetinde:
O halde gücünüz yettiğince Allah’a isyandan kaçının. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Nefsimin cimriliğinden Allah’a sığındım. O bize en doğru zamanı en doğru şekilde verecekti. Zaman gerekiyordu, zamana yenilen değil zamana güçlü bir adım atanlardan olacaktım. Sınavım çetinse tevekkülüm kuvvetli olmalıydı. Amacımızın ne olduğunu unutmayacaktım.
Elimdeki kovaları bir kenara bırakıp zemine çöktüm. Berbat haldeydim, yorgun ve açtım. Tutsak edildiğimizin ikinci haftasındaydık. Ayak işlerinde kullanılıyor, gerekli işlerde hunharca çalıştırılıyordum. Hatta ağır işleri üzerime yükledikçe yüklüyorlar pes etmem için ellerinden geleni yapıyorlardı. Çok az uyuyordum, belki iki belki de üç… İki öğün yemek verseler de hiçbiri yenecek vaziyette değildi. Şimdi ise kurulacak olan kurulun yapılacağı yerin hazırlığını yapıyordum. Onlarca dosyaların en büyük imzagahı bendim. Kösemlik vasfımı benden bu zaman kadar almışlardı ama artık onlarda biliyordu yolun sonuna geldiklerini. Buna engel olunuyordu ve bütün gözlerin benden uzak kalmasını sağlıyordum. Bu işle bizzat Dağhan Bey ilgileniyordu. Susuyordum, susmak zorundaydım.
“Sencer,” dedim fısıltı ile, “Neredesin? Öldü dediler, inanmam ki.” Bunca derdin içinde en büyük acım oydu, diğerlerini umursamıyordum bile. Hâlâ umudum varken canımın acımasına engel olamıyordum.
Dilimin ucuna değen kelimeler kalbime ince bir sızı yayıyordu. Onu fazlasıyla merak ediyordum; ne olmuştu, neredeydi? Benim burada olduğumu biliyor muydu? Bilse beni buradan kurtarırdı.
Gözümden bir damla yaş süzülüp gitti zihnimdeki firaka. Ebediyen sürecek olan bir acıyı gözyaşımla yeşertebilirdim ancak. Gönlümdeki serzeniş, dilimdeki susuştu benim acım ve Sencer’siz bir ah çıkar usul usul gönlümün dilinden. O yoktu, kalbim bir terk edilmiş mezarlıktı.
Başımı karnıma doğru çektiğim bacaklarıma yasladım. Allah’a karşı gelmek değildi bu ağlayışım, acımdandı belki de. Ben hiç bu kadar aciz kalmamıştım. Bu yüzdendi taşıyamadığım birçok yük…
Başımı duvara yaslayıp nemli gözlerimi usulca kapattım. Uykularımın düzensizleştiği şu zaman diliminde uyuyarak unutmak istiyor, gözlerimi açtığımda her şeyin bir düzene girmesini istiyordum. Acılar bitsin, gün yeniden doğsun istiyordum. Biliyordum ki gergin uykulardan kör gecelerden bir sabah gelecek kardan aydınlık… Ve ben, o aydınlığın sahibine dua etmekten başka bir şey yapamıyordum. Esaret edildiğim yer, bütün gücümü de esir almıştı.
“Öyle işte kızım, oğlumla gelinimi o savaşta kaybettim. Ben de gördüğün üzere buradayım. 55 yaşındayım, yine de halime bakmayıp acımasızlıklarını yapıyorlar.” Kaçamak sohbetlerin birinde yeni tanıştığım Seher Teyze ile dertleştik. Elini sıkıp, “Çok üzüldüm,” deyip onun acısına ortak oldum. Kırışmış elleri elimi bulduğunda, “Ya sen?” dedi. Gülümsemem soldu, kendimi anlatacak bir cesaretim yoktu. Sertçe yutkundum, kelimeler boğazıma dizildi, sözler firak etti mazimde. Acı dolu gözlerle Seher teyzeye baktım. Kırışmış yüzleri acılarını gizleyemiyordu. Halimi anlayacak ki nasırlı elleriyle elimi tuttu. Elinin üstüne elimi koyup gülümsemeye çalıştım lakin başarılı olamıyordum.
“Eşimle gittiğimiz bir görevde alındım ben de, eşim patlamada öldü diyorlar ama inanmak gelmiyor içimden.” Seher teyze yüzüme sıcacık bir dokunuş bırakıp, “Allah’ın kapısı bin bir kızım, umarım ölmemiştir eşin,” dedi. Buna inanmayı o kadar çok istiyordum ki… Umudumu kırmışlardı bir kere. Neyi umut etmişsem elimden almışlardı. Şimdi ise sadece beklemekten ibarettim. Bunlar bir gün bitecekti ve ben umuduma kavuşacaktım.
“Umarım öyledir.” Kısık sesim gözlerimi yaktı. Ağlamayı diledim yine ağlayamadım.
“Ne konuşuyorsunuz siz? Çalışın hadi.” Önüme dönüp evrakların düzenini oluşturdum. Gerekli olan evrakları adam alıp odadan çıktı. Şu an ortamda kimse yoktu. Aklıma gelenle odadan çıktım. Kimse gözükmüyordu şu an. Uzun koridoru aşıp merdivenlerden indim. Bir yandan arkama bakıp gelip gideni gözlüyordum.
Hızlı adımlarla ilerledim. Kimse görmemişti ve şimdiden buradan çıkabilme umudum vardı. Bina oldukça büyük olduğu için yönümü bulmam zordu. Karanlığı engelleyen meşaleler sayesinde yönümü görebiliyordum. En önemlisi de her alt katta meşalelerin artmasıydı. Oysa her odada elektrik olmasıyken buraların böyle ışımasıydı. Çok düşünmeden etrafı inceledim. Diğer amacım ise etrafı ezberlemekti.
Farklı bir yere girdim bu sefer. Burada ışık yoktu ve diğer binadan ayrı gibiydi. Çıkışı bulacağım diye başka yere girmem merakımı artırdı. Sanki bir şeyler beni buraya çekmişti. Bu çok tehlikeliydi. Birden umursamazlık adımlarımı oraya doğru çekti. Bana bir şey yapamazlardı, onların garantisi bendim, bu yüzden cesaretim vardı.
Kenarlar girintili çıkıntılı bir yapıya sahipti ve her girintisinde mumlar vardı. İlerledikçe üst taraflarda meşaleler yanıyordu. Zemin oldukça bozuktu. Her adım atışımda ayağımın altındaki girintiler sessiz olmamda beni zorluyordu. Sessizliğin hüküm sürdüğü ortamda ürpermemek elde değildi. Etrafı ara ara kolaçan ediyordum. Etraf loş bir ışığa yuva yapmışken sessizlik kocaman bir korku mabedi gibiydi. Ürperdiğimde kollarımı birbirine dolandırdım.
Kocaman girişten sonra bir odanın girişinde son buldu yolum. Elim demir kapıdayken, “Dur!” diyen bir sesle kalakaldım. Yakalanmanın verdiği öfke ile gözlerimi sıkıca kapattım. Arkamı döndüğümde tanımadığım bir siluetle göz göze geldim. Otuzlu yaşlarda olan adam hızla yanıma geldi. Elindeki büyükçe anahtarı cebine koyup, “Ne yapıyorsun burada?” dedi üslubunu sertleştirerek. Panikledi birden. Sesi oldukça tedirgin çıktı. Buranın görevlisi olmalıydı. Paniğinin arkasında çok önemli mevzular olmalıydı ki yüz ifadesi bunu ele veriyordu.
“Şey, ben…” Bir şey dememe fırsat vermeden, “Buraya bir daha sakın yaklaşma, olay çıkmadan uzaklaş,” deyip gitmemi ikaz etti. Dediğini yapıp yanından ayrıldım. O odada neler vardı merak ediyordum. Adamı arkamda bıraktım, buradan çıkmam beni ne kadar merakta bıraksa da benim buralardan uzaklaşmam şarttı. Bir ışık huzmesi gözüktü. Oraya doğru ilerledim. Kapıda kimsenin olmaması oldukça ilginçti. İlginç olan ise etrafın sessizliğiydi.
Bahçe kapısından çıkacağım esnada, “Dur!” diye ikazda bulunan adamla elim kapının kulpunda kaldı. Sırtım adama dönükken onları dinlemeyip kapıyı açtım. Bu, benim için büyük şanstı. Şimdi ise ayağıma gelen bu şansı geri tepemezdim.
“Sana dur diyorum.” Kapıdan çıkacağım esnada kolumda hissettiğim yanma ile adımlarım kısıtlandı. Durmadım. Elimle yarama baskı yapıp kapıdan çıkarak koşmaya başladım. Hızımı kontrol etmedim, elimden geldiğince daha fazla hızlandım. Adam peşimdeydi, ateş açarken ıskalamasını sağlıyordum. Çok fazla koşamadan diğer taraftan gelen adam beni tuttu. Kolunda çırpınıp durdum. İri cüsseli adam ise beni sıktıkça sıktı.
“Nereye kaçacağını sanıyordun?”
“Bırakın beni!” Adama tekme atıp elindeki kolumu kurtardım. Koşmam uzun sürmeden yeniden yakalanmam bir oldu. Bu sefer iki adam tarafından tutuluyordum. Benim gücüm onlara yetmiyordu. Kaçabileceğimi ummam zaten büyük aptallıktı.
“Dokunmayın bana.” Adam bana bakıp kızgınlığını bastırmak için yaralı kolumu daha fazla sıktı. Acıyla sızlandım. Fazla uzaklaşamadığımız binaya geri döndük. Etraftaki insanlar bize bakıyordu. Çalışan işçiler aralarında fısıldaşırken etrafı izleyip sertçe yutkundum. Berbat gözüküyordum. Adamlar nihayet kolumu serbest bıraktığında bahçenin ortasına hızla itildim. Dizlerimin üstüne düşmem çok uzun sürmedi. Dağhan Bey’in soğuk bakışları üzerimizdeydi. Tepeden bana bakarken kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmedim. Mimiklerini ne kadar belli etmese de gözlerindeki o öfke alenen ortadaydı, velev ki ben de ondan farklı değildim. Kolumdan tutulup kaldırıldım. Yanımıza gelen Dağhan Bey elindeki maşayı yaktıkları ateşe değdirip kısa bir müddet sonra maşayı ateşten alarak yaralı koluma sürttü. Acıyla inledim. Dağhan Bey ise bundan oldukça zevk alıyordu. Şu an onu öldürmek istedim. Gözlerim kararmadan ötürü istemsizce yanımdaki adamdan destek aldım. Hayır, bağırmayacaktım. Bedenimde harlayan yanma kendime gelmemi zorlaştırdı. Sesimdeki hırıltı boğazımı yakıyordu. Dilime inen sayha kalbimdeki feryada aitti. Koluma değen kızgın maşadan akıtmadım gözyaşımı, bu acıyla mücadele etmemdi ağlama hissimi dürtükleyen. Beni hislerimle yenilgiye uğratıyorlardı. Onlara direnmemi güçleştiriyorlardı.
Yaralı kolumu sıkıp, “Adımların bizim davamızdan başka yöne gitmeyecek Ayza,” dediğinde tuttuğum gözyaşlarım artık acı acı akıp süzüldü yanağıma. Olduğum yer, düştüğüm bu hal kızgınlığıma bir yenisini ekliyordu. İğrendim tekrar karşımdaki adamdan.
“Sizin davanız, benim davam değil. İsterseniz acı çektirin isterseniz öldürün ama size çalışmayacağımı o küçük beyninize sokun.” Canımın acısı yüzünden bağıramadım. Vücudumdaki titreme zaman geçtikçe çoğalıyordu. Dağhan Bey, öfkeyle kolumu bırakıp sert bir tokat attı. Yere düşen bedenimin ardından adamlara seslenip, “Hücreye kapatın.” dedi. Öyle öfkelenmişti ki bu öfkesi sadece kızgın maşadan ibaret kalmayacaktı.
“Korkmuyorum senden, istediğin kadar hücreye kapat.” Bağırdım, yüzüne hiç düşünmeden tükürdüm. Islanan yüzünü silip, “Göreceğiz,” dedi. Adamlar Dağhan Bey’in dediğini yapıp kollarımdan tuttular. Direnecek gücüm yoktu. Acı içinde kıvranıyor, adamın dokunduğu tenimi kesip atmak istiyordum. Sızlandım.
Geçen kapatıldığım hücredeydim yine. Adamlar gittiği anda köşeye çöktüm. Kolumu hızla sıvazlayıp yarama baktığımda omzumdan dirseğime kadar inen boylu boyunca yara ve kurşun izi ile yüzümü buruşturdum. Kurşun omzumdan sıyırmış geçmişti ama yanık izi oldukça derin ve büyüktü. İyi olsa bile izinin kalacağını tahmin edebiliyordum. Yara bedenimi çürütüyordu. Acıdan akan gözyaşlarımı siliverdim. Kolumu tutup hafiften inledim. Gözyaşlarım daha fazla ağlamama neden oldu. Yorgunluk bir yandan acıdan ölüyor gibiydim. Bana bunu reva görmeleri umurumda değildi. Sadece sağ salim ya ölmek ya da kurtulmak istiyordum.
Ey nefsim sus? Şu yara gelip geçici sakın söylenme. Rab her zaman yanımda…
“La tahzen,” dedim kalbime. Sencer olsa o bunu derdi. Aklıma şu kıssa geldi:
Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicreti sırasında Hz. Ebu Bekir ile birlikte müşriklerden gizlendikleri ve üç gün süreyle kaldıkları Sevr mağarası.
Sevr dağı, Mekke'nin güney tarafında ve 5 km. uzaklıktadır. Sevr, birçok tepeden oluşan bir dağdır. Bu dağda pek çok irili ufaklı mağara vardır. Bu mağaralar dağın değişik yerlerine dağılmıştı. Hz. Peygamber'in Hicret sırasında Hz. Ebu Bekir ile birlikte sığındıkları mağaranın bazı özellikleri vardır. Öncelikle gizlenmeye elverişli olup, kayadan yontularak yapılmış bir mağarayı andırır. Ön ve arkasında delikleri vardır. Bunlar mağaranın alt kısmındadır. Bu sebeple mağaraya ancak sürünerek veya eğilerek girmek mümkündür. Mağaranın çevresinde, dışarıda dolaşan kimsenin içeriyi görebileceği başka delikler yoktur. Mağara içinde bulunanlar, dışarıda dolaşanların ayaklarını görebilir, fakat dışarıda olanlar mağara içindekileri göremezler. Görebilmeleri için eğilip, başlarını ayaklarının hizasına getirmeleri gerekir. Öte yandan Hicret esnasında Sevr mağarasında gizlenmenin bir başka avantajı daha vardı. Hemen dağın eteğinde Âmir b. Füheyre'nin koyunları otlattığı ve geceleri sütünü Hz. Peygamber ile Hz. Ebu Bekir'e ikram edeceği bir otlak vardı.
Hz. Peygamber, hicret esnasında yol arkadaşı Ebubekir ile birlikte Mekke’den çıkıp bir kaç günlüğüne Sevr mağarasına sığınmıştı. Müşrikler ise her tarafta onları arıyorlardı. İşte onlardan bir grup mağaranın üzerinde gezinip dururken, içeriden Hz. Ebubekir onların ayaklarını görmüş ve endişesini, “Şöyle eğilip ayaklarının dibine bakacak olsalar, bizi görecekler,” sözüyle dile getirmişti. Allah’a karşı her an tam bir güven ve tevekkül içinde bulunan Hz. Peygamber, “Üçüncüsü Allah olan iki kişiyi sen ne sanıyorsun? Onlar hiç ele geçer mi?” diye onu teselli etmiş, Allah’ın kendilerini koruyacağına olan güvenini açıklamıştır. Kur’an-ı Kerîm olayı anlatırken bu birliktelik mazhariyetini “Lâ tahzen innallahe meâna” mealen “Üzülme, endişelenme, Allah bizimledir” [Tevbe suresi (9), 40] tespitiyle vermektedir.
Tevekkül ve yakîn duygusu, kemâl noktasını bulduğu zaman kul, Allah Teâlâ’nın yardım ve korumasını sanki gözleriyle görüyormuş gibi bir huzur ve tatmine ulaşır. Bu noktadan sonra da hiçbir şeyin kaygısı söz konusu olamaz. Kendisi bu noktada bulunan Efendimiz, Hz. Ebubekir’i de aynı noktaya çağırmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ “Şüphesiz biz Peygamberimize ve müminlere bu dünya hayatında da, şahitlerin şahitlik edecekleri günde de yardım ederiz” [Mü’min sûresi (40), 51] buyurmuş, Peygamber ve inananları yalnız bırakmayacağını duyurmuştur.
Bu kıssayı çok küçükken babam bana ve Gökçe’ye anlatmış, bizi eğitirken ya da bu olacakları anlatırken hep bu ayeti okumamızı tembihlemişti. Şimdi ise zor durumdaydım ve Allah’ın benimle olduğunu biliyordum. Allah her şeyi görüyordu, her şeyin zamanı yakındı. Hiçbir kul zayi olmazdı, en önemlisi de Allah kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemezdi. Sabır bizim için çok kıymetliydi. Zalim zulmünü yapardı ama asıl iş kuldaydı. Kul olmak kolay değildi, ya imtihan olunurdu ya da imtihan içinde imtihan olurdu. Asıl mesele imtihan içindeki imtihanda gaflete düşmemekti.
Üzülmemeyi, sabretmeyi öğrendiğim andaydım. Ben bu ana sadece duamı sığdırabilirdim. Yanaklarımı ıslatan bu gözyaşı rahmet gözyaşıydı, duamı fısıldarken anlıyordum.
“Uyanmıyor efendim.” Başucumda duyduğum sesle gözlerimi aralamaya çalışsam da başarılı olamadım. Üşüyordum. Adam elini alnıma koyduğunda, “Yanıyor bu,” diyerek tekrar etti. Bilincim yerinde olsa da kesik kesik duyuyordum her şeyi.
“Sena Hanım’a söyle gelip ilgilensin, hekim çağıramayız.” Uyanamasam da bilincim açıktı. Adamlar yanımdan ayrıldığında çok geçmeden tekrar kapı açıldı. Kimin olduğunu bilmiyordum. Gelip beni incelediğinde nefesimi dinledi, hızlı alıp verdiğim nefesten ötürü geri çekildi. Kısa bir sessizlik oluştu. O sessizlikte acımı hissettim.
“Yarasından ötürü enfeksiyon kapmış efendim. Bu durum kızı daha kötü bir sürece hazırlayabilir.” Kiminle konuştuğunu bilmiyordum, telefondan konuştuğunu anlamam sessiz kalışından belliydi. Konuşan ise bir kadındı. Büyük ihtimalle dedikleri kişiydi.
Birkaç gündür uyuyordum, ateşim bazen düşüyor bazen hiç olmadık zamanda çıkıyordu. Yanımdaki kadın antibiyotik tedavisine başlamış lakin bünyem bunu her halükarda reddetmişti. İyileşmem olanaksız gibi duruyordu. Kadın bu durumda ne kadar sağlık merkezine gitmemi üst kurula söylese de kabul edilmemiş, durumumun ciddiyeti onlar için önemsiz bir durum addetmişti. Gözlerimi yavaşça açtım. Kadın elindeki iğneyi çöpe atıp önündeki dosyalarla ilgilenmeye başladı. Oldukça gençti. Sarı bukleli saçları yüzünü çevrelemişti.
“Su,” dedim bitkin bir sesle. Kadın beni fark ettiğinde hızla köşede duran masadan su sürahisini alıp bardağa boşalttı. Eliyle başımı kaldırıp suyu bana yavaşça içirtti. İlgisi oldukça gerçekçiydi. Titredim, zorda olsa suyu içtim.
“Daha iyi misin?” Siyahi gözlerine bakıp tepkisiz kaldım. İyi miydim sahi? Ruhen üzerime toprak atılmış gibiydim. Kadın durumuma anlayış gösterip, “Enfeksiyon kapmıştın ama durumun biraz daha iyi,” dediğinde sevinmem gerekirken hiçbir duygu emaresi yüklemedim. Yan tarafıma döndüm. Gözyaşlarımın yastığıma damlamasına izin verdim.
Yağmur ektim, düştü gönlüme her bir damlası. Kurak gönlüm artık bir çöl vahasının kuruluğundaydı. Hani bir ağaç dikersin devamı gelir ya, o ağaca ihtiyaç duyduğum el var. Beni bu vahametten kurtaracak kişi Sencer’di. Ama o yoktu, elimden kayıp giden tek mutluluğumda ben de yok olmuştum. O ölmüştü, bir bomba silsilesi aramıza kıyameti zuhur etmişti ve ben, o kıyamette yeni bir kıyametin eşref saatini beklemeyecektim. O kadar sabrım kalmamıştı.
Gözyaşlarımı silerek ayağa kalktım. Sena Hanım yanımda yoktu. Kolumda duran serumu sökerek ayağa kalktım. Dengemi sağlayamadım, düşmeme engel olmak için duvardan destek alıp sakince bekledim. Ayakta durmakta zorlandığım kadar bedenimle bütünleşen ağrı ile kendimle bütünleşemiyordum. Düşeceğim esnada kolumu tutan kişi ile gözlerim yanımdaki kişiye kaydı. Sena Hanım’dı.
“Ne yapıyorsun canım sen, geç uzan.” Dediğini reddedecek hâlim olmadığından yatağa uzandım. Sena Hanım, söktüğüm serumun iğnesini tekrar koluma batırdığında morarmış kolumdan istinaden fazla acı hissetmedim. Bedenim uyuşmuştu artık.
“Ayağa kalkman şu an için hiç iyi değil.” Tembihlerinin arasındaki sıcaklıkta mecburiyet hissediyordum. Zaten üzerimdeki bu bitkinlik mecbur hissettiriyordu.
“Buradan gitmem lazım, lütfen bana yardım et.” Cılız çıkan sesim yalvarırcasınaydı. Karşımdaki kadının yaklaşımı beni bunu söylemeye itti. Onun samimiyetini görmesem belki bunları diyemezdim. Birinden yardım almazsam buralardan kaçamazdım.
“Sana yardım edersem hayatım mahvolur Ayza, bakmam gereken bir ailem var. Çocuğum ellerinde, dediklerini yapmak zorundayım.” Gözleri doldu. Bana üzüldüğünü görebiliyordum, onu zorlayamazdım. Tek başıma verdiğim mücadelede hep yeniliyordum. Yenilgi beni güçsüz düşürüyor ölüme adım adım ilerletiyordu. Sena Hanım olmasaydı belki de iyiye gitmezdim.
Önümüzde büyük bir kafile, sıcağın fazla olmadığı günlerden birinde saatlerce yürüyorduk. Nereye gittiğimizi nereye varacağımızı bilmiyorduk. Üst liderler bizden önce kendi özel araçları ile yerlerine ulaştığında saatler sonra bize haber gelmiş, onların gittikleri yerde bir düzen kuracaktık. Yürüdüğümüze göre fazla uzak bir yerde olmamalıydı varacağımız yer.
“Hadi yürü.” Yol boyu dibimden ayrılmayan adam sırtımdan hızla itekleyince dizlerimin üstüne düştüm. Uzattığı elini itip ayaklandım. Öfkeyle adama baktığımda adam bunu hiç umursamadı. Birkaç saat sonra bir trene bindirildik. Kalabalık fazlasıyla boğucuydu. Bir köşeye oturtuldum, yanıma bir kadın daha oturtuldu. Sıkışık kaldığım yerde nefes alışım epey zordu. Koluma tokan insanlardan dolayı acıyla kolumu tuttum. Yara bir türlü düzelmiyordu, düzeldiği an yeni bir darp alıyor ve yeniden can acıtıcı şekilde eziliyordu.
“Herkes kessin sesi.” Yarım yamalak Türkçesi ile üniforma giyen adam trenin içinde gezdirdi bakışlarını. Yanında duran adam, “Bizi nereye götürüyorsunuz?” dediğinde adam yaşlı adama bakıp cevap vermedi. Yaşlı adam, “Sizinle daha ne kadar gideceğiz?” diye tekrar sordu. Öyle bir söylendi ki uzun zamanın yorgunluğu vardı sesinde. Adam belinden çıkardığı silahla yaşlı adamın kafasına sıktığında çığlık atmamak için elimle ağzımı kapattım. Gözler önünde yapılan vahşetle dehşete kapıldım. Acımasızlığın adı zemine akan kandı. Hiç acımıyorlardı, öldürmek onlar için zevkti, bizim için ise köşeye sıkışmaktan ibaretti.
“Sesi çıkan var mı daha?” Kimse sesini çıkaramadı. Olduğum yere daha çok sindim. Yerdeki yatan bedene bakıp akıttım gözyaşlarımı. Yanımdaki kadının bebeği ağlıyor, kadın ise bebeğini susturmak için elinden geleni yapıyordu. Üniformalı adam kaş göz işareti yaptığında bu sefer başka bir üniformalı kadın yanımıza gelip bebeği kadından aldı. Kadın bebeğine sımsıkı tutunmuş vermemek için direniyordu. Dakikalar arasında süren bu olaylar, bize sunulan gözdağıydı. Yaşlısından bebeğine her kesimde sürdürülüyordu kötülükleri. En önemlisi de acıma hissinden o kadar uzaktılar ki bu durum söz hakkını onlara devrediyordu direkt.
“Bırak.” Adamın bağırması ile kadın ağlayan bir sesle, “Yalvarırım bırakın bebeğimi,” dedi. Bir saat içinde onlarca olaya şahit oldum. Kadın görevlinin kolundan tutup, “Bırak bebeği,” dedim. Daha fazla göz yumamıyordum olanlara. Ayağa kalktığımda kadın bu tepkime şaşırdı. Bebeği alacakken, “Çekil geri,” demesi geri adım atmamı hiçbir surette sağlamadı. Direnecek gücüm yoksa da vahşeti gördükçe direnme arzum artıyordu.
“Daha kaç kişinin canını yakacaksınız?” Diğer adam yanımıza geldiğinde eli ile elimi bebekten çekip yüzüme sertçe tokat attı. Beni öldüremeyeceklerini biliyordum, emir bizden önce verilmişti, askerlerde ona göre davranıyorlardı. Ben de bundan faydalanarak dikleniyordum karşımdaki kişilere.
“Bu seferlik canını bağışladım. Olay çıkarırsan seni ölmekten beter ederim.” Bebekle beraber uzaklaştıklarında arda kalan tek ses kadının feryadıydı. Kadının yanına geçip, “Şşş,” dedim. “Ağlama, kurtaracağız bebeğini tamam mı?” Kadın başını sallayıp sessizce ağladı bu sefer. Başımı kenara yaslayıp kolumla dudağımdaki kanı sildim. Etraftaki bütün gözler üzerimizdeyken bir an arkadan bana bakıp başı ile selam veren adama kaydı gözüm. Kolunu kaldırıp bileğindeki saati gösterip bir şeyler mırıldandı, pek anlayamadım ama adamın peşi sıra bakmayı ihmal etmedim. Önce bir şeyler sezsem de şimdilik buna bir son vererek önüme döndüm.
“Nereye gittiğimizi biliyor musun?” Kadının sorduğu soruyla başımı olumsuz şekilde salladım. Önüme dönüp gözlerimi hafiften kapattım. Sürgün ne kadar zorsa o kadar zordaydık. Susanı eziyorlar, sesi çıkanı öldürüyorlardı. Kan ve kaybın hanemize uğraması bizi sessizliğe itekliyordu, biz sustukça o susuş boynumuzu kırıyordu.
Günlerce süren yolculuktan sonra trenin vagon sesi kapalı olan gözlerimi açmamı sağladı. Çok geçmeden ayağa kalkıp pencereden dışarıya baktım. O an tabela yanından geçtiğimizde tabelanın üzerinde ‘Zevrenda’ yazıyordu. Şaşkınlıkla kaşlarım havalandı. Vatanımızdan oldukça uzaklaşmıştık. Aslında tutulduğumuz yer bile yaşadığımız şehre uzaktı. Zevrenda ile Arsen Hisar’ın arasında bu kadar yol mesafesinin olmadığını biliyordum.
Kilometreler ardımızda bıraktığımız güvensizliğimizdi.
“Hazırlanın iniyoruz.” Kendimi toparladım. Tren yavaşça durdu, içeridekiler indiğinde çölün ortasında durduk. Normalde istasyonda inmemiz gerekirken çölde durmamız değişik geldi. Herkes bir bir indirildi. Birkaç asker önde esirler ise arkalarında çölde yürümeye başladılar. Kolumu tutan adamla irkildim. Kolumu elinden çekmeye çalıştım, izin vermedi.
Sürüklendiğimiz yer, bir vaktin eceli miydi? Vakit sisli bir tarumardı. Adım attığımız zemin ise vakte esirdi.
Kısa bir yürüyüş mesafesinden sonra, çölün sonu yeşillik bir kasaba oldu. Kasabadan biraz uzakta hayvan çiftliğinin bitişiğinde bir ev vardı. Burada düzen kurulacaktı anlaşılan.
Bahçeden içeriye girdik. Herkese kalacak bir yer ayarlanmış akabinde dinlenmeden işlerin başına geçmiştik. Bir köşeye geçip yerdeki gübre dolu kovayı aldım. Kovayı denilen yere götürüp ekimle uğraşan adama teslim ettim. Bir yandan koluma sirayet eden ağrı ile sızlandım. Ara sıra enfeksiyondan kalma belirti kendini gösteriyordu. Hem vurulan yer hem de maşanın o sert darbesi olması bu acının nedeniydi. Kolum ne kadar iyileşmeye yaklaşsa da izi hâlâ duruyor dokundukça ilk sızısını gösteriyordu.
Hemen köşede gördüğüm kuzu ile gülümseyip yanına gittim. Kuzuyu kucağıma alıp etrafı inceledim. Kimsenin olmadığına kanaat getirince izbe bir yere geçtim. Ağaç dibine oturup kuzuyu sevmeye başladım.
“Sen ne tatlısın böyle kuzu efendi.” Kuzuyu okşayıp, sevdim. Kuzu hiç inat etmeden bana sırnaştı. Yüzüm düştü aniden. Aklımdan hiç çıkmayan konu Sencer’di. Neredeyse dört ay biter olmuştu bu hayatın içine düşeli. Sahiden ölmüş müydü? Ölmese beni kurtarırdı.
“Söylesene beyazın güzelliği…” Kuzuya bakıp devam ettim. “İnsan sevdiği öldüğünde ne yapar? Şimdi ben ne yapayım?” Sesim titredi, bu titreyiş ruhuma dokundu. Ruhum titredi sanki kalbimin arşı da ruhumla titredi. Yıkıldım yıkılacağım derken Rabbim aklıma geldi. Ruhumu okşayan yaratıcıyı es geçemezdim, onu göz ardı etsem hangi hükmün beni bu bataklıktan çekmesini beklerim? Rabbimi göz ardı etsem dibe batardım. Elimi tutan Rabken, bu yüzsüzlükle nasıl elimi tutmasını isterim?
“Sen beni yanlıştan uzak tut Rabbim?”
Kucağımda kıpraşan kuzuyu serbest bırakıp ayaklandım. Beni fark etmemişlerdi çok şükür. Hemen ileride Dağhan Bey’i gördüm. Kaşlarım istemsizce çatılırken Dağhan Bey’in iğrenç gülüşü bana yönlendi. Yavaşça yanıma gelerek beni baştan aşağı süzdü. Gözlerini sökmek istedim o an.
“Yürü,” diyerek ona itaat etmemi istedi. Yerimden bir milim bile kıpırdamadım. Dağhan Bey hızla kolumdan tutup çekiştirdi. “Çek o pis ellerini üzerimden.” Çekmedi. Büyük bir odaya geldiğimizde bizden başkası olmadığını fark etmem güç olmadı. Eliyle masanın üzerindeki dosyayı işaret etti. Bir geçmiş anın dejavusuydu sanki şu an. Bu, beni sadece güldürdü.
“Bu dosyayı imzalarsan seni serbest bırakırım.” Kaşlarımı alayla kaldırdım. Dosyayı alıp içerisindeki evrakı inceledim. Yüzüm sertleşti. Bu bütün varisliğimi Dağhan Bey’e devredeceğimi hatta bütün suçunu yok sayacağını gösteren bir evraktı. Beni serbest bırakacağını söylerken aslında bu imzada ölüm fermanıma olan planların olduğunu gizliyordu. Buradan ne serbest kalarak çıkabilirdim ne de insanların ölümünü engelleyebilirdim.
“İmzalayacağımı düşündüyseniz cidden zekânızı alkışlıyorum.” Dağhan Bey, sertçe kalemi elime tutuşturup, “İmzalamak zorundasın,” dedi. Katı sesi onun ne kadar köşeye sıkıştığını gösteriyordu. Biliyordu ki son zamanlarındaydı. Kalemi sertçe duvara fırlatıp elimdeki dosyayı yırttım. Dağhan Bey bu durumdan zevk alır gibi, “Asisin,” diyerek sesindeki iğrenç tınıyı ortaya koydu. Tiksinircesine yüzümü buruşturdum. Kapıya ilerledim, arkamı dönüp, “Bir gün her şeyin hesabı sorulacak. Son zamanlarınızı iyi değerlendirin,” diyerek kapıyı açıp çıktım. Boğuluyordum. Sanki bu enkazın altında ezilen tek bendim. Sırtlanmam gereken o kadar çetin mücadeleler var ki, kamburum çıksa ben yok olacaktım. Arkamda bıraktığım bu olay tek şahitti olanlara. Tek nedendi benim burada olmama.
Allah’ın bizi bu zorluktan çekip alacağı güne kadar sabırdan başka sığınacak yerim yoktu. Sabrın ne büyük bir güç olduğu ise şu anki yaşadığım duruma pay biçebilirdim. Çile olmadan rahatlık olmuyordu.
“Götürün hücreye.” Aniden arkamda belirmesi ve kolumdan tutulmam bir oldu. Yanımdaki adamlar beni hücreye doğru çekilirken çırpınıp, “Bırakın beni,” diye bağırmaya başladım. Adamlar koluma mengene gibi yapışmışken ellerinden kurtulmam imkânsızdı. Sonunda hücreye getirilip soğuk zemine fırlatılmam bir oldu. Çok geçmeden Dağhan Bey ve yanında genç iki adam içeriye girdi. Dağhan Bey bana bakıp, “Ama senin asiliğin bana işlemez,” deyip parmaklarını yüzüme değdirdi. Yüzümü sertçe kavrayarak, “Ama istersen,” demesiyle tükürdüm, güldü. Arkadaki adama göz işareti ile beni gösterdi. Adamın elindeki enjektörü görmemle geri çekildim. Sürüne sürüne duvar dibine geldiğimde, “Ne planlıyorsunuz?” dedim. Sorduğum sorunun saçmalığından sıyrılıp başımı iki yana salladım. Ne planlıyorlarsa o enjektörde saklıydı.
Tekrar önüme dosya koyup, “Bunu imzalamazsan, o iğnedeki zehir kanında yerini alacak,” dedi. Yapamazdı, bu kadar zalim olamazdı. Şu an bunu düşünmem bile saçmaydı. Onlar zalimliğin vücut bulmuş haliydi. Güçsüzlüğüme karşın gücünü kullanacaktı. İzin veremezdim, o zehir kanıma girerse daha beter hale gelebilirdim. İmzalarsam da onu yerime geçirecektim. İmzalasam da o zehir yine kanımda yerini alacaktı biliyordum. Benim gibi kaç insanın kanını kirletecekti, kim bilir. O enjektör sadece benim tenimde yer almayacaktı, o enjektör kötülüğün en büyük planıydı. Ne yapacaklarsa o enjektörlerle yapacaklardı. Tıpkı bir veba hastalığına dönüştüreceklerdi halkın içine karışarak. Benim varisliğim onların krallığıydı. Tahta geçecekler, zulümlerini dünyaya yayacaklardı.
“Yapın iğneyi.” Emri ile diğer adam beni tutarken elinde enjektör olan adam damar yerimi bulmaya çalışıyordu. Çırpındıkça işi zorlaşıyordu. Dağhan Bey’de gelerek beni tuttu. Enjektörün iğnesi koluma battı, zehir kanıma ulaştığında gözlerim karardı. Bulanıklaşan görüş alanımda sırıtan Dağhan Bey vardı.
“Her kabul etmeyişinde zehrin dozu artacak.” Son duyduğum cümleler bedenimdeki uzuvların zorla hareket etmesini sağladı. Yapamadım, kalkamadı kollarım. Gözlerim kapandı, sanki bir ölüm gibiydi her şey. Ölmüyordum fakat ölümü aratacak kadar acı çekiyordum. Uyuşan bedenim, damarlarımın sıkışmasına kadar hissediyordum her şeyi.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
620 Okunma |
145 Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |