İnsanların en büyük düşmanı yine insandı. Kişi kendinde eksik gördüğü hayatı diğer insanları eleştirerek yapar onu da yapmıyorsa kendinde kaybettiği bir hayatı bir başkasında görüyorsa onun da sahip olmasını engelliyordu.
Yaşadığımız bu dünyada binlerce insan çeşidi vardı, kimi kendi halinde kimi daha çok başkalarının hayatından bir parça… Kimi mutlu kimi mutsuz… Kimi fakir kimi zengin… Kimi daha insan kimi ise insan olamayacak kadar canavar…
İnsanoğlunun fıtratı değişmedikçe insanlık yok olmaya mahkûmdu.
Bir gün babamla otururken babam beni oturduğum koltuktan kaldırıp dizine oturttu. O zamanlar on yaşındaydım. Her ayrıntıyı hatırlamasam da belli bazı şeyleri hatırlıyordum. Bana gülümsedi, saçlarımı bir baba şefkatiyle okşadı. Ben, o beni sevdikçe hep daha fazla sığınırdım babama.
“Bak kızım,” dedi ciddi bir tavırla. Benimle bazen çocuk gibi olan babam yeri geldiğinde ciddi bir insana dönüşebiliyordu. O zamanlar babamın bana anlatacak şeyleri olduğunu anlayabiliyordum. Bunu o bana öğretmişti çünkü.
“Yaşadığımız bu şehir bizim bir savaşımız. Şimdi değil ama büyüdükçe beni daha iyi anlayacaksın. Artık kocaman kız oldun ve seninle oturup gerçekleri konuşma zamanımız geldi.” Babam böyle konuştukça biraz olsun tedirgin olmuştum ama korkmamıştım. Babamı bir süper kahraman gibi görmeye alışmış olmamdan kaynaklıydı bu. Çocukluğumun en sevdiğim yönü buydu.
“Sana öğreteceğim eğitimlerin başında en önemli diyeceğim husus zalimlere aslan ol, mazlumların derdiyle dertlen. Zalimlere sakın baş eğme. Sonunda ölüm olsa bile davandan vazgeçme. Sen ne kadar güçlü olursan o kadar güç elinde olur.”
“Ama ben, onları nasıl yenebilirim baba?” Çocukça söylediğim sözler babamı güldürdü.
“Allah seninle kızım. Allah’ın yardımı bizim üzerimizde.” O konuştukça ben daha çok soruyor, hiç yorulmadan, sözlerimin üstünü kapatmadan gerçekleriyle cevap veriyordu.
“Peki Allah neden mazlumlara yardım etmiyor?
“Allah çabalamadan, kendini bu zaruretten nasıl kurtaracağına dair kafa yormadan yardım etseydi o zaman insanlar çalışıp çabalamamanın lüksüne varacak bütün her şeyi Allah’tan bekleyecekti güzel kızım. Mesela bir insan evine ışık vermediği için kalkıp güneşin varlığını inkâr etse, ‘Madem benim evime ışık vermiyor, öyleyse yoktur.’ dese, binlerce yönden tekzip edilecektir. Zira güneşin varlığı bazı kimselerin evine ışık yansıtıp yansıtmamakla ilgisi yoktur. Bir şey varsa vardır, yoksa yoktur. Bu tür ilişkilendirmeler bir cehaletin eseridir değil mi? Bu yönden şeytan bizi zayıf yanımızdan vurup bizi vesveseyle dolduracak. Mazlumların silahı duadır, çalışıp çabalamasıdır. Rızkı veren hüdayken, rızka layık olmaya çalışan kişiler çalışkan kişilerdir.”
O günden sonra babam benim ilmimi daha çok önemsemişti. Şimdi ise o ilmin meyvesini alıyordu. Ona dua ederken, amellerinde şükürlerimi sıralıyordum. Babamın yaptıkları, bana bıraktığı mirası her dualarımın arasındaydı. Ben onun sayesinde bu kadar inançlı, onun sayesinde bu kadar güçlüydüm.
Şu an ise en yakınım tarafından zulme uğruyordum. Bu zulüm bedenen değil, duygusal bir histen doğuyordu. Şimdi bir elimde valiz bir yandan trenden inerek başımı göğe kaldırdım. Derin bir nefes alıp, “Yardım et Rabbim,” dedim. Olduğum yer beni kendine çivilemiş gibiydi. O kadar muhasebe etmiştim vicdanımla ama sürüklendiğim yer beni buraya sürüklemişti. O resim bile sadakatimi sorgulamazken Alper’in söylediği sözler daha fazla canımı yakmıştı. Gelmemişti yanıma, yakınımda olup benden uzak durmuştu. Kızdım, kırıldım en önemlisi zedelendim. Zaten gücüm tükenmişti, hepten güçsüzleştim. Kendimi toparlayana kadar dinlenmeliydim. Zalimin karşısına böyle çıkarsam yine tutsaklığa maruz kalırdım.
Bazı şeyler kolunu kanadını kırabiliyordu insanın. Kolum kanadım kırılmıştı. Bu hikâyede yapayalnız yürüyordum. Hayatımı sorgularken yüreğimin sesine engel olamıyordum. Her gün her saniye biraz daha ölüyordum.
Sus kalbim diyorum, susmuyor. Ruhum sancıyor…
Daha fazla yürüyemedim. İleride duran ağaçların altına oturdum. Bu halde annemin yanına nasıl gidecektim? Beni böyle görse ne hesap verecektim? Yine kendimi düşünemedim, ağlayamadım.
Çok durmadım burada, ayağa kalkıp yürümeye devam ettim, bir yandan kendimi toparladım. Annemi üzmemeliydim. Kapının önüne geldiğimde yüzümde belli belirsiz ağlama emaresini silmek için çantamda bulundurduğum fondöteni yüzüme sürdüm. Hemen gözaltlarımdaki morlukları kapatıcı ile kapattım. Dışarıda olmadığım için makyaja takılmadım. Makyaj yapan insan değilken bunları neden yanımda taşıdığımla ilgili düşünceye burukça güldüm. Şimdi ise kendime hak verdim. Şu an bunlara en çok ihtiyacımın olduğu zamanlardaydım. İlk defa kendimi tebrik ettim.
Binanın kapısından içeriye girmem geçmişi bir köşeye atmam demekti, geçmişimi zifirinin kollarından alamazdım artık. O ben, ben miydim sahi? Sencer’i atabilecek miydi geçmişe? Yapamazdım ki, onu geçmişte bırakamazdım. Kırgınlığım belki geçmezdi ama onu kalbimden söküp atamazdım. Kalbimdeki aidiyetliğin hükmüne yine boyun eğip kapıyı çaldım. Birkaç vuruştan sonra kapıyı annem açtı. Bana önce endişeyle sonra heyecanla sarıldı.
“Öldüm be kızım meraktan, neredeydin, nasılsın? Bir bakayım sana.” Zoraki şekilde gülümseyip, “İyiyim annem ben, birkaç aksaklık çıktı bak buradayım,” dediğimde annem yine hızla bana sarıldı. Bu sefer ağlama sesi geldiğinde ona bunu yaşattığım için kendime kızdım. Kaç aydır bunu ona reva görmüşken onun endişesine bir cevap bulamadım.
“Annem, üzülme ne olur.” Annem yaşlı gözlerini silip geçmem için yer verdi. İçeriye geçip valizimi bir köşeye bıraktım. Annem bana endişeyle bakmayı sürdürüyordu. Bir ara beni süzüp, “Neden bu kadar zayıfladın sen?” dedi. “Hem...” Gözaltlarıma dokunup, “Gözüne, yüzüne ne oldu öyle,” diyerek panikle sorularını sıraladı. Gözaltlarımdaki siyahlık kapanmamış olmalıydı. Omuz silkip “Gerçekten iyiyim anne, yorgunum sadece. Şimdi sen böyle beni darlarsan daha kötü olurum,” diyerek iki yanağını da sıktım. “Kızım, bu halin ne diyorum beni geçiştiriyorsun, anlatsana ne oldu?”
“Küçük bir kaza anne, olayları biliyorsun işte.” Annem kaşlarını çattı. Tam söze atlayacakken konuşmaması için öne atıldım.
“Bak ben çok çaysadım, hadi çay içelim.” Annem tatmin olmasa da fazla sıkmadı beni. Konuyu da bildiği için bu durumumun üzerine gitmedi ama gözleri dolu doluydu. Beraber mutfağa geçip çay suyu koydum. Ona hiçbir şey belli etmemek için mutlu görünmeliydim. Bunu yapmayı başaracaktım. Hiçbir şeyi bilmezken ona anlattıklarım beni de onu da zor duruma sokabilirdi. En önemlisi de onu düşünmeliydim.
Yüzünün solgunluğu çektiği özlemdendi. Beni özlemiş bir de bunu geçmişe bağlamıştı. Bir an anneme sarılmak istesem de çekindim. Annem acılarını göstermeyi sevmeyen kadındı, bu yaşıma kadar ne bir şikâyet dökülmüştü dilinden ne de öfkenin getirdiği keskin bir söz…
Kaynayan suyla çayı demleyip karşısına oturdum. Annemin nasır tutmuş ellerini tutup, “Şimdi döksen yüreğindeki feryadı, susar dinlerim seni. Susma anne,” deyiverdim. Annem yine o şefkat dolu gülümsemesini bahşedip, “Babana ne çok benziyorsun,” dedi. Buruk bir gülümseme peyda oldu dudaklarının arasından. “Onun gibi her şeyi bir başına göze alıyorsun.” Titreyen ellerini avuçlarıma alıp eğilerek öptüm. Çok fazla doluydu. Yarım kalmıştı bir yandan. Babam erken bırakmıştı bizi, şimdi de ben, annemi oldukça yalnızlaştırmıştım. Elimde olsa ondan ayrılmazdım lakin mecburdum.
“Çünkü ben babamın kızıyım.” Başını sallayıp, “Babanın kızısın,” deyiverdi. “Bunu sen büyüdükçe daha çok anladım. Onun gibi çabalamaktan başka bir şey yapmıyorsun. Onun da aynı senin gibi göz altları morarırdı ama yine belli etmezdi.” Titreyen sesindeki o hissi ta derinden hissedebiliyordum. Annemi anlayabiliyor, onun nahif ruhunu görebiliyordum.
“Özlüyorsun onu.” Dudağı kıvrıldı. Kırışmış yanaklarındaki hüznü böyle saklamasıydı onu sessiz kılan ve ben onun sessizliğine en fazla böyle yaklaşabiliyordum.
“Allah vuslata özlem yakıştırmışsa bana söz düşmez.”
“Keşke senin kadar sabırlı, senin kadar tevazu sahibi olabilsem...”
“Şşşş, keşke şeytandandır. Sabırlısın, sabredişinin farkında değilsin sadece.” Haklıydı, keşke sözünü bir zamanlar kendime yasaklamışken şimdi hangi gafilliğim onu dilime yakıştırmıştı. Annem gülümseyerek saçlarıma dokunup, “Saçlarına ne zaman ak düşer oldu böyle?” demesi istemsizce saçlarıma dokunmama neden oldu. Saçlarımda birkaç tel beyaz son zamanlarda olmuştu. Saçlarıma düşen aklar umurumda değildi, zaten düşen ak sayısınca nur bahşedilmiyor muydu?
Anneme defterden bahsetmeli miydim bilmiyordum. Şimdilik bu konuyu askıya aldım. Babamın günlüğünü okuması onu daha fazla üzebilirdi.
Elimdeki kitabı yanı başımdaki komodine koyup derinden bir af çektim. Düşünmek istemediklerim bir bir aklıma geliyor beni rahat bırakmıyordu. En çok da Sencer’in yüreğimi bir ah prangasına çevirmesi günden güne beni daha fazla üzüyordu. Yapamıyordum, anlam veremediğim birçok olay vardı. O olayların başında ise Sencer vardı.
Ağrıyan başımı ufalayıp ayağa kalktım. İğnenin etkisi yine kendini göstermeyi başardı. Bu durumda annemle karşılaşmak istemezken yatağa uzandım. En azından bu durum benim doğrultumda olabilirdi.
Geçmeyen başıma bir yenisi ekliyor, dayanılmaz bir acıyla kıvrandırıyordu. Çantama uzanıp ağrı kesici baktım lakin bulamadım. İlaçları evde unutmuştum. Bu sorumsuzluğuma biraz daha kızdım. Yatamadan ayaklandım. İki elimle başıma baskı uygulamaya devam ettim.
“Dayanamayacağım gücü sırtıma yükleme ya rabbi.” Dudaklarımdan dökülen dualarla odadan çıktım. Anneme görünmeden dolaptan ağrı kesicisini alabilirdim. Mutfağa girip buzdolabına baktım. Oradaydı çok şükür. Hızla ilaçtan bir tane alıp bol suyla içip odama geri döndüm. Saate baktığımda gece on ikiyi çoktan geçmişti.
Uykum yoktu ama zorla da olsa yatağa girip gözlerimi kapattım. Baş ağrım uyutmamakta direniyordu. Yastığı kafama alıp çöktüm. Nasıl bir zehirdi ki bu her gün biraz daha beni güçsüz düşürüyordu. Başımda bombalar patlıyordu resmen. Yastığı bastırdıkça bastırdım ama işe yaramıyordu.
Acıdan olsa gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı. Istırabın pençesinde elimden gelmeyen bir durulma kıvranıyordum. Kararan gözlerimden ötürü sessizliğimi korumayı sürdürdüm. Yavaştan kapandı gözlerim, artık hislerimde benden yana değildi. Zehir yayıldı vücuduma, kapanıverdi gözlerim.
“Ayza.” Başucumda ismimi seslenen kişi ile araladım gözlerimi. Annem korkuyla bana bakıyordu. Alnımı ufalayıp, “Anne,” dedim. Kalkacakken kolumda bağlı olan serumla gerisin geri yattım. Etrafa baktım, hastanedeydim. Ne ara gelmiştik buraya? Annem elimi tutup, “Kanında zehir var diyorlar, bu ne demek Ayza?” diye sorduğunda sessiz kaldım. Cevaplanması zor olan durumla karşı karşıyaydım. Sessizliğime gömüldüm. Annem sinirle, “Kızım, ne saklıyorsun benden?” dedi. Sesi hiç aşinası olmadığım sertlikteydi. Anneme baktım, koyulaşan gözleri beni korkutuyordu. O kadar sakladığım hikâyenin sonuna gelmişken neyin açıklamasını yapacaktım anneme? Özellikle bu kadar endişe doluyken... Onu daha fazla endişelendirmeye hakkım yoktu ki.
“Sana daha sonra her şeyi anlatsam annem, ne olur şimdi sorma, güven bana.” Annem bana güvenircesine başını salladı. Bana güvenmesi biraz olsun rahatlamama neden oldu. Bu sefer içeriye dayımlar girdi peşlerinden eşleri. Bakışlarım ilk Suavi dayıma kaydı. Yüzünde katıksız bir öfke vardı. Bu öfke bana değildi. Onu öfkeli görmüştüm daha önce fakat bu kadar öfkeli değildi.
“Bize bir açıklama yapmayacak mısın kızım?” Suavi dayımın sert duruşundan arınmış şefkatli ve bir o kadar merak dolu sesiyle ne diyeceğimi bilemedim. Öfkesinin arasında bile beni düşünüp öfkesini arkasında bırakabiliyordu.
“Neyin açıklamasını yapacak abi? Yine ne işlerin peşinde kim bilir!” Selman dayıma öfkeyle bakıp, “Ben hiçbir şey yapmadım,” dedim. Selman dayım, yine beni kötüleyecek bir neden bulabiliyordu.
“Selman dayının haklı olduğunu biliyorsun.” Aliye yengem öne bir iki adım atınca, “Orada dur Aliye,” dedi annem. Sesi oldukça otoriterdi. Annemin ilk defa bu kadar yengeme karşı ters düştüğünü gördüm. Bana güveniydi bu davranışları ve ben anneme yeniden hayran kaldım. Aliye yengem, “Kızını korumayı artık bırak Gönül,” deyince, “Susun artık,” dedi Suavi dayım. “Burada açıklamayı yapacak kişi Ayza. Onu dinlemeden suçlamayacaksınız. Şimdi değil ama eve gidince derinlemesine konuşacağız bunu. Değil mi Ayza?” Dayımı sessizce onayladım. Beni bu olaydan kurtarmayı yine başarmıştı. Ona minnetle gülümsedim.
Aziz abi, gelip son kez baktıktan sonra çıkış için onay verdi. Aziz abi bu hastanede çalışan hekimlerden biriydi. Tanıdığımız olduğu için bizzat kendisi ilgilendi bizimle. Suavi dayım, çıkış işlemlerini yapıp yanımıza geldi. Annemle Akça yengem hazırlanmam için bana yardım ederken Aliye yengemin ters bakışları beni oldukça geriyordu. Selman dayım gibi kendisi de benden haz etmezdi.
Hazırlanma işi bitince hastaneden çıktık. Sessizce arabalara geçerken Suavi dayımın ara sıra bakışlarına denk geliyordum. O bana böyle baktıkça durumum daha da zorlaşıyordu. Bu olaydan sonra bir de Sencer’i öğrenirlerse kim bilir neler olurdu? Özellikle annemin bütün güveni zedelenecekti.
Kısa bir yolculuğun ardından eve gelebildik. Şimdilik dinlenmem için beni sıkıştırmamışlardı. Kapım aniden açılınca Bilge ve Ezra’yı görmem kocaman gülümsememe neden oldu. Bilge yanıma gelip bana sarıldı ardından Ezra da sarılınca onların yanımda olması beni rahatlattı.
“Duyduklarımız bizi üzdü Ayza. Neler oldu sana böyle?” Bilge’nin samimi çıkan sesi ile, “Önemli bir şeyim yok, rahat olun artık,” dedim. İkisi de bana inanmaz gözlerler bakınca onları ikna etmemem gerektiğini düşünüp sustum. Toparlanmak istiyordum artık, eski direncime kavuşmalıydım. Kendimi üzerek devam edersem toparlanamazdım.
“Tamam Bilge, azıcık dinlensin anlatır bize kendisi.” Ezra’nın tavrı ile derin bir nefes aldım. Şu an olanları anlatacak bir dermanım yoktu.
“Selman dayım çok öfkeli değil mi?” Bilge göz devirip, “Babam işte,” dedi. Derken ki haline kıkırdadım. Babası gibi yüzünü buruşturup, “O Ayza var ya o Ayza, engel olmasalar kemiklerini kıracağım,” dediğinde hepimiz güldük. Bu sözleri günde beş kere duyabilirdik. Ben Selman dayımın nefretine alışmıştım. Bu yüzden fazla önemsemiyordum.
“Sus bre gafil.” Bu sefer Ezra konuştu. Suavi dayımın aksine biraz abarttı konuşmasını. Bilge ayağa kalkıp, “Doğru söylemiyor muyum abi?” dedi. İkisinin taklidi bütün mutsuzluğuma iyi geldi, en azından az da olsa bir şeylerden dolayı gülümsüyordum.
Bilge tam konuşacakken telefonu çaldı. Uzun uzadıya dinledikten sonra bize veda edip odadan çıktı. Ezra ile baş başa kaldık. Ezra bana imayla baktığında, “Biri var,” dedim. Anlayışla tebessüm etti. Yine beni sessizliğinde anlayacak tek kişiydi Ezra. Bu yüzden konuşmama devam ettim.
“Savaş oldu, herkes esir alındı. O esirlerden biri bendim. Aylarca ellerinde kaldım. Babamın geçmişi beni buna sürükledi ve bir şırınga ile kanıma zehir yaydılar.” Ezra, şaşkınlıkla bana bakıp, “Neler gelmiş başına, Allah’ım sen koru,” dedi.
“Peki o?” Sertçe yutkundum. Kelimeler boğazıma dizili verdi.
“Orası çok uzun hikâye canım, boş ver.” Ezra, üzerime varmadı. Onun bu anlayışlı tavrıyla bir kez daha anladım Ezra’ya her şeyimi anlatabileceğimi.
“Üzüldüm, bir an önce her şey yoluna girer umarım.” Samimiyetine minnettar kaldım. O kadar çok anlatılacak konu vardı ki, Ezra irdelemek yerine benim anlatmamı bekliyordu.
Şu an karşımda beni dinlemeye can atan ailem vardı. Huzursuz olduğum tek konu Selman dayımın bakışları ve beni bakışlarında ezecek hissiydi. Suyumdan bir yudum alıp Sencer dışındaki bütün olayları bir bir anlattım. Herkes şaşkınlıktan bana bakmayı sürdürdü. Kimseden çıt çıkmıyordu ve ben, bu sessizliğin kıyametine hazırlık yapıyordum.
“Kızım, biz…” Annem daha fazla konuşamadan ağlamaya başladı. Yanıma gelip, “Bunlardan habersiz senden habersiz ne çok şey yaşamışız. Senin yanında olmalıydık,” dediğinde annemin bu yüce gönlüne hayran kaldım. Aynı şekilde Suavi dayımla Akça yengemde bana destek verdiğinde Selman dayım yine acımasızlığında bana birçok kez saydırıp evden çıktı. Bana olan nefretini anlayamıyordum. Benim ona zararım dahi dokunmazken sırf babam için benden nefret etmesi imkânsızdı. Bu işte başka bir iş vardı ve ben, bunu öğrenecektim.
“Beni anladığınız için hepinize minnettarım.” Suavi dayım beni kolları arasına alıp bir baba şefkatiyle, “Tedavin için elimizden geleni yapacağız,” dedi. Gülümsedim. Ben de aynı şekilde ona sarılıp, “Dayımsın, babamdan hiçbir farkın yok. Öyle şükür doluyum ki şu an. Teşekkür ederim dayı,” dedim. Dayım saçlarımın arasından öpüp, “Sen benim kızım gibisin, ben de sana baba olurum elbet,” dedi. Kırılan kolum kanadım iyi oldu. Daha çok sarıldım dayıma. Sanki babama sarılır gibi, onun şefkatine sığınır gibi kollarında daha çok küçüldüm.
Dayımlar evden çıkarken ben de koltuğa uzandım. Annem dayımları yolcu edip yanıma geldi. Bana bakarken bakışlarında bir suçluluk duygusu beni daha fazla suçlu hissettirmeye yetiyordu. Ona mahcuptum, mahcupluğum sakladıklarımdandı. Belki şimdi olaylardan ötürü kızmamıştı bana ama kızacağı sırlarımın sonunu düşünmek canımı sıkıyordu. Annemle bu zamana kadar birbirimize ters gitmemiştik ama şimdi bu olaydan yana bana kırgın kalabilirdi. Beni anlayışla karşılamasını çok isterdim çünkü ben yanlış bir şey yapmamıştım. Yaptıklarım doğru bildiklerimdi, attığım adımlarım hakkın adınaydı. Onun için atılan adımımda suçluluk hissetmezdim.
İçime oturan sıkıntıyla bir inşirah çekip kenarda duran telefonumu elime aldım. Geldiğimden bu yana elime hiç almadığımdan telefonum kapanmıştı. Açma düğmesine bastığımda şarjın bitmiş olması beni yattığım yerden kaldırdı. Çantamın köşesinden şarjı alıp telefonu taktım. Kısa bir müddet sonra telefon açıldı. Ekranda birçok bildirim butonu görmem merakımı arttırdı. Birçoğu Serra’dan birkaçı Alper’dendi. Alper’i es geçip Serra’nın mesajlarına baktım.
“Böyle gitmemeliydin Ayza, keşke her şeyden dolayı senden özür dileyebilseydim.”
Cevap yazmadım, hemen altındaki mesaja baktım.
“Ne zaman geleceksin, neredesin seni merak ediyorum.”
Yine cevap yazmadım, hepsi aynı mesajdan ibaretti. Çok geçmeden telefonum çaldı, ekranda Alper’in ismini görmemle tedirgin oldum. Cevap vermeden sessize aldım telefonu. Kapandığında bu sefer mesaj attı.
“Evinin önündeyim. Sana vermem gereken bir şey var.” Şaşkınlıkla pencereye geçtim. Perdeyi hafif aralayıp dışarıya baktığımda sahiden evin önündeydi. Şaşkınlıktan ötürü ne yapacağımı bilemedim. Burayı nasıl bulmuştu ki?
İstiğfar çekerek evden çıktım. Kapıya ulaştığımda Alper’i arabasına yaslanmış bir vaziyette gördüm. Yüzünde eğreti duran hüzün beni gördüğünde buruk bir tebessüme neden oldu. Elinde bir kutu vardı, ne yapmaya çalıştığını anlamasam da onu dinlemeliydim. Ne de olsa o karşı taraftan bize ulaşan bir insandı.
“Merhaba,” dedi arabaya yaslı olan bedenini doğrultup. Yanına yaklaştım.
“Merhaba, bir şey mi olmuştu Alper?” En önemlisi de beni nasıl bulduğuydu ama sormadım.
“O gün sen giderken merak edip hastaneye gittim. Ben ne diyeceğimi inan bilmiyorum.” Sözü nereye getirecekti bu biraz şüphedeydi. Elindeki kutuyu bana uzatıp, “Belki bunlar işe yara diye getirdim,” dedi. Kutuyu açtığımda içinden birkaç ilaç çıktı. Bu ilaçlar kullandığım ilaçların aynısıydı. En azından ağrıma iyi geliyordu.
“İlaçların tam etki etmeyeceğini biliyorsundur umarım.”
“Acılarını almasını istiyorum en azından. İnan daha fazlasını öğrensem burada durur muyum?” Gerçekçi olan bu tavırları onun üzerine gitmemem konusunda uyarıydı.
“Baban yüzünden suçlu hissetmeni istemem ama onu durduracak kişi sizlersiniz Alper.”
“Denemedim mi zannediyorsun Ayza? O öyle bir bağlanmış ki inançlarına bizi bile gözden çıkarıyor.” Haklıydı, fevri çıkışımla ona bu yükü yüklemem hataydı.
“Teşekkür ederim, baban gibi olmadığın için.” Yanıma biraz daha yaklaştı. Elimi tutacak gibi oldu vazgeçti. Bu sefer kendi elini kalbine götürüp, “O gün asıl savaş benim yüreğimleydi. Sen o gün…” Devamını getiremedi. Kelimelerin arasında güçsüz düşüyordu hisleri.
“Yapma Alper, üzülüyorsun. Senden uzak durmam gerekiyor biliyorsun.” Buruk bir tebessümle, “Biliyorum,” dedi. “Allah’ın kaderime sunduğu bu acı başımla beraber.” Onun ilk defa böyle konuşması ona olan üzüntüme bir yenisini ekledi. Ne yapmıştım da beni bu kadar sevebilmişti? Hislerinin karşılıksız olmasını hiç mi umursamıyordu? Ona uzak olduğumda bile beni zorlayacak tavırlarda bulunmamıştı.
Onun sevgisi bir takıntıdan ibaret değildi, biraz daha iyi anlamıştım. Gözlerindeki acziyete ben bile yenik düştüm. Onun için dua edebilmekten başka bir şey gelmezdi elimden. O beni değil başkasını sevmeliydi. Vazgeçmeliydi bu hislerinden.
“Beni seveceğin ne yaptım sana?” Sorduğum soruyla şaşırdı. O dememişti ama artık bir şeylerin açıkça konuşulması gerekiyordu.
Hiç inkâr etmeden, “Hisler bir şeyler yapıldığında ortaya çıkmıyor Ayza, gönlünün güzelliğiydi belki kalbime seni fısıldayan. Merak etme, sana beni sev demem, diyemem. Zaten utanıyorum bu konuşmamdan ötürü. Sen evlisin ve ben, sana bunları diyebiliyorum. Allah affetsin beni. Çok özür dilerim,” deyip yanımdan ayrıldı. Arabanın kapısını açarken son kez bana bakıp, “Birbirinizi hep sevin, çünkü sen sevilmeyi hak ediyorsun,” dedi ve arabaya binip hızla arabayı sürdü. O acı çekiyordu ama acısını sadece kendisi yaşıyordu.
Kutuyu biraz daha kavrayıp eve girdim. Annem kapıda beni sorgularcasına bakıyordu. Anneme kutuyu gösterip Alper’den kısaca bahsettim. Annem başka bir şey sormadı. Odaya geçip kutudaki ilaçlara baktım. Kullandığım ilaçların dışında birkaç şırınga ve birkaç ağrı kesiciden oluşuyordu. Altta bir not kâğıdı buldum. Not kâğıdını alıp kısa baktığımda şöyle yazıyordu:
“Yakında sizi bu beladan kurtaracağım. Evet, o gün babamın yanında olmalıydım, üzgünüm. Şimdi işler değişecek, sana söz veriyorum. Vakit kısa ve o vakit sizi kurtaracak tek adım.”
Okuduklarım ile göğsüm daraldı. Hayır hayır başına bela alamazdı değil mi? Yapamazdı bunu. Hızlıca telefonu alıp aradım ama açmadı. Hızlıca oturduğum yerden kalkıp kapıya ulaşmamla kapı zili çaldı. Annem evde yoktu anlaşılan. Kapıyı açtığımda annemin birini taşıdığını gördüm.
“Kızım durma yardım et.” Dediğini yapıp adamın koluna girdim. Üzerine sinmiş barut kokusu ile önce rahatsız olsam da adamı misafir odasına taşıyabildik. Adamın kolundan çıktığımda annem yavaşça adamı koltuğa yatırdı. Adamın kim olduğuna bakmamla gözlerim kocaman açıldı. Ben mi yanlış görüyordum yoksa o burada mıydı? Yüreğime dökülen sararmış yapraklarım oradan oraya uçuştu ve ben, gördüklerimden dolayı olduğum yerde donup kaldım. Bir rüya mıydı bu yoksa kafayı mı yiyordum? “Sencer,” dedim fısıltının en acı tarafını dudaklarıma yerleştirip... Ruhumu paramparça edip hiç ummadığım anda karşıma çıkmaya hakkı yoktu. Özellikle böyleyken…
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
673 Okunma |
173 Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |