Sencer odada değildi. Odadan çıkıp salona baktığımda orada da göremedim. Dış kapı aniden açıldı. Sencer, elinde ekmek poşeti ile girdiğinde kaşlarım çatıldı. Bu hâliyle fırına mı gitmişti? Kapıyı kapatıp yanıma geldiğinde elinden poşeti alıp, “Neden bu hâlde dışarıya çıktın?” dedim. Montunu askılığa asıp, “Ufak bir işim vardı, gelirken fırına da uğradım,” dedi. Bu duruma sinirlensem de üzerinde durmadım. Sencer de kendini ifade etme gereği duymayarak banyoya geçti. Mutfağa yöneldim. Poşeti masanın üzerine koyup kahvaltı hazırlamaya başladım. Sencer yanıma gelerek yardım etmeye kalkıştı.
“Gidip dinlenir misin? Şu halde ayakta dolanıyorsun.” Gülerek kalçasını tezgâha yasladı. Kollarını göğsü ile birleştirerek, “Sen bana mı kızdın?” dedi. Omuz silkip bir yandan kahvaltılıkları tabağa koydum. Önümden tabağı alıp, “Soruma cevap istiyorum,” dedi. Gözlerimi kısıp, “Kızdım” dedim. Bazen kendine hiç iyi bakmıyordu. Bana belli etmek istemiyordu ama ben anlıyordum. Elinden tabağı alarak kestiğim peyniri tabağa yerleştirdim. Arada bana takılıyor, utanacağım hareketlerde bulunuyordu. İnadımı bu kadar kırması hiç hoş değildi.
“Kızaran yanakların daha bir güzelleştirdi seni.” Dediği şeyle elimdeki bıçak parmağıma kaydı. Parmağımın kesildiğini anlayamadan Sencer benden önce davranıp parmağıma hızla peçete sardı. Canımın acımasını bile anlayamadan yüzüne bakmaya devam ediyordum.
Öyle aniden söylemesi yüzüne aval aval bakmama neden oldu. İç sesimin kesilmesini sağlayan kişi Sencer oldu. Başımı iki yana sallayıp, “Parmağım mı kesildi?” dedim. Dediğime kahkaha attı. “Buradasın değil mi?” Kendimi toparlayıp elime baktım. Çok büyük değildi ama acıyordu yine de.
“Yok yok iyi değilsin sen, otur şuraya.” Beni sandalyeye oturtup su bardağını uzattı. Bardağı alıp birkaç yudumda suyu içtim. Ancak hazmedebilirdim zaten. Raftan yara bandını alıp kestiğim parmağıma sardı. Nahif elleri ellerime değdiğinde kalbim sıcacık oldu. Güzel yüzünü seyre daldım. Bazen bu güzelliği sadece kendime saklamak isterdim.
Sakla kendini sevgilim, sakla ki senin adına yazılmış şiirler sadece ben olayım.
“Neden baktın öyle?” Sorduğu soruyla omuz silkip, “Hiç,” dedim. Sol kaşını kaldırıp, “Hiç?” diye tekrarladı. Aklımdakileri tek tek söylesem bana gülerdi. O yüzden daha fazla rezil etmek istemedim kendimi.
Çöktüğü yerden kalkıp tezgâh başına geçti. Öyle yakışıyordu ki her yere, bazen gerçek olup olmadığından şüphe ediyordum. Kalbimin uslanmayan yanı ona fena hâlde düşüyordu. Düşmek sorun değildi, asıl mesele kalkmamaktı, kalkmak istemeyişimdi.
“Sen dinlen Sencer, ben yaparım.” Bıçağı yerine koyup, “Peki,” dedi. Ağrısının başladığını fark edebiliyordum. Yüzü beyazlaşmıştı ve bana belli etmek istemiyordu. Sencer, gidince ben de çarçabuk kahvaltı hazırladım. Sencer geldiğinde yerimize yerleştik. Sessizleştik, olağanca kelimelerin içinde biraz önceki güzelliğe inat sustuk. Oysa o konuşsa ben hiç şikâyette bulunmazdım ki.
“Biraz daha iyisin değil mi?” Sorduğum soruyla başını aşağı yukarı sallayıp, “İyiyim,” dedi. Kısa ve net konuşması bana susmam konusunda ikaz veriyor gibiydi. Önüme dönüp tabağımı bitirdim. Sencer de kahvaltısını yapıp tabağını tezgâha taşıdı. Diğerlerine yardım edemeden salona geçip koltuğa uzandı. Etraf çok dağınık olmadığından mutfağı toparlamam uzun sürmedi. Kahve yaparak salona geçtim. Birini Sencer’e uzattım. Sencer önündeki kitabı okumaya devam ederken ben de telefonda gezinmeye başladım. Çok zamandır annemi aramamıştım. Odaya geçip annemi aradım. Özlemiştim ve yanına gidemiyor olmam yüreğimi sızlatıyordu. Birkaç çalıştan sonra hasret kaldığım ses kulağıma ilişti.
“Annem,” dedim titreyen sesimle. O da aynı şekilde, “Kızım,” diyerek cevap verdi. Onunda sesinde hasret olduğu belliydi. “Nasılsın anne?” diye devam ettim konuşmama.
“İyiyim kızım, seni çok özledim sadece.” Ağlamamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Neredeyse bir seneden fazladır görememiştim annemi. Hasret kaldığım o kadar anı vardı ki bunları ertelemekten başka seçeneğim yoktu.
“Ben de özledim annem, şu iş hallolsun ilk senin yanına geleceğim.” Biraz sessizlikten sonra, “İnşallah” diyebildi. O da biliyordu nelerle uğraştığımı. Aslında tehlikenin boyutunu bilse uzak kalmamı isterdi ama ben ona her şeyi anlatmıyordum. Zaten korkuyordu, daha fazla korksun istemiyordum. Annemle epey konuştuktan sonra telefonu kapattım. Odadan çıktığım esnada Sencer’le dip dibe geldim. Başımı kaldırdığımda bana bakıyordu. Geri çekildim. Sencer telefona baktığında, “Annem,” dedim. Gülümseyip, “Burnun kızardığına göre, hasret kaldığın kişinin olduğu belli,” dedi. Gülümseyip, “Öyle,” dedim. Odaya geçip dolaptan hırka alıp salona geri döndü.
“Üşüdün mü?” Sorduğum soruyla, “Biraz,” diye cevap verdi. Köşedeki dolaptan battaniye çıkarıp yanına gittim. Battaniyeyi açıp bacaklarına koydum. Biraz kenara çekilip, “Beraber ısınalım mı?” dedi. Önce açtığı yere bakıp çok durmadan yanına oturdum. Kolunu sırtımdan geçirip diğer tarafıma attı. Sertçe yutkundum. Kendimi toparlayıp yanında duran kitabı da ben aldım. Bu durumda satırlara bakmakla yetiniyordum. Anladığım söylenemezdi. Zorda olsa kendimi kitaba adapte ettiğimde zaman epey geçmişti. Omzuma düşen ağırlıkla irkildim. Sencer başını omzuma koymuştu. Uyuduğunu anladığımda gülümsedim. Şu an huzurun kendisini tasvir edebilecek bir manzaradaydım. İçim sıcacık oldu. Başını Sencer’in başına koyup gözlerimi kapattım.
Nisan ayının sonlarına gelmiştik. Hava yavaş yavaş ısınmaya başlarken, etrafa saçılan kuş sesleri bedenen de ruhen de iyi hissettiriyordu. Sencer, biraz daha iyi olmuştu. Geçtiğimiz zaman dilimi büyük bir sorumluluğu da yanı başında getirdi. Sencer, bana pek söylemese de içinde yaşadığımız buhrana bir çözüm getirdiği ortadaydı. O imza, oraya giriş için kurtuluş biletinin bir göstergesiydi. Nedendir bilmiyorum ama bunun sonunun iyi gitmeyeceği belliydi. Dağhan Bey’i halletsek de ardında bir Selçuk Bey vardı. Şimdilik deliller sadece Dağhan Bey’in adalete teslim edileceği kadardı. Selçuk Bey’e sıra geldiğinde ise onunla uğraşmak şimdiden zihnen beni yıpratıyordu.
Sencer yanıma gelerek, “Benimle dışarıya çıkar mısın?” dedi. Uzattığı elini tutup peşinden ilerledim. Evden çıktığımızda Sencer bahçeye doğru yöneldi. Tuttuğu elim sayesinde ona eşlik edebiliyordum. Bahçeye pek çıkmazdım ama şimdi havalar epey ısınmıştı. Bahçeyi temizlemiş olduğunu fark ettim. Biraz daha ilerledik, kenarda duran büyük ağaca asılı duran salıncağa kaydı bakışlarım. Heyecanla salıncağa baktım. Salıncağı çok severdim, özellikle böyle büyük olması fazlasıyla mutlu etmişti. Sencer, beni salıncağa oturtup arkama geçti. Yavaşça salladı.
“Şimdi mi astın?” diye sordum heyecanla.
“Evet,” dedi. Epey sallandıktan sonra Sencer salıncağı durdurup arkadan yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Muzip ifadesi yine yüzündeydi.
“Seni heyecanlandırdım.” Gülümsedim. Onun beni her zaman heyecanlandırdığını söylemedim bile.
“Küçükken babam asardı hep salıncakları. Şimdi bahçede bu kocaman salıncağı görünce eski günler geldi aklıma.” Sırtımı biraz daha geri yasladığımda bedenim bedenine yaslandı. “Bana böyle jestler yaparsan alışırım.” Dudakları kıvrıldı. Ona oturması için yer açtım. Beklemeden oturdu yanıma. Kolunu arkadan atınca bedenimi göğsüne yasladım. Yavaşça sallanıyorduk. Onun yanında hep huzurluyken gün geçtikçe bu huzur çok daha güzel bir hal alıyordu.
Başını kaldırıp salıncağa baktı. Tıpkı o da benim gibi geçmişi hatırlayacak ki dudakları hüzünle kıvrıldı. “Babam,” dedi sessiz bir tonda. Sesi bir hayli buruktu. Kurumuş dudaklarını yalayıp, “Annem için asmıştı bu ağaca,” dedi. Dedikleri gözlerimin dolmasına neden oldu. “Sabah odada görünce aklıma geldi. Alıp asmak istedim senin için.”
“Babanın ne kadar romantik olduğunu anlayabiliyorum.” Başımı kaldırıp elimi yüzüne getirdim. Ailesini özlediğini gözlerindeki o emarede fark ettim. Elmacık kemiğini okşayıp, “Anneni, ne kadar sevdiğini de,” dedim. Elini elimin üzerine getirip dudaklarına götürdü. Avuç içime değdirdiği dudakları heyecanlandırsa da şu an bunun zamanı değildi. Ona öyle çok alışıyordum ki saniyelere sığdıramadığım bazı anlara buruk kalıyordum. O çok nahif bir adamdı, kalbi mükemmeldi. Sevdam belki onun güzelliği karşısında az kalabilirdi.
“Seviyordu.” Derin bir iç çekip, “Yangında bile annemi korumak için kendini feda etti ama ikisi de o yangında öldüler,” diyerek geçmişi ile kalbini ziyan etti. Ziyan olan birçok anılar varken, Sencer o anılarda birçok öfke yetiştirmişti kendine.
“Onlar cennette kavuştular Sencer. Üzülme demeyeceğim, üzülüyorsun biliyorum. Sadece kendini bu kadar yıpratma. Suçlular cezasını bulacak, biliyorum.” Bu sefer omzuma başını kendisi koydu. Parmak boğumlarıma parmaklarını hapsedip başparmağı ile elimin üzerini okşadı. O okşayış, yüreğimeydi.
“Cennettelerdir değil mi?” Başımı sallayıp, “İnşallah,” dedim. Onlar şehitti çünkü. Benim bir tek babam ölmüştü, onun ise hem annesi hem de babası… Bu dayanılmaz bir acıydı ve ben, bu acıda kıvrım kıvrım kıvranıyordum. Yanan ciğerimiz değildi bir tek, anılarda onun dâhilindeydi. “Ve senin gibi bir evlatları olduğu için çok şanslılar. Sen çok güzel evlatsın Sencer.” Başını kaldırıp bana baktı. Gözlerinin içi parlıyordu. Kim bilir ne zamandır duymamıştı bu sözcüğü. O, o kadar özeldi ki bunu görmesi için elimden geleni yapacaktım.
“Ben de çok şanslıyım.” Başını salıncağın zincirine dayadı. Uzun uzun seyretti. Bazen onun yanında susarken çok şey konuşuyormuşum gibi oluyordum.
“Ben de,” dedim. Sesim o kadar cılız çıkmıştı ki, biraz daha utansam sesimi kaybedebilirdim. İlk defa tattığım bu duyguya alışmak zordu. Başını salıncağın demirinden kaldırmayıp beni izlemeyi sürdürdü. Bakışlarını israf etmemek için ben de başını demire yaslayıp güzel yüzünü seyre durdum. Kalbim bir kuş çırpınışını andırıyordu. Semaya uçan özgür kuştum, o ise beni özgürlüğüme bırakan kalbi güzeldi.
“Kalkalım mı? Biraz işim var dışarıda onları halletmem gerekiyor.” Bana kalsa hep burada dibinde kalmak isterdim ama benim de kendimce işlerim olduğu için artık eve girmem gerekiyordu. Dediğini yapıp salıncaktan indim. O işlerini halletmek için dışarıya çıkarken ben de yemek yapmak için mutfağa yöneldim. Çok geçmeden kapının tıklatılma sesini duydum. Kim olduğunu bilmeden kapıya yöneldim. Kapıyı açtığımda Gökçe’yi görmemle şaşkınlık yüzümde yer edindi.
“Gökçe,” dedim şaşkınlıkla. Hızla ayakkabısını çıkarıp bana sarıldı. Kollarım beline gidince hıçkırarak ağlamaya başladı. “O gün sana bir şey oldu diye çok korktum. Daha yeni öğrendiğim kurtulduğunu, birine sormasam öğrenemeyecektim sanırım,” diyerek ağlamasını sürdürdü. Biraz da sitemliydi. Ben de tamamen unutmuştum ona haber vermeyi. Sırtını sıvazlayıp, “Ağlama lütfen, iyiyim bak,” dedim. Geri çekilip gözlerini sildi. Beraber salona geçtik. Gökçe rahatsız bir edayla koltuğa oturduğunda beni merak ettiğini hâl ve hareketlerinden anlayabiliyordum.
“İyisin değil mi?” Başımı sallayıp gülümsedim.
“İyiyim, valla. Hadi artık üzme güzel canını.” Yanıma gelip bir kez daha sarıldı. Nefesini düzene sokup evi inceledi. Gülümseyerek, “Mutlu musun?” dedi. Söylediği söze başımı olumlu şekilde salladım. Elini elimin üzerine koydu. Yaptığı imaya kaşlarımı havalandırıp, “Ne?” dedim. Dudağını ısırıp gülmemek için kendini tutuyordu.
“Ne, nesi! Sorduğumda ağzın kulaklarına varacak neredeyse.” Kaşlarımı çatıp baktım. Kendimi tuhaf hissettim. Böyle durumda konuşmam zor oluyordu.
“Seni ilk defa böyle görüyorum. Senin ateşler yükselmiş.” Koluna hafiften vurup, “Dalga geçmez misin?” dedim. Kıkırdayıp omuz silkti. Benimle uğraşmasına katlanamayarak ayaklandım.
“Kahve?” Kabul ettiğine dair başını salladığında mutfağa geçtim. Yüzüm alev gibi yanıyordu. Gökçe de yanıma gelip pencereden dışarıya baktı. Şimdi arkamı dönsem bir ton söz edecekti, bunu göze almak istemedim. Zaten ne zaman Sencer’e dair düşüncelerim olsa utanmamı engelleyemiyordum. Bu böyle mi devam edecekti bilmiyordum. Sadece alışmak istiyordum, bazen de alışmaktan korkuyordum.
Kahveleri fincanlara koyup diğer bardaklara suyu koydum. Gökçe, sandalye çekip oturdu, ben de karşısına oturup fincanımı önüme çektim.
“Seviyorsun değil mi?” Kahvemden bir yudum alıp, “Seviyorum,” diyebildim. O kadar zordu ki hislerimi başkasıyla paylaşmak çünkü ilk defa Gökçe’ye söyledim ne hissettiğimi. Gökçe iç çekip elini çenesinin altına koydu.
“O da seni seviyor, belli.” Gülüşüm bir anda silindi. “Bilmiyorum Gökçe,” dedim. Sesimdeki o heyecan silindi. Sevdiğini tam olarak söylememişti. Sanki bir şeyler eksikti ya da ben öyle hissediyordum.
“Kaçırıldığın gün, o korkuyu görebildim gözlerinde. Kimse sevmediği biri için bu kadar korkmaz Ayza.”
“Sadece koruma içgüdüsüdür.” Dediklerime göz devirip, “He he,” dedi. Eline çimdik atıp, “Ne he hesi,” dedim.
“Belki sana nasıl baktığını görmedim ama o gün fark ettim işte. Neden kendini bu kadar aşağıda görüyorsun.” Aslında haklı olabilirdi.
Kahvemden son yudum alıp, “Yemeğe kal,” dedim. Gökçe oturduğu yerden kalkıp, “Belki daha sonra,” dedi. “İşlerimi halletmem lazım.”
“Peki,” diyerek kapıya kadar eşlik ettim. Ayakkabılarını giyip vedalaşarak uzaklaştı. Kapıyı kapatıp mutfağa yöneldim. Fincanları yıkayıp kuru bezin üzerine koydum. Yemek işini de halledip salona geçtim. Bilgisayarı açıp internetten sohbet sayfası açarak masanın üzerine koydum. Önceden ara sıra dinlerdim, son zamanlarda pek dinlediğim söylenemezdi. Bu eksikliği gidermek için bazı şeyleri artık düzene sokmam lazımdı.
Kahvaltılıkları masaya yerleştirip demlediğim çayı bardaklara döktüm. Bu gece sahurumuzu yapacaktık ve Sencer’le beraber ilk orucumuzu tutacaktık. Sevincim iki kat artarken Sencer’i çağırmak için salona geçtim. Sencer de kalkmış yatağını toparlamıştı. Beni gördüğünde, “Geliyorum,” dedi. Bir şey demeden mutfağa yöneldim. Sencer de çok geçmeden masada yerini aldı.
“İlk sahurumuz seninle.” Ramazan ayı girdiğinde hep heyecanlı olurdum, yine için bundan dolayı kıpır kıpırdı. Sencer de heyecanımı fark edecek ki gülmeden edemedi. Besmele çekerek önce parmağına sürdüğü tuzu ağzına götürüp ardından kahvaltısını yapmaya başladı. Kahvaltıma dönüp birkaç parça yiyip suyumu içtikten sonra yeme işimi bitirdim. Sahurda çok yediğim söylenemezdi. Susamadığım müddetçe acıkmazdım pek. Sencer ise benim aksime yemeye devam etti.
“Acıkıyor musun oruç tutarken?” Lokmasını yutkunup, “Pek acıkmam,” dedi.
“Hım.” Tek kaşını kaldırıp, “Hım olan ne?” dedi. Kıkırdayıp, “Yumurtaları fena gömdün de,” dedim. O da aynı şekilde güldü. “Karşında tam bir yumurta sevdalısı var, bence laf ederken ona göre düşünün hanımefendi.” Dediğine daha fazla gülerek, “Özür diliyorum o yumurta sevdalısından,” diyerek elimi havaya kaldırdım. Başını iki yana salladı. Suyunu içip geri yaslandı. Hâl ve hareketlerini izlerken bana aniden bakması gözlerimi kaçırmama neden oldu. Oturduğum yerden kalkıp masayı toparladım. Sencer bana yardım edip mutfaktan çıktı. Sabah ezanını duyduğumda pencereyi açıp ezan sesinin odaya yayılmasını sağladım. Hafif soğuk tenime işlerken biraz daha iyi hissettim. Ezan bittiğinde pencereyi kapatıp banyoya yöneldim. Sencer elinde havluyla banyodan çıktı. Abdest almıştı.
Ben de banyoya geçip abdestimi aldım. Örtümü takıp eteğimi giydikten sonra Sencer’in arkasında yerimi aldım. Usul usul tadili erkâna uyarak namazımızı eda ettik. Sencer seccadesini katlayıp başındaki takkesini çıkararak yerine koydu.
“Sencer,” dedim ricada bulunurcasına. “Kur’an okur musun?” Öyle güzel güldü ki yüreğimde çiçekler açtı. Gözlerini kapatıp açtı. Kitaplıktan Kur’an’ı alıp okumaya başladı.
Kur’an okumayı bitirince mealini okudu, ardından tefsirini yaptı. Fark ettiğim şu ki her Kur’an okuduğunda mealini okumakla yetinmezdi. Tefsirini yapmayı ihmal etmezdi.
“Sesine sağlık.” Kur’an’ı kapatıp, “Şifa olsun,” dedi. Kur’an’ı rafa bırakarak tekrar yanıma oturdu. Ani hareketle başını bacağıma koydu. Nefesimi tutarak yüzüne baktım. Sırt üstü yatıp gözlerini gözlerimle kesiştirdi. Elini kaldırıp yüzüme koydu.
“Sende ne var bilmiyorum ama, güzel şeyler olduğunu biliyorum.” Hayır hayır, ağlamamalıyım. Bu güzellik karşısında ağlayabilirdim. Değişik hissediyordum, nefesimi soludum. Elinin üzerine elimi koydum. Eline biraz daha yüzümü yatırıp, “O güzel hisler bende de var,” dedim. Gülmesiyle beraber gözleri kısıldı.
Yattığı yerden kalkıp bana dönerek oturdu. Elleri ellerimi bulduğunda parlayan gözlerle bana bakıp, “Peki o hislerinde yerim ne Ayza?” dedi. Konuşamadım, konuşacak kadar cesaretim yoktu. Aramızda çözülmez bir gelgitler vardı. Sanki anlamıyordu. Belki de benim istediğim gibi istiyordu. Birimizden biri itiraf edecekti.
Kalkıp odadan çıktı, ardından omuzlarımı düşürüp baktım. Öyleydi işte, esip geçen bir rüzgârdan farkı yoktu. Bazen o rüzgârda üşüyebiliyordum. Savrulmuyordum, bilakis savrulmam gereken bir incinmeden bahsedemezdim. O incitemezdi ki hem, öyle bir yapısı yoktu. Kaba davranan ya da hoyratça beni bir kenara atabilen biri değildi. Nahifti, o nahiflikten nasibimi alan tek kişiydim.
Oturduğum yerden kalkarak güneşliği kenara çektim. Güneşin doğuşu odaya dolarken huzurun diğerini tadıyordum. Zaten benim güneşim Sencer’le doğmuştu, şu anki anla devam etmişti.
Bugün tekrar mahzene gidecektim. Belki çok başarılı olamıyordum ama yine de oraya sinen hatıralar beni geçmişe yolcu yapıyordu. Kapıya çıktığımda Sencer odadan çıktı. Beni gördüğünde, “Bir yere mi gidiyorsun?” diye sordu. Başımı sallayıp, “Mahzene gideceğim,” dedim. Yanıma gelerek portmantoluktan ceketini alıp, “Tek gideceğini mi düşünüyordun?” dedi. Ben de feracemi giyinip, başıma şalımı doladım. Beraber evden çıktık. Aslında atımla gitmeyi çok özlemiştim ama atım Selçuk Bey’in evinde kalmıştı.
“Bir şey mi oldu?” Sencer’in beni anlaması garipsenecek bir durum değildi, yüzümün düştüğünü anlayabilecek bir yapıdaydım.
“Atım,” dedim sitemkâr bir dille. “Hep onunla giderdim, özlemişim.” Cevap vermeden kamyonete ilerledi. Ben de yolcu koltuğunda yerimi alırken Sencer hızla motoru çalıştırdı. Yüzümü dışarıya çevirip sessizce yolu izledim.
“İşin bittiğinde seni eve bırakayım. Sonra benim işlerim var.”
“Sen işini halletseydin, ben giderdim.” Kaşlarını çatıp bana baktı. O günden sonra bir gölge gibi dibimden ayrılmıyordu.
“Bir müddet tek gitmeni istemiyorum mahzene.” Endişesini anladığımda cevap vermedim. Sencer bir müddet yüzüme bakıp, “Sana bir şey olacak korkusundan bunu dedim, kızmıyorsun değil mi bana?” diyerek koluma dokundu. Başımı iki yana sallayıp, “Hayır,” dedim. “Anlıyorum seni.”
Mahzenin önüne geldiğimizde kamyoneti bir köşeye park etti. Kamyonetten inip mahzene geçtik. Sencer, kenardaki meşaleleri yakıp ilerlemeye başladı. Tekrar alt kata indik fakat beklemediğimiz bir durumla karşı karşıya geldik. Çoğunluğun olduğu dosya rafı boştu. Hatta neredeyse hepsi kayıptı. Şaşkınlıkla Sencer’e bakıp, “Sen aldırmadın değil mi dosyaları?” dedim. Sencer’in de yüzü gerildi.
“Hayır,” diye mırıldandı. Kim almıştı, hatta nereden öğrenmişlerdi burayı? Bir elimi belime koyup diğer elimi enseme koydum. Hayır hayır, bunu kesinlikle beklemiyordum.
“Ben halledeceğim, merak etme.” Elini sırtıma koyup, “Hadi çıkalım,” dedi. Beraber mahzenden çıkıp dükkâna geçtik. Sencer birkaç eşya çıkarıp onları hallederken ben de etrafa göz gezdirdim. Aklım hâlâ dosyadaydı ama şu an bunu düşünmem faydasızdı.
“Sıkma canını, önemli olanları almıştık zaten.” Camdan yansıya siluetine bakıp, “Dosyalar için zaten üzülmüyorum, sadece birinin o mahzenden haberdar olması canımı sıkıyor,” dedim. Ben biliyordum, babamın suçsuzluğunu kanıtlamama az kalmıştı. Sencer elinde birkaç boş kâğıt ve mürekkep alıp diğer masaya oturdu. Önündeki işle uğraşırken ben de karşısına oturup yaptıklarını izlemeye başladım.
“Tüzer Bey istedi.” Özenle çizimini izledim. Harfler parmaklarından çıkarken sanki güzelliğini de harflere katmıştı. Elimi çenemin altına koydum. Dikkatli şekilde yaptığı ismek çok geçmeden bitti.
“Çok güzel oldu.” Son kez göz gezdirip, “Öyle oldu,” dedi. Çok geçmeden kapı açıldı. Bakışlarım kapıya çevrildi. İçeriye Deren girdiğinde şaşkınlıkla Sencer’e baktım. Deren, gülümseyerek yanımıza yaklaştı. Bakışlarını Sencer’e çevirip, “Merhaba,” dedi. Hareketlerindeki şımarık kız edası sesine de yansıdı. Karşımdaki sandalyeye oturdu.
“Ahmet abinin işi çıktı, çalışmayı ben almaya geldim.” Aslının öyle olmadığını çok iyi biliyordum. Buraya sırf Sencer’i görmek için gelmişti. Sencer, çalışmasını Deren’e uzatıp, “Ereğli’deki eve gideceğini biliyorsun değil mi?” dedi. Deren, hızla başını sallayıp, “Biliyorum,” dedi. “Ben zaten eve götürünce babam halledecek gerisini.” Sencer tepki vermeden önündeki dağınıklığı toparladı. O da farkında mıydı bu bahanenin?
“Benim işim var, isterseniz siz Ayza ile eve geçin.” Deren’in yüzü düşerken pek üzerine varmayıp, “Ben eve geçeyim, sen işlerini hallet,” dedi. Aslında bu benim işime geldi. Benimle bize geçmesini istemiyordum. Kendisinden pek haz etmesem de onu tersleyemezdim. Sencer, “Peki,” diyerek üstelemedi. Deren dükkândan çıkarken ben de yavaştan ayaklandım.
“Beni Gökçe’nin evine götürür müsün?”
“Tamam. İşin bitince ararsın seni almaya gelirim.” Kabul edip beraber dükkândan çıktık. Gökçe’nin evine geldiğimde kamyonetten indim. Sencer’le vedalaşıp eve doğru ilerledim. Kapıyı birkaç kez tıklattım. Kapıyı açan olmayınca etrafı inceledim. Gökçe’nin bir yere gitme ihtimali beni pek tatmin etmiyordu. Evin arka bahçesine baktım yine kimse yoktu.
Omuzlarımı düşürüp evin bahçesinden çıktım. Ev epey uzakta kaldığı için yürüme olasılığım ne kadar yüksekti bilmiyorum. Sencer’i tekrar geri aradım. Bekletmeden aramamı onayladı. Ona Gökçe’nin evde olmadığını, kendim gidebileceğimi söyledim ama kabul etmek istemedi.
“Sencer, sen işini hallet.” Telefonun arkasında başka bir ses daha vardı, sanırım onu önemli bir işin içinde aramıştım. “Dikkat edeceğim, merak etme.”
“Ara sokaklara girme ama. Ben çok beklemeden geleceğim.”
“Tamam.” Telefonu kapattıktan sonra adımlarımı ıssız olmayan sokakta hızlandırdım. Epey yürüdükten sonra karşıdan gelen Alper’i gördüm. Beni görünce yanıma doğru adımlarını hızlandırdı.
“Bir şey olmadı değil mi Ayza, neden teksin?”
“Bir arkadaşa gelmiştim. Evde yokmuş o da.” Başını anladığını belirtircesine salladı. Şu an ona sormam gereken birçok soru vardı ama bu uzun olduğu için baş başa olmazdı.
“Ben gideyim artık.” Yürümemi fırsat bilerek o da yanı başımda yürüdü.
“Tek gitme, seni eve kadar götüreyim.” Geçen günkü olaydan sonra tek evhamlanan Sencer değildi. Alper’e baktıkça kaçan bir adam görüyordum. Benden sakladığı her şeyi anlayabiliyordum. Bu yüzden onunla yan yana yürümem hiç doğru değildi. Onun artık kendi hayatını yaşamasını istiyordum. Başka birini sevip mutlu olmalıydı.
“Zahmet, etme ben kendim giderim.”
“Olsun yine de tek gitme.” Sessizce ilerlemeye başladık. Biraz daha yan tarafa çekilip aramızı uzak tuttum. Başımı öne eğerek ilerlemeye başladım. O da bir şeyler konuşmak ister gibi elini kolunu nereye koyacağını bilemedi.
“Sencer’le mutlu musun?” Aniden sorduğu soru bakışlarımı ona çevirmemi sağladı. Yüzündeki emareye bir neden bulamıyordum. Benden farklı cevap bekliyordu, bunu anlayabiliyordum. Gülen yüzü soldu, önüne dönüp, “Sadece merak ettim,” dedi. Bu merakın çok da normal olmadığını ikimizde biliyorduk.
“Alper?” Sorgulayıcı sesime çekinerek, “Efendim,” dedi. Yürümeye bir son verip karşısında durdum. Hissettiklerini dile getirmesini istiyordum. Ona farklı yaklaşmak istemiyordum ve benden umut beklemesini de istemiyordum. Bu çok yanlıştı, ziyan olurdu ve ben onun ziyan olmasını istemiyordum. O çok iyi biriydi, üzülsün istemezdim.
“Bana bir şey mi demek istiyorsun?” Yalpalandı, hareketleri farklılaştı. Dudaklarını birbirine bastırıp elini ensesine götürüp kaçamak bakışlarını bende buluşturdu. Hislerini bildiğimi gayet iyi anladı.
“Ben,” dedi sesindeki titreme ile. “Bir şey demek istemiyorum.” Titreyen sesi sözlerini yalanladı.
“Eminim.” Üzerine gitmedim. Kendisi de bunun farkına varacak, benden uzak duracaktı eminim. İlerlemeye devam ederken Sencer’e eve gittiğime dair mesaj atıp telefonu cebime geri koydum. Arada Alper’in kaçamak bakışlarına denk geliyordum.
“Onu seviyorsun.” Sesindeki o tını geri adım atmamı sağladı. Alper bu tutumumu görüp, “Biraz haddimi aştım sanırım,” dedi.
“Had aşmak değil lakin bu seni rahatsız ediyor farkındayım.”
“Rahatsız olmuyorum, merak ettim sadece.”
“Yapma bunu kendine. Benden umut bekleme Alper.” Bakışları aniden yüzümü buldu. Ona açık olacağımı düşünmüyordu. Bunu demem her açıdan ona iyi gelecekti.
“Ayza…” Sözünü yarıda kesen kamyonetin sesiydi. İkimizde hemen köşede duran kamyonete baktık. Sencer, kamyonetini köşeye park edip yanımıza geldi. Alper’e bakıp kaşlarını çattı.
“Selamünaleyküm.” Selam vererek dibime kadar yanaştı. Alper elini uzattığında Sencer de uzatıp selamlaştılar.
“Aleykümselam,” dedim Sencer’e karşılık.
“Ben gideyim artık. Kendine iyi bak.” Bize veda edip giderken arkasına son kez bakarak gözlerini gözlerimle birleştirdi. Gözlerinin dolduğunu fark ettim. Bana her şeyi az da olsa belirtmişti. Hislerinden çok benden kaçış aşamasındaydı. Acı çektiğini görebiliyordum.
Bazen ne düşüneceğimi bilemiyordum. Bu çok ağır bir yüktü. İnsanların duygularını anlayabilen biri değildim, en çok da yakınımdakilerin ama Alper’inkini çok iyi anlamıştım.
“Neden gelmiş?” Sencer’in sesi biraz soğuktu. Eve doğru ilerlerken ben de peşinden gittim bir yandan, “Yolda karşılaştık,” diye cevap vermeyi ihmal etmedim. Salona geçtiğimde Sencer bana dönüp, “Yolu beraber mi geldiniz?” diyerek yüzüme bakmayı sürdürdü.
“Karşılaştık sadece. Tek gelecektim ama bırakmadı.” Elini saçlarının arasından geçirip, “Ondan hoşlanmadım,” dedi. “Onunla görüşme desem, haddimi aşmam değil mi?”
“Neden hoşlanmadın?” Omuz silkip, “Hâlâ anlamadın mı?” diye cevap verdi. “Gözlerinin içine nasıl baktığını görmedim deme, senden hoşlandığı bariz ortada.”
“Hoşlanmak mı? Yanlış anlamışsındır.” Bu bir reddediş değildi sadece anlamazlıktan geliyordum. Araya gerginlik girsin istemiyordum. Gülüp, “Yapma Ayza, anlamadığını düşünmüyorum,” dedi. Anlamıştım aslında ama böyle düşünmek istemedim. Bana o kadar yardımı dokunurken onun benden hoşlanıyor olması fazla değil miydi? Yapamazdı, bu hislerle başa çıkamazdım. Birinin beni sevebilme ihtimali onun canını yakardı ancak. Kalbim Sencer’e aitken başkasının benim yüzümden acı çekmesini istemezdim.
“Birinin senin gözlerine öyle bakması katlanabileceğim bir durum değil.” Bileğimden tutup bedenimi kendine çekti. Yorgun bakışlarının altında bana özel ayırdığı dingin bir bakış vardı. “Bakarsa şayet…” Konuşmadı, yarıda kestiği sözler ürpertti.
“Bakarsa şayet?” Tamamlamasını ister gibi sordum. İlk defa bu kadar ciddiydi.
“Bakarsa, bu kadar sakin kalamam.” Oysa kastettiği çok farklıydı. Bazen bu sözleri beni korkutuyordu. O da bunu anlayacak ki sözlerinde ileriye gitmedi.
“Kendi etrafındaki insanlara ne zaman bu kadar sınır koyabileceksin peki?” Bu sefer ciddi olan kişi bendim. Deren’i kastettiğimi gayet iyi anladı. Dudakları benimle alay eder gibi kıvrıldı. Ben onun aksine kaşlarım çatık baktım yüzüne. Şu an dalganın hiç yeri değildi. “Sencer, ben ciddiyim.” Koltuğa oturdu. Bileğimden tutup beni kendine çekince dizine oturmak zorunda kaldım. Başımdaki örtüyü usulca çıkardı. Saçlarımı tokadan kurtardığı an sırtımdaki bukleli saçlarda bir bir dağıldı. “Hala işin alayındasın değil mi?”
“Kıskançlığının keyfini çıkarıyorum.” Kaşlarım aralandı. Kendini savunmasını beklerken beni ciddiye bile almıyordu. Saçlarımla oynamasını bile gözüm görmüyordu şu anda. Oysa bana dokunduğu her saniye heyecanlanırken şu an onunla büyük bir kavgaya girebilirdim.
“Kıskandım.” Hiç itiraz etmedi. Hatta biraz önceki muzip ifadesi silinmiş yerini ciddi bir adam almıştı. Hatta kıskandım derken bu konuyu açmamam için sesini de sertleştirmişti.
“Sencer.” Parmağını dudaklarıma bastırdı. Artık bu konuyu konuşmayacaktık anlaşılan. İstediğini yapacaktım.
“Ben sadece seni seviyorum Ayza. Deren ya da bir başkası umurumda değil.”
“Ve ben de seni. Alper ya da bir başkası umurumda değil.” Daha fazla itiraf edemeyeceğimi anlayınca gözlerimi kaçırdım. O buna izin vermedi.
“Gözlerimizi kaçırmanın anlamını biliyor musun?” Aniden çıkan sözleri duraksamama neden oldu. Akabinde hızla başımı kaldırdım. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Nefesi nefesime karışırken devam etti. “Mesela sen gözlerini kaçırınca seni izlemenin anlamını?” Parmaklarını çeneme değdirip okşadı.
“İşte o an, göz göze geldiğimiz zaman o anlam gözlerinde kalıyor. Ne hissettiğin ise o dudağının kenarındaki çukurlukta seni ele veriyor. Sen gül ki, anlamların çıkış yolu sen ol Ayza.”
Konuş Sencer, konuş ki kalbimin içindeki o güzellik dolup taşsın. Sabahlara kadar dinlerim seni, sen yeter ki konuş.
Geri çekildi, nefesi nefesimden uzaklaşırken kalbim üşüdü. Oysa sıcacıktı yanı başı, bakışları yüreğimi ısıtacak kadar sıcacıktı.
İftarımızı yaptıktan sonra namazlarımızı kıldık. Sencer çayı demlemişti, ben de o ara kalan cüzümden birkaç sayfa okudum. Salona geçip yerimi aldım. Bugün nedensizce yorgun hissediyordum kendimi. Sencer tepsiyi masanın üzerine koyarken ben de başımı kenarda duran küçük yastığa koydum.
“Yerine yat istersen, ben seni kaldırırım sahura.”
“Şurada azıcık gözlerimi dinlendireyim, yatarım.” Gülümseyerek başını salladı. Gözlerimi açtığımda ise beni izleyen Sencer’le göz göze geldim. Sehpanın ucuna oturmuş dirseğini koluna yaslayarak eli çenesinin altında bana baktığını fark ettim. Aniden gözlerine denk gelmem nefes almamı zorladı. Konuşamadım, dilimde bir kelepçe var gibiydi. Neden zordu bu kadar konuşmak?
“Günaydın uykucu.” Sesindeki tatlı tonla başımı battaniyenin içine soktum. Şu an utanmaktan bakamıyordum yüzüne. Battaniyeyi azıcık indirip yüzünü yaklaştırdı. “Günaydın demeni bekliyordum, günaydın başı battaniyeye saklanarak söylendiğini ilk defa görüyorum senden.” Benimle uğraşmayı seviyordu. Şu an kedi gibi bakıyordum yüzüne. “Günaydın,” dedim kısık sesimle. Yüzünü yüzümden uzaklaştırdı. Aniden duvardaki saate baktım. Sahurun geçtiğini zannetmiştim ama çok şükür geçmemişti. Hatta kahvaltı hazırlamam biraz gecikmişti. Hızla koltuktan kalkıp, “Geç mi kaldım sanki?” dedim. Başını omzuna yatırıp, “Hazır, merak etme,” dedi. Şaşkınlıkla yüzüne baktım. Gözlerimi kırpıştırdım. Şu an uyuduğum için tuhaf hissediyordum.
“Sen uyumadın mı?” Gözüyle yan tarafta duran katlanmış yatağı gösterip, “Uyudum,” dedi. Nasıl bu kadar az uyuyabiliyordu anlayamıyordum. Erken kalkıyor ve bir daha yatmıyordu. Ben bu kadar güçlü bir yapıda değildim.
“Nasıl dayanıyorsun Sencer? Az uyumuyor musun?” Dudağının kenarı hafiften kıvrıldı. İç çekip, “Nefsimi eğitmezsem o beni eğitir,” dedi. Yine kendine hayran bıraktıracak sözünü söyleyip beni alaşağı etti. Ona söylenecek cevap beni geri tutuyordu her zaman. Söyleyeceklerini özenle seçiyordu ama asla bir yapmacılık yoktu. O ne kadar konuşsa ben o kadar susuyordum.
“Neyse sahurumuzu yapalım hadi, yoksa aç kalacağız.”
“Tamam,” deyip peşi sıra mutfağa geçtim. “Yine yumurta.” Dediğimi yeni anlar gibi masaya bakıp, “Yumurtaya güzel davran.” diye tekrarladı. Çayları koyup masaya oturdum. Sessizleştik, Sencer zaten çok konuşmazdı masa başında. Aksine ben de masa başında sohbeti çok severdim. Önümdeki peynirden bir parça alıp, “Koşuya çıkacak mısın yine?” dedim. Başını sallayıp, “Evet,” dedi. Çayını alıp bir yudum içti. Çayı şekersiz içiyordu. Ona dair her şeyi öğrenmek keyif vericiydi. Kapalı bir kutuydu ve ben o kutuyu kendime açmayı seviyordum.
Önüme dönerek sahurumu yaptım. Akabinde mutfağı toparlayıp namazımı eda ettim. Sencer Kur’an okuyordu. Yanına gidip ben de hemen dibine oturdum. Bu sabah ben de uyumak istemiyordum. Belki bir şeyler yapardık, belki de o kendi hâlinde takılırdı.
Kur’an okumayı bitirdiğinde bana bakıp, “Uyumamışsın,” dedi. Omuz silkip, “Uykumu almışım,” dedim. Kur’an’ı yerine koyup “Ben koşuya çıkıyorum, sen de uyu istersen,” dedi. Salondan çıkıp odaya geçti. Üzerini değiştirip kapıda belirdiğinde yanına gitmeden ben de raftan Kur’an alıp okumaya başladım. Bir saat gibi okuduğum cüzü tamamladım.
Oturduğum yerden kalkarak evi temizledim. O esnada kapı açıldı. Sencer yorgun bir vaziyette içeriye girdi. Banyoya geçerek işlerini halledip çıktı. Duş biraz daha rahatlatmış gibiydi.
“Benimle bir gelsene.” Elini uzattığında elini tuttum. Bir şey sormadan eşlik ettim. Evden çıktık, ahıra geldiğimizde kocaman gülümsedim. Hızla yanına gidip, “Oğlum,” diyerek yelelerini okşadım. Nasıl özlemiştim. Gözlerim dolarak yelelerini öptüm.
“Teşekkür ederim Sencer.” Yanıma gelip, “Rica ederim,” dedi. Cesaretim olsa gidip sarılırdım ama o kadar cesaretim yoktu. “Nasıl aldın Yağız’ı?”
“Aslında biraz zor oldu, kapıda Alper’i gördüm, o yardım etti.”
“Ya,” dedim atıma dönerek. Öyle güzel karşılama olmuştu ki, kalbimin en köşesi bir miktar heyecan yaptı. Atımı çok seviyordum, hep yanımdaydı ve şimdiden sonrada olsun istiyordum. Ben atımı severken Sencer beni izliyordu. Başımı atımın başına dayayıp, “Sen böyle bakınca nefesim kesiliyor,” dedim. Başını omzuna eğip, “Sen bakmasan da benim nefesim kesiliyor,” deyip gülümseyiverdi. Eridim, bittim, öldüm. Kalbim durmaya bahane ararken Sencer’in sözleri buna tuz biber oluyordu. İçim içime sığmıyordu. Ben böyle sevilmeye alışkın değildim, ben bu hislere alışkın değildim. Farklı hissediyordum. Ayaklarım yerden kesiliyor kuşlar gibi gökyüzünde dolaşıyordum.
Gökyüzüne dokunalım, belki yıldızlar dokunur parmaklarımıza.
Hislerini biliyordum artık, sadece dudaklarının arasından çıkacak o kelimeye muhtaçtı hislerim. Benden uzakta bana aitmiş gibiydi. Belki çok saçmaydı ama saçmaydı işte. O iki kelimeyi duymak saçmalıksa saçmalığın zirvesini yaşıyordum. Olsun, ben ona dair her şeyde saçmalamayı seviyordum. Aşk delilik değil miydi sonuçta. Öyleydi.
“Ne düşünüyorsun?” Sencer’in sorusuyla irkildim. Daldığımı hissedince bir an evvel toparlandım. Omuz silkip, “Hiç,” dedim. Gülüp yanımdan ayrıldı. O giderken ben de arkasından iç geçirdim. Normal değildim, ciddi ciddi kafayı yemek üzereydim. Atıma dönüp sırıttım.
“Şşş,” dedim parmağımı dudaklarıma yaslayıp. “Çok mu tuhafım Yağız?” Omuz silkip, “Aman,” dedim. “Hep Sencer suçlu.” Şu an atımla konuşuyordum ve bu çok garipti.
“Biliyor musun Yağız? O çok özel, çok güzel. Ben ilk defa böyle hissediyorum. Abartmıyorum, sadece aşırıya kaçmaktan korkuyorum.” Son kez öpüp yanından ayrıldım. Hava çok güzeldi, bu yüzden bahçeye geçip tahta sandalyeye oturdum. Karşımda ormanlığın muhteşem manzarası vardı. Evimiz merkezden uzaktı, bu yüzden etrafımız doğayla çevriliydi. Bunu seviyordum, temiz hava ruhen de bedenen de iyi hissettiriyordu.
Evimiz demiştim, bu öyle güzel histi ki… Bizim evimizdi, Sencer’le benim. Saf saf gülümseyip oturduğum yerden kalktım. Sencer etrafta gözükmüyordu. Odama geçip bir müddet odada bakındım. Aklıma gelenle çekmeceye doğru yürüdüm. Çekmeceyi açıp defteri içinden aldım. Birden yan tarafta duran kutu ve kolye ile defteri almaktan vazgeçtim. Kutuyu ve kolyeyi alıp yatağa oturdum. Kolyenin içinden çıkan anahtarı alıp kutuyu açtım. Gördüklerim gözlerimin dolmasına neden oldu. Parmaklarım kutuda duran resimlere ve saate ilişti. Saati aldığımda arkasında bir açıklık vardı. Neydi bu, bir tür bilmece mi? Çekmeceden bir tornavida alıp saatin kenarında duran vidayı açtım. İçinden bir flash bellek çıktı. Küçücüktü. Bilgisayar lazımdı. Saatin vidasını geri takıp kutuya geri koydum. Sencer görmeden odasına geçtim. Flash belleği bilgisayara taktığımda dosya direkt açıldı. Videoyu açtım.
Babam karşımdaydı. Sanki ölmemiş, benimle sohbet ediyormuş gibiydi. Gözlerim doldu, ağlamamı engelleyip videoya odaklandım.
Videoyu bitirdiğimde öylece bakakaldım. İtiraf vardı. 15 Aralık 2005’e ait bir videoydu. Geçen izlediğim videonun devamıydı ve bu videoda daha çok kendi konuşması vardı. İdam edilmeden on gün öncesine aitti. Gözlerimi kapatıp dudağımı ısırdım. Bu büyük bir itiraftı, dayanamayarak bir hıçkırık koptu dudaklarımın arasından. Öyle acıyordu ki kalbim, deli gibi özlemiştim babamı. Ellerimi yüzüme kapatıp hıçkırarak ağladım. Neler çekmişti kim bilir, ne acılara şahit olmuştu. Şimdi ise büyük iftiraları yanı başında götürmüştü. O tertemizdi, bir karıncayı incitmeye korkan yapısı varken bu ithamlar canımı hayli yakıyordu. Onu aklayacaktım, bunu yapacaktım ve ben, bunun olması için gerekirse bu yolda ölecektim. Annemin yüzüne bakabilme cesaretim olacaktı. Ona söz vermiştim.
Ah annem! Sevdiği adamın acısı kalmışken yüreğinde bir de bu olanlar belli etmese de üzüyordu onu.
Odadan çıktığımda karşımda Sencer’i gördüm. Elinde bir dosya vardı, yüzünde eğreti duran bir öfke vardı. Kaşları çatılmıştı, bunun iyi bir şey olmadığını anladım. Dosyayı bana uzattığında babama atılan iftiranın biri daha vardı. Bu babamın Güntekin Bey’i öldürme iftirasıydı. Şu an bunu görmüştü Sencer. Her şeyi yanlış anlamıştı ve olacaklar büyük bir kıyamete zemin hazırlayacaktı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
602 Okunma |
143 Oy |
0 Takip |
27 Bölümlü Kitap |