6. Bölüm

V - SIĞINAK

Rumeysa Doğan
rumeysadoganm

Şu an hayatımın değiştiği bir zaman dilimindeydim. Öfkemle hapsolduğum ev bana artık uzaktı. Şu anki adım attığım ev ise benim en büyük bilinmezliğimdi. Ne yapacaktım, neler olacaktı hiçbir fikrim yoktu.

İçeriye girdiğim an da yüreğime oturan tuhaf bir hisle duraksadım. Sencer, merdivenleri çıkmaya başladığında duraksadığımı görüp aynı şekilde durdu. Önce evi inceledim. Taş duvarla yapılanmış evin içi de dışından farklı değildi. Eşyalar fazla lüks sayılmazdı. Çoğu eşya ceviz yapılıydı. Koltuk takımı da cevizden yapılmış vitrine uyum sağlamıştı. Geçen geldiğimde bile böyle incelememiştim.

“İyi misin?” Sencer’in sorusu ile başımı sallayıp peşinden yürümeye devam ettim. Merdivenlerden çıktık, geçen gün geldiğimiz kapının önüne tekrar geldik. İçeriye girdik, Turgut Bey yoktu bu sefer. Sencer, eli ile karşıdaki koltuğu gösterdiğinde fazla uzatmadan koltuğa geçip oturdum. Sencer de kapının hemen yanındaki duvar dibinde duruyordu. Başını yere eğip eli ile oynamaya devam etti. Ben de sessizce önüme döndüm.

Neden bu kadar yakınımdayken bakışlarımı ondan uzaklaştıramıyordum?

Zihnimi dolduran sorulara cevap veremiyordum. Sanki bir şeyler beni bundan uzaklaştırıyordu. Çok geçmeden kapı açıldı, içeriye Turgut Bey girdi ve gülümseyerek bana baktı. Ayağa kalktığımda yanıma yaklaşıp eli ile oturmamı işaret etti. Karşımdaki koltuğa geçti, Sencer’e bakıp, “Sen de gel evlat,” deyiverdi. Sencer, Turgut Bey’in dediğini ikiletmeden Turgut Bey’in yanına oturdu. Aralarındaki bağa anlam veremedim. Sencer, Turgut Bey’e karşı oldukça saygılıydı.

“Özmen Bey bizi aradı, bu durum karşısında seni buraya getirtmemizi söyledi. Senin isteğin varsa bize söyleyebilirsin. Babanla, Özmen Bey benim için değerli olduğu gibi sen de bizim için değerlisin artık.”

Söylediği sözler gülümsememe neden oldu. Babamdan sonra bana kol kanat gerecek birinin olması ne tuhaftı. Yerimden biraz daha kıpraştım. Önce Turgut Bey’e baktım sonra ise kısa bir müddet bakışlarım Sencer’e kaydı. Sencer’in bana hiç baktığını görmemiştim. Asıl olması gerekende buydu zaten. Yanlış olduğunu bilmeme rağmen kaçıramıyordum bakışlarımı. Bu durum beni zora sokuyordu. Gözlerime perde çekerek usulca kapattım.

Nefesimi düzensizce soludum. Ne yapmam gerektiğini, nasıl bir düşünceyle yaklaşacağımı bilmiyordum. Bilmediğim çok şey vardı ve ben, yine bilmekte istemiyordum. Aklım viraneydi, yüreğim enkazdı. Sırtımda o kadar yük vardı ki ben yine o yükle yokuşa çıkmaya devam ediyordum.

“Ben ne yapacağımı bilmiyorum Turgut Bey, sadece biraz olsun sırtımdaki yükten kurtulmak istiyorum. Rabbimin rızası dışına çıkmaktan çok korkuyorum.”

Turgut Bey, ayağa kalkıp dosyalarla dolu olan dolabın önüne geçti. Dolabı açıp içinden bir defter çıkardı. Geri geldiğinde defteri bana uzattı. Anlamsızca deftere bakıp, “Ne bu?” dedim.

“Babana ait bir defter, içindekileri okudukça anlarsın. Geçen gün aklıma gelmemiş vermek.” Defteri kucağıma koydum. Turgut Bey, bir müddet düşünür gibi yaptı, bu düşüncelerinin altından neler çıkacağını az buçuk tahmin edebiliyordum. Birazda korkuyordum, diyeceği sözlerin arkasına yanlış bir adım atmaktı korkum.

Konuşan Turgut Bey’le bendim. Sencer, sessizce dinlemeyi tercih ediyordu. Çok geçmeden kapı yine açıldı. İçeriye geçen mahzenden kurtardığımız adam girdi. Turgut Bey’in yanına gelip kısa müddet bana bakıp oturdu.

“Bir şey mi oldu baba?”

“Yok bir şey Altan.” Altan denen adam babasının bu tavrı karşısında sessizleşti. Aralarında en garip kişi ben duruyordum. Turgut Bey, sessizliğini bozup konuşma gayreti gösterdi.

“Geçen günkü teklifim ikinizi ilgilendiriyor, bunu sizin karar vermeniz lazım.” Önce bana söyleyip sonra Sencer’in bacağına babacan bir tavırla vurdu. Sencer, öne doğru eğilip kollarını dizine yaslayarak ellerini birbiri ile buluşturdu. Bütün saat sessizliğinin ardından, “Dediğiniz teklif bir amaç uğruna edilmiş bir teklif, nikâhın sahtesi olmaz ki,” diyerek hiç yöneltmediği bakışını ilk defa gözlerimle buluşturdu. Zeytuni gözlerinde çok fazla anlam vardı; sitem, acı, haykırış…

“Gerçek bir evlilik olamaz mı?” Turgut Bey, ortamdaki sıcak havaya bir yenisini ekledi. Yüzümden kulaklarıma varan sıcaklıkla olduğum yere sığamadım. Sencer, Turgut Bey’in imasına karşılık, “Çok büyük bir vebal bu,” dedi. Geçen gün benimle konuşan kendisi değilmiş gibiydi şu an da. Turgut Bey, kısa bir müddet düşünüp, “Bu konu vebalden çıkıyor artık oğlum,” dedi. Sesinde hissettiğim gerçeklik Sencer’in de hissettiği gibiydi.

Sencer’in bu durum karşısında hiçbir mimiği oynamadı. Sanki içinde biriktiği acı yüzüne vurmuştu. Belki benim yanımda böyle soğuktur diye düşünmüştüm lakin bu durum burada da geçerliydi. Nasıl bir duygu içerisindeydi, tahmin etmek güçtü.

“Madem konu bizden çıkıyor, peki.” Oysa istemiyordu. Bu onun için zorunluluktu. Ya evliliğin hükmü? Bunun cevabı şu an verilmiş miydi?

Bütün gözler bu sefer bana çevrildi. Karar vermek hiç bu kadar zor olmamıştı, dilime vurulan pranga kalbime cam batığı gibi bir his yaşattı. Olanlar benim ne diyeceğime bağlıydı. Korkuyordum. Ben evliliği hiç böyle hayal etmemiştim. Oysa sevecektim, mutlu olacaktım. Şimdi yaşadıklarım bir mecburiyetten ibaretti ve bu mecburiyette gerçek bir evlilik vardı. Elimdeki defteri tırnakladım.

“Peki,” dedim cılız bir sesle. “Ne gerekiyorsa yapabiliriz.”

Turgut Bey rahatlamışken Sencer’in ise odadan çıkışına şahit oldum, bu beni biraz olsun üzdü. Onu zorla evliliğe sürükleyen ben gibiydim. Oysa evlilik konusu bana da uzaktı.

Oturduğum yerden kalktım. Turgut Bey önüme geçip, “Bu akşam imam çağırsam sorun olur mu?” dedi. Bu kadar hızlı olmaları tuhafıma gitti.

“Siz bilirsiniz. Bunu bir de Sencer’e sorun isterseniz.” Sesim biraz imalı çıktı. Odadan böyle çıkıp gitmesi inciticiydi. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Nefesimi güçlükle soludum, elimi kalbimin üzerine koyup, “Rabbim sen hayırlara vesile kıl,” dedim. Odadan çıktık. Turgut Bey, telefonla birini arayıp yukarıya çıkmasını söyledi. Çok geçmeden yukarıya ben yaşlarda kapalı bir kız geldi. Gülümseyerek yanıma yaklaştı.

“Merhaba Ayza Hanım, ben Hare. Sizi odanıza götürmek için geldim.” Ben de gülümseyerek Hare’ye baktım. Başımla onaylayıp peşinden yürümeye başladım. Merdivenlerden bir kat aşağıya indik. Uzun koridorun sonuna yaklaştığımızda bir odaya geçtik. Oda gayet büyük ve ferahtı. Ahşap ve beyaz renginden döşenmiş oda beyaz duvarla gayet güzel duruyordu.

“Bugün burada misafir kalacaksınız. Akşam imam geldiğinde ben size haber veririm.”

“Teşekkür ederim,” dedim sesindeki sıcak tınıya karşılık. Odadan çıktığında pencereye yaklaştım. Pencereden dışarıya baktığımda manzara fazlasıyla hoşuma gitti. Dışarısı ev kadar soğuk bir görüntü olmamıştı. Ağaçlarla kaplı alan etrafa yeşillik vermişti. Yüksekteydim ama o kadar rahatsız edici bir yükseklik değildi. Etrafta sadece birkaç koruma vardı.

Ufaktan kar atalıyordu. Elimi uzatıp karı tutmak ister gibi avucumu açtım. Kar elime nahif bir his bıraktı. Dudaklarımda minik bir gülümseme oluştu. Karlı havaları oldum olası severdim.

Yatağa doğru yürüdüm. Yanı başında duran berjere oturdum. Karmakarışık durumun ortasındaydım. Akşam evlenecektim. Tanımadığım bir adam hayatımın merkezine oturacaktı. Sadece birkaç kelam edebildiğim yeşil gözlü sır kutusu beni nereye çekecekti, bilmiyordum. Bana ne gibi bir his besliyordu, tahmin edemiyordum. Belki de nefret ediyordu benden. Onu bu evliliğe sürükleyen kişi bendim.

Başımı geriye yaslayıp, gözlerimi kapattım. Gözlerimi kapattığım esnada siması ile buluştum. Sanki yıllarının tanışmışlığı vardı hislerimde. Onun yanında kendimi güvende hissettiğim için mi o gece Turgut Bey’den yardım istemiştim? Ona güvendiğim için mi bu evliliği kabul etmiştim? Ona bakarken neden bu kadar acı çekiyordum? Sorular zihnimi yiyip bitiriyordu. Katlanılmaz bir sürgünün eşiğindeydim. Yağmurdan kaçıp doluya tutulmak istemiyordum.

Odaya giren Hare, elindeki elbise hurcunu bana uzattı. Elinden hurcu alıp, “Bu ne?” dedim. Yüzünden hiç eksilmeyen gülümsemesi daha çok çoğaldı.

“Nikâh için Ayza Hanım. Turgut Bey aldırttı.”

“Gerek yoktu,” desem de itirazıma yanıt vermeden odadan çıktı. Bir saat sonra nikâh kıyılacaktı. Değişik bir duygu karmaşasındaydım. Elbiseyi hurcundan çıkardım. Uzun, beyaz renkli sade bir elbiseydi. Yanında da uzun, beyaz bir şal vardı. Burukça baktım elbiseye. Hiçbir anlam ifade etmeyen bu an, benim büyük bir sınavımdı. Bu yüzden nikâhtan önce Sencer’le konuşmak istiyordum ama o, odadan çıktığından beridir hiç yanıma gelmemişti. Bu bir tavır mıydı? Neye, kimeydi?

‘Peki, Sencer benim kaderim miydi?

Elbiseyi alıp giyindim. Şalımı da yapınca kapı tıklatıldı. Çok geçmeden içeriye kırklı yaşlarda bir kadınla benim yaşlarımda bir kız girdi. Beni önce süzdükten sonra yanıma yaklaştılar. Odadaki havaya bir yenisini katan kişi karşımda yaşı büyük olsa da güzelliğinden ödün vermeyen kadın oldu.

“Merhaba kızım, ben Begüm, Turgut’un eşi. Bu da kızım Serra.”

“Merhaba.” Her gün cesaretinden ödün vermeyen ben bu evdeki kişilerin karşısında çekingendim. Yanlarında fazla yabancılaştırdım kendimi. Ait olmadığım evde fazlalık gibi duruyordum. Hemen birine ısınan yapım yoktu. Serra eli ile koluma dokunup, “Çekinme, burası senin de evin,” dediğinde sesindeki tınıya hafiften ısındım.

“Zamanla alışırım.” Başını sallayıp, “İnelim mi salona?” dedi. Onayladığımda odadan çıktık. Merdivenlerden her indiğimde kalbim fazla depar atıyordu. Serra, beni sakinleştirmek istercesine, “Sakin ol.” dedi. Bunu başarabilmem güçtü. Salona indik. İmam gelmişti. Gözlerim Sencer’i aradı. Hemen köşede oturmuş bir şeyleri düşünmekle meşguldü. Geldiğimi görünce bakışlarını bana çevirdi. Yeşilleri uzun süre ben de kaldı. Bir an, çok kısa bir an tebessüm ettiğini gördüm. Ama o kadar kısa sürdü ki bu olay göğe çıkan kalbim yere çakılmış gibiydi. Ayağa kalktı. İri heybeti yavaşça yanıma geldi. Üzerinde her zamankinden farklı kıyafet vardı. Siyah bir keten pantolon ve siyah bir gömlek giymişti. İmamda ayaklandığında karşıdaki rahlenin karşısına oturduk. İmam oturduğunda nefesimi tuttum. Nefes alıp vermeye cesaret edemez duruma gelmiştim.

İmam bilgilerimizi alıp defterine yazdı. Yüz gram altın mihrine karar verildi. İstiğfar okuyarak akde başladı. Ardından besmele çekerek dua okudu ve peşinden Nur suresinin 32. ayetini okudu. El açıp dualar okuduk. Sesimin titremesini duymasınlar diye zorlasam da kendimi, fark edilmemek güç olurdu. Sencer, bu durumu görünce bakışlarını bana çevirdi. Yakından öyle güzeldi ki gözleri, bir an her şeyi unutmuş şu ana adapte olmuştum.

‘Uzak tut gözlerini gözlerimden, zira biraz sonra kalbimin çarpmasını fark edecekler.’

İç sesimin sahibi sanki duymuş gibi önüne döndü. Yüzünün yandan görüntüsüne takılı kaldım. Bakışları yerdeydi, gözleri bir hüzne merhaba der gibi kapanmıştı. Dokunmak istedim elmacık kemiğine, oraya parmaklarım yuva kursun istedim. Hissettiklerimde koskoca bilinmezdim. Ona karşı bir şeyler hissetme korkusundan mıydı bilinmezliğim? Yoksa ben koskoca bir yalancı mıydım?

İmamın sesi artık ismimizi telaffuz etti.

“Cengiz kızı Ayza Giray, Güntekin oğlu Sencer’i kocalığa kabul ettin mi?”

Yönelttiği soru ile heyecanla, “Ettim,” dedim, kabulümü üç kez tekrarladım. Aynı soruyu Sencer’e de yöneltti. O da “Ettim,” deyince kalbim kuş gibi çırpınmaya başladı. İmam şahitlerin de onayıyla, “Ben de nikâhınızı kıydım,” deyip ardından duayı okudu. Akit gerçekleşmiş, artık Sencer’le Allah katında eş olmuştuk. Bir yarım ne kadar bütünleşebilirse yaralarımızla o kadar bütünleştik.

Kalbimi dizginleyemiyordum. Bedenime uğrayan titreme heyecandan beni ele veriyordu. Yerde olan bakışlarımı kaldırdım. Gözlerim o güzel gözlere misafir oldu. Yine gülmedi, dolgun dudaklarında bir kıpraşma bile olmadı. Gözlerini gözlerimden uzaklaştırıp bedenini de yanında götürdü. Benden uzaklaşmasını anlayabiliyordum ama hak etmiyordum.

Herkesle tek tek tebrikleştikten sonra Turgut Bey araya girdi. “Odanızı hazırlattım oğlum, isterseniz daha sonra başka odaya geçersiniz.” Sencer, Turgut Bey’in teklifini nazik bir dille reddetti.

“Bu gece kalalım, yarından itibaren kendi evimize geçeriz. Burada durmamız pek münasip değil.” Turgut Bey, Sencer’i zorlamadan kabul etti. Böyle olması benim içinde iyiydi. Sonuçta evde mahremiyetime uygun olmayan kişiler vardı. Bunu demem o evden sonra tuhaftı ama o evde benim mecburiyetlerim vardı. Bu ev ise bunun dışındaydı.

“Hadi çıkalım.” Sencer’in sesi ile peşinden yürümeye başladım. Merdivende sadece bizim adım seslerimiz vardı. Sırtı bana dönüktü ve geniş omuzlarına takıldı gözlerim. Yavaşça bana döndü. Odanın önüne geldiğimizi yeni fark ettim. Kapıyı açıp içeri girmeme müsaade etti. Aynı odaya gelmiştik. İki nefes bir odada soluyacaktı.

İçeriye girdiğim anda göğüs kafesim sıkıştı. Avuçlarımın arası titrediğinde avuçlarımı elbiseme sürttüm. Sencer, yavaştan kapıyı örtüp yanıma yaklaştı. Ona has kokusu odayı doldurmuştu bile.

“Nasıl hissediyorsun?” İlk defa benimle bu konu üzerinde konuştu. Oysa bunu daha önce yapmasını istemiştim. Şimdi pek önemi kalmamıştı.

“Şu an ne hissediyorum hiç bilmiyorum.”

“Ben de.” Hafiften gülümsedi. “Ne olursa olsun sen benim eşimsin artık. Belki aniden oldu ama sana istemediğin müddetçe dokunmam. Sen ne zaman istersen.” Tok çıkan sesine cevap bulamadım. Kemikli eli elimi buldu. Şefkatliydi elleri, oldukça nahifti de. Diğer eli de yanağıma teşrif edince yüzünde hiç görmediğim ifade belirdi. “Kalbimde ömrümde sana ait artık.” Elimi yavaşça bırakıp yanımdan ayrıldı. Banyoya geçtiğinde ben de yatağın ucuna oturdum. Böyle hissetmediğini biliyordum, kendimi zorla sevdirtme gibi bir huyum da yoktu. Kimse benim yüzümden acıda çeksin istemiyordum. Buna ne kadar engel olabiliyordum bilmiyordum fakat Sencer, acı çekiyordu.

Şu an ikimizde acı çekiyorduk. Hislerimiz tam değildi, bir anda olacak işte değildi. Benden nefrette etsin istemiyordum. Ona karşı tuhaf bir gelgitlerin içindeydim.

Banyonun kapısı açıldığında bakışlarım banyo kapısında takılı kaldı. Duş aldığı saçlarından damlayan su tanelerinden anlaşılıyordu. Islak saçını elindeki havluyla kurulaya kurulaya içeriye girdi. Üzerinde pijamaları vardı. Ben de ayaklanıp benim için ayırtılmış pijamaları alarak banyoya geçtim. İçeride onun kokusuna benzer şampuan kokusu beni karşıladı. Kıyafetlerimi köşeye koyup suyu açtım. Üzerimdekilerden kurtulup suya girdim. Gergin bedenim sıcak suyla gevşedi. Bir yandan gözyaşlarım suyla birlikte karıştı. Yorulmuştum artık, istemediğim hislerle mücadele ediyordum. Olduğum yere çöktüm. Tutamadığım hıçkırıklarım kendini belli etti. Elimi yüzüme kapatıp ağladım. Su sesi sesimi kendine hapsetti. Kimse duysun, kimse anlasın istemiyordum.

Duşumu alıp suyun altından çıktım. Kuru olan havluya sarılıp bir müddet kurulandıktan sonra üzerimi giyindim. Odaya girmeye cesaretim yoktu. Onunla karşı karşıya gelmek çok zordu.

Saçlarımı kurutup banyodan çıktım. Sencer köşedeki koltuğa uzanmıştı. Uyumuştu ve üzeri açıktı. İnce pike bulup üzerine örttüm. Bir müddet yüzünü inceledim. Kahverengi saçları alnında yer edinmişti. Parmaklarımla saçlarına dokunmak istedim lakin cesaret edemedim. Uzun yüzü kirli sakalıyla resmedilmiş gibi bir manzara sunmuştu bana.

Daha fazla seyretmeden yatağa giriştim. Yan tarafıma döndüğümde tam karşıma düşmüştü sureti. Deliksiz uyuyordu ve bu ben de onu izleme dürtüsü oluşturuyordu. Yabancıydık birbirimize oysa, kalbime hükmedememek neydi?

Kahvaltıdan sonra Turgut Bey’in odasında toparladığım bilgilere göz gezdiriyorduk. Selçuk Bey’in odasına koyduğum kamerayla bilgisayara yansıyan videoya baktık. Selçuk Bey’le Alper, kavga ediyordu. Selçuk Bey, Alper’in yanına gidip sertçe tokat attı. Uzaktan seyrediyor olsam da hissedebilmiştim aralarındaki acziyeti. Üzüldüm Alper’e. O evde bana en çok yardımı dokunan kişi Alper’di. Her ne kadar düşmanım olsalar da Alper başkaydı.

“Bu sana yardım eden kişi mi?” Sencer’in sorduğu soruya, “Evet,” diye cevap verebildim. Sencer görüntüye biraz daha yaklaştı. Olanları pür dikkat izliyordu.

Alper, babasından bir iki adım geriledi. Babasına öfkeyle, “Zalimliğinle daha kaç can yakacaksın baba?” dedi. Aralarındaki gerginliğin sebebi bendim. Alper, daha fazla dayanamayıp, “Buna daha fazla izin vermeyeceğim,” dedi. Selçuk Bey, tekrar tokat atacakken Alper hızla babasının elini tuttu. Alper’in bu tavrına şaşırdım. Her konuda babasından korkardı. Bu olanlar onu korkutmuyordu. Hızla babasının elini bırakıp odadan çıktı. Selçuk Bey her ne kadar sinirlense de konunun üzerinde fazla durmadı. Masanın üzerinden telefonunu alıp bir yeri aradı.

“Gerekirse öldürürüz,” dedi telefonun ardındaki sese karşı. Dağhan Bey’le konuştuğu bariz ortadaydı. Sessizce telefonun ardındaki kişiyi dinledikten sonra, “Çok yakında yanında olacağını bil yeter,” diyerek telefonu kapattı. Mesele bendim. Resmen beni zorla o adama teslim edecekti. Sonumun asla Eliza Berry gibi olmasını istemiyordum.

Sencer görüntüyü hırsla kapattı. Turgut Bey’e dönüp, “İçlerine sızacağım,” dedi. Turgut Bey, Sencer’in omzuna elini atıp, “Biraz bekle oğlum, her şeyi bir rayına oturtalım,” dedi. Sencer itiraz etmedi ama rahat duracağa da benzemiyordu.

“O gece Altan esir düştüğünde bir böcek yerleştirmiştik. O gece Selçuk Bey, Efruz’u öldürme yalanlarının bir yalan olduğundan bahsetmişlerdi. O işin içinde Ayza vardı eminim ve bu oyunda Ayza ile Dağhan Bey’in evlenmesi büyük bir geçmişi aralayacak demişlerdi. Neden bildikleri hâlde Ayza’ya bir şey belli etmediler.”

Sencer’in sözü ile bunu ilk defa duyuyor oluşuma şaşırdım. Beni bildiklerini biliyordum ama Efruz’u bu olaya katmalarının bir yalandan ibaret olduğunu bilmiyordum. Bütün her şey beni oyuna getirmek içindi. Bu nasıl vahşetti.

“Çünkü bilseydim orada durmazdım ve bana asla oyun oynayamazlardı. O evden gideceğim gün beni zorla tuttular.” Parmaklarımla alnımı ovuşturdum. “Elimde onlara dair bir disk vardı. Maalesef ele geçirdiler.”

“Ne diski?” Turgut Bey’in sorusuna beklemeden cevap verdim.

“Dağhan Bey o diskte her şeyi konuşmuştu.” İkisi de bozuldu. Kimse bu diski bilmiyordu.

“Nereden buldun o diski?”

“Özmen amca verdi. O gece sizinle iletişime geçen kişi.” Anladığını belirtir gibi başını salladı. İçimdeki sıkıntı artınca müsaade isteyip odadan çıktım. Kapıdan çıktığım anda Altan’a denk geldim. Gülümseyerek yanıma gelip, “Babamlar içeride mi?” dedi.

“İçeride,” diyerek aralık kapıyı açtım. İçeriye girdiğinde ben de bize ayrılan odaya geçtim. Aklım hâlâ Alper’deydi. Benim yüzümden sıkıntıya düşmüştü.

Yatağa kıvrıldım. Bacaklarımı karnıma daha çok çekip cenin pozisyonuna geldim. Uyumak istiyordum fakat gözlerim bile acıdan dolayı kapanmaya yasaklanmış gibiydi. Uyuyamayacağımı anlayınca doğruldum. Çok geçmeden kapı tıklatıldı ve içeriye Serra girdi. Gülümseyerek elinde kahve tepsisiyle yaklaştı. Ben de gayriihtiyari bir gülümseme yerleştirdim yüzüme.

“Müsaitsin değil mi?” Başımı sallayıp ayağa kalktım. Hemen köşede duran berjerlere karşılıklı oturduk. Serra tatlı bir kızdı. Ufak yüzü siyah başörtüsünün içinde daha da ufalmıştı. İki yanağında da gamzeleri vardı. Beyaz cildi siyah kalın kaşa ve kahverengi gözlere yer açmıştı. Boyu benden kısaydı, normal kilonun altında bir bünyeye sahipti.

“Nasılsın?”

“Hamdolsun, ya sen?” Yüzündeki gülümseme bir saniye silinmeden bana bakmaya devam etti.

“Ben de iyiyim, sağ ol.” Kahveleri yudumlarken bir yandan sohbet ediyorduk. Aslında ne konuşacağımı bilmiyordum. Merak ettiklerim bir elin avucunu geçmezdi.

“Sen ne işle meşgulsün, evli misin?” Elindeki kahve kupasını sehpaya koyup, “Evli değilim,” dedi. “Şu anlık bir işle de meşgul değilim.” Neşeyle konuştu. “Ya sen?”

Dudağımın kenarını buruşturdum. Benimde öyle anlatacak bir hayatım yoktu. Kendimi anlatmayı da pek seven biri değildim.

“Ben de çalışmıyorum. Ajanlık dışında.” Esprim ile gülüştük. Sormak istediğim tek kişi Sencer’di ama bu konuda çekingem sürüyordu. Buruk bir iç çekiş belirdi dudaklarımın arasından. Kendime kızıyordum bazen, pek insan canlısı değildim. Bu yapımda beni biraz zora sokuyordu.

“Merak etme, Sencer abi soğuk gözükse de iyidir.” Elimi kavrayan elini ben de tuttum. Sormak istediklerimin bir yanına vurgu yapmak istemişti, bu da beni pek tatmin etmemişti. “Sadece sevdikleri için çok korkuyor, senin içinde korkusu kaybetmek.” Beni sevmiyordu ki korkusu olsundu.

‘Neden böyle bir düşünceye itiyorsun beni Sencer?’

“Değişik biri,” dedim dilimin ucundaki sızı ile. Ondan bahsedince kalbimde sızı ile heyecan arasında bir duygu oluşuyordu. Bunca yaşananların tek getirisi bundan ibaretti. Oysa kilit vurulan hislerime sadece nefreti yerleştirmiş, o nefretten öte bir hisse yer vermemiştim. Şimdi ne oluyordu da böyle hissediyordum? Sevmek fiili zamansız mıydı?

Serra izin isteyerek yanımdan ayrıldı. Biraz yalnız kalmam daha sağlam düşünmeme neden oldu. Banyoya geçip abdestimi alarak odaya döndüm. Dün Hare’den kıbleyi öğrenmiştim. Kenarda duran seccademi kıbleye doğru serdim.

Niyet ederek ikindi namazıma Allah’u-Ekber nidasında tekbir getirdim. Huşu içinde namazımı kılıp uzun uzadıya duamı ettim. Namaz hayatımda beni bütün dertlerimden kurtaran tek sığınaktı. Rabbimin huzuru kurtuluşumdu. Allah’la aramda sarsılmaz bir bağ oluşu dünyadaki yalnızlığıma set olmuştu. Ben, Rabbimle bendim ve ben, Rabbim sayesinde yalnız değildim. Kulu kulla yalnız hissettirmeyen Rabbim, beni bu yalnızlığımdan çekip alacak bir hissiyata ev sahipliği etmişti.

Seccadeden kalktığım esnada Sencer içeriye girdi. Onu görünce yine bütün hücrelerime bir titreme geldi.

“Namazını kıldıysan çıkalım mı?” Kendisi berjerdeki çantasına ilerledi. Eşyalarını bir bir çantasına koyuyordu.

“Olur,” dedim sözlerine karşılık. Çantamı ve telefonumu aldığımda hazırdım. Pek eşyam yoktu zaten. Kıyafetlerim o evde kalmıştı ve onları en kısa zamanda almam gerekiyordu. Bunu sadece Alper’den isteyebilirdim. Bana yardım edeceğini adım gibi biliyordum.

Sencer de kendi eşyalarını aldığında odadan çıktık. Yan yana indiğimiz merdiveni salonda bitirdik. Herkes bizi bekliyordu. Begüm Hanım’la Serra, yan yana duruyordu. Turgut Bey’le de Altan yan yana duruyordu. Bizi gördüklerinde hepsi sıcacık gülümsemesini armağan etti. Hepsiyle vedalaşıp evden çıktık. Kamyonet yine aynı yerde duruyordu. Beraber kamyonete bindik. Yine sessizlik oluştu aramızda. Zaten fazlada konuşan biri değildi Sencer, bunda kendime pay çıkarmıyor değildim.

Sessizliğimizi bozan telefon melodisi oldu. Cebime iliştirdiğim telefonu aldığımda ekranda Alper’in ismini görmem biraz olsun tedirgin etti. Sencer’in kaçamak bakışına denk geldim, fazla üzerinde durmadan telefonun onaylama tuşuna bastım.

“Efendim?” dedim tiz bir sesle. Hafif hışırtı olmuştu ama hemen düzeldi. Neden aradığını merak etmiştim ve şimdi bunun cevabını alacaktım.

“Neredesin?” dedi telaşlı sesle. Biraz üzgün, biraz endişe içindeydi. İki gündür pek açık tutmuyordum telefonu. Kimin aradığına da bakmamıştım zaten.

“Şu an güvendeyim, merak etme. Sen neden aramıştın?”

“Ben, seni merak ettim Ayza. Aradım ama kapalıydı telefonun. Müsaitsen sana eşyalarını getirmek istiyorum.” Tam da istediğim şey oldu. Eşyalarıma ihtiyacım vardı, Alper, Hızır gibi yetişmişti.

“Tamam, sen konum at ben gelirim eşyalarımı almaya.”

“Yatağan’daki evdeyim.” Eve yakındık en azından.

“Yakınız, geliriz birazdan.” Vedalaştıktan sonra telefonu kapattım. Alper’in bu yaptıkları benim için çok kıymetli olmuştu. Alper, onlar gibi değildi, buna şimdi daha çok emin olmuştum. O iyiydi, zerre kötülük şüphe besleyemezdim ona karşı.

“Yatağan kırsalını biliyor musun?” Başını olumlu şekilde salladı, “Kim o?” diyerek sorusunu ekledi. Sorusunda hiçbir imaya denk gelmedim. Oldukça sakindi ve bu, beni zorlamıyordu.

“Alper.” Alper’i zaten anlatmıştım ona. O yüzden kim olduğunu söyleme gereği duymadım. Bir şey demedi. Sadece yüz ifadesi biraz daha ciddileşti.

Selçuk Bey’e rağmen iyi anlaşıyordunuz sanırım. İğneli sözünü takmadan, “Ara sıra sohbetimiz oluyordu, daha fazlası yok,” dedim. “Sadece bana çok yardımı dokundu, hakkını ödeyemem.” Gergin havaya yenisini eklemek istemedim, sustum. Damarlı elleri direksiyonu biraz daha sıktı. Ne düşünüyor, nasıl bir ruhaniyet içindeydi tahmin edemiyordum. Oysa insanları biraz olsun anlayan zihniyete sahiptim ama Sencer bu insanlardan çok uzaktı. Onu anlayamıyor, nasıl bir tepki vereceğini tahmin edemiyordum. Bu da beni epey zorluyordu.

Yatağan kırsalına geldik. Beraber kamyonetten indiğimizde çok geçmeden Alper, görüş alanıma girdi. Evinin bahçesinde oturuyordu. Beni gördüğünde gülümseyerek ayağa kalktı. Yanına yaklaştığımızda bakışları Sencer’e kaydı. Bahçe kapısından içeriye girdik.

“Merhaba,” dedim çekingen sesle. O da aynı şekilde, “Merhaba,” dedi. Yanıma biraz daha yaklaşıp, “Seni merak ettim,” deyince bakışlarım Sencer’e kaydı. Bize bakmayarak etrafı inceliyordu.

“İyiyim, sağ ol.” Minnetle, “Her şey için teşekkür ederim,” dedim. “Hakkını ödeyemem. Çok yardımcı oldun bana.” Gülümseyişi çoğaldı. Babasının izinden gitsin istemiyordum, o bunu hak etmiyordu. O daha iyi ve temiz bir hayatı hak ediyordu.

Ben, hiçbir şey yapmadım. O adamla evlenmene göz yumamazdım.” Yan tarafta duran çantayı alıp uzattı. İçinde kıyafetlerim vardı. Buna o kadar çok ihtiyacım vardı ki bir an hiç olmadığım kadar mutlu oldum.

“Burada kal, hem daha güvenli.”

“Bu kadarına gerek yok, senin başını da ağrıttım. Kusura bakma.”

“Saçmalama, bir daha böyle düşünme.” Bu sefer bakışları Sencer’e kayarak, “Tanıştıracak mısın?” dedi. Sertçe yutkundum. Tanıştırma fikrini nasıl karşılayacaktı bilmiyordum. Zar zor, “Eşim,” dedim. “Biz evlendik.” Alper, dediklerimle duraksadı. Önce idrak etmek istercesine sessiz kaldı. Olduğu yerde yalpalandı. Yüzü bembeyaz kesildiğinde bana bakmayı bırakarak etrafta gezdirdi bakışlarını. Dudaklarını birbirine bastırarak, “Ne zaman?” dedi. Sesi oldukça cılız çıktı. Anlamadığım şu ki gözleri dolmuştu.

“Geçen gün.” Zorda olsa bir iki adım geriledi. Parmakları ensesinde gezindi.

“Anladım, hayırlı olsun,” diyerek arkasını döndü. “İşim vardı, ben gideyim artık.” Hızla yanımızdan uzaklaştığında bakışlarım ardı sıra kaldı. Niye böyle yapmıştı şimdi? Sıkkınca soluyup Sencer’e döndüğümde onunda yanımda olmadığını gördüm. Çoktan kamyonetinin yanına gitmişti. Yanına gidip onun gibi kamyonetinin kaputuna kalçamı dayadım. Bana omuz hizasından bakarak, “Şu an, hiç olmadığımız yerlere sürükleniyoruz.” dedi, anlamsızca ben de gözlerine gözlerimi teslim ettim. Bilinçsizce dudağımın kenarı kıvrıldı. Verecek en iyi cevabı kendisi vermişti. Şimdiden pişman olmuştu.

“Sürüklendiğimiz yerin hangi birini hayra yorabiliyoruz?” Sorduğum sorunun zeminine hiçbir toprak atmadan, “Belki de hiçbir zaman,” diyerek geri çekti dilindeki arsız cümleyi. Gözleri hâlâ gözlerimdeydi. Öyle güzel bakıyordu ki anlamsızlığıma birçok anlam yüklüyordu. Sanki berrak bir gökyüzünde tek bir buluttu. O bulut, sadece beni gölgeliyor, kalbime nahoş esintisini yerleştiriyordu.

Susuşunda, kelamında ona dair kırıntılar var gibiydi. Sustuğu zaman gözleri konuşur, konuştuğu zaman ise sözcüklerindeki kelimeler haklılığında sertçe yüzümüze çarpardı. Onu sabaha kadar dinlerdim, kendini dinlettirecek bir etkiye sahipti. Kalbimde bir sayeydi, çekilse üşüyecek, orada kalsa eriyip gidecekti. Böyle hissetmem garipti.

“Belki de her zaman.” Gözleri ışıldadı, bunu fark edebiliyordum. Gözlerini gözlerimden çektiği an ürperdim. Karşısına baktı usulca, dudaklarındaki kelama bir yenisini ekleyerek, “Belki de,” dedi.

“Neden böylesin, Sencer?” Dudakları hafiften kıvrıldı. Bu tebessümün ardında büyük bir serzeniş vardı. Onu anlıyordum ve anlamama rağmen neden olduğunu bilmiyordum. Sessizlik çöktü, konuşsun istiyordum. Bana bakmadan, “Ben hep böyleyim,” dedi. Sırların üstüne yeni bir sır yükleyebilecek kadar yaralıydı. O an yarasına merhem olmak istedim. Kırılan kolunu sarmalamak, üzüntüsüne çare bulmak istedim. Yapamadım, uzaklığı beni bir kenara atmaktan başka bir işe yaramıyordu. Ona ulaşmam imkânsızdı, imkânsızlık onun en büyük yanıydı.

Ona göre sadece bir eştim, daha fazlası olamazdı. Bana sırrını anlatabileceği dert ortağı olamazdım. İkimizde yaralıydık oysa, ne ben anlatabiliyordum derdimi ne de o… Hem babamın babası üzerinden atılan iftirayı bile anlatamazken bunu ondan beklemek bencilce olabilirdi. Bunu açıklayabilir miydim muallaktı.

“Bana her derdini anlatabileceğini biliyorsun değil mi?” Kaputtan doğrulup, “Boş ver beni,” dedi. Bana böyle kapalı olması yüzüm düşürdü. Parmaklarını yüzümde yerini alırken aniden nefesimin kesildiğini fark ettim. Bu sefer gülümsemesi çoğaldı.

“Hepsini zamanı geldiğinde anlatacağım. Şimdi gülümsemeni rica ediyorum.” Şefkatle sarmaladı kalbimi. Yüzümdeki hüznün yerine taptaze bir gülümseme yerleştirdi. Onun yüzünden böyle gelgitler yaşmam çok saçmaydı.

“Dinleyebileceğim güne kadar beklerim.” Parmaklarını yüzümden çektiği an büyük bir kayba yol açtı. Şoför koltuğuna ilerlerken ben de yolcu koltuğuna geçerek oturdum. Anladım ki ben onu zamanla daha iyi anlayacak, o ise kendini daha iyi ifade edecekti.

Önümdeki dosyalarla beraber Sencer’le önemli hususları bir deftere geçiriyorduk. Sencer, pür dikkat dosyalara daldığında bir ara bakışlarım yüzünde gezindi. Orta kalınlıkta kaşları hoş bir edayla çatılmıştı. Bir yandan notları yazarken bir yandan da diğer elinin parmakları şakağında geziniyordu. Hafiften tebessüm ettim. Yüzünü zihnimde resmederken bana bakmasıyla bir an bocaladım. Böyle yakalanmak istememiştim. Hızla bakışlarımı dosyaya indirdim.

“Hep böyle utanır mısın?” Ciddi olmayan sesiyle bir kez daha utandım. Başımı kaldırırsam kendimi daha çok ele verecektim. Bakışlarımı dosyadan çekmeyerek, “Aslında değilim,” dedim. Çenemi parmakları ile kavrayıp kendine bakmamı sağladı. Sanki her geçen zaman daha güzel bakıyordu, belki de alışıyorduk birbirimize.

“O zaman bana karşı böylesin!”

‘Yapma Sencer, kalbimi daha fazla titretme. Durabilir…’

Konuşamadım, anlayışla karşılayıp tekrar önüne döndü. Ben de önüme dönerek kendimi dosyalara verdim. Kroki üzerinde çalışıyorduk. Parmağı sağdaki geçitte durdu. Ciddi bir tavırla, “Yarın buradaki sığınakta ne var bakalım,” dedi. Olumlu şekilde başımı aşağı yukarı salladım. Hep bir arayış içinde olanın sadece ben olduğumu düşünüyordum.

Dosyayı hafifçe kapatıp ilerideki kitaplığa koydu. Sencer’in evi çok büyük sayılmazdı. Üç oda bir mutfaktan ibaretti. Odalar fazla büyük sayılmazdı. Eşyalarda eski sayılmasa da epey kullanıldığı ortadaydı. Sencer’e ailesinden kalan bir yerde buraydı ve bu yadigâra dokunmak istemediği ortadaydı.

Mutfağa geçip akşam yemeği için hazırlık yapmaya başladım. Eşyaların yerini bilmediğim için mutfağı epey bir karıştırdım. Neyin nerede olduğunu biraz olsun öğrenebilmiştim. Evdeki sebzeleri kullanarak menüyü hazırladım. Çok geçmeden yemek hazırdı. Masayı kurup Sencer’i çağırdım. Elini yüzünü yıkayıp karşımda yerini aldı. Yemeklere göz gezdirip iştahla yemeye başladı.

“Hangi yemekleri seversin?” Ağzındaki lokmayı yutkunup, “Yemek seçmem,” dedi. “Ama et yemeklerini daha çok severim.” Başımı sallayıp, “Ben de severim,” dedim, bir şey demeden yemeğine devam etti. Ben de yemeye başladım. Elim lezzetliydi, yemek konusunda acemi sayılmazdım. Bu yanım anneme benzemişti.

“Sen,” dedi sessizliğini bozarak. “Pırasa hariç her şeyi yerim ama en çok taze fasulye.” Tek kaşını hayretle kaldırıp, “Pırasa sevilmez mi hiç?” dedi. Hafiften gülümsedim. Bunu annemden de çok duymuştum. Babama benziyordum burada, onunla damak tadımız aynıydı neredeyse.

“Ömrümde hiç yemedim desem! Ama sana yaparım, merak etme.” Başını iki yana sallayıp tuhaf bir hareketle, “Yemediğin yemeği yapabilir misin?” dedi. Alayvari bir tavırla cevap verdiğinde gözlerimi kıstım. Bazen hiç yemediğim bir yemeği tarifine bakarak yapabiliyordum. Bu da onlardan biri olurdu.

“Beni hafife alıyorsun.” Tabağını ekmekle sünnetlediğinde her bir hareketini izledim. Tabağında hiçbir kırıntı bırakmadı.

“İddialıyım diyorsun yani.” Şu anki hâlimizi en iyi özetleyen durum kelimelerimiz oldu. Yemek konusunda öyleydim. Mutfak işi beni zorlamazdı hiçbir zaman. Ben de tabağımdakileri yiyip kaşığımı tabağın içine koydum. Onunda tabağını alıp ayaklandım.

“Zamanla sen söylersin.” Aynı atikle ayağa kalktı. Benimle beraber mutfağı toparladı. Daha çok kendisi yapmıştı işi. Ben sadece tabakları makineye dizdim. Son kez mutfağa çeki düzen verip salona geçtik, bir yandan bana bakıp, “Söylememe lüzum yok, elin gayet lezzetli,” dedi. Dudaklarım heyecanla kocaman kıvrıldı. Arkasından bakakaldım öylece. Birden bir şeyler diyor, beni heyecanlandırıyor sonra bu normal bir şeymiş gibi tepkimi beklemeden çekip gidiyordu. Elimi kalbimin üzerine koydum. Bu heyecan normal bir heyecan değildi. Tek bir sözüne bile bu kadar kapılabiliyorsam bunun da normal bir şey olmadığını anladım. Sanırım korkularımla yüzleşme vaktiydi. Şu ana kadar asla dediğim ne varsa Sencer’de bunu yaşıyordum. Sanırım bunun adı aşktı. Aşk…

Attan inerek ileride duran sığınağa ilerledik. Sencer, hızla beni kenara çekti. Başımı kenardan uzattığımda sığınaktan iki kişi çıktı. İkisinin de yüzünde maske vardı. Birbirleriyle son kez konuşup ayrıldılar. Uzun boylu adam ileride duran atına binerek hızla uzaklaşırken diğer sıska adam geri sığınağa döndü. Sencer, gömleğinin altındaki çakıyı alırken ben de bacağımdaki çakıyı çıkardım. İçerisi kalabalık olurdu büyük ihtimalle.

“Hazır mısın?” Başımı olumlu şekilde salladım. Besmele çekerek ilerledi. Sığınağın kapısı kapalıydı ve kenarda duran şifreli kapının kilidi vardı. Sencer, önce düşünür gibi yapıp akabinde tuşlara profesyonelce dokundu. Kapıdan klik sesi geldiğinde kapı aralandı. Yavaşça kapıyı açıp girdiğinde önce kendi siyah maskesini burnuna kadar çekti sonra bana dönüp peçemi burnuma kadar çekti. Unutmuşluğun verdiği bu bilinçsizliğime hassasça dokunmuştu. Heyecanla gözlerimi kırpıştırdım. Hem nasıl bilmişti ki şifreyi? Bunun üzerinde durmadım.

Geniş, taşla kaplı koridorda ilerledik. Etraf meşalelerle aydınlatılmıştı. İçerisi soğuk olsa da çok fazla üşütmüyordu. Tavanlarda yuva yapmış örümcek ağası ürkütücü bir hava katmıştı sığınağa.

Kulağımıza ilişen sesle hızla kenardaki bölmeye girdik. Olacakların endişesiyle nefesimi tuttum. Dışarıda gördüğüm sıska adam ilerideki odaya girdi. Bizde ilerlemeye devam ettik.

“Neresi olduğunu biliyor musun?” Fısıltıma karşı, “Biliyorum,” diye cevap verdi. Bildiklerine karşın şaşkınlığım biraz daha artıyordu. Buraya daha önce geldiğini anlamam zor değildi. Sanırım, bir tek ben değildi bilgi toplayan.

“Şifreyi nereden biliyordun?”

“Hepsini sana buradan çıkınca açıklayacağım.” Ağzıma tıkılan sözlerle susmak zorunda kaldım. Epey ilerledikten sonra koridorun solundaki son odanın önünde durduk. Sencer, yine şifreyi girebilmişti. Elindeki eldiveninin gevşeyen yerini biraz daha sıktı.

İçeriye girmeden, “Rabbi yessir velâ tuassir Rabbi temmim bi’l-hayr (Rabbim! İşlerimi kolaylaştır, zorlaştırma. Rabbim işlerimi hayırla sonuçlandır.)” diyerek sessizce fısıldadı. Gülümseyerek “Âmin,” dedim.

Nefesini düzene sokup içeriye girdi. İçerisi oldukça sessizdi ve kocamandı. Kenarlarda kitaplıklar vardı. Dosyalarla kaplı olan kitaplıklara ilerledik. Çok fazlaydı, hangi birine bakacağımızı bile bilmiyorduk. Sencer, parmaklarını sakalında gezdirip, aklına sonradan gelmiş gibi hızla sağ taraftaki kitaplığa ilerledi. Önce kitaplığa göz gezdirip akabinde en altta duran sarı dosyayı aldı. Dosyanın üzerinde ‘Hamit Güneysu’ yazıyordu.

“O kim?” Dosyadan bakışlarını çekmeden, “Sarayın gizli adamlarından,” dedi. Kaşlarım istemsizce çatıldı. Sarı dosyayı bana uzattığında alıp yanlamasına omzuma astığım bez çantama koydum. Diğer kitaplıkları gezecekken koridorda duyduğumuz sesle hızla kitaplıkların ardında dikkatimizi çeken bölmeye geçtik. Çok geçmeden kapı açıldı. İçeriye yaşı epey ilerlemiş biri girdi. Kısa boylu ve göbekli bir adamdı. Üzerinde uzun siyah cüppe gibi bir kıyafet vardı. Elindeki dosyayı kitaplığa koyup masanın üzerinde duran deftere bir şeyler karaladı. Çok fazla durmadan odadan çıktı. Bu durum karşısında biraz daha korkuyordum. Kötü olaylar sirayet edecek gibiydi. İdame ettirdiğimiz bu sakinliğin bozulmasıydı beni korkutan.

Dar olan girintide hafiften kımıldayıp arkama döndüğümde Sencer’le burun buruna geldim. Bu anı beklemiyor olacaktım ki nefesimi solumakta güçlük çektüm. Sertçe yutkundum. Gözlerimi istemeden gözlerinden çekip yanından ayrıldım. O da benim gibi bocaladı. Eliyle ensesini ufalayıp işine geri döndü. Masanın üzerinde duran defteri alıp inceledi. Cebinden çıkardığı fotoğraf makinesiyle resimlerini çekti. Akabinde makineyi cebine geri yerleştirdi.

“Çıkalım artık, yoksa yakalanacağız.” İlerlediğinde ben de peşinden gittim. Geldiğimiz koridoru dikkatle geri adımladık. Kapıdan hızla çıktığımızda nefesimi düzene soktum. Yakalanmamamızın sevinciyle gülümsedim.

“Önceden buraya gelmiş gibisin.” Gözlerini yumduğunda onayladığını tasdik ettim. Hem yürüyorduk hem de konuşuyorduk.

“Evet, Altan’la gelmiştik. O gün çizelgede görünce hatırlayamadım ama şimdi daha iyi anladım.”

“Peki, şimdi ne olacak?” Düşünür gibi yaptı. Yüzü düşündükleriyle seyirdi. Birazdan diyecekleri sanki bütün olaylara can verecekti. Yüzünü sığınağa çevirip, “Hamit’i konuşturacağız.” dedi.

Dediği kelimeye anlam veremesem de şu an kelimeleri her şeyi açığa veriyordu. Hamit bütün olayların tek varisiydi ve şimdi bu varislik Sencer’e geçecekti.

Bölüm : 30.12.2024 15:47 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...