Allah insanı bir fıtrat üzerine yaratır, o fıtrat aile tarafından değiştirilebilir. Müslüman fıtratıyla büyümek büyük bir şanstı. Herkese nasip olamayacağı gibi sonradan Allah o insanın kalbini İslamiyet’e ısındırabilirdi. Ne mutlu ki Allah bu hissi kalbe verene… Ben ise Müslüman doğup Müslüman olarak büyüyüp İslamiyet’i en güzel biçimde yaşadım. Ailem bu konuda beni mahrum bırakmamış, bana bu şükrü yapmama nail olmuşlardı. Onlar için her gece dua ediyordum. Babam yoktu belki de yanımda ama o hep var gibiydi.
Şu an Müslümanlara karşı çıkan bir topluluğun içindeydik. En kötüsü de en büyük dertleri bendim. Bir imzamla her şey yeniden başlayabilirdi. Eskisi gibi değillerdi ve ben, bunun olmaması için elimden geleni yapacaktım.
Kanım büyük bir zehre sahiplik yapmıştı. Şu an için kendimi ne kadar bundan korumaya çalışsam da birkaç sefer geldiklerinde yeniden uyuşturucuyu bana vurup çıkıyorlardı. Direnmem hiçbir şey ifade etmiyordu. Benim gücüm onlara yetmiyordu. Kanıma sızan her zehir beni daha kötü duruma sokuyordu. Direncimin düşmesi bütün uzvumun benden bağımsız oluşuna şahit olmam kadar kötüydü. Namazlarımı kılamıyor, yattığım yerden kalkamıyordum. Beni inançlarımdan mahrum etmeleri kadar arsızlaşmışlardı.
Köşeye sinip başımı ellerimin arasına aldım. Titreyen ellerimi bacaklarımın arasına sokup, “Yardım et Rabbim,” dedim. Canım çok yanıyordu. Dizlerimi karnıma çekip başımı dizlerimin arasına koydum. Hıçkırarak ağladım, ağlamaktan korkan ben ağlamaktan çekinmez oldum son zamanlarda. Güçsüzlüğüme ağladım, bu kadar acı çekerken onların zevk alışına ağladım. İçimdeki sessiz çığlık gözyaşlarımla beraber akıyordu. Pas tutmuş cesaretim direncimi kaybettiğim gibi kayboldu.
Gözyaşı ruhun ihtiyacıydı. Gönüldeki pası silmenin adıydı.
Kollarımı birbirine dolandırıp ısınmaya çalıştım. Pek faydalı olmuyordu ve ben, buz gibi hücrede titremekten kurtulamıyordum. Tekrar kapı açıldı. Yorgun gözlerle kapıdaki adama baktığımda girenin tanıdık bir sima olduğunu fark ettim. Kim olduğunu hâlâ çıkaramazken birden kolumdan tutulup ayağa kalkmam bir oldu. Adamın kim olduğunu anlamaya çalışıyordum hâlâ.
“Hızlı ol, seni buradan kurtaracağım.” Bu adam trende saatini gösteren adamdı. Onu hatırlamam şu anın kendini belli etmesiydi. Yeni yeni idrak ettiğimde hareketlendim. Hiçbir soru sormadan peşi sıra yürüdüm. Adam önce etrafı inceledi. Kimsenin olmadığına kanaat getirince ilerlemeye başladık. Bacaklarım iğnenin etkisinden dolayı titriyordu. Yürümek şu an öyle bir eziyet geldi ki canım çıkıyor zannettim. Yapmalıydım, buradan kurtulmalıydım. Başımın dönmesini umursamamaya çalıştım. Yapabileceğim en önemli husus buydu. Direndiğim kadar direndim.
“Yürüyebilecek misin?” Başımı olumlu şekilde salladım ama bir iki adım atmamla yere düştüm. Adam kolumdan tutup yardım etti. Uzun koridoru geçtikten sonra hiç bilmediğim bir çıkışı kullandık. Mahzenin arka tarafında kalıyordu ve oldukça küçüktü. Binadan dışarıya çıkınca soğuk yüzüme çarptı. Uzun zamandır hava almayan ciğerlerim bayram yaptı.
Bahçeden çıktık. Endişeyle ara sıra arkaya baksam da adam bakmama izin vermiyordu. O da hızlı olmamızı istiyordu. Buradan kurtulacaktım, her şey burada kalacak, yeniden savaş başlayacaktı. Bitti sandığımız ne varsa yeniden dirilecekti. Fakat anlamadığım etrafın bu kadar sessiz oluşuydu. Şüpheyle adama baktığımda yüzündeki ifade düşündüğümün kanıtıydı.
Epey ilerledikten sonra bir tren istasyonuna geldik. Adam bana dönüp, “Bundan sonrasını kendin yapacaksın, ben gelemem artık,” deyip bir şey sormama fırsat vermeden gitti. Eski tren gözüme çarptı. Ben ne yapabilirdim ki? Daha kendime sahip çıkamazken tek başıma nasıl kaçacaktım? Yapmalıydım, buradan uzaklaşmalı kendimi biraz olsun toplamalıydım. Zorda olsa trene yaklaştım. Bir yandan titreyen bedenimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Üşüyordum, en önemlisi de ellerim tutmuyordu üşümekten. Tren neredeyse kalkmak üzereydi. En arka vagonuna geçecekken, “Hadi atla,” diyen sese döndüm. O adamdı, gitmemişti. Kendimi iyi hissetmediğimi anlar gibi yardım etti.
“Oraya kimse binmez, çık ve uzaklaş.” Elime biraz para sıkıştırıp, “Seni istasyonda Altan bekleyecek,” dedi. Altan ismini duyunca hüzünlü yanıma bir sevinç narası oturdu. Beni bulmuş olmaları umudumu yeniden canlandırdı. Vagona bindim. Köşeye geçip oturdum. Berbat bir haldeydim. Kaç aydır neden beni kurtarmayıp, bu kadar eziyeti çekmeme neden oldular? Ne olmuştu da şimdi kurtarılmıştım? Çıldırmak üzereydim.
O savaştan sonra kimseden haber alamamıştım. Kim yaralıydı, kim ölüydü? Aklımı kaybetmeme az kaldı. Titremem yeniden şiddetlendi. Kollarımı birbirine doladım.
Gözlerim kapandı kapanacak derken tatlı bir uyku kendine çekti beni. Uyumamalıydım belki de, uyursam tehlikeyi fark edemezdim. Buna direnme gücüm yoktu. Ben artık ne kendime sahip çıkabilirdim ne de bu hastalıktan kurtulabilirdim.
Vagon sesi ile açtım gözlerimi. Hava yeni yeni kararmıştı. Ayaklanıp dışarıya baktım. Çok geçmeden Arsen Hisar’ın tabelasını görmemle kocaman gülümsedim. Üzerimdeki yorgunluk bir anda kuş olup uçtu. Elimi küçük pencereden çıkarıp uzattım. Rüzgârın tenimi okşamasına izin verdim.
Yavaş yavaş şehir gözler önüne serildi. Özlem kaldığım ne varsa biraz sonra toprağına ayak basacaktım. Belki de Sencer beni karşılayacaktı istasyonda. Yüzümdeki güleç ifade ruhumu yeniliyordu. Hayaller kuruyordum, en sonunda o hayallerim buhar olup uçuyordu.
Tren yavaş yavaş istasyona girdi. Kendimi temkinli bir yere soktum. Çok geçmeden tren yavaşça durdu. Kapılar açılırken bir köşeden insanlara baktım. Olduğum yere kimsenin gelmediğini fark edince hızla trenden indim. Halsiz bedenim koşmakta zorlandı fakat ben çoktan amacıma ulaştım. Şu an bastığım toprak yurdumdu. Geride kalanlar beni yıpratsa da yeni bir bene ihtiyacım vardı.
Epey yürüdükten sonra görüş alanıma Altan ve Serra girdi. Mutluluktan olsa gözlerimden yaşlar süzüldü. Ruhumu perçinleyen arsız ifade başka bir manzarayı istedi fakat o manzara kendini boşluğa bıraktı. Yanlarına yavaşça ulaştım, Serra beni gördüğünde aynı şekilde ağlamaya başladı. Geldiğim bu nokta bir kurtuluş olsa da geride bıraktıklarım hiç iyi olayları bize göstermiyordu. Zaten bu imkânsız bir durumdu. En azından onlara istediklerini vermemiş, onların planlarını yeni bir devreye sokmuştum. Dağhan Bey’le Selçuk Bey’in öfkeli hallerini düşündükçe keyifleniyordum. Onlar için bir başlangıç oldu bu kaçışım. Ve o başlangıç onların sonu olacaktı.
“Şükürler olsun buradasın.” Sesi bir hüznün sonbaharında yaprak döküyor gibiydi. “Şükürler olsun,” dedim güçsüz çıkan sesimle. Sıkıca bana sarıldığında ben de aynı şekilde sarıldım. Tekrar bana bakıp, “Ne oldu sana böyle?” demesi ben de hiçbir merak uyandırmadı. Nasıl bir haldeydim umurumda değildi. Düşündüğüm o kadar çok durum vardı ki kendimi arkaya atabilirdim. Serra yüzümü okşayıp yüzüne acı bir hüznü koydu. Altan’a dönüp “Sencer?” dedim. Sorularımda birçok endişe vardı. Altan cevap vermedi. Yüzündeki ifadede beni kahredecek haber vardı biliyordum. Umutlarla geldiğim yol beni gerisin geri çekiyordu. Aylarca, saatlerce, dakikalarca hatta saniyelerce düşündüğüm olağanca meselede bir sözün beni yıkması bu kadar kolaydı. “Söylesene Altan?” Altan önce Serra’ya sonra bana baktı. Dudaklarından dökülecek kelimelere itimat ettim. Beni sevindirsin istedim. O sadece sustu, o sustukça ben yıkıldım. Ölüm bu kadar zordu kabullerimin arasında ve ben Sencer’in öldüğüne dahi inanamıyordum. İnanmıyordum! Umutsuzluğumu bileyerek baktım Altan’a. O bende ki acıyı bilen, beni anlayan kişilerden biriydi.
“Her şeyi eve geçince anlatacağım Ayza.” Kaşlarımı çatıp, “Şimdi konuşalım,” dedim. Sesim sert çıktı. Ruhumdaki tarumarlığın halime yansıdığını görmüyor muydu? Bir yandan Serra’dan destek alıyordum. Ayakta duracak halim yoktu. Erteledikçe bazı meseleleri halsizliğim öfkeye dönüşüyordu. Serra’dan biraz daha destek alıp, “Bana bunu söylemek mecburiyetindesin Altan,” dedim.
‘Sencer iyi’ demeliydi, buna ihtiyacım vardı. Yanımda olmasa bile onun iyi olduğunu bilmeliydim. Direncim sıfıra indi, artık dayanılmaz bir bitkinlik bacaklarımı ele geçirdi. Serra’da bunu anlar gibi beni biraz daha kendisine dayadı ama dayanamayarak olduğum yere oturdum. Bacaklarımdaki ağrı arttı.
“O iyi Ayza, detayları burada mı anlatacağım böyle?” Duyduklarım gözyaşlarımın arasında tebessüme neden oldu. Hislerimin ağırlığı kuş gibi hafifledi. Başımı sallayıp peşi sıra yürüdüm. Serra koluma girerek yürümemde yardımcı oldu. Arabaya bindik, sessizce yan tarafımdaki camdan dışarıya baktım. Ağaçlar sararmış, sonbaharın nahif rüzgârı dallara esintisini armağan etmişti. Oysa benim kalbim ise sert bir rüzgârın savruluşundaydı. Kendimi bir harabede gibi hissediyordum.
Eve gelebildik. Tanıdık olan bahçe ayaklarıma batan bir taş yığını olmaktan başka bir işe yaramıyordu. Sencer yoktu bu evde, bunu hissedebiliyordum. İyiyse neden yanımda değildi? Bu kadar mı merak etmişti beni? Oysa ben onu delicesine merak ederken, ondan uzaklık kalbime acı bir serzenişi yerleştirdi. Yavaşça gezindirdiğim bakışlarım eve kaydı.
Kapıdan içeriye girdiğimiz anda Begüm Hanım, “Allah’ım şükürler olsun.” diyerek yanıma gelmesi ve bana sarılması bir oldu. Bir yandan şükürlerini sıralıyordu. Aniden gelen bu tepki öylece beklememe neden oldu. Geri çekilip iki kolumdan tutup, “Nasıl merak ettik seni bir bilsen,” deyip yanağını ıslatan gözyaşlarını sildi. Bu kadar sevildiğimi bilmiyordum. Koluna dokunup, “İyiyim ben, üzmeyin güzel canınızı,” dedim. Begüm Hanım yüzüme dokunup sessizce mırıldandı. Onunda yüzü yüzüme bakmasıyla asıldı. Bu sefer Turgut Bey konuştu.
“Seni aramadığımız yer kalmadı kızım. Bulabildiğimiz için şu an o kadar mutluyuz ki. İyisin değil mi?”
“İyiyim sağ olun.” Konuşacak halim yoktu. Serra beni önceden Sencer’le kaldığımız odaya çıkardı. Odayı inceledim, anılarım gözlerimin dolmasına sebep oldu. Çok geçmeden Altan girdi odaya. Karşıma geçip tebessümle, “Hoş geldin tekrardan,” dediğinde onunda bu durumda mutlu olduğunu anlayabildim. Ona normal bir karşılık vermeden evvel diyeceklerimi bildiğini anlatır gibi soru yağmurundan evvel birkaç kelam ettim sadece. Bu ikimizin arasındaki o perdede gerekliydi. Ona durumumu anlatmalıydım ki canımı acıtan sırrını bana söylemeliydi.
“Benim halim gözler önünde ama benden sakladığınız konunun canımı ne kadar acıttığını göremiyorsunuz.” Altan anlayışla, “Seni görmemek mi? Bu çok zalimce bir düşünüş,” deyip karşımdaki sandalyeye oturdu. Ondan sadece beni anlayabileceği bir cevap bekliyordum.
“Sencer nerede Altan?” dedim. Kaşlarım çatık, sesim öfke doluydu. Bilmediklerimin sebebini merak ediyordum sadece. Daha fazla acınılacak muhabbete girmek istemedim, buna halim yoktu. Acınmakta istemiyordum zaten. Kendimi ifade etmekti amacım.
“O iyi Ayza, merak etme. Gelemedi, bir görevde kendisi.” Kaşlarımı çatıp, “Hiç mi merak etmedi beni, görevden önce onu görmeliydim,” dedim. Buna hakkım vardı, onu öldü sanırken şimdi iyi olduğunu ve beni görmeden bir göreve gittiğini duymak derin yaraladı beni. Ona ihtiyacım vardı, kaç aydır beni bu duruma mahkûm bırakmasından ötürü fazlasıyla kızgındım. En azından şimdi olsun istedim, geçmiş mühim değildi.
Sustu, bu susuşunda gizli saklı bir şeyler vardı. Ayağa kalkıp, “O gelecek, sen onu her şeyiyle bekleyebilecek misin?” demesi zihnimde putlaştırdığım bütün olumsuzlukları yok etti. “O sana her şeyi anlatacak Ayza, sadece onu bekle. İnan bana elinde olsa bir saniye bile beklemez gelirdi yanına.” Sessizce salladım başımı.
“Umarım öyledir.” Açıklama yapmasını bekledim fakat onun açıklama yapamayacağını anladım. Velev ki Sencer’e de kızabileceğim durum yoktu. Zamana bırakıp açıklamadaki o detayda o günü beklemekti tek çarem. Gülümsedi, gülümsedim. Odadan çıkıp giderken aklımdakilerle baş başa kaldım. Sencer’in haklı olan yanı vardı, buna emindim. Gelmediyse, bir şeyler ona mani olmuştu bunu da biliyordum. Gelecekti ve biz yine beraber olacaktık. Gelecekti, bekleyecektim.
Onunda benim gibi ne yaşadığını merak ediyordum. Çok canı yanmış mıydı? Beni düşünmüş müydü? Ya beni öğrendiği vakit, gelmek istemiş miydi? Aklımda o kadar çok belirsizlik vardı ki o belirsizlikte alaşağı oluyordum.
Ayağa kalktım. Aynadaki kendime baktım. Aynada gördüğüm kişi ben miydim sahi? Berbat görünüyordum. Yüzüm oldukça zayıflamış, göz çevrem siyaha yakın morluklarla dolmuştu. Bu kadar berbat bir hale bürüneceğim aklıma dahi gelmezdi.
Üzerimdekileri çıkarıp odaya ait olan banyoya girdim. Sıcak suyu ayarlayıp bedenimi suyla kavuşturdum. Şu an su bütün yorgunluğumu alıp götürdü.
Sudan çıkıp dolaptan kendime birkaç kıyafet çıkarıp giyindim. Halsizliğim daha çok arttığında yatağa giriştim. Sıcak yatak soğumuş hislerime kilit vuramıyordu. Bedenimde oluşan titreme ile kollarımı birbirine kenetledim. Geçecekti bu titreme, geçmeliydi. O enjektörün beni öldürmesine izin vermeyecektim. Enjektördeki uyuşturucu bir ilaçtı, zehirdi, hemen öldürmeyen, süründüren bir zehirdi. Adriel Edwers’ten temin etmişti bunu Dağhan Bey. Panzehri var mıydı bilmiyordum ama beni günden güne mahvettiği kesindi. Sonumun bu enjektör olması kaçınılmaz bir gerçekti. Panzehri olsa bile Dağhan Bey’den asla alamazdık.
Kapı tıklatıldı, çok geçmeden içeriye Serra girdi. Benim bu halimi görünce kaşlarını çatıp yanıma geldi. Eliyle alnıma dokunup, “Ateşin yok ama neyin var senin?” dedi. “Yoksa o ilaç…” Aniden endişe ile söylenmesine karşın başımı usulca salladım. Dehşete kapılmışçasına bana bakıp durdu. İlaçtan haberleri olmasına karşın şaşırdım.
“Kaç kere vurdular iğneyi sana?”
“Üç.” Dediğim rakam ile gözleri yuvasından çıkacaktı adeta. Hızla odadan çıkıp çok geçmeden Altan ve Turgut Bey’le odaya girdi. Önceden yataktan kalktığım için çok dağınık değildim. Turgut Bey endişe ile, “Kaç gün oldu iğne vurulalı?” diye sordu.
“Beş gün olmalı, peş peşe vurdukları için yeni diyebilirim.” Turgut Bey, beyazlaşmış sakalını sıvazlayıp, “Hâlâ çözümünü bulamadık. Bununla ilgili bir şey duymadın değil mi?” dedi. Düşündüm, zihnim geçmişe yolculuk yaptı ama sonuç olumsuzdu. Zaten o günden bu güne hatırımdaki bütün her şey silinip gitmiş gibiydi. Turgut Bey, başını sallayıp odadan çıktı. Odada Serra ile ben kaldım sadece. Serra gözaltıma dokunup, “Kıyamam sana,” deyiverdi.
“Serra, çok kötüyüm.” Serra anlayışla gülümseyip, “Geçecek,” dedi. Geçer miydi sahi? Onca kötü anılar birikmişken yalnızlığım bana bunları unutturacak mıydı? İhtiyacım olan tek kişi Sencer iken kime yaslayacaktım sırtımı? Başa sarmıştı her şey. Tıpkı Sencer’i tanımadığım günlerde gibiydim. O zamanda tek başıma mücadele etmiştim acılarımla, yine tek başıma mücadele ediyordum. Tek fark, güvende olmamdı.
Serra başımı göğsüne yaslayıp sessizliğime ortak oldu. Birçok sebebe ihtiyacım varken sebepsizce bekliyordum. Ya ben çok umursamazdım ya da anlayışla karşılıyordum her şeyi. Oysa Sencer’e kızmam gerekiyordu ama kızamıyordum. Biliyordum onun çabalarını. Biliyordum beni merak ettiğini. Sadece bekleyip ondan duyacaktım cevapları. Güvenim sonsuzdu, güvenimin dalında çiçek açacağını da biliyordum.
“Ben yokken neler oldu Serra?” Serra sessizce iç çekip, “Çok kötü şeyler oldu Ayza,” dedi. Sesi titredi. “O gün Sencer abiyi çok aradık, sonra Tüzer Bey bulmuş onu. Biz de çok göremedik. Sadece görevde olduğunu biliyoruz. Birçok kişi esir alındı. Abimle ben son anda kurtulduk ellerinden. Babamı kaçırdılar, burada bir hücrede günlerce eziyet ettiler. Dosyaları alamadıklarında daha çok delirdiler.” Sustu. Sesi daha da kötüleşince anlatmaması için elini tuttum. Çenesini başıma koyup, “Bitecek bir gün her şey ama o gün neler olur bilmiyoruz,” dedi.
“Onlar son anlarını yaşıyorlar biliyorum.” Serra beni onaylayıp, “Umarım,” dedi. Onlarda yıpranmışlardı. Ben zalimliği gözlerimle görmüştüm onlar ise bu zalimliğin arkasına saklanan cellatlardı.
Turgut Bey’lerin evinde daha fazla kalamamış, kendi evime gelmiştim. Turgut Bey ne kadar izin vermek istemese de orada kalamazdım. O ise gönlünün rahat etmediğini söyleyip kapıma birkaç adam yerleştirmişti. Buna da ben razı değildim ama o hastalığımı belirterek bunun en doğrusu olduğunu söylemişti. Diretmelerine karşın başka bir şey diyemedim.
Kapıdan içeriye girdiğim anda bütün anılar gözümde canlandı. Bir adım atamamanın verdiği acziyetle olduğum yerde durdum. Gözlerimde biriken damlalar ıslanan kirpiklerimden başlayıp yanaklarımda yerini aldı. Kapıyı kapatıp evin içinde küçük adımlarla dolaştım. Odamıza geldim, sanki bir an Sencer’i görecek, ona sarılacaktım. Özlemim yüreğimi perçinlemiş, kalbimde ince bir sızı bırakmıştı. Vakitsizce yaşadığım bu olay dayanma gücümü elimden almıştı.
‘Sabredecek gücün kalmadı’ dedi nefsim, yüreğim ise ‘sabır,’ dedi. Yüreğimle nefsim arasındaki o ince çizgide tepetakla olmamak için bir inşirah okudum. Allah’tan başka çalacak kapımın olmadığını daha iyi anladım. Beşer geçiciydi, aldanmışlıkların çığ gibi üzerime düşmesinden zuhur etmemeliydi yaşanmışlıklar.
Komodinin üzerinde duran resim çerçevesini elime aldım. Parmaklarım resme gitti. Sencer’in yüzünü okşadı. Onu özlemiştim, özlemimde gam yüklü bir diyar vardı. Çerçeveyi alıp yatağa uzandım. Cenin pozisyonunu alarak resmi kollarımın arasına sokup göğsüme bastırdım. Sanki kollarımın arasında sevdiğim adam varmışçasına…
İnsan bazı şeylere dayanamıyormuş. Gözyaşlarımın içinde kocaman feryat varken susuşlarım bu feryadın kıyametine zemin hazırlıyordu. Zaten ben kıyametin içinde değil miydim? Yaşadıkça tartar olanları insan ve çizgisini ona göre belirler. Hangi yöne gitmek isterse kalp ve mantığını kullanır. Bazen ise kaderde ki sürprizler bile sana ansızın gelir. Ben o sürprizin tam ortasındaydım. Şu an acımasızca gelen sürprizde yok olacakmışım gibi…
Yattığım yerden kalkıp odadan çıktım. Bu sefer çalışma odasına geçecekken kapı zili çaldı. Kapıya doğru yürüyüp delikten baktım. Gökçe’yi görmemle kapıyı açmam bir oldu. Gökçe kızarmış gözlerle hızla bana sarıldı. Yavaşça kollarımı beline sardım. Sarılışındaki o his korkusunun nedenlerinden biriydi.
Herkesi korkutmuştum, bu en son isteyeceğim durumdu oysa. Gözyaşlarını hızla silip, “Öldüm be kızım, kaç aydır mahvoldum,” derken sesindeki tınıda kaç ayın yorgunluğu vardı, belli ki uykusuz kalmış beni merak etmişti.
“Sizleri böyle korkutmak istememiştim.”
“Boş ver sen bizi, sen iyi misin asıl? Bu nasıl soruysa, hiç iyi gözükmüyorsun.” İçeriye geçtiğimizde sessizce koltukta oturmaya başladık. Gökçe, beni uzun uzun inceleyip, “Neler yaptılar sana böyle?” deyince geçmişe gidip geldim. Giriftleşen görüntüde yanıma kalan tek yaşanmışlığım büyük bir enkazdı. Gözaltlarıma dokundu. Yüzü önce buruşurken parmakları gözaltlarımdan çekildi.
“Nasıl anlatmalıyım Gökçe? Berbattı.” Gökçe elimi kavrayıp, “İnan bana, yaşadığım o korku bile berbattı. Annenlere nasıl yalan konuştuğumu bilemezsin.” Buruk bir tebessüm edip, “Teşekkür ederim,” dedim. Gökçe, benim kız kardeşim gibiydi. Benim için ne kadar endişelendiğini görebiliyordum. Bunu o titreyen ellerinden, gözlerinden akan yaştan anlayabilirdim.
Çay demlemek için ayağa kalktığımda gözlerim bir flu görüntüyü yanı başında getirdi. Duvardan destek almam hiçbir fayda sağlamadı. Flu görüntü kendini karanlık bir boşluğa çekti. Başım zeminle buluşurken kulağımda ismim yankılandı. Ya ölüyordum ya da ölümün pençesinde kıvranacaktım. Zehrin her hissi genzimi yakıyordu. Ölmeyi arzuladım fakat ölmeyecektim biliyordum.
Gözlerime inen perdeden kurtulup akşam güneşinin batışını gözbebeklerimde ağırladım. Gözlerim yanı başımda duran Gökçe de takılı kaldı. Endişeyle bana bakıyordu.
“İyi misin?” Gökçe’nin tedirginliğini azaltmak için gayriihtiyari bir gülümseme ile “İyiyim,” dedim. İyiden ziyade berbattım. Gökçe’yi korkutmak istemiyordum, bu yüzden kendimi zorda olsa dinç tutmam gerekiyordu. Kendi kendime halledebilirdim, bu zamana kadar yaptığım gibi.
“Bir saattir baygınsın Ayza, üstüne üstlük titredin. Benden kendini saklama ne olur. Kapıdaki korumalar olmasa aklımı kaybederdim sanırım. Korumalar Turgut Bey’e haber verdi, o da oğlunu gönderdi. Gelirken hekim getirdi. Biraz önce gittiler. Ağrı kesici bıraktı gitmeden evvel. Her şeyi biliyorum artık.” Yüzümde buz tutmuş gülümsemem kendini kaygı dolu ifadeye bıraktı. Gökçe’nin öğrenmesini istemiyordum fakat öğrenmişti. “Durumunun daha kötüye gidebileceğini söyledi hekim. O zehrin panzehri…” Sözünü tamamlatmadan, “En fazla ölürüm,” dedim. Alayvari gülümsememe karşılık kaşlarını çattı. Omzuma vurup, “Ben öldürmeliyim o zaman seni,” demesi kahkaha atmama neden oldu. Ama Gökçe, oldukça ciddiydi. Ben sadece hep kendimi sakladığım yerdeydim. Şimdide kabuğumdan çıkamıyordum. Gökçe gözlerini kısıp bana baktı. Ona daha detaylı anlatmamı istiyordu. Lakin yaşadıklarım anlatılacak cinsten değildi. Gerektiği kadar bilmeleri yeterdi.
“İyiyim bak, Turgut Bey ilgileniyor hem.” Gözleri dolu dolu baktı bana. Elini tutup, “Üzme ama beni,” dedim. Dudaklarını birbirine bastırıp ağlamamak için direndi. O çok hassastı. Benim gibi soğukkanlı değildi.
“Korkuyorum Ayza, senden başka kimsem yok. Sen de beni bırakırsan dayanma gücüm kalmaz.” Yattığım yerden doğrulup bedenini kollarımın arasına aldım. Gökçe de bana sarılınca ağladığını hissettim. Sessizce onu avuttum. Ağlama diyemezdim, buna ihtiyacı vardı biliyordum. Ben bile ağlarken onu nasıl teselli edebilirdim hem? Teselli edilecek yanımıza ket vurmuştu bu yaşadıklarımız.
“Benim de senden başka kimsem yok. Merak etme, Allah bizi zayi etmez.” Geri çekilip gözyaşlarını elinin tersiyle sildi. Başını sallayıp, “Haklısın,” dedi. “Burada kalma, bana geçelim.”
“Burada kalmalıyım Gökçe, sen kal burada.” Olumsuz şekilde başını salladı.
“Birçok işim var. Kalamam ki. Seni tek bırakmayacağım Ayza. Hadi hazırlan.” Olumsuz tepkimden ötürü uzatmadı. Kabul etmediğimde diretmemesini istemiştim bu zamana kadar. Ben başa çıkardım ama Gökçe’yi bu durumda acı çekerken görmeyi istemezdim.
Gökçe ile epey oturduktan sonra benim iyi olduğuma kanaat getirince yanımdan ayrıldı. Yine evde yapayalnız kalmıştım. Yatak odasına geri döndüm. Yatağa uzanıp öylece tavanı izledim. Burada onsuzluktan yana acı çeken kalbimi dinleyerek biraz daha eksiliyordum. Görev için gitti demişti Altan, oysa bana son kez sarılmalı, yaşadığım sürgünden kurtarmalıydı. Ondan habersiz beş ay geçmişti. O beş ayda nasıl özlediğimi bilmeyecek kadar benden uzak değildi. Gözyaşlarımın arasında babamın defterine yazdığı alıntı aklıma geldi.
İmkânsızlıkları yaşamak mıdır sevmek,
Yoksa severken imkânsız mıdır yaşayabilmek?
Zor mudur gözlerine bakarken sevgiyi görmek,
Yoksa sevgi midir gözlerindeki tek gerçek?
Kolay mıdır bir anda vazgeçip gitmek,
Yoksa gitmekten vazgeçip, sevmek mi gerek?
Komodinin üzerindeki saksı dikkatimi çekti. Yanaklarımdaki ıslaklığı silip komodine uzandım. Kırmızı sardunyaları görünce uzun zamandır unuttuğum gülümsemem tekrar yanaklarımda belirdi. Saksıyı elime alınca altında bir not buldum. Notu alıp hızlıca okudum.
“Sen solan bir güle kıyamazsın diye sardunyalar seni bulsun istedim. Sahi sardunyalar her mevsim sen gibi değil mi? Bir dahaki sardunyaları pencereden uzatacağım güne kadar umutla…”
Yazı Sencer’e aitti. Umudu bırakıp gitmişti. Geleceğim demişti. Ben hep beklerdim zaten, o gelmese de beklerdim. Beni seven kalbini zaten hep beklememiş miydim? İçimdeki umutla beraber sardunyayı kokladım. Sardunyadan kopup gelendi tebessümüm.
Sardunyayı alıp balkona koydum. Havalar daha soğumadığı için şu an temiz havada kalması daha doğru olacaktı. Sardunyamın suyunu verip son kez koklayarak içeriye girdim. Ruhen biraz daha iyiydim. Sencer’den az da olsa bir belirti almam beni daha iyi etmişti.
Serra ile Turgut Bey’e bakıp diyeceklerine dikkat kesildik. Turgut Bey telefonu kapatıp bize baktı. Yüzündeki ifade gerginleşti.
“Senin hastalığını bir hekim tedavi edebiliyormuş, onu da bugün infaz etmişler.” Duyduklarım omuzlarımın hayal kırıklığı ile düşmesini sağladı. Her şeyi bizden önce öğrenip, yolumuza kumpas kuran bir örgütle mücadelemiz vardı. Yolumuz çetindi, yolumuz taşlıydı.
“Allah’ın bizim için planladığı kaderimiz vardır. Ölüm onunlaydı ve ben öleceksem bu bir hekimin infazının ardından da olabilir. Tevekkül ediyorum, Allah kulunu zayi etmez biliyorum.” Turgut Bey, dediklerimle memnun olmuşçasına bana bakıp, “Merak etme, ben elimden geleni yapacağım,” dedi.
“Teşekkür ederim, benim için çok uğraştınız.” Turgut Bey gülümseyip, “Sen de bizim kızımızsın, elbette uğraşacağım,” demesi yüreğimde bir yerde terk edilmiş hissine galip geldi.
“Bunu Sencer’in yerini söylemekle başlayabilirsiniz.” Bu sefer yüz ifadesi değişti. Ayağa kalkıp, “Kısa bir işim vardı, sonra tekrar görüşürüz Ayza,” dedi. Benden kaçıyordu, bana söylemekten çekiniyordu ama ben çekinmeyecektim.
“Benden kaçıyorsunuz Turgut Bey.” Eli kapı kulpunda kaldı. Çıkamadı odadan, çıkmaya vicdanı elvermezdi biliyordum. Öylece durdu bir müddet. Yavaşça kapıyı açtığında, “Kızınız olarak gördüğünüz kişinin üzülmesini daha ne kadar istiyorsunuz?” diyerek devam ettim. Yine bana bakmadı. Sabrımla oynuyordu. Ben sabredecektim. Şu ana kadar sormadığım hesabın üstesinden gelecektim. O sussa da ben sormaktan vazgeçmeyecektim. O susuşunda bile bir çok cevap vardı, sadece kaçışındaki o gizlilikte ulaşamadığım cevapta kaybı yaşıyordum.
“O gün geldiğinde sebepsiz bir yola çıkmadığımızı anlamanı ümit ediyorum Ayza. Susuyorum çünkü sen cevabı biliyorsun.” Son kez konuşup odadan çıktı. Hemen dibimdeki deri koltuğa oturdum. Sebepsizce girdikleri yolda ben de vardım, şimdi bu sebepte beni göz ardı etmeleri yıkıcı bir durumdu. Yolda tek kalmamıştım sadece yarı yolda kalmıştım. O yolu istediğim kişiyle değil bizzat şu anki kişilerle tamamlayacaktım. Sadece istediğim kişi hep arkamda olacaktı, onu göremeyeceğimin dezavantajlarıydı bunlar.
Öne doğru eğilip yüzümü ellerimin arasına aldım. Serra sırtımı sıvazlayıp, “Geçecek,” dedi. Ona bakıp, “Geçmiyor,” dedim. “Kaç aydır onsuzken geçmeyecekte.”
“Üzgünüm.” Serra’ya bakıp, “Sen biliyor musun yerini?” dedim. “Başını usulca salladı. Herkes biliyordu, benim bilmemi istemedikleri ne durum olabilirdi? O an telefonumun bildirim sesi ile cebimden telefonu alıp baktım. O an ekranda Deren ve Sencer’in resmi belirdi. Deren önde Sencer ise arkadaki koltukta oturuyordu. Elinde dosyalar vardı. Belli ki habersiz çekilmişti resim. Çünkü Deren masada oturmuş, gergin hareketleri fotoğrafa yansımıştı. Kaşlarım çatıldı. Deren bile yerini bilirken benim hiçbir şeyden haberim olmayışı canımı yaktı. Bir de aynı evde aynı nefesi solumaları hadsizce yüzüme tokat gibi çarptı. Gün geçtikçe kızgınlığıma bir yenisi ekleniyordu.
Sertçe yutkundum. Engel olamadığım öfkeli yüz ifadesiyle Serra’ya baktım. Serra’nın da bir cevap bekler gibi hali vardı. Resmi gösterdiğimde bozuldu yüz ifadesi. Her şey planlanmış ve ben, bu planların dışında kalmıştım. Ben onun eşiyken, sanki bir yabancıydım. Düştüğüm hayatta Sencer’i düşünürken o benden uzakta kendince bir şeylerle uğraşıyormuş. O uğraştıklarında ise ben değil Deren ortak oluyordu. Benim canımı bu kadar kıymetli bilen adam canımı yakmayı bir o kadar başarıyordu. Söz konusu Deren’ken ince noktamı es geçiyor oluşuna üzülmemem imkânsızdı. İlk defa öfkeme yenildim. Bekleyeceğim dediğim kişi beklenecek bir durumda değilken ben hangi hisle kendimi kandırmışım? Kandırmamda önemli değildi, onun bu kaçışındaki uç noktaya Deren’in girmesiydi.
“Ben yokmuşum gibi davranırsınız bundan sonra Serra.” Telefonu hızla elinden çekip ayaklandım. Odadan çıkarken arkamdan seslenen sese itibar etmedim. Yapamazdım, durursam öfkeme yenik düşebilirdim. Bunu kendi başıma halledebilirdim.
Evden çıkıp kendimi temiz havanın kollarına attım. Boğuluyordum, nefes alış verişim eziyetti. Elimle ağaca yaslandım. Bir hıçkırık koptu dudaklarımın arasından. Sıkıntıyla kalbimi tuttuğumda tekrar bir baş dönmesi peyda oldu. Kendimi toparlamalıydım. Buradan uzaklaşıp sakin kafayla düşünmeliydim. Kırılan direncim zayıflıyordu da. Zedelensin istemiyordum güvenimin, söz konusu Sencer’se bu olsun istemiyordum.
İleride duran atıma binip eve geçtim. Sessizliğin hüküm sürdüğü ev beni daha fazla sıkıyordu. Kızgındım, bu kızgınlığım saflığımaydı. Daha kaç kez inanacaktım beni düşünen biri olduğuna.
“Sencer,” dedim fısıltı ile. “Bunu yapmamalıydın.” Ben katlanırdım, uzaklığa da göreve de. Asıl üzen nokta beni kendinden mahrum bırakıp kendine benden başkalarını yakın tutmasıydı, özellikle Deren’i…
Resim gözümün önüne gelince biraz daha sinirleniyordum. “Fırsatçı,” diye geçirdim içimden. Onu dövmek istiyordum.
Açıklaması olamazdı hiçbir şeyin. Başımı kaldırıp gözlerimi kapattım. Ne zamana kadar sürecekti bu olay bilmiyordum ama bekleyeceğim hiçbir bahanem kalmamıştı. Yaralanmıştım bir kere, iyi olur muydum orası muammaydı. Öfkem duygularımın önüne geçiyordu. Sevmek tek başına yetmiyordu. Güvenimin olduğu hislerim bir çırpıda yerle bir edilmişti. Hüsrandaydı kalbim, mutmain olacak hisse sahip değildim.
“Sen kalbimdeki acıyı duyuyorsun Rabbim, bana bir el uzat.” Yavaşça gezindim evde, balkondaki sardunyamı alıp, “Sen solmadın ama ben soldum sardunyam,” dedim. Kırmızı yapraklarına dokunup, “Soldurdular,” dedim. Sinsice geldi dibimde durdu nefsi emmarem. Düşünmeyecektim, daha fazla düşünürsem nefsim bana galip gelecekti. Deren’in oyununa gelmeyecektim. O resme inanmayacaktım. Belli ki beni kızdırmak için atmıştı ama ben Sencer’e güvenmeyi tercih ettim. Sardunyayı sehpanın üzerine koymamla kapı zili çaldı. Balkondan çıkıp kapıya ulaştım. Serra’yı karşımda görmemle şaşırdım. Bana açıklama yapmaya geldiğini biliyordum. İçeriye girdiği esnada, “Hadi gel,” dedim. Elinden tutup balkona çıkardım. Sardunyayı ve bana bırakılmış notu gösterdim. Bu duygu değişimime şaşırarak bana baktı. Ben bile kendime şaşırmıyor değildim.
“Biraz önce sert çıktım kusuruma bakma.” Serra bu tavrıma şaşırarak baktı. Ona açıklama yapmalıydım. “Sencer’e güveniyorum.” Serra bu tavrımla gülümseyip, “Korktum,” dedi. Gülümsedim.
“Birden nefsime uyup kötü düşündüm ama biliyorum Deren’in planlarını. Allah beni bu gaflete düşürürken kadınlık nefsimi de yanı başında getirdi. Düşünmemeliydim.”
“Rahatladım ya.” Kolunu sıvazladığımda nefesimi sakince soludum. Ben de rahatladım, biraz önce kendimle muhasebe ederken şeytanın vesvesesine kapılmamdan korktum. Olayların derinini bilmeden hüküm vermek yakışmazdı bana.
Şu an en zor dönemlerimden birindeydim. Biliyordum şeytan bana bunlarla gelecek, azardan azardan vesvesesini fısıldayacaktı. O vesveselerden Rabbime sığındım. Hislerim Rabbimin himayesinde emanetti. Ona arz ettim kalbimden geçen her kelimelerimi ve ben bu fısıldayışımda arşı titretecek acılarla yoğrulmuştum. Ömrümün ortalarında ömrümün sonunu düşünerek yaşamalı, vesveseleri sükûta bürümeliydim.
“Helal olsun, suçlama kendini artık.” Gülümsedim. Ruhum dinginleşti. Mutfağa geçtik. Serra beni oturtup çay suyunu koydu. Bir yandan ona yaşadıklarımı anlatıyordum.
“Kadının bebeğine ne oldu?” Sorduğu sorunun üzerine hiçbir iyi cevap veremedim. Trende elinden alınan bebeği konuşmuştuk konunun arasında.
“Bebeği bulamadık.” Benim gibi yüzü düştü. Bir yandan yaşadıkları bir yandan benim yaşadıklarım ortaya karışık bir acıyı seriyordu. “Üzüldüm. İnsanlar bu kadar acımasız olmayı nasıl başarıyorlar aklım almıyor.” Dudaklarımı birbirine bastırıp söylediği sözü tasdikleyip, “İyi ki ahiret var,” dedim. “İyi ki,” dedi. Acımasızlığın içerisinde bir bebek bile bu vahşete kurban gidebilecek kadar can acıtıcıydı.
Çayı demlemiş yanına evde olanlardan koymuştu. İştahım olmadığından çaydan azar azar içiyordum. Hazırladıklarını yesem de zehirden ötürü geri çıkarıyordum. Bu yüzden direncimde, bedenimde zayıflıyordu.
“İyice kötü oldun sen, buna acil çözüm bulmalıyız.”
“O panzehiri bulmamız gerekiyor. Böyle geçici çözüm olmuyor.” Başını sallayıp, “Babam işi hızlandırdı. Şimdi ilaçlarla idare etmen gerekiyor. En azından ağrıların azalır,” deyince bir şey diyemedim.
Bugün için hekim kontrolüm vardı. Yakında annemi ziyarete gideceğim için bu bayılmalarıma bir çözüm bulmalıydım. Zehrin en büyük etkilerinden biri bayılma ve beni güçsüz düşürmesiydi. Zayıflamıştım, git gide daha kötü olabilirdim.
Üzerime cilbabımı geçirip evden çıktım. Turgut Bey’in ayarladığı araca binip hastaneye geldim. İçerisi oldukça kalabalıktı. Danışmaya ulaştığımda hekimin olmadığını bugün için sadece acil hastalara öncelik verildiği söylendi. Bunu beklemiyordum. Belli ki acil hasta çok fazlaydı. Hastaneden çıkarken bir yandan aklım buradaydı. Tedavi olmalıydım. Zehrin panzehirini bulma aşaması oldukça ağır ilerliyordu. Benim bu kadar zamanım olmayabilirdi. Başka çözümler olmalıydı.
Telefonumun sesini duyunca olduğum yerde kaldım. Ekrandaki yazan ismi görmeyi beklemiyordum. Çok bekletmeden açtım. Alper, hararetli bir sesle, “Ayza, neredesin?” diye söze girdi. Sanırım geldiğimi duymuştu.
“Hastanenin oralardayım.” Sesim mesafeli çıktı. Onun burada olmaması gerekiyordu, babasına engel olmalıydı.
“Ben de oralara yakınım beklersen yanına gelmek istiyorum.”
“Tamam, ben bahçesinde oturuyorum.” Telefonu kapatıp cebime geri koydum. O da on beş dakika sonra gelebilmişti. Beni görünce adımlarını hızlandırdı. Yüzünde endişe vardı. Yanıma gelince hareketleri birbirine karıştı.
“İyiyim.” Kaşları çatıldı. Dışarıdan kötü gözüktüğüm için kendimi ifade edemiyordum biraz da.
“Sen babana engel olmalıydın Alper.” Konuşmasına müsaade etmeden atıldım söze. Sesim öfke doluydu. Canımı öyle bir yakmışlardı ki karşımda kim olursa olsun hemen öfkelenebiliyordum.
“Yerlerini bana bile söylemediler Ayza. Onlara engel olmak istedikçe onlarda bana engel oldular. Babam bana da karşı sert. Bu insanlara ne yapıyorlarsa aynısını bana da yapıyorlar.”
“İyice zalimleştiler.” Başını usulca salladı. Hemen uzak köşeme oturup, “Sana daha kötü şeyler yapmışlar,” dedi. Ben kendimi önemsemiyordum. Bu onlar için bir başlangıçtı. Gün geçtikçe daha kötülerini yapacaklardı.
“Onlara engel olmalıyız, bu yüzden daha çok çabalamalıyız.” Ayaklandım. Artık gitmem gerekiyordu. Ayakta duracak halim yoktu ve ben bu konuyu bir kere daha Turgut Bey’le konuşmalıydım. Ne yapmışlar, ne kadar ilerlemişler görmeliydim.
“Sencer’le birleşmişsiniz yeniden.” Arkamı döndüğümde ne demek istediğini anlamaya çalıştım.
“Beraber değil miydiniz? Ara sıra geliyor buraya. Dünde buradaydı. Senin için gelmedi mi?” Başımdan aşağı kaynar su dökülmüştü sanki. O buradaydı ve yanıma gelmemişti. Hissizleştim, gözlerimin dolmasını engel olamayacak kadar yorgundum. Alper’in daha fazla konuşmasına müsaade etmeden yanından ayrıldım. Adımlarım seri ve öfke doluydu. Bir görev benden uzak tutmamalıydı onu. Ben onsuzken zaten ölü gibiydim. Belki de şu an Turgut Bey’in evindeydi.
Ne ara geldiğimi bilmediğim yol Turgut Bey’in evinin önünde son buldu. Kapıyı sertçe yumrukladım. Birkaç vuruştan sonra önde Altan arkada Turgut Bey vardı. İçeriye girip, “O nerede?” dedim. Neyi kastettiğimi, onun buraya geldiğini bildiğimi anlamışlardı. Şu an buna takılmak istemedim. Cevap bekler gibi yüzlerine bakmaya devam ettim.
Sesimi duyan herkes yanımıza geldi. Turgut Bey’e bakıp, “Bu muydu anlaşmamız?” diyerek fevri hareketimi kaldırdığım parmağımla sağladım. Ama feshedilen anlaşmama itaatsizliğin cezasını ben çekiyordum.
“Acımasızlığınız arasında ölüyorum görmüyor musunuz? Neden sadece ben bilmiyorum ha? Herkes biliyorken özellikle Deren biliyorken ve buraya gelmişken beni yine göz ardı etmesine kızmalı mıyım?” Herkes sessizce beni dinliyordu. Kimsenin konuşmasına müsaade etmedim. Onlarda sözümü kesme niyetinde değillerdi zaten.
“Belki de bütün oyununuz banaydı. O zaman söyleyin çok sevdiğiniz oğlunuza, ben tamamen yokum. Rahatça hareket edebilir. Merak etmesin ayak bağı olmam ona.” Son kez söylediğim sözler artık patlama noktamdı. Evden çıkıp giderken arkamda duyduğum ses Serra ve Begüm Hanım’a aitti. Durmadım, durmak istemedim. Onları dinlemek istemiyordum. Kimsenin açıklamasına gerek kalmamıştı zaten, ben açıklamamı gayet iyi almıştım.
Bu yolun engebesinde tekrar aşağı yuvarlanıyordum. Eve gelişim, valizi toplayışım bir oldu. Birkaç parça eşyam kalmıştı, onları sonra alırım diyerek yatak odasından çıkarak balkona geçtim. Köşeye bıraktığım not kâğıdını alıp şunu yazdım:
“Artık sadece çiçekler solmuyor.”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
671 Okunma |
173 Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |