5. Bölüm

IV - VEYL

Rumeysa Doğan
rumeysadoganm

 

Yalan sirayet edince hayata, dil yılan olur çıkarmış deliğinden. Doğruluk her insanın harcı değil derdi babam. Doğruluk zor işti, işin ucunda bencillik varken yalan gözde masum duruyordu.

Çok fazla yalanla karşı karşıyaydım. En önemlisi de yalan içinde ihanet vardı. Bunlardan birkaçı okuduğum dosyalardan ibaretti. Babamın üzerinden birçok kumpas kurulmuştu. Birçok insanın hayatı üzerinden kumar oynanmış en önemlisi de kazanılmıştı. Bunda kaybeden taraf tamamen kaybediyordu.

Elimdeki dosyayı hırsla masanın üzerine koydum. Babam yine bir katil damgası yemişti. Güntekin Aybars… Sencer’in babasıydı bu. Dehşetle aralandı gözlerim. Sencer bunu biliyor muydu? Bilse böyle sakin kalmazdı. Fakat bu gerçek değildi. Bu yüzden içim rahattı ve kimseye hesap verecek değildim.

Dosyaları çantaya koyup kenara itekledim. O an kapı tıklatıldı, çok geçmeden içeriye Efruz girdi. Yanıma yaklaşıp, “İyi misin?” dedi. Başımı usulca sallamakla yetindim. Yatağın ucuna oturup, “Gözlerin kızarmış,” dedi, ellerim gözlerime ilişti. Ağlamaktan kızaran gözlerim elleyince sızladı.

“Önemli değil,” desem de sesim pek inandırıcı çıkmamıştı. Pek sohbet edecek havada da değildim zaten. Özellikle bu konuyu Efruz’la konuşmak hiç istemiyordum.

“Biraz uyumak istiyorum Efruz.” Dediğime yüzü düştü. Oturduğu yerden kalkıp, “Sen dinlendiğinde konuşuruz o zaman,” diyerek odadan çıktı. Gittiğine biraz daha sevinmiştim. Yatağa giriştim, uyumak öğrendiklerimi unutmak istiyordum. Hayatıma giren yalanlara katlanamıyordum; yoruluyordum, ölüyordum.

Yorganı kafama kadar çektim. Dayanamadım, ağladım. Onca yıldır elime geçen tek şey yalanlarla dolu bilgiler olmuştu. Belki de haklıydı Turgut Bey, ben bu evden hiçbir bilgiyi alıp gidemeyecektim. Suçsuzdu babam, o masumluğunda son kez dilinde kelime-i şehadetle bir elveda demişti. Buna şahit olan tek kişi amcam olmuştu ama onu da bu yüzden işlemediği suçla infaz etmişlerdi. Tek suç Dağhan Bey’indi, kalbine bulaşmış onca masumun kanı vardı. O caniydi, dünyasını cehenneme çeviren ve ateşinde onlarca insanı yakan büyük bir cani…

Gözlerimi yakan gözyaşımı elimin tersiyle sertçe itekledim. Yüreğim yangın yeri olmuştu. Gün geçtikçe daha çok yanıyordum ve bir başıma bunları halledemiyordum. Uyuyamayacağımı anlayınca yataktan kalkıp telefonu aldım. Arayacağım kişi Özmen amcaydı. Özmen amca babamın en yakın dostuydu. Bir zamanlar babamla beraber savaşmışlar, göğüs göğüse nice zaferler kazanmışlardı.

Çok geçmeden telefonu ismimi hitap ederek açtı. Sesi yine her zamanki gibi sıcacıktı. Özmen amca sayesinde bu yaşıma kadar okuyabilmiş, tahsilatımı tamamlayabilmiştim. Babamın cenazesinde tanışmıştık onunla. O zamandan beri beni babam gibi korumuştu.

“Özmen amca, müsaitsen bugün görüşebilir miyiz?” Özmen amca, önce dediğimde bir tehlike sezse de öyle olmadığını söylediğimde görüşebileceğimizi söyleyip telefonu kapattı. Hızlıca üzerimi giyinip odadan çıktım. Merdivenlerden indiğim anda karşımda Alper belirdi. Beni gördüğünde yüzünde buruk bir gülümseme oluştu. Yanıma yaklaştığında çekingen tavırla, “Sabah olanlar için özür dilerim,” dedim. Her ne olursa olsun o kadar sert çıkış yapmamalıydım. Yüzünde buruk gülümsemesinin yerine sıcacık gülümseme yer aldı. Bu kadar çabuk mu ılıyordu hisleri?

“Ben de fazla üzerine gittim, hak ettim birazda.” Başımı iki yana sallayıp gülümsedim. “Bir yere uğramam gerekiyor, sonra konuşuruz olur mu?” diyerek yanından ayrıldım. Tavladan atımı alıp yola koyuldum. Özmen amcanın evi Gökçe’nin evine yakındı. Bu yüzden tekrar Gökçe’nin yanına uğramam gerekiyordu.

Özmen amcanın evinin önüne geldiğimde attan indim. Atın ipini kapının köşesindeki tutamaca bağladım. Özmen amca fazla varlıklı biri değildi. Önceden babamla beraber çalıştıklarında epey zenginlerdi fakat bu olanlar bütün servetlerini de yanında alıp götürmüştü. Bahçeden girdiğim anda nefes alıp vermekte zorlandım. Özmen amcayı çoktandır görmemiştim, sanki yüz yüze gelsek geçmişim depreşecekti.

Adımlarım yavaş ve çekingendi. Ürküyordum, ağlamaktan bu kadar çekinir olmam en nefret ettiğim huyum olmuştu. Ağlasam düzelecek gibiydi ama ben yapamıyordum. Bu durum beni güçsüz duruma sokacak gibi hissettiriyordu. Oysa ağlamak güçsüzlük değildi.

Daha ben kapıya varmadan kapı açıldı. Özmen amcanın güler yüzü ile karşılaştım tekrar. Görüşmeyeli epey çökmüş, saçlarında birkaç siyah telden başka bir siyahlık kalmamıştı. Yüzünde belli olan kırışıklık yaşının üstünde gösteriyordu ama heybetinden hiçbir şey kaybetmemişti. Geçen yıl bu zamanlar eşini çıkan çatışmada kaybetmişti, aynı benim geçen gördüğüm manzara yaşanmış Âlime teyze o çatışmadan kurtulamamıştı.

“Hoş geldin kızım.” dedi baba gibi şefkat dolu sesle.

“Hoş buldum,” diyerek gösterdiği odaya geçtim. Evdeki düzen dikkatimi çekti. Özmen amcanın titiz olduğunu az buçuk biliyordum ve şu anki gördüğüm manzara bunu onaylamıştı. Köşedeki berjere oturduğumda Özmen amcada hemen yakınındaki ikili koltuğa oturdu. Çay ikram etmek istese de kabul etmeyip çantadan çıkardığım dosyayı uzattım. Gerekli olan yerleri işaretlediğimden kolay bulabilmişti bilgileri. Önce bilgileri okudu sonra kaşları benim gibi öfkeyle çatıldı. Dosyayı kapatıp avucu içinde bükerek sıktı.

“Böyle bir şeyin olması katiyen mümkün değil kızım.” Başımı olumlu şekilde sallayıp, “Biliyorum,” dedim. “Babama güveniyorum.” Özmen amca, dosyayı sehpanın üzerine koyup bana döndü. Önce beyazlaşmış sakalında gezdirdi parmaklarını, düşünür gibi yapıp diyeceklerini sıralamaya başladı. Sesi oldukça davudiydi ve bu Özmen amcanın yalan konuşmayacağının kanaatiydi.

“Baban, Güntekin’in ölümünde burada bile değildi. Üst liderin verdiği emirle şehir dışına çıkmak zorunda kaldı. Biliyorsun, Selçuk Alphan’dan önce kösem Güntekin Aybars’tı. Sonra da lider olacaktı. Selçuk’la Dağhan’ın işine gelince Güntekin’i ortadan kaldırdılar. Bir gece Güntekin Bey’in evini yaktılar. Yangında karısı ile kendi öldü ama on beş yaşındaki oğlu ölmedi. Selçuk o ara Dağhan’la büyük bir meblağ karşılığında anlaştı. Dağhan’ı az çok tanıyorsundur, kabul etti. Yolculuk işin bahanesi oldu, o gece baban döndüğünde bütün gözler babanda kaldı. İki gün mahzende işkenceye maruz kaldı. Sonrası Dağhan’ın bir kızda gözü vardı, babanı o gün serbest bıraktılar ama o günün bir oyun olduğunu kimse bilmiyordu ve reddedilen Dağhan fazlasıyla öfkelenmişti. Etrafa babanın kaçtığı haberi yayıldı ve o gece Dağhan’ın Eliza Hanım’ın evinin adresini verip bu durumdan kendisini kurtaracağını söyleyip haber yolladı. Baban güvenmek istemedi ama kaçacak yeri de yoktu. Eliza Hanım’ın evine gittiğinde Eliza Hanım’ı ölü gördü. Oyun olduğunu anlayamadan yakalandı. Sonrası malum.”

Sertçe yutkundum. Nefesim boğazıma takıldı. Gökyüzüm karardı, kalbim durma noktasına geldi. Ağlamak istedim, ağlayamadan dudağımı dişledim. Titreyen ellerimi birbirine kenetleyip sakin olmaya çalıştım. Duyduklarım kolay şeyler değildi, babamın acısını yüreğimde en ince sızısıyla hissettim.

“Eliza Hanım suikast dolayısı ile yakalandı diye biliyorum.” Verdiğim tepki Özmen amcada sinir yapıcı bir gülümsemeye neden oldu. Başını iki yana sallayıp, “Öyle değil,” dedi. “O dosyalardaki bilgiler tamamen yalan. Dağhan o gece Eliza Hanım’a saldırmış. Sonuçta reddedildi. Eliza Hanım’ın bu durum karşısında kendisine verdiği tepki Dağhan’da büyük bir hazmedememeyi ortaya çıkardı ve o gece silahı ile infaz etti.”

“Bu adam cani Özmen amca… Şimdide benimle evlenmek istiyor.” Duydukları ile celallenip, “Bu adam daha çok can yakmadan durdurulmalı,” deyip öfkeyle bağırdı. Öfkesi karşısında diyebileceğim bir şey bulamadım. Özmen amca, kitaplığa geçip rafın birinden bir kutu çıkarıp yanıma geldi. Kutuyu bana uzatıp, “Sen yapılması gerekeni, kutuya bakınca anlarsın,” dedi. Merakla kutunun kapağını açıp baktım. İçinde birkaç kamera ile küçük kutular vardı.

Dudağımın kenarı kıvrıldı. Özmen amcaya bakıp, “Teşekkür ederim.” dedim.

“Gerekeni yap, teşekkürlük bir durum yok ortada.” Kutuyu kapatıp ayaklandım. Özmen amcaya veda edip evden çıktım. Adımlarım hızlandı, neredeyse akşam olmuştu. Atımın ipini çözüp yürümeye devam ettim. Gökçe’nin yanına geldiğimde kapının aralık olduğunu gördüm. Korkuyla içeriye koştum. Her yer dağınıktı. Korktuğum olmasın diye içimden dualar ettim fakat bu durumda nasıl mutmain olacaktım bilmiyordum.

Adımlarım salona ilerledi, etrafı taradım. Yerde yatan Gökçe ile “Hayır,” diye inledim. “Allah’ım hayır, lütfen.” Gökçe’nin yanına gidip başını dizime yatırdım. Yüzü kan içindeydi, bedenine dokundum. Neresinden yaralandığını anlamaya çalıştım ama bulamadım.

“Gökçe.” Sesim yalvarmaktan ibaretti. Yavaşça gözlerini açtı. Çok şükür büyük bir durum yoktu ama fena hırpalamışlardı. Yavaşça bedenini kaldırıp koltuğa yatırdım. Hızla mutfağa koşup bardağa su doldurup geldim. Gökçe, zorla da olsa doğrulup suyu içti.

“İyi misin?” Yüzünü buruşturup, “Çok ağrım var,” dedi. Yanından kalkıp ileride duran dolaptan pansuman malzemeleri ile dolu olan çantayı alıp geldim. Yavaşça yüzündeki yaraları temizlerken bir yandan da soru sormaya devam ettim.

“Kim yaptı bunu sana Gökçe?” Zorda olsa, “Selçuk Bey’in adamları,” dedi. Nedense dediğine şaşırmadım. Elimdeki kanlı bezi suyun içine bıraktım. Biraz daha iyiydi. “Dosyaları alamadılar çok şükür.”

“Bundan sonra yapılması gerekene başlıyorum Gökçe. Senden ricam, dosyaları sana vereceğim adrese götürmen. Bana bir şey olursa anneme sakın deme.” Gökçe, yaslandığı yerden doğrulup, “Ne demek sana bir şey olursa?” diye sert bir dille konuştu. Cevap verecek kadar cesaretim yoktu. Bundan sonra tek bir hedefim vardı, Selçuk Bey’in sonunu getirmek…

Ayağa kalktım, cevap vermek yerine, “Ben gideyim artık,” dedim. Gökçe, hızla elimi kavradı, yüzündeki ifadeyi fark edince bu sefer bakışlarımı uzaklaştırdım. Cevap verirsem yalan konuşmak zorunda kalacaktım ve bunu yapmak istemiyordum.

“Bir şey olursa mutlaka ara beni.” Konuşma fırsatı vermeden evden çıktım. Aklım burada kalacaktı ama artık planları devreye sokma vaktiydi. Önce mazlumların sonra ailemin hesabını soracaktım Selçuk Bey’den ardından Dağhan Bey’in hesabı kesilecekti. Belki zararlı çıkacaktım ama bir zarar bin hayrın vesilesi olacaktı.

Selçuk Bey’le Alper, Dağhan Bey’in evine iş için gitmişti. Çiğdem Hanım’la Efruz ise Feraye Hanım’lara güne gitmişti. Getirdiğim çekiçle dikkat edercesine köşeden bir delik açacaktım. Kimsenin göremeyeceği bir yerdi ve en azından risk azdı. Çekici olabildiğinde yavaş vurmaya çalıştım. Kameram çok küçük olduğu için fazla büyük bir girinti yapmama gerek yoktu.

Birkaç vuruşta girinti açıldı. Kameramı düzgünce koyup belli olmaması için çeki düzen verdim. Pek belli olacağını da sanmıyordum. Göz önünde olan bir yer değildi. Hemen köşesine kitaplığı biraz daha çektim. Telefonla kameranın ayarlarına baktığımda etraf net gözüküyordu. Ses ayarı olmadığı için kamerada hemen kitaplığın aşağısına bakan yerine böcek yerleştirdim. Garantiye almak için bir böcekte diğer tarafına yerleştirdim.

“Allah’ım yardım et, ne olur fark edilmesin.” Ettiğim dua ile beraber hızlıca dolaplara yöneldim. Dolabın içinde birçok dosya vardı ama benim dikkatimi çeken arka tarafa kıstırılmış dosya oldu. Aramayan kişi için fark edilmeyecek yerdeydi. Dosyayı birkaç çekişte aldım. Dosyanın üzerinde bir şey yazmıyordu ama kenarına yapıştırılmış etikette ‘önemli’ yazıyordu. Dosya epeyce kalındı ve telefonla çekmem imkânsızdı. Şimdilik bir sorun olmayacağını düşünüp dosyayı alıp hızla odadan çıktım. Büyük bir sorun çıkmaması beni mutlu etti. Odaya çıkıp dosyayı inceledim. Birkaç kroki vardı, sanki bir plan üzere çizildiği belliydi. Kroki tek bir sayfayı kaplıyordu. Üzerinde birkaç isim vardı. En başta Dağhan Erkuran hemen yanında Selçuk Bey ve diğer karşılarında ise bilmediğim iki isim vardı: Kubilay Gündüz, Soner Koral…

İki isimde tehlikeyi çağrıştırıyordu. Arka sayfayı çevirdim, bu sefer arkada birkaç şifre tarzı kelimeler vardı. Pek anladığım söylenemezdi. Önemli olduğunu anlayıp şifreyi telefona çektim. İsimleri not bölümüne kaydedip dosyayı incelemeye tekrar başladım. Bütün planlar bu dosyadan ibaret gibiydi ve ben bu dosyaya ulaştığım için şükrettim. Turgut Bey’in kanısını yok etmiştim. Diğer sayfaya geçtim. Sayfada belli isimler vardı, bunlardan biri benim babamın ismi, Cengiz Giray diğer ise Güntekin Aybars’tı. Aşağıda yazan isim dikkatimi çekti.

‘Güntekin Aybars’ın oğlu Sencer Aybars ele geçirilmezse, Dağhan Erkuran’ın yerine geçecektir. Bu da bütün savaşın bize yöneleceği anlamına gelir. Sencer Aybars en kısa zamanda infaz edilmelidir.’

Sencer Aybars… Hayır, o olamazdı değil mi? Onun hakkında verilen hükümden en çok aşağıda yazılan not sorumluydu.

‘Ayza Giray ve Sencer Aybars bir araya gelmemeliler. Zira bu onları güçlendirir.’

Dehşetle araladım gözlerimi. Selçuk Bey, en başından biliyordu benim kim olduğumu. Ben bunların zekasını çok hafife almıştım. Bu yüzdendi beni Dağhan Bey’le evlendirme planı yapması. Babamın işlemediği suç bana yönelecekti ve bu yüzden Sencer’le evlenmem bütün olanların sonu olabilirdi. Bir iftira bin günah çıkartırdı.

İkilemde kaldım, sanki her öğrendiğim bilgi beni daha çıkmaza sokuyordu. Babamın geçmişi benim geleceğim oluyordu. Zaman geriye akıyor, beni kendi suçunda boğuyordu. Üçlemenin içinde kaldım. Geçmişim, geleceğim ve şu anım.

Boğulduğumu hissettiğim an dosyayı kapatıp odadan çıktım. Terasa geçip temiz havayı ciğerlerime çektim. Kalabalığın içinde yapayalnızdım. Sadece zihnim benimle beraberdi fakat zihnimin en kötü yanındaydım. Bir an önce bu evden gitmeliydim.

‘Sencer,’ dedim fısıltı ile. Hâlâ gizemini çözememiştim. Acaba biliyor muydu babamla ilgili olanları yoksa araştırma içinde miydi? Sorularıma cevap bulamıyordum. Sıkkın bir nefesle soludum. Bu kadar iğrençliğin içinde çok fazla düşünceye girişiyordum. Yaptıkları aklıma gelince midemden ağzıma doğru yayılan metalik tat fazlaca kusma isteği dürtüyordu.

Cebimdeki titreme ile aklımı toparlayabildim. Telefonu cebimden aldım. Ekranda Özmen amcanın ismi yazıyordu. Hızla telefonu açıp kulağıma götürdü. Hâl hatır sormadan, “Neredesin kızım?” dedi. Atikle çıkan sesi endişelerimi ortaya çıkarttı. Sanki bir şeyler olmuş ya da olacakmış hissi verdi.

“Evdeyim Özmen amca.” dedim ben de aynı atikle. Özmen amca, sertçe soludu fakat konuşamadan hışırtılı bir ses kulağıma misafir oldu. “Özmen amca,” diye birkaç defa söylendim. Korkuyla telefonu kapatacakken, “Buradayım burada,” dedi. Rahat bir nefes alıp verdim. Bu aralar fazla korkak olmuştum. Azgınlıkları beni bu korkuya itekliyordu. Eskisi gibi değildi, artık açıktan yapıyorlardı zulümlerini Acıma hisleri yoktu. Askerler her ne kadar olaya müdahale etmeye çalışsalar da araya giren para mereti bütün suçun üstüne bir perde çekiyordu.

Adalet yoktu, artık para konuşuyordu. Zaman kavramı ise bizi geçmişe sürüklüyordu. Babamın geçmişi unutulmuyordu ve ortada bir de Güntekin Aybars olayı dolaşıyordu.

“Sana bir adres vereceğim orada bir adam var. Gittiğinde sana bir şifre verecek ve sen o şifreyi sana söylediğim gün verdiğim bir adreste kasa var, orada kullanacaksın. Şimdi değil çünkü orası birkaç adamlarla donatılmış. Zamanı geldiğinde o adamların hepsi çekilecek. O adam bizim adamlardan.”

Dediği planlarla, “Halledebilirim,” dedim.

“Hayır, halledemezsin. Şifre ile çözülecek bir mesele değil. Şu an oranın bir parmak izine de ihtiyacı var. Ele geçirdiğimizde o kişiyi parmak izini kullandıracağız.”

“Tamam.” dedim mecbur kabul ederek. Şimdilik önümdeki meselelere odaklanmam lazımdı. Çareyi Sencer de bulamazdım, evlilik bizi daha bedbaht duruma sokabilirdi. Çare bendim, kendi kendime çözecektim, ama nasıl?

“Yarın yüzünü örtecek bir şeyler ayarla, fark edilebilirsin. Ne sen ne de o adamın yüzü görünmemeli Ayza. Detayları sonra konuşuruz.”

“Peki.” diyerek Özmen amcaya veda edip telefonu kapattım. Çok geçmeden adres mesaj olarak iletildi. Adrese baktığımda bilmediğim bir yer çıktı. Akabinde Özmen amca nerede olduğunu derinlemesine tarif eden bir mesaj daha attı. Daha önce o taraflara gitmemiştim, bu benim için ilk olacaktı.

Verdiği adresi internetten araştırdım. Mekân kilisedeydi. Sebepsizce ürperdim, bir kilisede o adam ne şifresi paylaşacaktı benimle? Kilise ne alakaydı, o şüpheliydi. Sorgulamayı bırakıp önüme döndüm. İnterneti kapatıp dosyayı da bir kenara koyarak Özmen amcanın verdiği kutuyu aldım. Kameranın ara kablosunu bilgisayara takıp açtığımda babamın silueti belirdi. O gün şu an karşımdaydı. Babamın işkenceye maruz kaldığı gün ve ardından edilen itiraflar. Akabinde videoya Dağhan Bey girdi. Babamın karşısına dikilip bir müddet öyle kaldı. Bekleyişi çok uzun sürmeden babamın karşısına oturup cebinden bir kâğıt çıkararak, “İmzala,” diye bağırdı. Babam zar zor Dağhan Bey’e bakıp güldü.

“İmzalamayacağım.”

Dağhan Bey sakinliğini korumayıp babama sert bir tokat attı. O tokat kalbime inen bir darbeydi. Islanan gözlerimi silip izlemeden yarıda bıraktım videoyu. İzleyecek cesaretim yoktu. Bu video kalbimi dağlasa da heyecanlanmama da sebep olmuştu. Dağhan Bey’i ifşa edebileceğim bir video elime geçmişti. Hızla kalktım yerimden. Kamerayı güvenilir bir yere koymalıydım. Şu anlık hızlı hareket etmeyerek Turgut Bey’le bunu paylaşmalıydım. O, ne yapmam gerektiğine dair daha doğru karar vermemi sağlayacaktı.

Aynada kendime baktım. Siyah feracemin üzerine uzun siyah bir eşarp örttüm. Belimden aşağı sarkan eşarbımın ön tarafında ise siyah uzun bir peçe beni farklı yapmıştı. Farklı bir giyim tarzı olmuştu benim için. Seneler evvel babam hediye etmişti peçeyi ama takmak bugüne nasip olmuştu. Zihnime misafir olan bu anılarım ansızın acıyla depreşti.

Siyahlar içinde kendimi görmem dizilerde gördüğüm gizemli kadınlar gibi hissettirmişti. Tuhaf bir yola başvurmuştum ve kendimi böyle gizlemem tuhafında tuhafıydı. Burukça kıvrıldı dudağımın tek kenarı. Kapıyı araladığımda kimse yoktu, bu benim işimi biraz daha kolaylaştırmıştı. Odadan çıkmadan önce peçemi çenemin altına yerleştirdim. En azından tedbirimi almam gerekiyordu. Gören olursa bu benim için pek iyi olacağa benzemiyordu.

Evden çıkıp hızla tavlaya geçerek atımı aldım. Bahçeden de geçtiğimizde sıkıntı çıkmamanın verdiği rahatlama ile derin bir nefes aldım. İlerleyen yolda bir yandan adresi inceliyordum. Sandığım kadar uzak değildi mekân. Batı tarafına düşen yol, oldukça rahat ve düzgündü. Yolların asfalt olması işimi daha da kolaylaştırıyordu. Bir yandan etrafı izledim, tehlikeye karşı daha tedbirli olmam lazımdı.

Kiliseye yaklaştığımda peçemi burnumun üstüne kadar çektim. Çakımı bacağıma bağladığım kılıfına koyup ilerledim. Etraf kalabalıktı, kiliseye ilerleyenlerin gözü bendeydi. Çekinerek ilerlediğimde kiliseden çıkan bir kişi eliyle bana işaret yapıp kilisenin arka tarafına geçti. Ben de hızlı adımlarla geçtim. Yanına gittiğimde biraz daha köşeye sokuldum. Adam cebinden çıkardığı A4 boyutundaki kâğıdı katlanmış şekilde bana uzattı. Kâğıdı aldığımda, “Şifreler kimsenin eline geçmesin, dikkat et.” diyerek fısıltılı bir sesle konuştu. Akabinde başını uzatıp etrafı taradı.

“Peki parmak izinin sahibi?”

“Şu an ben de onun peşindeyim, kendisi kilisede. Yalnız olduğu bir vakit ağa düşüreceğiz. Papaz günah çıkarma hücresine girdiği anda gizlice girdim içeriye ve bu şifreyi aldım. Fark edilirse ikimizde yanarız. Dikkat et!”

“Papazda ne geziyor bu şifre?”

“Dağhan Bey’in Hristiyan olduğundan şüphe ediyorum.” Duyduklarım karşısında kaşlarımı çattım. Anlamaya çalışıyordum ama bir türlü anlayamıyordum. Dertleri bir koltuk sevdasından ibaret olamazdı, dertleri biz Müslümanlardık.

“O zaman kasada başka bir şey daha var.” Onaylarcasına başını salladı, telefondan bir video açtı. Telefonu alıp videoyu izledim. Dağhan Bey ile papaz pek ala anlaşıyorlardı. İzlediğim, duyduğum her bilgi başıma ağrı sapladı. Savaşa yakındık ve bu savaşta katledilen tek taraf Müslümanlar olacaktı ve kasadaki bilgi ile büyük bir İslam düşmanı yetiştirecek cinstendi. Peki kasada ne vardı?

“En kısa zamanda haber bekliyorum,” diyerek adamın yanından ayrıldım. Aslına bakılırsa fazla korkutucu olmaya başlamıştı olaylar. Buna dur demenin zamanı gelmişti. Ne demişti Turgut Bey; Sencer’le evlenmem, özgürlüğe bir adım atmaktı.

Yayın fırlattığı okta hedef tahtasıydım. Okun ucu dokunduğunda büyük bir patlama olacak ve ben bu patlamada bütün bilinmezliğimle etrafa saçılacak gibiydim.

Adımlarım seri ve sertti. Elimde olsa bastığım yeri inletecek kadar öfke doluydum. Bu zamana kadar olaylara dur diyen olmadığı için öfke doluydum. Neler olacağını bilemediğimden kahroluyordum. Sıkışıp kaldığım yerden çıkamıyor oluşumdan ötürü yorgundum. Ne zihnim ne de kalbim mutmain oluyordu önüme serilen düşüncelerden.

Ben mi zorlaştırıyordum her şeyi yoksa zor olan ben miydim?

Atıma binip rotamı babamın mezarlığına çevirdim. Kayıp bir mezarlığı bilen tek kişi bendim. O gece babamı öldürüp bir köşeye gömmüşlerdi ama Özmen amcanın sayesinde babamı daha gizli bir yere gömmüştük. Bunu yıllar boyu saklamış bir tek bana söylemişti. O gün on sekiz yaşıma girmenin burukluğunu yaşarken, babamın mezarlığını öğrenmek en büyük doğum günü hediyem olmuştu.

Mezarlığa geldiğimde yavaşça adım attım. Kalbimin atışına yetişemiyordum. Özlemim biraz daha artarken, ben özlemimi babamın kokusunu almak ister gibi toprağı koklayarak, bir öpücüğü hisseder gibi soğuk mezar taşını öperek gideriyordum.

Sadece birkaç mezarlığın içinde görüş alanıma babamın mezarlığı ilişti. Gözyaşlarım yanaklarımda alev etkisi yaşatırken, bedenim bu acıdan ürperdi. Mezar taşının kenarına oturdum. Bir süre babamın ismini izledim. Küçükken baba sevgisinden mahrum kalmanın ıstırabını yaşıyordum. Kalbim un ufak oluyor o küçük çocuğu istiyordum. O çocuk gibi baba sırtında çocukluğunu yaşamak, dizleri dibinde baba şefkatini hissetmek istiyordum.

Acıyla olgunlaşmak kadar ağır bir yük nedir kimse bilmezdi. Bilmezdi, bir çocuğun baba kelimesine ne kadar hasret kaldığını. O hasret dağ olur ezerdi altında. O acı büyük bir lav parçası olur yakardı yürekleri. Dudakların arasından kopan vaveylalar bir bir yok ederdi hasret kalmış yüreği.

İçimde kopan fırtına sadece beni oradan oraya sürüklüyordu. Bir enkaz etkisi bırakmıştı kalbimle bedenim arasında. Ruhum ince ince sızlıyordu ve ben, bu sızlamada ölüyordum. Yüreğim bertaraftı, yüreğim daha küçük bir kızdı. Hayatım hep bir sıfır geriden bazen de epeyce ileriden gidiyordu. Ölüm uzak değildi bana, sadece yaşamak gibi göründü bedenime.

Yağmurun verdiği güzellik toprakla buluşunca, babamın kokusunu hisseder gibi oldum. Bir avuç toprak aldım, önce burnuma sonra dudaklarıma götürdüm. Öptüm, babamı hisseder gibi hasret dolu bir buse kondurdum nemli toprağa. Gözyaşlarım karıştı toprakla, toprak avuçlarımın arasından mezara süzüldü. İçim akıp gitti sanki toprakla.

“Onca yükün altında eziliyorum baba.” Sesim titredi. “Senin ismini, senin ardından atılıp tutulan iftiraları temizlemek çok güç.” İç çektim. Babama anlatacağım çok şey vardı. En çok da ona içimde biriken ne varsa söylemek istiyordum. Şimdi o yanımda olsa sırtımı sıvazlardı. Bu yükü bana hiç yüklemezdi. Ama şimdi o yoktu.

Bir hıçkırık firar etti dudaklarımın arasından. İçimdeki zehrin akıp gitmesi gerekiyordu ve ben, bu acziyete daha çok kurban gidiyordum. Mezarlıktan kalktım, arkama döndüğüm anda bir çift yeşil harelerle göz göze geldim. O da benim gibi mezarlığın başından kalkmıştı. Beni gördüğü anda hızla bakışlarımı indirip yanından geçtim. Arkama bakmak, Sencer’le hiçbir kelam etmek istemiyordum.

“Baban mıydı?” Olduğum yerde duraksadım. Arkama dönmeden, “Evet,” diyebildim. Daha adım atamadan yanımda belirdi. Bakışlarım yerden kalkmadı, zaten o da bana bakmıyordu.

“Kaçmana lüzum yok.” Histerik bir gülüş sergiledim. Bedenimi Sencer’e çevirip, “Kaçmıyorum,” dedim. Elindeki su bidonunu kenara koyup, “Son konuşulanlar seni korkutuyor,” dedi. Parmaklarım alnımda sert bir duruş aldı. Aslında doğruyu diyordu, zaten bu yüzden kaçmıyor muydum?

“Tamam, kaçıyorum. Sadece korkuyorum.” Kısa bir müddet Sencer’e baktım. Yüzünde hiçbir mimik kendini belli etmiyordu. Ciddiydi, soğuk bir ifadeye bürünmüştü. Zaten ilk gördüğümden bu yana hep soğuk davranışı dikkatimi çekmişti.

Yaşını tam bilmiyordum ama otuzlarda olduğu belliydi. Yeşil gözlerine uyum sağlayan siyah gür kirpikleri gözlerinin rengini ortaya çıkarmıştı. Yana doğru dağınık bir şekilde taranmış siyah saçları beyaz teni ile uyum içerisindeydi ve alnına düşen bir tutam saç kalın kaşlarına misafir olmuştu. Kalın dudaklarını çevreleyen seyrek sakalı yuvarlak yüzünü ortaya çıkarmış, alt çene kemiğini daha da belirginleştirmişti.

Damarlı eli sakalında gezindi. Bana bakmamaya gayret ederek, “Korku ile bu işin içinden çıkamazsın,” dedi. Sözleri fazlasıyla iğneleyiciydi.

“Mesele seninle evlilikse tamam, evleniriz olur biter.” Dudağını hayretle buruşturup, “Mesele bir evlilik değil,” deyip ilerlemeye başladı. Peşinden gidip önüne geçtim.

“Ne peki?”

“Evliliğin sonucu.” Evet, öyleydi. Ama bu evliliğin bize ne gibi zararı dokunurdu onu tahmin edemiyordum.

“Sence sonucu ne olacak?”

“Bilseydim, evlenelim diye diretirdim.”

“Sen de kabul etmemek için kendince bahaneler arıyorsun çünkü.”

“Belki de doğru olanın bu olduğunu düşünüyorumdur.” Kaşlarım kalktı. O kabul etmiş miydi yani?”

“Peki. Doğrusu buysa evlenelim.”

“Tamam.” Bu kadar hızlı mıydı yani? Hiç mi sorgulamayacaktı? O atına ilerlerken ben peşinden öylece bakakaldım. Ben de atımın yanına geçip binmeden tekrar Sencer’e dönüp baktım. Atının yelelerini şefkatle okşayıp öptü. İkimizde bir yola girmiştik artık. O bana hiç sormamış ben ise hiç diretmemiştim. Aslında içim rahattı. Neden böyle olduğumu hiç bilmiyordum.

Gün ağarmaya başlamış, uzaktan duyulan ezan sesi kulağımdaki pası bir çırpıda silivermişti. Yataktan doğrulup camı açtım. Soğuk havanın yüzüme çarpmasını beklemeden yatağa geri döndüm. Ezanı sessizce dinledim, bittiğinde ise hızla yatağımı toparladım. Sabah namazını eda ettikten sonra bir müddet evde kalıp diğer işlerimi halletmeye koyuldum. Dosyaları inceleyip, bir bilgi birikimi yapmam gerekiyordu. Sabretmem gerekiyordu, biliyordum. Bir anda bitirmeye uğraşırsam, yaptığım işten haz almazdım.

Sabır ne büyük nimetti.

Aklıma gelen ayet yüzümde gülümsemeye neden oldu:

Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenle… İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır. (Bakara - 177)

Babam her sıkıntıya düştüğünde bu ayeti tekrarlar, bize de ayetlerle sabrımızı terbiye etmemizi söylerdi. On yaşındaydım ama hiçbirini unutamıyordum. Belki de her hüzne düştüğümde aklıma getirmemden dolayı unutmuyordum. Babamın en büyük mirası bize öğrettiği İslamiyet’ti.

Boğazım yine düğümlendi. Özlüyordum babamı, özlüyordum ona dair her şeyi. Düşüncelerimden sıyrıldım. Artık tek düşündüğüm planlarımdı. Odadan çıktığımda aşağıda birkaç ses duydum. Hızla merdivenleri indiğimde Selçuk Bey burnundan soluyordu. Yanlarına yaklaştım. Selçuk Bey beni görünce, “Dağhan Bey bu akşam gelecek Ayza,” dedi. Bir solukta dem vurup, söylendi.

“Benim üzerimde söz hakkınız yok Selçuk Bey.” Selçuk Bey, hızla yanıma gelip koluma mengene ettiği elini sertleştirdi. Gözleri koyu bir hâl aldı.

“Bu evde yaşayan herkesin üzerinde söz hakkım var.” Sözleri fazlaca sertti. Kolumu çekmeme müsaade etmedi. Dış kapıdan gelen ses Selçuk Bey’in kolumu bırakmasına neden oldu.

“Burada ne oluyor baba?” Alper’in sesi evde yankılandı. Selçuk Bey, histerik bir gülüş sergiledi. Akabinde bana çevirdi bakışlarını ve insafsızca hükmümü verdi.

“Ne olacak Ayza’yı ikna etmeye çalışıyoruz. Sonuçta evlenecek olan o!”

“Ne iknasından bahsediyorsun baba, öyle bir şey olmayacak.”

“Yeter!” diye devam etti Selçuk Bey. Merdivene doğru yönelip bir basamak attığında, “Bence de yeter baba,” dedi Alper. “Ayza, hadi gidiyoruz.” Selçuk Bey, merdiveni çıkmaktan vazgeçip Alper’e doğru yürüdü. Sertçe attığı tokat irkilmeme neden oldu. Bir iki adım attım. Alper, son zamanlarda yediği tokattan ötürü babasından biraz daha uzaklaşmıştı. Bunu babası başarmış, oğluna karşı kendini bir hiç etmişti.

“Son sözüm üzerine bir daha söz istemiyorum.” Bu sefer merdivenden çıktı. Alper’e yaklaşıp mahcup bir sesle, “İyi misin?” dedim. Yüzündeki elini çekip, “Hadi gidiyoruz,” dedi. Kapıya yöneldiğimizde birkaç koruma önümüzü kesti. Alper, beni arkasına alıp, “Çekilin,” diye söylendi. Korumalardan biri belindeki silahı gösterip, “Olay çıksın istemiyoruz Alper Bey,” dedi. Alper sertçe adama çaktı fakat diğer adamlar olayın büyümesine engel olmak için Alper’in kollarını tuttu. Alper, “Bırakın,” diye bağırsa da adamlar Alper’i duymuyordu. Diğer iri cüsseli adam bu sefer benim kolumu tutup eve doğru sürükledi. Alper’in bağırışları kaldı kulağımda.

“Bırak.” diye bağırdım. “Tamam, ben çıkarım bırak.” Beni dinlemedi. Odaya çıktığımız gibi bedenimi sertçe içeriye itekledi. Arkamdan kapıyı kilitledi. Bu olanlar nefes almamı zorladı. Hızla yerden kalkıp kapıya vurdum.

“Açın!” Öfkeyle bağırdım. Duyan olmadığı gibi neler olduğunu da anlamıyordum.

Özmen amcaya haber vermem lazımdı, Turgut Bey’e söylemesini isteyip onların planlarına uyacağımı haber vermeliydi. Yoksa Selçuk Bey’le Dağhan Bey, iş birliği içinde bu yola devam ederse şehrin sonu gelebilirdi. Ben önemli değildim, bu yolda belki büyük fedakârlık yapabilirdim ama şehri kurtaramazdım. Onunla evlenirsem vasfı güçlenecekti.

Özmen amcaya olanları bir bir anlattım. O da bana Turgut Bey’e ulaşacağını söyleyip telefonu kapattı. Hırsla berjere oturdum. Bu gece buradan uzaklaşmam gerekiyordu. Topladığım bütün dosyaları çantaya koydum. Lakin kamera yoktu ortalıkta. Her yeri aradım ama bulamadım.

“Allah kahretsin!” Elimle ensemi ufaladım. Kameraya nasıl ulaşmışlardı, nasıl haberleri olmuştu? Tekrar bakındım ama yerinde yoktu. Bütün umudum o videoydu. Olduğum yere oturdum. Avazım çıktığı kadar bağırdım akabinde kalkıp her şeyi yerle bir ettim. Bitmek bilmeyen bu mücadele beni yoruyordu. Sabırsızlıkla telefona bakıp duruyordum. Ellerimle yüzümü sertçe ufaladım. Elim ayağım titriyordu. Saatler geçti ama hiçbir haber yoktu. O anda telefon çaldı. Heyecanla, “Özmen amca,” dedim.

“Gece yarısı Turgut Bey adam gönderecek, şimdilik sakin ol Ayza.” Dudaklarımı birbirine bastırıp görüyormuş gibi başımı sallayarak, “Tamam,” dedim. Gece yarısına daha çok vardı ve akşam Dağhan Bey gelecekti. Bana yardım edebilirse Alper ederdi, onu da babası serbest bırakır mıydı bilmiyordum.

“Özmen amca, kamerayı ele geçirmişler.”

“Ne? Nasıl olur bu Ayza?”

“Bilmiyorum. İnan bana bilmiyorum.” Özmen amca sıkıntıyla nefesini soludu. Daha fazla konuşacaktım ama kapıdan gelen seslerle telefonu kapatmak zorunda kaldım.

Zorla indirildiğim salonda Alper hariç herkes vardı. Alper’i olay çıkarırlar diye uzaklaştırmışlardı evden. Yerde olan bakışlarımı Dağhan Bey’e çevirdim. Yüzünde mide bulandırıcı bir ifade vardı. Karşıdaki koltuğa oturduğunda ne yapacağımı bilmeden olduğum yerde dikelmeye başladım. Çiğdem Hanım’ın, “Mutfağa geçin.” demesi olduğum yerden hareket etmemi sağladı. Efruz’la mutfağa geçtim. Ne ağlayabiliyordum ne de karşı çıkabiliyordum. Kapıdaki korumalar yüzünden evden dahi kaçamıyordum. Midem bulanıyor, bedenim yük altında ezilip kalıyordu.

“Az sonra abim gelecek, seni buradan çıkaracağız Ayza.” Umutsuzca omuzlarımı düşürdüm. Kahve talimatına aldırış etmedim. Efruz, olay çıkmasın diye kahveyi yapıp tepsiyi elime tutuşturdu. Beraber salona geçtik, kahveleri dağıtıp kenara oturdum. Şu an kaçma umudum olduğu için sessizliğimi koruyordum.

“O zaman hafta sonu nikâh kıyılsın.” Dağhan Bey’in sesine karşın lavaboya gideceğimi söyleyip ayaklandım. Şu an nasıl bir öfke içindeyim görüyorlardı ama bu onların hoşuna gidiyordu. Adım atmak bana eziyet gibi geliyordu. Köşedeki lavaboya geçtim. Elimi lavaboya dayayıp bir müddet gözlerimi kapattım. Aklıma gelen düşünceler çok fazla körüklüyordu beni, içeriye gidip hepsinin suçunu haykırmak istiyordum. Yapamıyordum, yapsam yine zararlı ben çıkacaktım. Asla bu evlilik olmayacaktı.

Elimi yüzümü yıkayıp lavabodan çıktığım an Efruz’un yanıma gelmesi bir oldu. Eli ile sus işareti yapıp mahzenin sol tarafındaki kapıya yönlendirdi beni. Koşar adım geldiğimiz yerde bir kapının olduğunu bilmiyordum. Kapı aniden açıldı ve karşımda Alper belirdi. Efruz’a dönüp, “Ayza’nın rahatsız olduğunu, odaya çıkmak zorunda kaldığını söylersin,” dedi. Efruz, başını hızla sallayıp, “Hadi gidin, ben hallederim burayı,” dedi. Olanlar karşısında idrak gücüm yeni kendine geldi. Hızla Alper’in yanında ilerledim. Efruz arkamızdan kapıyı yavaşça kapattı.

“Kendini tehlikeye atıyorsun.” Hem koşuyorduk hem de olanları konuşuyorduk. Alper, hemen sol taraftaki dönemeci gösterip, “Biliyorum,” dedi. Karanlık sokak girdiğimiz yolla biraz daha karardı. Sokak lambası arkamızda kalmıştı.

“Bunları neden yapıyorsun Alper? Baban sana zarar verir biliyorsun.”

“İleride daha iyi anlayacaksın Ayza, şimdi soru sorma ne olur. Şunu bil, seni o adamla evlendirmelerine göz yumamazdım.” Sustum, söz dinleyen küçük çocuklar gibi Alper’in sözünü dinledim. Karnıma giren ağrı artık koşmamı zorlaştırdı. Duraksadım, Alper, bu hâlimi görünce, “Biraz daha dayan Ayza,” dedi. Duraksamamdan ötürü geriden gelen bağırma sesleri kulağımıza ilişti. Alper’e dönüp, “Anladılar kaçtığımızı,” dedim.

“Hadi sen koş, ben onları oyalarım.”

“Hayır Alper, senin yaptığını anlamışlardır.”

“Koş dedim sana Ayza, koş. Ormanlık yoluna sap. Orada seni bekleyen birileri olacak.” Sesinin ciddiyeti ile koşmaya başladım. Sesler biraz daha yaklaştı ve elim ayağım birbirine dolanmaya başladı. Yol ayağıma lav topu gibi ateş salgılıyordu. Kalbimin atışı göğüs kafesimi delercesine atıyordu.

Korkuyordum, bu sefer bu korkum bambaşka boyuttaydı. Ormanlığa girdim, bir yandan köpek sesleri bir yandan da arkamdan gelen Selçuk Bey’le Dağhan Bey’in sesi… Zaman akıp gitsin, güvenli bir yer bulayım istiyordum.

Birden kolumdan çekilmem bir oldu. Önde karanlıktan seçemediğim bir adam arkada ben sürüklediği yere gidiyorduk. Neyin ne olduğunu idrak etmiş değildim, kendime geldiğimde hızla kolumu adamın elinden çektim. O da yeni fark etmiş olacak ki ateşe dokunmuş gibi elini hızla çekti. Bana döndü, başındaki pelerinini çıkardığında Özmen amcanın Turgut Bey’le konuştuğunu hatırladım. “Sencer.” dedim fısıltılı sesle.

“Oyalanırsak bizi yakalamaları an meselesi.” Cevap vermeme müsaade etmeden pelerinini tekrar kafasına geçirip koşmaya devam etti. Ben de ona ayak uydurmaya çalıştım lakin artık koşamayacak kadar yorulmuştum. Ormanlıktan çıktığımız anda ileride duran kamyoneti görünce bu kadar sevineceğimi tahmin etmezdim.

Kamyonete bindik, Sencer, hızlı şekilde aracı çalıştırıp hareket etti. Nefesimi düzene soktum. Üzerimdeki ince kıyafetten dolayı bir yandan da titremeye başladım. Sencer, benim titrediğimi görünce klimayı açtı. Sıcak yavaş yavaş etkisini gösterirken bedenim biraz daha gevşedi.

“Gerekli olan bütün evraklar o evde kaldı.” Sitemkâr sesime takılmadan önüne bakmaya devam ediyordu, “Onları oradan almam lazım,” diye ekledim keskin bir dille. Yine cevap vermedi. Bu tavrı fazlasıyla sinirime gidiyordu. “Sana diyorum.” Sanki hiçmişim gibi davranmaya devam etmesi ile “Sabır.” diye fısıldadım.

“Hepsini hallettim.” Şaşkınlığım bir türlü benden gitmiyordu. Kaşlarım havalandı, bütün konuşmalarımın cevabı bu kadar kolay mıydı diye düşündüm.

“Nasıl hallettin?” Yine susmayı tercih etti. Önüme dönüp ben de sessizliğime büründüm. Madem konuşmak istemiyordu, ben de konuşmazdım. Başımı cama yasladım. Gözlerime binen ağırlık beni kendine çekti.

“Ayza,” diye söylenen sesle gözlerimi açtım. Başucumda duran Sencer, “Geldik,” diye tekrar söylendi. Başımı camdan kaldırdığımda gerçekten de geldiğimizi fark ettim. Yavaşça doğrulup kamyonetten indim. Bedenim soğuktan titreyince omuzlarıma bırakılan kaşe montla duraksadım. Sencer, bana dokunmamaya gayret ederek montu omzuma teslim edip birkaç adım ilerledi. Monta daha çok sarıldığımda burnuma ilişen esrarengiz kokuya daha çok sindim. Ciğerlerime kadar işleyen koku daha önce hiçbir kokuda alamadığım hissi yaşattı. Tuhaf bir kokuydu, ne burnumu monttan çekmek istiyordum ne de bu kokuya biraz daha sabretmek istiyordum. Güzeldi, fazla güzel…

“Geçecek misin?” Daldığım yerden Sencer’in sesi beni çıkardı. Adımlarımı peşi sıra sürükledim. Girdiğim ev hangi hayat başlangıcım olacaktı, bilmiyordum. Nereye sürükleniyordum bilmiyordum, bildiğim tek şey artık eskisi gibi olmayacağıydı.

Savaş, öfke ve gizli saklı can kıyımları olacaktı. Tıpkı idama giden masum insanlar gibi…

Bölüm : 21.12.2024 20:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...