İdrak edemediğim birkaç saniyem vardı. Hayatıma giren bu saniyeler büyük bir zaman dilimini kaplıyordu. Doğduğum andan bu ana kadar şahit tutabileceğim tek anımı şu ana sığdırabilirdim.
Susmamalıydım, bana verilmiş bu zamanın sahiplerine en büyük haklarının payını vermeliydim. Şu anda yaptığım gibi daha fazlasını da yapabilirdim. Onlara en büyük cezayı ödetmem gerekiyordu. Yapmalıydım, yapamadığım müddetçe cesaretim en büyük yenilgim olurdu. Yenilgiye gelemezdim, hele ki bu hislere sahipsem daha fazlasını yapmam gerekiyordu.
Yenilgime sürülen bir neden de şu an karşımda duruyordu. Selçuk Bey’in beni Dağhan Bey’le evlendirme düşüncesi öfkeme öfke kattı. Kaşlarımı çatıp avucumun içindeki telefonu sıktım. Boğazını sıkmamak için kendimi tutuyordum hatta karşımda pişkince durması beni zapt edecek gibi değildi. Sertçe yutkundum. Bakışlarımı ceviz yapılı masadan çekip Selçuk Bey’in kahverengi gözlerine odakladım. Yüzünde hiçbir ifade yoktu. Ciddiyetine ve soğuk üslubuna takılıp kaldım. Benim yerime karar vermesi hadsizlikti ve bu hadsizlikte acımadan onu öldürebilirdim. Kurumuş dudaklarımı yalayıp nefesimi soludum.
“Ne diyorsun baba sen?” Benden önce Alper’in öfkeli sesi odayı doldurdu. Alper’e baktım yavaşça, yüzündeki ifade korkutur cinstendi. O da benim gibi avucundaki telefonu sıkıyordu. Babasına yaklaşıp elini sertçe masaya vurdu. Çıkan ses irkilmeme neden oldu.
Alper’le Selçuk Bey, birbirlerine bakarlarken ben de yanlarına yaklaştım. Alper, benim bu yaklaşımım karşısında elini masadan çekip doğruldu. Eli masaya vurmaktan dolayı kızarmıştı.
“Ne karşılığında?” Öfkeliydim ama sakinliğimi korumam gerekiyordu. Bağırıp çağırarak meseleyi çözemezdim. Selçuk Bey zaten buna izin vermezdi.
Selçuk Bey, kısa bir müddet susup “Efruz’un hayatı karşılığında,” dedi, şaşırmadım. Yüzündeki umursamazlık hissine, “Siz de bu kararı benim yerime verdiniz, öyle mi?” dedim. Sesim git gide sertleşiyordu. Selçuk Bey, bu ani çıkışıma karşı kaşlarını havalandırdı. Bu saçmalıkta geri planda tutuluyordum. Oysa bana sormaları gerekiyordu.
“Bir kadın evlendirilirken ona ne zaman sorulmuş Ayza?”
“Burada yaşıyorsan söz sahibin benim.” Midem bulandı. Safi kötüydü bunlar.
“Buna izin vermem baba,” diyen Alper, benden daha öfkeli duruyordu. Şu an iki yandan Selçuk Bey’in kararının yanlışını savunuyorduk. Hiçbir zaman bizi dinlemeyecekti, hatta bu evlilik onun daha çok işine gelecekti. Vasfı onun hayatıydı, onu kaybetmek istemiyor daha da yükselmek istiyordu. Ama ben onlara bu fırsatı vermeyecektim. Selçuk Bey, elini çenesine getirip beyazlaşmış sakalını stresle sıvazladı.
“Kararımın üzerine karar istemiyorum, konuşmanız bittiyse çıkabilirsiniz.” Son sözlerini söyleyip arkasına döndü. Alper, babasının bu tutumuna karşın sakin kalamayıp masanın üzerinde duran dosyaları eliyle hızla itekledi. Yere düşen dosyaların sesi Selçuk Bey’in bize dönmesini sağladı. Olduğu yerden kalkıp yanımıza geldi. Alper’e öfkeyle tokat attı. Olanlar beni fazlasıyla şaşırtmaya yetmişti. Akabinde bana dönüp, “Başka bir söz istemiyorum,” deyip odadan çıktı. Odanın ortasında Alper’le ben kaldık. Sessizce Alper’e döndüm. Alper, hâlâ babasının çıktığı kapıya bakıyordu. Ellerini sıktığını fark ettim. Ben de odadan çıkıp merdivenlere yöneldim. Kâbus gibi bir gündü. Bir an da kendimi bir kararın ortasında bulmuştum. Ne yaşıyordu bu insanlar ve benimle dertleri neydi bilmiyordum.
“Ayza.” Arkamdan seslenen Alper’e döndüm. O da benim gibi bir iki basamak çıkıp yakınımda durdu. Parmakları ile alnını ufalayıp, “Bunu kabul etmeyeceksin değil mi?” deyip sustu. Bu söz, beni daha fazla sinirlendirdi. Dışarıdan kabul ediyor muşum gibi mi duruyordum.
“Ne demek bu? Böyle bir şeyi kabul edeceğimi düşünüyor musun sahiden?” Alper, eliyle merdiven korkuluğuna sertçe vurdu. Bu davranışından ötürü irkildim. Merdivenlerden öfkeyle çıkarken geriye dönüp tek bir söz etmedi.
Sanki bir oyunun içindeydim ve oyunun en başrolünde Efruz bulunuyordu. Gün geçtikçe bu evde durmam farklı bir hâl alıyordu. Selçuk Bey, özel hayatıma kadar müdahil olmaya başlamıştı. Bir an önce buradan gitmezsem de daha fazla ileriye gidecekti.
Nefesimi sertçe soludum. Bir an önce bu işi halletmem gerekiyordu. Bu yüzden de elimi çabuk tutmalı içeride ne kadar dosya varsa hepsine bakmalıydım.
Odaya çıkmaktan vazgeçip kendimi tavlaya yönlendirdim. Atımın yanına yaklaşıp ipini çözdüm. Gideceğim yerin neresi olduğunu bilmeden ilerliyordum. Şu an mahzene gidemezdim, gidersem öfkem kızışacak gibiydi. Ters yöne döndüm. Küçükken babamın beni götürdüğü yere gitmeye karar verdim. Atımın hızını arttırdım. Zihnimde sesler susmuyor, Dağhan Bey’in bakışları aklımdan silinmiyordu.
Poligonların oraya geldiğimde atımı bir köşeye bağlayıp içeriye girdim. İçerisi bu sefer sessizdi. Görevlilerin güvenlik konusunda beni taramalarından sonra içeriye girmeyi başarabildim. Ayarladığım oku alıp bir müddet sessizce bekledim. Gözlerimi usulca kapattığımda zihnime uğrayan hayal sanki gerçekmiş gibi beni gülümsetti. Babamın bana ders vermesi, başlarda başarısızlıklarım film şeridi gibi zihnime uğrayıp geçti. Zihnimdeki hatıraları hızla savıp oku yayın kabzasına koyup bakışımı dikkatlice hedefe odaklandım. Kaşlarımı çatıp oku yaydan çıkaracakken arkamdan duyduğum, “Öyle ters yöne gider,” diyen sesle ok yanlış hedefe uğradı. Sinirlerim daha da arttı. Zaten bir yerlere çatmak için bahane arıyordum, şimdi de bu ses beni çileden çıkarmıştı.
Arkamı döndüğüm anda gördüğüm kişi görmeyi beklemediğim kişiydi. Yanıma yaklaştı. Yeşil irisleri benden çekilip hedef tahtasına yöneldi. O da benim gibi yayını alıp hızlı bir hamleyle oku hedefine ulaştırdı.
“Dikkatimi dağıttın.” Dudağının kenarı belli belirsiz kıvrıldı. Oysa benim yüzümdeki ifade sertti ve kaşlarım çatıktı. Sanırım sabahki olaylarla beraber öfkemi çıkartacak yer arıyordum. Bu sefer hedefi şaşırmadan oku attım. Kendimi ifade etmenin verdiği zaferle bu sefer gülümseyen ben oldum. “Beni mi takip ediyorsun?” Sorduğum soru ile önüne dönüp tekrar oku hedefte buluşturdu. Bana cevap vermeyi sonradan tercih edip, “Sence buranın sahibine sorulacak soru mu?” dedi. Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Dilimin ucuna gelen kelimeler geri gitti. Bu zamana kadar geldiğim bu mekânın sahibinin Sencer olması şaşırttı. Şu ana kadar hiç karşılaşmamıştık, belki de karşılaşmıştık ama hatırlamıyordum. “Belki de sen bilerek geldin buraya!” Yaptığı ima ile kaşlarım havalandı.
“Neden böyle bir şey yapayım?” Tekrar hedefe bir ok gönderdim, o da aynı şekilde peşimden bir ok attı. Onun oku benim okumun tam dibine isabet etti.
“Bunun için birçok sebebin var.” Onun yüzündeki ciddiyete karşı benim keyfim yerine geldi. O mu çok zekiydi yoksa ben mi bilmezliğe vuruyordum bilmiyordum ama ikimizde oldukça üstü kapalı konuşuyorduk.
“Sebeplerimiz benziyor gibi.” Bakışlarını hedeften çekip bana çevirdi. Ben, onun aksine devam ediyordum. En sonunda pes edip yayla okları köşeye bıraktım.
“Neden o evdesin?” En sonunda konuyu açması gülümsetti. Konuşmasını beklediğim meseleyi en sonunda açtı.
“Sen ne için o eve geldiysen onun için.”
“Ama çalıştığımız kişi aynı değil.” Usulca salladım başımı. Ben, kimse için çalışmıyordum. Tek isteğim vardı; bu dünyadaki kötülüklerden kurtulmak… Bir de babamın intikamını almak. Onlara aldıkları nefesin hesabını soracaktım. Bunun için de kimseye ihtiyacım yoktu.
Yayı yerine koyup, “Benim istediğim kendi adaletim. Ve bunu tek başıma da olsa yapıyorum,” diyerek kapıya yürüdüm. Kendimi bir sürü sorunun içinde buluyordum. Bazı olaylarla yüz yüze gelmem sanki bir yerlerde sert zemine çarpmama neden oluyordu. Her gün yeni bir şeyler öğreniyordum. Geçmişimde bir olay vardı ve bu, benden gizleniyordu. Atımı olduğu yerden çözüp hızla üzerine bindim. Gideceğim esnada, “Bunu unutmuşsun,” diyen Sencer’le atımın hızını yavaşlattım. Atı, Sencer’e doğru çevirdim fakat Sencer, ona bakmama zaman bırakmadan yanıma geldi. Elini beyaz keten gömleğinin yanına sokup çok geçmeden belinden çıkardığı çakıyı bana uzattı. Yeni idrak etmiş bir vaziyette çakıyı elinden aldım. O gün adamların saldırısında kullandığım çakıydı bu. O günün aksiyonundan dolayı çakıyı tamamen unutmuştum. Çakıyı çantama koyup, “Bu sende ne arıyor?” dedim. Arkasını dönüp giderken, “Senden sonra bir kez daha oradan geçtim. O gün olduğu için düşürdüğün yerde duruyordu,” deyip cevap vermemi beklemeden içeriye girdi. Şaşkınlık bir yandan bakışlarımı bir müddet girdiği yerden çekemedim.
Çakıyı bacağımdaki kılıfa koyup atımı hızlandırdım. Yol boyunca ne düşüneceğimi bu rastlantılara ne ad vereceğimi bilemedim. Bu olayların sonucunda ise nereye varacaktım yaşayıp görecektik.
Atımın yelesini okşayıp, “Bak yine gevezeleştim Yağız oğlum,” deyip kendi kendime güldüm. Bazen böyle ne düşündüğümü ben de anlayamıyordum. Atı diğer tarafa yönlendirip eve gitmekten vazgeçtim. Bugün o evden uzak kalacaktım. Telefonu alıp Gökçe’yi aradım. Yanına gideceğimi söylediğimde evde olduğunu söyleyip kapattı. Gökçe, amcamın kızıydı ve o da benim gibi babasını kaybetmişti. Annesi ise babasından bir sene sonra vefat etmişti. Tek başına babasından kalan bir evde yaşıyordu. Arada sıkıldığım zaman uzakta da olsa yanına gider onunla dertleşirdim.
Epey ilerledikten sonra sulu kar yağmaya başladı. Atımı biraz daha hızlandırdım ve yolu ters ikamete çevirdim. Yollar yine çamur içindeydi. Büyük olmasa da çıkan bazı çatışmalar yolların bu hâle gelmesine neden olmuştu.
Çamurlu yolun bittiği caddede sol köşede Gökçe’nin evi gözüktü. Attan inip ipini tutarak evin bahçesine ulaştım. Atı evin ahırına götürüp bağladım. Hafiften başlayan sulu kar artık şiddetlenmeye başladı. Hızlıca verandaya geçip kapıyı tıklattım. Çok geçmeden Gökçe, kapıyı açtı ama yüzünde belli belirsiz bir üzüntü vardı. Endişeyle kaşlarımı çattım, canı bir şeye sıkılmış gibiydi. Ayakkabılarımı çıkarıp içeriye girdim.
“İyi misin?” Sorduğum soruyla kapıyı kapatıp, “İyiyim iyi,” dedi. Salona geçtiğimizde ortalığın dağınıklığına kaydı bakışlarım. Huzursuzca etrafı inceledim. En son tekrar Gökçe’ye baktım. Benden sakladığı bir şeyler vardı.
“Bir şeyler var sende.” Nefesini gürültüyle dışarıya verip, “Babama ait dosyalar vardı, onu istediler. Vermeyince olay çıkardılar,” diyerek yüzünü ellerinin arasına aldı. Ben de yanına oturup elini yüzünden çektim. Yanaklarına doğru akan gözyaşlarını silip,“Yine aynı kişiler mi?” dedim. Başını salladığında içten içe öfkem büyüdü. Adamlar Selçuk Alphan’ın adamlarından başkası değildi. Kendince birçok delili kendi için kullanacaktı ama buna izin vermeyecektim. Ona bu iyiliği yapmayacaktım. Onu kendi düşüncelerinde bitirecektim.
Sessizce Gökçe’ye bakmaya devam ettim. Amcamda babam gibi suçsuzluktan hüküm giymişti ama birkaç hafta sonra olacak davada yeni elimize geçen dosyalarla onları aklayacaktık. Bu durum Selçuk Alphan’ı bitirdiği gibi amcamın da babamın da ismini temize çıkaracaktı. Ne olursa olsun adalet yerini bulacaktı. Bu zamana kadar kim suçsuz yere Selçuk Bey’in kötülüğünü görmüşse hepsinin adaletini sağlayacaktım. Bu yüzden Selçuk Alphan’a her türlü katlanıyordum. Dosyaların devamı o odadaydı, biliyordum. Sessizce köşeme çekilmiş gibiydim ama bu sessizliğim büyük kıyametin hazırlığıydı. Belki zararlı çıkacaktım ama sonundaki mutluluk için bu zarara katlanacaktım. Adımlarım bir o kadar yavaş bir o kadarda hızlı olacaktı. Sadece insanların davası için değil İslamiyet’in payidar kalması içindi de bu çabam. Biliyordum ki amaçları sadece insanları öldürmek değil İslamiyet’i de yok etmek istemeleriydi.
“Yengem bilmiyor değil mi?” Başımı iki yana sallayıp, “Bilmeyecek de,” dedim. Annemi bu işten ne kadar uzak tutabilirsem tutacaktım. O sadece bu iş için çabaladığımı biliyordu, Selçuk Bey’İn evinde kaldığımı bilse delirirdi. Bedenini bana çevirip, “Tehlikeli yerdesin Ayza, senin orada olman korkutuyor beni,” dedi, bu tavrına karşı tepki vermedim. “Bak burası kocaman bir ev, burada yapabiliriz ne yapacaksak.” Yapamazdık. Böyle olursa çok yavaş ilerlerdik. Zamanımız kısıtlıydı. O evdeki bütün delilleri toplamam, Selçuk Alphan’ın telefon görüşmelerini dinlemem gerekiyordu.
“Tehlike gerçekleri sır perdesi yapar.”
“Tehlike bir gün doğruları içindeki mazlumla da yok eder.” Ayağa kalkıp, “Ama bir gün o doğrular gerçeği aralar,” dedim. Tehlike her zaman vardı. Bu topraklar tehlikeyi hiçbir zaman üzerinden atamamıştı. Yıllardır süregelen bu savaşa ise asla alışmayacaktık.
Üzerimdeki cilbabı çıkarıp astım. Mutfağa geçip çay suyu koydum. Kafam o kadar dağınıktı ki toparlamam gerekiyordu. Dolaptan papatya çayı çıkarıp, “En azından şu bizi yatıştırır,” dedim. Gökçe, dediğimi onaylarcasına çayı french presse koydu. Kaynayan suyu french presse döküp salona geçtik. Ben, koltuğa otururken Gökçe, elinde bir tabak tatlıyla geldi. Benim tatlı yemediğimi bildiği için kendisi tabağıyla beraber köşesine geçti.
Rengini alan çayımı bardağa döktüm. Gökçe, kendi hâlinde kitabını okurken bense telefona çektiğim bilgilerin devamına göz gezdirdim. Çok fazla bilgi alamamıştım ama yine de bazı önemli bilgilere ulaşabilmiştim. Onları da epey inceledikten sonra yorulan gözlerimin acısıyla ekrana bakmaya son verdim.
Gökçe hâlâ kitap okumaya devam ediyordu. Kalkıp pencere kenarına geçtim. Pencereden baktığımda şehir tüm ihtişamı ile gözler önündeydi. Bu evin en sevdiğim özelliği manzarasıydı ve her zaman manzarayı izlemekten zevk alırdım. Güzelliğe daldığım anda telefonuma gelen bildirimle irkildim. Cebimden telefonu çıkardığımda mesaja baktım.
“Seni Yatağan kırsalında bekliyorum.” Numara Alper’e aitti. Telefonlar dinlendiği için arayamıyordu. Endişeyle mesajı tekrar okudum. Yatağan kırsalı Alper’in bazen gittiği yerdi ve benden başkası orayı bilmezdi. Ardından tekrar mesaj attı. “Efruz da yanımda.” Ne planladığını bilmiyordum ama tahmin edebiliyordum. Önemli olmalıydı. Telefonu cebime koyup Gökçe’ye döndüm.
“Benim acil çıkmam lâzım, Gökçe.” Sesimdeki tınıyla, “Bir şey mi oldu?” diye cevapladı. Cilbabımı giyinip, “Ben de bilmiyorum,” dedim. “Alper, beni çağırdı.” Kapıya kadar benimle geldi. Meseleyi bilmediğim için ona açıklama yapamıyordum. Sıkıca Gökçe’ye sarılıp, “Artık başka zaman gelirim,” dedim. Beni fazla soru yağmuruna tutmadan evden çıktım. Atımı ahırdan alıp bindim. Dışarıda keskin bir soğuk vardı. Gökçenin verdiği atkıyı ağzıma kadar çekip ilerlemeye başladım. Bir yandan etrafı inceliyordum. Tehlike her an her yerden çıkabilirdi. Yatağan kırsalı biraz uzaktaydı. Fazla zaman kaybetmemek için atımı hızlandırdım.
Epey bir mesafeden sonra dediği yere geldim. Daha kapıya yaklaşmadan kapı açıldı. Taş yığınıyla yapılmış eve girdim. İçeriye girdiğim anda kasvetli bir hava beni karşıladı.
“Neler oluyor Alper?” dedim sorgular sesle. Efruz da olan bakışlarını bana odaklayıp, “Olanları konuşmamız gerekiyor,” dedi. Kaşlarım çatık bir şekilde Alper’in sözlerine takılı kaldım. Şu an Alper’in endişesi beni ürpertiyordu.
“Sen zaten biliyorsun konuyu. Bir şey de de ben de harekete geçebileyim.”
“Bu olanlardan kaçamayacağımızı biliyorsun değil mi?” Söylenmem üzere bana öfkeyle bakıp, “Kabul mü edeceksin yani!” dedi.
“Ben öyle bir şey mi dedim?” Geri bağırmam ile çatılmış kaşları düzeldi. “Bana bunu zorla yaptıramaz Alper, gidip Dağhan Bey’le konuşacağım.” Dalga geçmişim gibi gülümsedi, bir an yüzündeki ifade tuhaflaştı. Elini sertçe saçlarının arasından geçirip nefesini öfkeyle soludu.
“Dalga mı geçiyorsun Ayza, adam ne kadar tehlikeli, farkında değil misin?” Cevap vermedim, Alper’in beni dinlemeyeceği belliydi. Şu an öfkesi doğru düşündürtmüyordu. İçeriye geçip çantamı siyah deri koltuğun üzerine koydum. Alper, benden farklı bir cevap bekliyordu ama cevabını alamamıştı. Efruz’a dönüp, “Senin korkmana gerek yok?” dedim. “Sonucu bende patladı.” Bu sözlerim Efruz’u üzse de ben de çok farklı değildim. Efruz, yanıma yaklaşıp, “Beni suçlaman üzüyor,” dedi, bu duruma sadece güldüm. “Ben, böyle olsun istemezdim.” Alayla güldüm. Artık bu durum hakkında ne düşüneceğimi bile bilmiyordum. Sinirlerim bozulmuştu. Koltuğa oturup, “Suçlasam ne fayda, olan oldu,” diyerek öfkeyle konuştum. Kendimi ifade edememenin sıkışmışlığı arasındaydım. Dağhan Bey’in niyeti zaten belliydi. Her karşılaşmamızda bana tuhaf bakışlarında seziyordum bunu. Sadece zamanını bekliyordu ve olan olmuştu da. Bu iş biraz da bahanesi olmuştu.
“Yarın yanına gideceğim.” Alper’e yönelttiğim bu sözler sertçe bana bakmasına neden oldu.
“Bence düzgün düşünemiyorsun.” Parmaklarımı alnımda gezdirip, “Düzgün düşünülecek bir durum yok ortada,” dedim. O da bu dediğimi onaylar gibi cevap vermedi. Alper’in benden daha dengesiz düşündüğü ortadaydı. Cesareti olsa kendi giderdi ama çekindiği taraf babasıydı. Hem o, o kadar cesur biri de değildi. Olsa bile bu durum onu ilgilendirmiyordu.
“Hayır Alper, ben kendim halledeceğim.” Ayağa kalkıp sehpanın üzerinde duran dosyayı alıp bana uzattı. Merakla dosyayı alıp açtım. Dağhan Bey’e ait bilgiler vardı. Merakım git gide artıyordu. Birkaç sayfa açtığımda gördüğüm bilgiler ağzımın açık kalmasına neden oldu.
‘2005 Kasım 21. idam ettirilen Eliza Berry, Dağhan Erkuran’ın gizli evliliğinden olan bir suçlamadan ibarettir. Dağhan Erkuran, Eliza Berry’i ertesi gün kendisine yapılan suikastta suçüstü yakalamıştır.’
“Eliza Berry, Dağhan Bey’in eşi değildi.” Alper, beni onaylayıp, “Hatta evlenmesi için zorlamıştı ama kabul etmediği için bu haber yayılmıştı,” dedi. Okumaya devam ettim. Okudukça birçok bilgilere ulaşıyordum.
“Tek başına başa çıkamazsın olaylarla. Onu reddedersen senin de kaderin Eliza gibi olacak Ayza. Bırak sana yardım edeyim.”
“Bu dosya bende kalabilir mi?” Kabul edince dosyayı çantama koydum. Dosyada babama ait olan bilgilerin olduğunu biliyordum. Önce neden aldığımı sorsa da fazla belli etmeden bu işi bahane ettim. Alper, benim planlarımı bilse belki de babasına olanları söyleyebilirdi.
Salona bitişik olan Amerikan mutfağa geçti. Isıtıcıya su koyup kaynayınca kahve yapıp yanıma geri döndü. Kupanın birini bana uzatıp uzak köşedeki berjere oturdu.
“Alper?” Seslenmem üzere kaçırdığı bakışlarını bana çevirdi. Ağzından bu itirafı alacaktım. En azından bu konuyu konuşup bir sonuca bağlamam gerekiyordu. Daha fazla umutlanmamalı, benim üzerimde hayal kurmamalıydı. “Neden bu konuyla bu kadar ilgileniyorsun?” Tekrar kaçırdı bakışlarını. Her şeyi anladığımı çok iyi biliyordu. Elindeki bardağı sehpaya koyup öne doğru geldi. Kollarını iki yana açmış bacağına yasladığında ciddi bir konuşmaya gireceğini anladım.
“Bunu sana sonra söyleyeceğim ama şunu unutma ben haksız bir savaşın içinde değilim.” Ona açıkça konuşurdum ama şu an yapamazdım. Bu evliliği engellemesi haksız bir savaşın içinde olmadığını göstermezdi. O, kendi istekleri doğrultusunda hareket ediyordu. Bu yaptığı sadece kendi lehineydi.
Daha fazla uzatmak istemedim konuyu. Bu yüzden bardağı alıp terasa çıktım. Bardağı avuçlarımın arasına getirip karşı manzarayı izlemeye başladım. Her şey düşündüğüm gibi gidiyordu ama araya Dağhan Bey’in girmesi işi yokuşa sürmüştü. Bunların olacağını tahmin etmiyordum. İçten içe öfkeleniyordum. Babam yaşında bir adamdı Dağhan Bey. Birden fazla karısı vardı. Mide bulandırıcı hayatına beni sürüklemek istiyor oluşu sebep olan olayların yeniden canlanıyor oluşuna yol gösteriyordu. Selçuk Bey’in bu evliliğe olumlu gözle bakıyor oluşu ise anladığım kadarıyla en üst mertebeyi düşünmesindendi. Onunda büyük planları vardı, sadece planlarının en büyük kurbanı bendim. Susmak istemiyordum ve bu plana sessiz kalacağımı zannetmiyordum.
Zihnimi dinginleştirip düşünmeye son verdim. Üşüyen bedenimle kollarımı birbirine dolandırdım. Çok geçmeden önüme uzatılan polarla başımı yan tarafa çevirdim.
“Ne yapacaksın?” dedi sitemkâr bir dille. Omuz silkip, “Ne yapmam gerekiyorsa onu,” dedim. Boş duramazdım. En önemlisi de acele etmeliydim. En önemli işim o evdi, Selçuk Bey’in odasındaki dosyaları yarılamıştım. Şu ana kadar çok önemli bir bilgiye rastlayamamıştım ama bulacağımı biliyordum. O da diğer poları sırtına geçirip, “Anladım,” dedi. Kimse bilmiyordu bunun çıkış nedenini ve bu bizi epey zorlayacak bir süreç olacaktı. Efruz, kendini suçluyordu, bazen ben de buna pay çıkarıyordum ama kızamıyordum. Sessizliğim karşısında mahcubiyetle içeriye geri girdi. Soğukluğuma ben de anlam veremiyordum, belki de yüreğimde birikmiş ağır hisler şimdiden patlak göstermişti. Önüme sunulan bu karmaşanın bir an önce bitmesini istiyordum. Selçuk Bey’in hak ettiği karşılığı almasını istiyordum. Ben, artık özgürlüğüme kavuşmak istiyordum. Sessizliğim kıyametim olsun istemiyordum.
Bahçe kapısından içeriye girdiğim anda beni karşılayan iki adam birbirlerine bakıp beni tanıyıp tanımadığını anlamak ister gibi bir hâle büründüler. Çok geçmeden adamın biri yanıma geldi. Üzerinde siyah bir takım vardı ve cüssesi de epeyce iriydi. Beni tanımıyor olacak ki, “Kime baktın?” diye söylendi. Adamın biraz uzağında durup, “Dağhan Bey’le konuşmam gereken mesele var,” dedim. Adam anlamsızca arkasındaki adama bakıp tekrar bana döndü.
“Ne hakkında?” dedi tok bir sesle.
“Ayza Kaya sizi görmek istiyor, derseniz beni kabul edecektir.” Aslında soy ismim Giray’dı ama şu anlık beni sadece Kaya olarak biliyorlardı. Eğer gerçek kimliğimden bahsetmiş olsaydım şu ana kadar yaşamam söz konusu olmazdı. Babamın yakın arkadaşı olan Muaz amca sayesinde sahte bir kimlik çıkarabilmiştim. Onun sayesinde de şu an kimse benden şüphelenmiyordu.
Adam, burada beklememi söyleyip kendisi de içeriye girdi. Giderken diğer adama dikkatli ol diye telkinde bulundu.
Bakışlarım kocaman evde gezindi. Etrafı yüzlerce koruma sayesinde çevriliydi. Bahçede tek bir ağaç yoktu. Etraf o kadar net görünüyordu ki bir mesele olsa asla gözden kaçmazdı.
Çok geçmeden koruma yanıma gelip, “Seni bekliyor,” dedi. O önden geçerken ben arkasından yürüyerek peşine takıldım. Uzun bir koridorun sonunda ahşaptan yapılmış merdivenleri çıktık. Üçüncü kata geldiğimizde tek bir oda karşıladı beni. Yanında başka oda yoktu ve odanın kapısı meşe ağacından yapılmış, oldukça sert bir kapıydı. Adam kapıyı tıklatıp içeri girmemi sağladı, kendisi de bir şey demeden odadan çıktı. Bakışlarım Dağhan Bey’e yöneldi. Beni gördüğünde oturduğu yerden kalkıp yanıma geldi. Hareketleri oldukça rahattı. Elzem bir görüntü sunuyordu kendine ama bu durumda ben, sadece buradan kurtulmak istiyordum.
Yanıma gereğinden fazla yaklaşıp, “Hoş geldin,” diyerek elini uzattı. Önce eline baktım, tokalaşmasına karşılık vermeyip, “Pek hoş geldiğim söylenemez,” dedim. Bu durumumu normal karşılar gibi bir hâli vardı. Hafiften gülümseyip tutmadığım elini indirdi. Konunun ne olduğunu çok iyi biliyordu. Onunla açık açık konuşacaktım.
“Selçuk Bey’le yaptığınız anlaşmayı bozmanızı istiyorum.” Alayvari bir edayla kaşını kaldırıp, “Sence bunu yapar mıyım?” dedi. Sesinde ciddiyetten uzak bir eda vardı. Selçuk Bey’e olmasa da bana karşı tavırları bir tahakkümden ibaretti. Masanın ön tarafında duran siyah deri koltuğa oturup bacağını diğer bacağının üzerine koydu. O kadar rahattı ki sinirlerim bozuldu.
“Bu zamana kadar hangi kadın evlenmiyorum diye rest çekmiş Ayza. Senin söz hakkın o gün bitti.” Doğruydu, biri bir kadını seçtiğinde o kadının reddetme imkânı yoktu. Reddedince de Eliza gibi ölüme mahkûm oluyordu. Onların kuralı buydu ama ben bu kuralı asla kabul etmeyecektim.
“Siz kimsiniz de benim hayatım üzerinden kumar oynuyorsunuz?” Bu dediğime sinirlendi, hızla yanıma gelip kolumu kavradı. Tutuşu sertti ve yüzündeki ifade fazlasıyla korkunçtu. Yüzünü yüzüme yaklaştırıp, “Kim olduğumu ya da ne olduğumu biraz önce söyledim,” diye tısladı. Bu tavrı karşısında kendimi geri çekmeye çalıştım fakat başarılı olamadım. Ağzından burnuma ilişen sigara kokusu midemi bulandırdığı gibi tavırları da midemi bulandırmaya yetti. Korkmuyordum ama yapacakları beni fazlasıyla tedirgin ediyordu. Kolumu bırakıp, “Kabul etsen senin için daha iyi olur,” diye devam etti.
“Kabul etmezsem peki?” Yüzünde alay vardı. Beni küçümsüyordu. En çok da kendisinin nasıl bir varlık olduğunu biliyordu.
“Eliza Berry’i tanıyorsun değil mi?” Bu nasıl alçaklıktı böyle? İtham ettikleri midemi bulandırıyordu.
“Tanıyorum tabii.” Bu sefer imalı konuşan ben oldum. Onun vasfı artık umurumda değildi, hatta şimdi bile öldürebilirdi ama bu saatten sonra ona karşı farklı bir Ayza olmamı sağlayamazdı.
“İyi işte. Ona göre ne yapacağına karar verirsin.”
“O da öyle demişti. Kader!” Bir şey diyemedim. Bu sözlerim onun umurunda değildi.
“Öldürün o zaman. Hemen şimdi.”
“Önceliğim ölmemen.” Güldü. “Mesela seninle evleneceğim diye resmi nikâhlı karımı boşadım. Değerini bil.” Kusmamak için elimle ağzımı kapattım. Karşımdaki adam zavallıydı. Karşımda küçük düştüğünün farkında bile değildi.
“Göreceğiz o zaman.” Son restimi çekip odadan çıktım. Evden çıkarak kendimi soğuk havanın kucağına bıraktım. Buraya gelmem saçmalıktı belki de. Olanların ciddiyetini bir kez daha anladım. O katildi, o acımasızdı. En önemlisi de bunlar umurunda bile değildi. Bana dedikleri midemi bulandırıyordu. Kim bilir evlendiği kadınları nasıl zorlamıştı!
Sertçe soluyup bahçeden çıktığım anda kolumdan tutulup kenara çekilmem bir oldu. Ne olduğunu anlamadan karşımda beliren Alper’e baktım. Öfkeli yüz ifadesinin sonucu ben de patlayacaktı. Eliyle sus işareti yapıp karşıdaki adama baktı. Birkaç dakikanın ardından,“Neden geleceğini söylemiyorsun Ayza?” dedi. Ona haber vermemiştim buraya gelirken. Geldiğimi nasıl öğrenmişti bilmiyorum ama bekleyemezdim de. Bu tavrı karşısında geri çekilip, “Ne yapmamı bekliyorsun?” dedim. Sesim biraz yüksek çıktı. Sinirlerim bozulmuştu artık. Birileri bana hesap sormamalıydı. Eliyle ensesini ufalayıp, “Tek başına bu işe kalkışma dedim sana. O adam tehlikeli Ayza, o evden kolayca çıkamayabilirdin,” dedi. Öfkeliydi.
Şu an tartıştığımız konunun nereye gideceğini bilmiyordum. Alper ayrı sıkıştırıyor bu konu ayrı sıkıştırıyordu. Tek başıma olmak her adımımda düşmemi sağlıyordu. Yeterince yorgundum. Artık bu işin bitmesini istiyordum. Yıllardır biriktirdiğim öfkemin ucundaydım.
“Sen karışma Alper, ben kendim bu işi halledeceğim.”
“Şuradan uzaklaşalım, daha detaylı konuşuruz.” Olduğumuz yerden epeyce uzaklaştık. İleride duran atı gördüğümde Alper’in de atla geldiğini anladım.
“Ne dedi o adi adam?” Sorduğu soruya cevap vermeden kendi atıma ilerledim. Önüme geçip, “Sana soru sordum Ayza!” diyerek sesinin tınısını yükseltti. “Ne dedi o şerefsiz. Bir şey yaptı mı sana?” Kaşlarımı çatıp, “Alper, benden uzak dur!” dedim. Her defasında üzülüyordu. O asla bir şey yapamazdı, bunu en iyi ben biliyordum. Babasından çekinirdi, özellikle o kadar cesur değildi.
Gerilen yüzü düzeldi. Yüzüne hüzün çöktü ve gözleri anlam veremediğim şekilde doldu. “Neden sözümü dinlemiyorsun Alper?”
“Sadece sana yardım ediyorum.”
“Yapma, üzülüyorsun görmüyor musun? Bu yardım değil. Bunu en iyi sen biliyorsun.” Onu kırdığımı biliyordum ama bunu yapmalıydım. Ben ona aynı hisleri taşımıyordum, o da beni sevmemeliydi.
Bir şey demeden atına bindi. Tepeden bana bakarken diyeceklerini sessizde olsa gösterebiliyordu. “Olsun,” dedi usulca. “Üzülsem de üzülmene izin vermem. Sen istemesen de…” Son söylediği buydu. Çekip giderken arkasından bakakaldım. Dediğim kelimelerin onu ne denli etkilediğini biliyordum. Yine de bu ikimiz için en iyisiydi. Onun beni sevmesini istemiyordum. Bu kadar çok gerekçe varken üzülen bir tek o olurdu.
Ne ara beni sevmiş, ne ara yüreğinde bunu büyütmüş bilmiyordum. Oysa onunla aramıza büyük bir sınır koymuştum. Gerektiğinde o sınır bozuluyordu sadece. Ama şimdi anlamıştım ki aslında sınır da bir işe yaramamıştı. Ben fark etmeden beni sevmişti. Sıkkınca nefesimi soludum. Kafamdaki tonlarca düşünce beni yoruyordu. Atıma binip yavaşça ilerlemeye başladım.
Kar hâlâ yağıyordu ama pek fazla tuttuğu söylenemezdi. Tekrar mahzenin yanına geldim fakat bu sefer gördüğüm kargaşa ile panikledim. Attan inip yavaşça ilerledim. Gördüğüm kadarıyla birkaç asker insanları rehin almıştı. Durumun ciddiyeti ile köşede durmaya devam ettim. Çoğu insan bu civarda yaşayan ya esnaftı ya da normal halktı. Askerler kesinlikle Dağhan Bey’indi.
Bir müddet etrafı izledim. Tutsak ettikleri halkın başında duran askerler etrafı kolaçan ediyorlardı. Uzak köşede duran asker telsizde biriyle konuşuyordu. Askerlere gözükmeden diğer ağacın arkasına geçtim. Biraz daha yaklaşmıştım fakat konuşulanları hâlâ anlayamıyordum. Diğer ağacın arkasına geçecekken sol tarafta duran askerin beni fark etmesi geri adım atmama neden oldu.
“Komutanım, ileride biri var.” Böyle deyince bana fazla yaklaşmalarına izin vermeden alt sokağa saptım. Koşarak ilerledim ama askerler benden daha hızlıydı. “Dur!” diye ikaz etmişlerdi ama durmaya niyetim yoktu. Durmam için havaya bir el ateş açtılar, önce irkildim daha sonra hızımı artırdım. Taşla kaplı caddelerin soğuğu yüzüme çarptı, bu koşmamı zorlaştırıyordu. Biraz ilerledikten sonra kıvrımlı yola giriş yaptım, çok geçmeden ağzımdan tutulup köşeye çekildim. Ne olduğunu anlamadan bir sığınağa girdik. Tutan elin burnuma temas etmesi nefes almamı zorlaştırdı. El yavaşça ağzımdan çekildi. Korkudan kapanan gözlerimi açtığımda gördüğüm kişi Sencer oldu. Eğilmemi söylediğinde çukurluğa doğru eğildik. Askerlerin ayak sesleri uzaklaştığında olduğum yerden doğruldum. Sencer, köşeden etrafın güvenliğini kontrol edip bana döndü.
“Ne arıyorsun burada?” Sorduğu sorunun anlamsızlığı ile “İşlerim vardı,” diye cevap verdim. “Asıl sen ne yapıyorsun burada?” diye ekledim. Cevap vermedi. Bedenen yorgun gözüküyordu. Sanırım görev başındaydı. Biraz kendince yapılacakları yapıp, “Burada bekle,” diyerek çıkışa yöneldi.
“Bekleyemem.” Verdiğim cevapla bir şeyler mırıldanıp, “Bekleyeceksin,” diye ikazda bulundu. Yanına yaklaşıp, “Gördüğüm manzara dehşetti, nasıl bekleyeyim?” dedim. O an art arda sıkılmış kurşun seslerini duydum. Günlerin sakinliğini bugün bozmuştu. Sencer’e bakıp, “Düşündüğüm değil, değil mi?” dedim. Sencer de aynı korkuyla bana baktı. Bir şey demeden koşmaya başladı. Ben de peşinden gittim. Olayların olduğu yere gittiğimde gördüklerim dehşete kapılmama neden oldu. Yerde kanlar içinde yatan yüzlerce insan vardı. Koşup yaralılara baktım. Birkaç tane çocuk vardı ve hepsi ölmüştü. Hayatta olan insan sayısı bir elin beş parmağını geçmiyordu. Ağlamam şiddetlendiğinde düzgün düşünememeye başladım. Titreyen elimle yaşayan insan var mı diye nabızlarını ölçüyordum. Ne yazık ki çoğu ölmüştü.
“Kahretsin,” diyerek bağırdım. Hızlı hareketlerle diğer insanlara baktım. Görüntü çok kötüydü. Özellikle çocukların olması beni kahrediyordu. Sencer etrafa bakıp geri döndüğünde gözleri benim gibi insanları taradı.
“Hepsi ölmüş mü?” Kolumla yanağıma süzülen yaşları silip, “İki üç kişi hayatta ama onlarda ağır yaralı,” dedim. Sencer, cebinden telefonu çıkarıp bir yerleri aradı. Birkaç hekimin ilerideki sığınağa getirilmesini söyledi. Yanıma gelip hayatta olan iki çocuğu ilerideki sığınağa taşıdı. Biri erkek gençti biri ise orta yaşlıydı. Sığınaktan getirdiği sediri yere koyup, “Yardım edebilir misin?” dedi. Sencer, genç çocuğu sedire yatırdığında diğer ucundan tuttum. Beraber sığınağa taşıyıp diğer adamı da aynı şekilde taşıdık. Diğerleri zaten ölmüştü. Altan denen arkadaşı bir hekimle yanımıza gelmiş diğer ölüler görevliler tarafından hastaneye taşınmıştı. Yaralıların durumu acil olduğu için hastaneye götürülme şansları yoktu. Zaten hastanede de çok güvenilir olduğu söylenemezdi. Orada da Dağhan Bey’in adamları olduğunu biliyordum. Yaralılar iyileşirse neler olduğunu anlatırlardı. Bu da Dağhan Bey’in işini zorlaştırırdı.
Korkuyla yaralılara baktım. Çoğunun yüzü tanınmayacak kadar yara içindeydi. Birden ne olmuştu da böyle zalimliğe başvurmuşlardı? Zihnime düşen soru yağmurlarının sonu gelmeyecek kadar derindi. Köşedeki yüksekliğe oturdum. Sencer elindeki su şişesini bana uzattı. Tereddütsüz elindeki şişeyi alıp hararetle içmeye başladım. Yüreğim yanıyordu. Su bile etki etmiyordu. Daha geçen gün ölen kadın aklıma geldi, vahşet hükmünü sürdürmeye devam ediyordu ve ben o vahşetin tam ortasındaydım. Üşümüş ellerimi birbirine kavisledim. Hekimi uzun bir müddet izledim. Yaralılarla itinayla ilgileniyordu. Sencer ise Altan’la konuşuyordu. Arada bana bakıyor kaşlarını çatıyordu.
Sertçe nefesimi soluyup oturduğum yerden kalktım. Sığınaktan çıkıp olay meydanına geçtim. Etraf kan gölü olmuştu. Ölülerden geriye kalan tek şahit kandı. Zihnimde çığlıklar yükseliyordu. Feryat figandı… Susmak yerine daha çok gevezeleşti. Olduğum yere diz üstü çöktüm. Ağlamam şiddetlendi. Aklıma babam geldi. Dağhan Bey’e daha çok öfkelendim, öfkem kolay kolay soğumayacaktı.
“İyi misin?” Başucumda duyduğum sesle başımı kaldırdım. Buruk bir gülümseme yolladım endişeyle bakan bakışlarına.
“Değilim.” dedim tiz bir sesle. Sencer, karşıma geçip, “İyi olman lazım,” dedi. “Bu arada benimle bir yere gitmen gerekiyor.”
“Nereye?” dedim ayağa kalkarak.
“Turgut Bey’i tanıyormuşsun galiba, o çağırmış. Ben de konuyu tam bilmiyorum.” Turgut Bey’in ismini duyunca duraksadım. Kabul edercesine başımı salladım. Beraber ileride duran kamyonete bindik. Sencer de şoför koltuğuna geçince kısa süre gözleri bana kaydı. Önüne dönüp kamyoneti çalıştırdı. Yol boyunca çevreyi inceledim. Issız bir yola girdik. Daha önce bir ya da iki kere gelmiştim bu civara ama çok fazla incelememiştim. Etrafta ev yoktu ve yol olabildiğince tenha yere gitmeye devam ediyordu. Ürkekçe olduğum yere daha çok giriştim.
“Önce benim bir yere uğramam lazım,” diyen Sencer’e bir tepki vermedim. Çok geçmeden eski yapılı bir dükkânın önüne geldik.
“Sen beni burada bekle, geliyorum hemen.” Hızla kamyonetten inip dükkâna girdi. Hemen geleceğim demişti ama neredeyse beş dakikadır ses yoktu. Merakla ben de inip dükkâna girdim. Kapıdan girdiğim anda duvarda asılı olan hat sanatıyla yapılmış eserler dikkatimi çekti. Eserleri inceleye inceleye yürümeye devam ettim. Biraz ileride cam kapaklı dolapta duran ney enstrümanına kaydı bakışlarım. Çok fazla vardı ve benim en çok dikkatimi Sencer’in bu gizli yanı çekti. Şaşkınlığım biraz daha artıyordu. Parmaklarım çerçevelerde dolaştı. Fazlasıyla özenli yapılmıştı her şey. Eski bir mimarisi vardı.
“Beğendin sanırım.” Sencer’in sesini duymamla korkudan sıçradım. Arkamı dönüp, “Sen mi yapıyorsun bunları?” dedim. Elindeki kâğıdı cebine sıkıştırıp “Evet,” dedi.
“Satılık mı?” Alayvari bir gülümseme ile “Satın mı alacaksın?” dedi. Komik miydi şimdi?
“Hayır, sadece merak ettim.” Cevap vermeden kapıya yöneldi. Arkasında kalan bakışlarını bana doğru çevirip,“Gidelim,” diye seslendi. Peşinden gidip kamyonete tekrar geri bindim. Aynı ifadeyle arabayı çalıştırdı. Sessizce yolu tamamladık. Kamyonetten inip eve doğru adımladık. Taş binadan yapılmış ev şimdiden beni ürkütüyordu. Kapı geldiğimizi anlarcasına aniden açıldı. Gergin adımlarla eve girdim. Sencer önde ben arkada merdivenlerden çıktık. Birkaç kat çıktık, en sonunda bir odaya girdik. Arkası dönük adam bize doğru döndü. Anladığım kadarıyla bu Turgut Bey’di.
Bizi gördüğünde yüzünde gülümseme oluştu. Ben hâlâ gergindim. Buraya neden geldiğimi bilmiyordum bile. Biraz da korkuyordum.
“Hoş geldin kızım.” Elini uzatan Turgut Bey’le ne yapacağımı bilemedim. Samimiydi bunu hissedebilmiştim. Elini tutmadan, “Hoş buldum,” dedim. “Beni neden çağırdınız?” Sorduğum soru yüzündeki gülümsemesini silmedi. Eliyle oturmamı işaret ettiğinde adımlarımı gayriihtiyari bir şekilde sandalyeye çevirdim. Pencere tarafındaki sandalyeye otururken Sencer ise karşı çaprazıma oturdu. Turgut Bey, önündeki dosyayı kapatıp, “Babanla iyi dosttuk,” dedi. Ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyordum. Dost muydular sadece bir arkadaştan mı ibaretti ilişkileri bilmiyordum. Duruşumu biraz daha dikleştirip, “Öyleymiş,” dedim. Turgut Bey yarı çarpık gülümsemesi ile bana bakmayı sürdürdü.
“Olanları duydum Ayza, Dağhan Bey’le Selçuk Bey’in anlaşması kulağıma kadar geldi.” Şaşırmadım. Onlar aralarındaki bağı dışarı yansıtmak istemiyorlardı ama ben dahi herkes görebiliyordu. Ama bu evliliği nereden duymuştu bilmiyordum.
“Kimden öğrendiniz?” dedim atikle.
“Orası bende kalsın. Bu durumda istersen sana burada bir ev açabilirim.” Başımı iki yana sallayıp, “Orada keyfi kalmıyorum. Bir meselem var ve onu halletmek istiyorum,” dedim. Bu tepkim Turgut Bey’in sakinliğinde hiçbir terslik yaşatmadı.
“Yapamayacağın iş için çare bulamazsın.” Gayet sakindi tavırları. Hatta bu kadar net konuşması benim şaşıracağım noktaydı. Ben o kadar umutsuz değildim. O evde ne kadar ipucu varsa bulmalıydım.
“Ben sizin kadar umutsuz değilim.” Kaşları hayretle kalktı. Bu benim direncimi kırmıyordu. Ben o eve bunun için girmemiştim.
“Umutsuzsun demedim. Birlikte çalışalım dedim.”
“Bensizde güçlüsünüz. Neden böyle bir şey yapasınız ki?”
“Seninde gayen aynı çünkü. O evde yapamadıklarını beraber yaparız. Orada durursan o adamla evlenmeye kadar gidecek iş.”
“Bana çözüm söyleyin o zaman.” O ara Sencer söze atıldı. Yeşil hareleri bir anda koyulaştı. Turgut Bey’de ben de Sencer’e baktık.
“Dağhan Bey çok tehlikeli, bu işin çözümü yok. Ona göre çözüm, infaz.” Sencer’in konuşması bir süre sessizliğe yol açtı.
“O zaman çözüm senin başka biriyle evlenmen.” Turgut Bey’in sunduğu fikir bu sefer farklı bir boyuta geçti. Turgut Bey, oturduğu sandalyeden kalkıp arkasındaki dolaptan bir evrak çıkardı. Evrakı Sencer’e uzattı. Şu an merakla olanları izliyordum. Sencer bir süre evrakları inceleyip büyümüş gözlerle Turgut Bey’e bakmayı sürdürdü. Evrakı masaya bırakıp odadan çıktı. Ne olduğunu anlamadan bana dönüp, “Bir tek kurtuluş var Ayza,” dedi. “Hem senin açından hem de halk açısından sana yapacağım teklif büyük bir iyilik olacak.”
“Sencer’le seni evlendirmek…” Kelime kelimesine idrak edemediğim bu sözler zihnime büyük bir bomba etkisi yaşattı. Duyduklarım bir sanrıdan ibaret olmalıydı. Masada duran evrakı bu sefer ben alıp baktım. Benim yapacaklarımla aynı gaye vardı ortada. Bunu şu an düşünmemişti, çoktan verilmiş bir karardı. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve Turgut Bey’in konuşmalarına tekrar odaklandım.
“Sencer’le evlenirsen biraz daha özgürlüğe yaklaşacağız. Hem de Sencer’in elinden alınan liderlik vasfı ve babanın suçsuzluğu bu konuyu biraz daha kolaylaştıracak. Baban da böyle istemişti çünkü.”
“Babam mı? Babam nereden bilsin Sencer’i?”
“Çünkü Güntekin’i biliyordu ve şu anda yaşanacakları da…” Yutkunmam boğazımda takılı kaldı. Bu olanlara inanmak gelmiyordu içimden. Ne yani babam beni bu düşüncelerine mi emanet etmişti.
“Demişti. Yanlış anlama vasiyet değil bu. Seni zorlamıyoruz da. Sadece Sencer’le evlenirsen bu olanları daha kolay çözüme kavuşturabiliriz diyordu.”
“Bunu hiç düşünmemiştim,” dedim.
“Senden bahsettiklerinde seni biraz araştırdım. Selçuk Alphan’ın evine bir adam yerleştirdik. O sağ olsun seni araştırmamı kolaylaştırdı. Belki sana göre zor bir teklif ama kabul etmen her açıdan daha iyi.”
Ne cevap vereceğimi bilmiyordum sadece korkuyordum. Olay çıkmasından, bir kişinin daha ölmesinden korkuyordum. Belki büyük riskti ama ortada büyük bir olay vardı. Biz olayın tam ortasındaydık. Ya ölecektik ya da öldürecektik. Zulüm bizi yenmeden biz zulmü yerle bir edecektik.
Bir gün bir güneş doğacaktı. Kime doğmuyordu ki? Sıkıntı veren Rabbim, feraha da erdirirdi. Yeter ki sabırda sebat gösterelim. Turgut Bey’e düşüneceğimi söyleyip numaramı da bırakarak odadan çıktım. Daralan nefesimi düzene soktum. Yüküm gittikçe ağırlaşıyordu ve ben, bu ağırlıkta eziliyordum. Merdivenleri yavaşça indim. Düşünceli tavrımı bir kenara atarak evden çıktığım anda Sencer’in silueti karşımda belirdi. O da beni görünce geri çekildi. Yüzündeki serzenişi tahmin edebiliyordum. O istemiyordu, keza bende… Turgut Bey beni bir ikilemin peşinde bıraktı. Babamın isteği, olacaklar ve Dağhan Bey’in mide bulandırıcı teklifi. Birkaç adım ilerleyip ileride duran kamyonetine bindim. Peşimden gelip kendi de şoför koltuğuna geçti. İkimizin de konuşacağı birçok mesele vardı ama konuşmuyorduk. Ben korkuyordum ama Sencer ne hissediyordu bilmiyordum. Başımı pencereye yaslayıp sessizce yolu izlemeye başladım. Şu an ne konuşacak ne de soru soracak mecalim yoktu. Bir an önce gidip uyumak istiyordum. Uyursam birazda olsa bu dertlerden kurtulabilirdim. Evin önüne geldiğimizde kamyonetten inecekken, “Ne düşünüyorsun?” diyen Sencer’in sesine döndüm.
“Bilmiyorum,” dedim gayriihtiyari bir sesle. Yüzündeki ifade çok derindi. Hayatın yükünü sırtlanmışçasına yorgundu. Gözlerindeki bakış fırtına estirir gibi sertti. “Sen ne düşünüyorsun?”
“Verilen hükmün ardındaki vuslatı.”
“Ya o vuslat gerçekleşmezse!” Buruk bir gülümseme ile “Gerçekleşecek Allah’ın izniyle,” dedi. Daha fazla durmadan yanından ayrıldım. Kamyonet bu sefer ters istikamete yöneldi. Eve geçip direkt odaya yöneldim. Kimseyi görmek istemiyordum. Kıyafetlerimi değiştirip yatağa giriştim. Yorgunluk göz kapaklarıma hükmedercesine kapandı ve bedenim derin bir uykuya yöneldi.
Sehpanın üzerine Dağhan Bey’den kalan dosyayı koyup çantayı kenara bıraktım. Kaldığım yerden devam ettim, çoğu bilgileri defterin bir köşesine not ediyordum. İleride işime yarayacağı belliydi. Fazla kalın bir dosya değildi. Birkaç sayfanın sonunda en son sayfaya geldiğimde gördüğüm isimle köşeye sıkışan düşüncelerime çözüm üretebiliyordum.
‘25 Aralık 2005 yılında idam edilen Cengiz Giray, Dağhan Erkuran’ın eski eşiyle ilişki yaşamış ve bu yüzden idam edilmesindeki asıl sebep Ahmet Turhan’ı öldürmek değildir. Cengiz Giray’ın önceden sabıkasında Güntekin Aybars’ı öldürme suçu da tespit edilince idam kararı öne alınmıştır.’
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
628 Okunma |
145 Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |