7. Bölüm

VI - YEİS

Rumeysa Doğan
rumeysadoganm

Susmayı öğrenmiştim çoğu zaman. Çoğu zamanda bağırmayı, yeri geldiğinde ise ağlamayı… Tek fark bunu içimde yaşıyor olmamdı. İçimde biriktirdiğim acılarıma feryat figan ağıt yakmamdı belki de bu hâlim. Sessizce, yıpranırcasına.

Girdaptaydım, ayağıma takılan prangalar, içine girdiğim kaostan beni uzaklaştıramıyordu. Bedenim büyük bir hastalığa tutulmuştu adeta ve bu hastalığın tek panzehri benim doğrulara ulaşmamdı. Bunun ne kadar zor olduğunu biliyordum. Doğruları bulmam için ne kadar çok çabalamam gerektiğinin farkındaydım.

Önümdeki defterde kalakaldı gözlerim. Babama ait bir defterdi ve açma konusunda cesaretsizdim. Ellerim havada asılı kaldı. Yumruk yapıp elimi geri çektim. Düştüğüm duruma kıskıvrak esir tutulmuştum. Ayaklandım, odanın içinde bir sağa bir sola yürümeye başladım. Parmaklarım saçlarımın arasına karışmışken, saç diplerimi sıkıntıyla ufaladım.

Cesaretim özgür değildi, onu yenememek en büyük esaretimden biriydi. Bu cesaretsizliğimin en büyük etkisi korkumdu. Korkuma meyil veren ise yüzleşeceğim durumdu. Buna hazır mıydım hiç bilmiyordum.

Tek kolumu göğsümde bağlarken diğer kolumu kolumun üzerine koyarak istemsizce tırnaklarımı yemeye başladım. Bir yandan deftere bakıyor, bir yandan da deftere bakmaktan korkar gibi gözlerimi kaçırıyordum. Kollarımı iki yana salıp deftere ilerledim. Zorda olsa defteri alıp koltuğa oturdum. Açtığım esnada sararmış sayfalar beni karşıladı. Defterin epey eski olduğu ortadaydı. Defter günlük tarzı bir şeydi. Sayfaları yavaşça açtığımda yazan yerlere parmaklarımı dokundurdum.

02.07.1992

İlk defa baba oldum. Heyecanlıyım. Kızımın varlığı beni bambaşka biri yapmıştı ama bir yandan da korkuyordum. Savaşların eşiğinde onu koruyamayacaktım belki de, kol kanat geremeyecektim. Ama elimden geleni yapacağım. O Ayza Giray. Kızımı kendi ellerimle yetiştireceğim. Ben, onu koruyamasam da o, kendini koruyacak biliyorum.

Yanağıma doğru süzülen gözyaşımı sertçe itekledim. Defteri benim doğumumla tutmaya başlamıştı babam. Bu bana bırakılmış en güzel hediyeydi. Babam bunu bile bile bu defteri tutmuş, bir gün onu okuyacağımı bilmişti.

‘Ah canım babam, ne çok özlüyorum seni bir bilsen.’

Okumaya devam ettim. Ara ara gülümsüyor ara ara gözyaşlarımı tutamıyordum. Sayfaları çevirdikçe babama olan hayranlığım biraz daha artıyordu. O hayran olunacak bir adamdı, çünkü o benim babamdı. Masumdu biliyordum, o bir cana kıyamazdı ki.

Sevgili karım Gönül. Öyle güzelsin ki kızımın kime benzediği aşikâr. Bana böyle güzel evlat verdiği için önce Allah’a şükrediyor sonra sana minnetliğim artıyor. Şu an çiçekleri sevişini izliyorum.

Burukça güldüm. Böyle güzelliği çok erken kaybetmiştim. Oysa hem annemin hem de benim hayallerim sonsuzdu ama o sonsuzluk artık bir son olmuştu.

Defteri kapatıp kollarımın arasına aldım. Babama sarılıyor gibi hissettim. Kokusu sinmiştir diye burnumu yaklaştırdım ama olanaksızdı. Mürekkep kokusundan ve yazıdan başka hiçbir geçmiş yoktu. Hissizce soludum. Şu an ona ne kadar ihtiyacımın olduğunu anladım.

Defteri kitaplığa koydum. Yanağımdaki ıslaklığı silip arkama dönmemle Sencer’i gördüm. Yanlamasına kapı pervazına yaslanmış bana bakıyordu. Ne zamandır buradaydı bilmediğim için kendimi saklama çabalarına girmedim. Doğulup usulca yanıma yaklaştı. Bakışları saçlarıma kaydı. Ardından parmakları uzandı saçlarıma. Sahi, ilk defa görüyordu saçlarımı. Geçen gece uyuduğu için görememişti.

“Çok güzeller.” Sanırım bir an boşluğuma gelecek ki anlamsızca, “Hıı,” deyiverdim. Parmaklarının arasına saçlarımı alıp gülümsedi. “Saçların dedim, çok güzeller.” Gülümsedim. Bana böyle bakarken ne diyeceğimi bilemedim. Elinin üzerine elimi koyup, “Teşekkür ederim,” dedim.

Önüme düşen perçemimi kulağımın arkasına sıkıştırdı. Ardından parmakları kirpiklerime değdi usulca. Gözlerim kapandı bu dokunuşu ile. Sanki yaralı yanıma dokunur gibi nahifti.

“Ağlamışsın, kirpiklerin hâlâ nemli.” Parmakları kirpiklerimden uzaklaştığı an gözlerimi açtım. Hâlâ bana bakıyordu. Sanki acımı sırtına yüklenmek ister gibi bir hâli vardı. Bununla hep tek başıma başa çıktığım içi n başkasının ağladığımı görmesi tuhaf geldi. Özellikle daha birkaç gündür tanıdığım adamın beni anlaması, duygularımı paylaşması tuhaftı.

“Biraz sulu gözlüyüm galiba.” Hafiften dudağının kenarı kıvrıldı. Komik mi görünüyordum?

“Biraz mı, birazdan fazla galiba!” Alayvari söylediği söze gözlerimi kısıp, “Ne olmuş yani ağladıysam?” dedim. Bu onun hoşuna gitmiş gibiydi. Karşısında küçük bir çocuk gibi mi duruyordum?

“Ağlamanda bir mahsur yok. Sadece kızaran burnun hoşuma gitti.” Bu itirafı beklemiyordum. O ise üzerime gelmekten vazgeçmiyordu. Hatta burnuma hafiften fiske atması sözlerinin arkasında durduğunun bir kanıtıydı.

Cevap verecekken aniden kapı çalındı. Endişeyle Sencer’e baktım. Sencer, önce telaş yapmadı. Kapıya ilerlediğimizde hemen kapının yan tarafında duran pencerenin kenarından dışarıya baktı. Kaşlarının çatıldığını fark ettim. Diğer odaya girip çekmecede duran çakısını eline aldı. Bu durum beni endişelendirdi.

Kapıyı yavaşça açtı, karşısındaki adama, “Buyur,” dedi. Kim olduğunu göremiyordum. Kapıyı hafif araladığı için beni görmelerine müsaade etmedi. Sessizce aralarındaki konuşmayı dinledim. Dışarıdaki adamın ne dediğini pek anlamasam da Sencer öfkeyle, “Canınızla oynuyorsunuz,” dedi. Adam kimdi bilmiyordum ama pek de tekin biri olmadığını anladım. Sencer, adama biraz daha yaklaşıp, “Çekip gitmezsen neler olacağını biliyorsun,” dedi. Tehditlerle dolu sözleri adamı korkutmuş olacak ki adam evin önünden ayrıldı. Sencer, kapıyı kapattığında yüzünün bembeyaz kesildiğini fark ettim. Sanırım ilk değildi.

“İyi misin?” Bir anda beni fark etti. Yüzündeki endişeyi silip gayriihtiyari bir gülümseme yerleştirdi. Bana belli etmek istemiyordu ama anlamamak büyük aptallık olurdu.

“İyiyim, merak etme.” Omuzlarımı sıkkınca düşürdüm. “Onlar kimdi peki?” diye ekledim. Sencer, elindeki çakıyı yerine koyup, “Eski olaylardan biri,” dedi. Üzerine gitmedim. Merdivenlerden çıkarken bana öncelik verip arkamdan yürümeye başladı. Evin yapısı eskiydi. Evlenmeden önce bu eve hiç gelmemişti ve bu ev ailesinden kalan tek yerdi. İlk geldiği gün pek belli etmemişti ama içinde biriktirdiği acıyı sessizliği ile devam ettirmişti. Zaten bildim bileli sessiz bir insandı ya da ben daha yeni tanıdığım için böyle hissetmiştim, yapısının bu olmadığını biliyordum. Sadece kendi benliğini gölgeleyen bir yürek sancısı vardı.

Mart ayının sonlarına yaklaştıkça ısınan hava kendini göstermeye başladı. Yağmurlu havanın dingin olduğu saat diliminde dışarıya çıkma fırsatım olmuştu. Sencer, Turgut Bey’in yanına geçmişti ben de bundan istifade ederek uzun zamandır gitmediğim mahzene gidecektim.

Ahırdan atı alarak çıktım. Evin çevresi çok lüks olmadığı için at ahırda kalıyordu. Zaten attan başka bir hayvan yoktu ahırda. Birde ileride küçük kulübede bağlı olan köpek vardı. At ve köpek Sencer’e aitti.

Atın üzerine binerek ilerlemeye başladım. Bu yolu pek bilmiyordum, kaybolacak kadar karışık da değildi zaten. Atımı biraz daha hızlandırdım. Ortalık sessiz olduğu için bu, beni tedirgin ediyordu. Her an her yerden bir olay çıkabilirdi. Ne kadar istemesek de bu durumu bizim istediğimiz şeylerin hep tersi oluyordu. Bu buranın kanunuydu.

Mahzenin önüne geldiğimde atı hemen köşedeki araya bağladım. Kendimi gizli tutmam gerekiyordu. Hızla kapıyı açıp içeriye girdim. Kapıyı arkadan kilitledim. Öğle vakitleri olduğu için şimdilik ortalık sessizdi ama bir saate kadar kalabalıklaşabilirdi.

Büyük odaya geçip çantamı masanın üzerine koydum. Çantamdan çakımı çıkarıp göz önüne bıraktım. Her şey hâlihazırda beklemesi gerekiyordu. Takdiri Allah’a bırakmak için tedbiri sıkı tutmam lazımdı. Önce rafa ilerleyip geçenlerde getirdiğim belgeyi yerinden çıkardım. Belgeyi katlayıp çantama yerleştirdim. Artık dosyalarıma ve belgelerime ortak olan biri vardı. Bu belki tuhaf gelebilirdi ama bir an hoşuma gitmişti. Hayatımı başkası ile paylaşmak özellikle onunla paylaşmak hoş bir etki bırakıyordu.

Rafta çok belge yoktu, babamın kendi emekleri sonucunda topladığı dosyalar yeterli olmasa da şimdilik bunların üzerinde durma vaktiydi. Elbette bunların üzerine koyacağımız deliller çıkacaktı. Bu konuda Sencer bana epey yardımcı olacaktı.

Birden yüzüm düştü, babam üzerinden atılan iftiraya inanması beni korkutuyordu. İnanırsa benden uzaklaşır, daha tehlikeli adam olurdu. Bunu istemiyordum, ona bu konuyu delilleri bulunca açıklamak istiyordum. Biliyordum, babam suçsuzdu. Babamın bir karıncayı incitebileceği düşüncesi bile saçmaydı.

Düşüncelerime bir son verip babama ait olan ufak sandığı aldım. Selçuk Bey’in evinde dururken almam tehlikeli olduğu için alamamıştım ama şimdi hiçbir korkum yoktu. Sandık ufak olduğu için çantama kolay sığdı. Çantamı tekrar omzuma alıp odadan çıktım. Demir kapıyı açtığım esnada çıkan olay hızla kapıyı kapatmama neden oldu. Birkaç dakika sonra içeriye duman sızarken, kırsalda çıkan seslere kulak kabarttım. Hızla büyük odaya geçtim lakin eski pencereden giren Molotof geri çekilmeme neden oldu. Ortalık alev alırken, birden kitaplığa iliştim. Önemli evrakları almaya başladım. Birkaç tanesini aldığımda diğerlerini alamadan olay daha çok kızıştı. Hızla odadan çıktım. Büyük koridorda kıstırıldım. Bir yandan kapının altından sızan duman genzime girmeye devam etti. Çıkmam olanaksızdı buradan, şimdi ne yapacaktım bilmiyordum.

Küçük odanın kapısını açtım, burada da durum aynıydı. Kulağıma ilişen insan çığlıkları oldu. Büyük ihtimal savaşın ucu görünmeye başlamıştı. Ben de bundan nasibimi alacak gibiydim.

Çantamdan telefonu çıkarıp Sencer’i aradım. Uzun uzadıya çaldıktan sonra sesim bir hayli zor çıktı. Ciğerlerime dolan dumanla, “Sencer,” diyebildim. Şu an mahzende yangın çıkma olasılığı artacaktı.

“Ayza, ne oldu?” Endişeli sesine karşın, “Mahzendeyim, burada saldırı oldu,” diye cevap verebildim. Beni kurtarabilecek tek kişi Sencer’di. Zaten arayabileceğim başka kimsem yoktu. Mahzeni biliyordu, ilk saldırıda beni kurtardığı zaman öğrenmişti.

“Tamam, hemen geliyorum. Bir yere çıkma, olduğun yerde kal.”

“Tamam,” diyerek telefonu kapattım. Ağzımı şalımla kapatmaya çalışsam da pek tesiri yoktu. Dakikalarca durduğum bu yer çoktan duman altı olmuştu. Duman bedenimi güçsüz düşürdüğünde olduğum yere çöktüm. Sırtımı duvara yaslayarak kendimi iyi hissetmeye çalıştım. Zaten çıkamazdım. Ortalık ana baba günü gibi olmuştu.

Kapıdan çıkan duman daha çok sızdığında mahzenin etrafında büyük bir ateş yandığını anlayabildim. Zar zor toparlanıp kapıyı açmaya çalıştım, kapı hafif açıldığında gördüğüm manzara beni dehşete düşürdü. Şu an mahzenin önünde büyük bir yangın çıkmıştı. Kapıyı geri kapattım.

Birden nasıl çıkmıştı bu olay anlam verememiştim. Oysa sakindi her şey, endişem bu yüzdendi. Ne zaman sakin olsa ortalık, peşinden büyük bir olay çıkıyordu. Olduğum yere daha çok sindim, ardından gelebilecek olaya göz yumdum. Tedbirsiz gelmem büyük hata olmuştu.

Bünyem yavaş yavaş zayıflıyordu. Gözlerim kapanmaya yüz tuttu. Daha fazla dayanamıyordum, Sencer’in hızlı olması şarttı. Usulca kapandı gözlerim. Uyku tatlıydı, uyumamam gerekiyordu fakat gözlerime söz geçiremiyordum. Gözlerim kapanacağı esnada kapıda bir ses duydum. İdrak etmede güçlük çekerken sesin yoğunluğu Sencer’i ele verdi. Onun sesiydi. Kapıya vuruyordu, zorda olsa ayağa kalkmaya çalıştım. Duvardan tutundum lakin gücümü kaybettiğimden yeri boyladım.

Sencer kapıyı kırmaya çalıştı, yapamazdı, kapı hayli sağlamdı. Kendimi tekrar zorladım, duvardan destek alıp ayağa kalktım. Dizlerim titriyordu, bünyemin acizliğine yenik düşemezdim.

Kapıya ulaştım, zorda olsa kapıyı açtığımda ayakta durmam imkânsızdı, kapı önüne düşeceğim esnada Sencer hızlı davranıp bedenimi kavradı. Beni tuttuğunda diz üstü düştü. Başımı bacağına koyup, “Uyuma Ayza,” dedi. Gözlerimi araladım. Endişeyle yüzüme bakıyordu. Fazla vakit kaybetmeden bedenimi kolları arasına aldı. Kapıdan çıkacağı esnada büyük bir ateş parçası önümüze düştü. Sencer beni koruyacağım diye kendini siper etmiş, sırtı ateşle buluşmuştu. Belli etmek istemese de yüzünün aldığı durum pek de iç açıcı değildi.

Konuşmaya dermanım yoktu, soramadım iyi misin diye. Sencer, beni bir köşeye bırakıp ateşle ilgilenmeye başladı. Etrafta söndürebileceği bir şeyler aradı, bulamayınca tedirgin bir hareketle ateşin içinden geçip kayboldu. Çok geçmeden tekrar içeriye dalıp bedenimi yeniden kucağına aldı. Gözlerim kapalıydı, sanki uyanıkmışım gibi fark edebiliyordum.

Gözlerim zorlukla aralandı. Kendimi epey bitkin hissediyordum. En son hatırladığım kadarıyla mahzende yangın çıktığıydı. Şimdi ise evdeydim ve odamdaydım. Koluma bağlanan seruma kaydı gözüm. Kapı birden açıldı ve içeriye Sencer’le üzerinde hekim önlüğü olan bir kadın girdi. Kadın gülümseyerek yanıma yaklaştı.

“Nasıl hissediyorsunuz kendinizi?” Sıcacık sesine karşılık, “Daha iyiyim,” dedim. Hekime Hanım seruma bakarken ben de Sencer’e baktım. Yüzündeki ifadeyi çözemedim. Hekime Hanım ilacı yazıp odadan çıktı.

“Teşekkür ederim.” Sencer yatağın ucuna oturup kalbimi ısıtacak gülümsemesini armağan etti. Eli elimi buldu, teni tenime temas ettiğinde içim kıpır kıpır oldu. Yeşiller ılık bir yaz akşamı esintisi yaşatmıştı yüreğimde.

“Teşekkür etmen gereken bir şey yapmadım.” Dudaklarımı birbirine bastırıp, “Yaptın, beni oradan kurtardın,” deyince başını iki yana sallayıp histerik bir gülüş sergiledi.

“Ortalık çok karışık Ayza, tek başına çıkma dışarıya. En azından şu olaylar bir geçsin.” Sıkkınca soludum. Kendimi daha iyi hissedince biraz daha doğrulup sırtımı yatak başlığına dayadım. Gözleri hareketlerimi izliyordu. Sakin kalışının ardında aslında büyük bir tedirginlik vardı.

“Almam gereken önemli eşyalar vardı.” Köşede duran çantama baktı, bir müddet bakışları çantamda kaydı.

“Anladım. Olan oldu artık. Şu an daha iyisin değil mi?” Başımı yavaşça aşağı yukarı salladım. Sencer oturduğu yerden kalkıp gidecekken bileğinden tuttum. Aslında çok başka şeyler diyecektim ama vazgeçtim. Bunun yerine tekrar, “Teşekkür ederim,” dedim. Dudaklarında kuru bir tebessüm vardı. Şimdiden onu birçok işle uğraştırmaya başlamıştım. Hiçbir şey demedi.

 

 

 

 

Odadan çıkışını izlerken ben de yataktan kalktım. Biraz başım dönse de tez toparladım. Pencerenin kenarına geçtim, başörtümü takarak pencereyi açtım. Soğuk havanın yüzümü ısırması ürpermeme neden oldu. Hâlsizliğimden biraz daha kurtulmuştum ama uzuvlarımda oluşan ağrıya engel olamadım.

Pencereyi geri kapatıp köşede duran çantamı alarak yatağa geri geçtim. Çantamdan çıkardığım ahşap sandığı çıkarıp yatağa koydum. Sandığı açtığımda gözlerim doldu. İçindeki uzun kolyeyi aldım. Kolyenin ucunda takılı olan yuvarlak desenli bronz ucu avucumun içine koydum. Kolyeyi daha önce görmemiştim. Annem sandıktan bahsedince uzun zamandır alabilme şansım yeni olmuştu. Sarı renkte olan ucun kapağını açtım. İçinde bir anahtar vardı. Anlamsızca anahtara bakakaldım. Minik anahtarı alıp incelemeye başladım.

Sandığa tekrar baktım. İçinde kolyeden başka bir şey yoktu. Anahtarı kolyeye koyup kolyeyi boynuma takarak elbisemin altına koydum. Anahtar bu kadar gizlenmişse önemli olmalıydı, bu yüzden onu yerine koyup kolyeyi de boynuma astım.

Sandığı köşede duran dolabın içine koydum. Üzerime doğru dürüst kıyafetler giyerek odadan çıktım. Merdivenlerden indiğim anda mutfaktan sesler geliyordu. Usulca mutfağa iliştim. Sencer yemekle uğraşıyordu. Beni gördüğünde işini bırakmadan benimle konuştu.

“Biraz daha yatsaydın.” Omuz silkip, “İyiyim,” dedim. Diğer tarafına geçip yaptığı işe yardım etmek istesem de kollarımın ağrısı buna engel oldu.

“Ama yatmalısın.” Bir yandan önündeki domatesi kesiyor bir yandan da benimle konuşuyordu. Belimi tezgâha yasladım. Bu konuya son vermek ister gibi lafı değiştirmek istedim. Hareketlerini izleyip, “Yemek yapmayı sever misin?” dedim. Domatesi tabağa koyup, “Severim,” dedi. Sevdiği belliydi ve iyi de yemek yapıyor gibi duruyordu.

Masayı kurduğunda beraber oturduk. Yemeklere baktığımda hepsi çok güzel duruyordu. Kaşığımı elime alıp yemeye başladım. Fazlasıyla lezzetliydi, sanki yıllarca yemek konusunda ustalaşmış gibiydi.

“Elinin lezzeti, yıllarca yemek yaptığını söylüyor bana.”

“Uzun zamandır yapıyorum, yemeklerimden ilk yiyen sensin.” Elinden ilk yemek yiyen kişinin ben olması heyecanlandırmıştı. Bazı zamanlar onu çözemesem de bir sözü bana çok şey çağrıştırıyordu. Yine de bazen ona yaklaşamamamın sebebi buydu. İçinde yaşadığı bir durum vardı, o durum Sencer’i kırılganlaştırıyordu.

“Sencer?” Sorgulayıcı sesimle başını kaldırıp bana baktı. “Bir şey sorabilir miyim?”

“Tabii.” Nazikçe cevap vermesi biraz daha cesaretimi toparlamama neden oldu. Ona karşı bir yerde çekingenliğim söz konusu oluyordu. Yanımdayken konuşmak zordu, özellikle de soru sormak.

“Neden böylesin? Yani ne bileyim, sanki içinde biriktirdiğin bir şeyler var ve sen bunu etrafındakilerden çıkarıyorsun. Hatta kendini herkesten uzaklaştırıyorsun.” Bir an duraksadı. Elindeki kaşığı masanın üzerine koyup kenarda duran peçeteyle ağzını silip, “Sana afiyet olsun,” diyerek masadan kalktı. Bileğinden tutup durdurdum. Kendimi tuhaf hissettim bu tavrı karşısında. Suç işlemişim gibi böyle arkasını dönmesi canımı sıkmıştı. Sadece onu tanımak istiyordum. Hayatındaki kayıplar dışında onu bu duruma iten bir neden vardı.

“İleride beni daha iyi anlayacaksın Ayza, o zamana kadar bana sorma olur mu?” Bileğini elimden kurtarıp mutfaktan çıktı. Ardında kalan bakışlarımı çektim. Yemeğe eğdim gözlerimi, bütün iştahım kaçmıştı zaten çok fazla yemek kalmamıştı tabakta. Sencer’in de tabağı bitmişti. İkisini alıp bir kaba koyarak balkona bıraktım. Artan yemeklerin nasiplisi kuşlardı.

Mutfağı toparlayıp Sencer’i aradım. Etrafta gözükmüyordu. Büyük ihtimalle babasına ait odadaydı. Yavaşça merdivenleri çıktığımda köşedeki kapının önünde duraksadım. Elim havada asılı kaldı. Kapıyı çalıp çalmama konusunda kararsızdım. Cesaretimi toparlayıp birkaç kere kapıyı tıklattıktan sonra içeriye girdim. Sencer önündeki kitaptan başını kaldırıp bana baktı. Biraz önceki soğuk bakışları yoktu.

“Gelebilir miyim?” Kitabı kapatıp, “Sormana gerek yok ki, gelebilirsin,” deyip kitabı masanın üzerine koydu. Çekingen bir tavırla yanına yaklaştım. Neden bu kadar çekiniyordum ki ondan? Belki de mutfaktaki tavırlarını hep hissettiğimdendi bu.

“Özür dilerim.” Ona hatırlatmaması gereken bir şeyleri hatırlattığımı düşündüm. “Sormamam gereken bir soruydu sanırım.” Hafiften dudaklarını kıvırıp, “Sen her sözünde kendini suçlu hissetmek zorunda mısın?” deyip gülmeye devam etti. Kaşlarım hayretle kalktı. Ruh hâlinin değişimine yetişemiyordum. Oysa onun aksine benim keyfim hiç yerinde değildi.

“Birden bozulunca kendimi tuhaf hissettim.” Başını omzuna doğru eğdi. Masum bir çocuk gibi tavırları vardı. Bileğimden tutup karşısındaki deri sandalyeye oturttu.

“Ve suçlu çocuk gibi açıklama yapmaya da gerek duyuyorsun.” Cevap veremeden yüzüne bakmaya devam ettim. Öne doğru eğilip, “Kendini suçlu hissetme,” dedi. “Bu konuda biraz farklıyım, seninle alakası yok.” Biraz olsun rahatlamıştım. Ben sustukça geri çekildi. “Ama sanırım ben özür dilemeliyim. Keyfini kaçırdım.”

Birbirimizden çok farklıydık. Sadece acımızı saklayarak birbirimize benziyorduk, gerisi çok yabancı kişiler yapıyordu bizi. O dağ gibi dik ben ise bir acıda su gibi akıntılıydım. Azıcık yürek yangınında kurumaya mahkûmdum, yüreğime damlayan acılarda sel olup taşabiliyordum. Sencer ise bunlarla başa çıkmayı başarabiliyordu. Belki de her şeyi sırtlanmayı öğrenmişti. Onlarla başa çıkmaya çalışsa da yorulduğu aşikârdı.

‘Bana da öğret acıları sırtlanmayı Sencer, zira acılar beni kendi gücünde ezebilme kabiliyetine sahip.’

“Ben,” dedi gayriihtiyari bir sesle. “Birgün benim sevgimin herkesin canını acıtacağından korkuyorum.” İçini döktüğü ilk andı sanırım. Elindeki kitabı sehpanın üzerine koydu. Öne doğru eğilip dirseklerini dizlerinin üzerine koydu. Bakışları yerdeydi. Yıllardır yalnız yaşamaya alışkın olduğundan benim varlığıma alışmamıştı belki de.

“Herkesin acısı kendine diyorsun yani.” Sesimdeki acı onun bana koyduğu mesafeden dolayıydı sanırım. Bana yüklemek istemediği geçmişinden beni biraz daha soyutlaması aramızdaki bağın bir hiç olduğunu gösteriyordu.

“Öyle bir şey kastetmedim Ayza.”

“Bana hayatında sadece belli bir yer veriyorsun Sencer. Sen öyle kastetmesen de gerçekler bunlar.” Ona kızgın değildim ama kırgındım. Kendimi yanında değerli hissetmek istiyordum. Biz evlenmiştik ama aramızdaki bağ kocaman bir uçurumdu. Ayağa kalktım. Kalkmamla başımın dönmesi bir oldu. Sencer’in omzundan destek alacaktım ama o da hafiften inleyince geri çekilmek zorunda kaldım. Hızla toparladım kendimi.

“Ben nasıl unuttum? Senin de omzuna ateş parçası düşmüştü değil mi?” Sencer hızla yüz ifadesini değiştirip, “Fazla mühim bir yara değil,” dese de kabul etmeyip tekrar yanına oturdum. Kendi dertlerim yüzünden onu fark edememiştim.

“Yarana baktırmadın değil mi?”

“Baktırılacak kadar büyük değil Ayza merak etme.”

“En azından bakmama izin ver.” Bana söz geçiremeyeceğini anlayınca gömleğinin düğmelerini çözüp tek kolunu açtı. Bakışlarım çıplak omuzunda gezinirken yarayı görmemle ürperdim.

“Bu mu küçük olan yara!” Sesim aniden yükseldi. “Hekim varken neden baktırmadın ki? Hadi gidelim de baktıralım.”

“Ayza, istemiyorum. Lütfen.” Sesi netti. Gitmeyeceğini anlayınca oturduğum yerden kalkıp ileride duran dolabın yanına gittim. Dolapta kullanabileceğim bir şeyler aradım. Köşedeki kremi görünce idarelik aldım. En kısa zamanda onu ikna etmeliydim.

“Sürmeme izin verir misin?” Arkasını döndüğünde parmaklarım omzuna değdi. Titreyen elimle kremi yanığa yaydım. Parmaklarım bu sefer vücudunda duran diğer yaralara ulaştı. Eskiydi hepsi. Gözlerim sırtını ilmek ilmek taradı. Geçmişim dediği yaraları daha iyi gördüm. Onlara dokundum. Gerilse de sırtı kendimi geri çekmedim.

Sencer bu durumdan rahatsız olacak ki biraz daha fazla kıpraştı. Ben de hızlı bir şekilde kremi yarasına yedirdim. Krem sürme işi bitince gömleğini giyip bana döndü. Yüzümdeki ifade değişmişti. Bunu farkında olacak ki çenemden tutup kendisine bakmamı sağladı.

“Teşekkür ederim.” Elimdeki kremi alıp kapağını örttü. Oysa bu teşekkür bir şeylerin üstünü örtmekti ama ben o yaraları hatırladıkça aramızdaki çözülen gizemin derdiyle dertlenecektim.

Sencer’le beraber mahzenin son durumuna baktığımızda ortalığın oldukça feci durumda olduğunu gördük. İçerideki bütün dosyalar yanmış, teknolojik aletler yanıp kül olmuştu. Bu durum kendimi kötü hissetmeme neden oldu. Babama ait bütün iz bir anda yok olmuştu. Burası bana babamı hatırlatıyordu. Buraya geldikçe sanki babamla konuşuyor gibi oluyordum. Şimdi ise ne babam kalmıştı ne de ona ait iz. O artık sadece bir toprağın bana sunmuş olduğu tek yadigârdı.

Omzuma dokunan elle düşüncelerim bir kıyıya tosladı. Sencer’in teskin edici bakışlarına burukça, “Merak etme, iyiyim ben.” dedim. İlerideki küllere doğru yürüdüğünde dizini kırıp köşeye baktı. Elini uzattığında bir bölme açıldı. Demirden yapılanmış kapıyı araladı. Burayı daha önce görmemiştim ve şimdi buranın ne olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Sencer, bana merakla bakıp, “Ne var burada?” dedi. Yanına yaklaşıp, “Ben de şimdi görüyorum,” dedim. Beraber aşağıya indik. Karanlık olan yer Sencer’in fenerini açması ile aydınlandı. Epey ilerledik. Burası üst kata göre daha karışıktı ve odaları küçük olmasına rağmen koridoru da odasına göre dar ve korkunçtu. Birçok oda vardı. Çoğu odada eskimeye yüz tutmuş kilitler vardı. Ayağıma dolanan ufak şeyle çığlık attım. Sencer hemen feneri yere eğdiğinde kahkaha attığını gördüm.“Fareymiş.”

Kaşlarımı çatıp, “Komik değildi,” dedim. Kahkaha atmasa da güldüğünü fark edebiliyordum. Elimle koluna vurup, “Gülmesene ya,” dedim. Dudaklarını birbirine bastırıp, “Tamam, gülmüyorum,” dedi. Önümüze dönerek ilerledik. Göze çarpan bir odaya girdiğimizde buranında dosyalarla dolu olduğu bir oda olduğunu gördük. Demir kapıdan dolayı yangın buraya hiçbir zarar vermemişti.

Odanın ortasına geldiğimizde büyük bir kitaplık karşıladı bizi. Parmaklarım dosyalarda gezindi. Çoğu eşyalar epey eskiydi.

“Bunları elden geçirmemiz lazım.” Sencer’in ciddiyetle söyledikleri benim de düşüncelerime uyuyordu. Bu dosyaların hepsine tek tek bakacaktık. Çok fazla önemli olmasa babam bunları burada saklamazdı. Bu zamana kadar üst kata bakmam çok bir şey elde etmemi sağlamamıştı ama burası bize epey yardımcı olacak gibiydi. Tek engel bunları tek başımıza asla taşıyamazdık. Hem yakalanma riskimiz vardı hem de dosya sayısı çok çok fazlaydı. Dosyaları karıştırırken kenarda duran bir kutuya gözüm ilişti. Kutuyu aldığımda aklıma gelenle elim boynuma gitti. Ama şimdi bunu burada açamazdım. Anahtarın bu kutuyla bir ilgisi olmalıydı. Kutuyu hemen çantama koydum. Sencer, fark etmemişti. Kutudan ona bahsetmeli miydim bilmiyordum. Tek düşündüğüm korkacağım bir olayın olmamasıydı.

“Daha sonra ben bunları almaya gelirim. Şimdi dikkat çekeriz.” Sencer de benim gibi düşünüyordu. Kabul ettiğimde mahzenden çıktık. Bir yanım buruk kalmıştı fakat yapacak bir durum yoktu. Evvela tedbir şarttı. Sessiz ve sakin bir zamanda gelmemiz en doğru olanıydı. İleride duran kamyonete bindik.

“Ben birkaç tane dosyayı gözden geçirdim, önemli gibi gözükenleri aldım. Turgut Bey bizi bekliyor, oraya gitsek senin için sorun yok değil mi?”

“Gidelim, sorun yok.” Kamyonetin motorunu çalıştırıp ilerlemeye başladı. Yol boyunca zihnimi kemiren birçok düşünceye meyil verdim. Babam bir sır perdesiydi, bu sırrın altından büyük olaylar çıkacak gibiydi. O sır, savaşı büyük bir korkuyla aralayacaktı. Sonuç itibariyle başlamıştı savaş ama bundan daha büyük olaylar bizi bekliyordu.

Telefonumun çalması ile çantama ulaştım. İçinden telefonumu aldığımda ekranda Efruz’un adını görmem şaşırttı. Anlamsız biçimde telefonu kavradım.

“Efendim?” dedim sorgular sesle.

“Ayza, neredesin?” Konuşmaya birden böyle giriş yapması endişelendirdi. Sesi tuhaf geliyordu. “Şu an dışarıdayım, hayır olsun inşallah!”

“Ayza, abimi bulamıyorum hiçbir yerde. En son senin eşyalarını götürdü, geri geldiğinde öfkeyle eve gelip birkaç dakika sonra gitti. Bir şey olduğundan korkuyorum. Belki sen biliyorsundur.”

Dedikleri duraksamama neden oldu. İçimi kemiren düşünceyle, “Bilmiyorum,” dedim. “O an vedalaştık daha da konuşmadık.”

“Tamam, görüşürüz.” diyerek telefonu kapattı. Boş boş telefonun ekranına bakakaldım. O an bozulduğunu fark ettim ama üzerinde durmamıştım. Alper’in hissettiklerini anlamıştım ama anlamama izin veremiyordum. Biraz da kabullenmek istemiyordum. Görmezden gelmek en doğru olanıydı. Kolumu kamyonetin penceresinin kenarına dayayıp parmaklarımla alnımı ufaladım.

“Bir sorun mu var?” Sencer de benim gibi endişe etmişti. Omuzlarımı sıkkınca düşürüp, “Var gibi,” dedim. “Geçen gittiğimiz yere sürer misin Sencer?” Dediğimi ikiletmeden rotayı ters yöne çevirdi. Çok geçmeden Alper’in durduğu eve geldik. Sencer, anlamış gibi bana bakıp, “O adamla mı görüşeceksin?” dedi. Sesi imadan uzaktı, farklı bir hisle sorgulamıştı. Görüşmeyecektim ama burada olup olmadığını merak etmiştim. Biraz da içim rahat etmemişti. Onun üzerimde çok hakkı vardı hatta evden o olmasa kaçamazdım.

“Geçen eve gittiğinde kardeşi merak etmiş, kötü şeyler olabilir.” Açıklamamı yapıp ilerlemeye başladım. Kapının önüne geldiğimde çekingen tavırla kapıyı tıklattım. Biraz bekledikten sonra kapı açıldı. Karşımda Alper belirdi. Bu hâlini görünce kaşlarım istemsizce havalandı. Alper’i ilk defa böyle görüyordum, hiç iyi gözükmüyordu. Gözaltları şişmiş, saçında birkaç günlük dağılmışlık vardı.

Karşısında beni görünce şaşırdı. Gözleri bir müddet yüzümde takılı kaldı sonra Sencer’i görünce kaşları çatıldı.

“Alper,” dedim kısık sesle. Alper kapı pervazına elini koyup, “Bir şey mi oldu Ayza?” dedi. Sesi durgun denizin çağlayan dalgaları gibiydi. Biraz daha konuşsa dolup taşabilirdi. Başımı iki yana sallayıp, “Efruz senin için endişelenince merak ettim seni, geçen biraz korkutmuşsun,” diyerek kendimi ifade etmeye çalıştım. Alper histerik bir gülüş sergiledi. Gülüşünde neler saklıyordu hâlâ anlamış değildim. Gözleri ikide bir Sencer’e kayıyordu.

“İyiyim ben, merak etmen gereken bir konu yok.” Bu sefer sesi sakin çıktı. “Babamla aramda biraz sorun var, pek eve gitmek istemiyorum.”

“Peki,” dedim. “Bir şey olursa bunun vebalini ödeyemem. Bana çok yardımın oldu, teşekkür ederim.” Alper, tepki vermedi. Babasıyla sorununu olduğunu biliyordum ama burada olmasının sebebinin babasının olmadığına da emindim. Veda edip ayrıldım yanından. Bir iki adım atmamla, “Kurtardım ama yine başaramamışım,” diye fısıldadı kendi kendine. Duymayacağımı zannetmişti ama duymuştum. Ne demek istediğini anladım ama geri dönüp cevap vermedim. Evet, Alper beni seviyordu. Onunki zararsız sevgiydi fakat en çok zararı gören kendisiydi.

“Ne demek gözükmüyor Turgut Bey?” Ekrana daha çok yaklaştım, görüntü yoktu. Selçuk Bey’in odasına koyduğum kamerayı bulmuş olmalılardı. Öfkeyle masaya vurdum. Kendimi o görüntülerle avutuyordum. Her şey öğrenecekken hiçbir şey öğrenememiştim. Bazen böyle olduğunda hiçbir şey başaramayacakmışım gibi geliyordu.

Evden çıkıp kendimi bahçeye attım. Nefes alamıyordum, alabileceğim nefesi de elimden alıyorlardı. Öfkeleniyordum artık, öfkemin beni yanlış yola götürmesinden korkuyordum. Sakin kalmalıydım, doğru düşünmeli, doğru kararlar vermeliydim. Kenarda duran banka oturduğumda yanı başımda oluşan ağırlık Sencer’in varlığıydı. Bakışlarımı önümden çekmedim. Yüzümün hâli büyük ihtimal ağlama raddesindeydi. Bazen yenilmişliği kabul etmek istemiyordum.

“Yine bir işi beceremedim.” Sencer de benim gibi öne eğilip, “Sen elinden geleni yaptın,” dedi. Yapamamıştım, daha iyi yere saklamam gerekiyordu kamerayı. Sıkkınca soludum, nefesim titremişti. Sessizleştik, Sencer’in bakışları beni bulduğunda ben de ona baktım.

“Hiç kendini suçlamaktan vazgeçmiyorsun.” Oturduğum yerden kalkıp, “Suçlamamak için bir neden bulamıyorum,” diyerek omuzlarımı düşürdüm. Sencer de benim gibi hızla oturduğu yerden kalkıp karşıma geçti. Aramızda çok boy farkı yoktu ama yine de bu başımı kaldırıp bakmama neden oluyordu. Ellerimi tuttuğu anda vücuduma yayılan ısı yüzümün yanmasına neden oldu.

“Çünkü ortada bir neden yok. Kendini hırpaladıkça bir şey elde edemezsin.” Bu sözlerle rahatlamamı istiyordu ama bir kere düşmüştüm kaygının eline. Çırpındıkça çırpınıyor, düşündükçe kafayı yeme raddesine geliyordum. “Hadi artık düşünme bunları, hepsini halledeceğiz.” Başını usulca salladım. Ellerimi bırakıp yanaklarımı avuçları arasına aldı. Beni rahatlasın diye mi böyle yapıyordu yoksa içinden gelerek mi bilmiyordum ama bakışlarındaki samimiyete inanmıştım. Gülümsedi, ardından, “Hadi bakalım, sil aklındakileri de içeriye geçelim,” dediğinde dudaklarım kocaman kıvrıldı. Şu an ortam müsait olsa sarılabilirdim.

“Birileri gülüyor mu?” Arkadan gelen sesle ikimizde gelene baktık. Altan yanımıza yaklaşıp imayla Sencer’e bakarak bana istinaden konuştu. Sencer’in kıvrılan dudakları aniden ciddiyete büründü. “Evlilik gerekiyormuş bizim huysuz oğlana.” Sencer yumruk yapıp Altan’ın koluna vurdu.

“Zevzekliğe lüzum yok.” Altan bu durumu sessiz karşılamayıp, “Ben mi zevzeğim?” dedi. “Ayda yılda şu tebessümü zor görüyoruz be.” Sencer istifini bozmadan, “Allah’tan kork, nerede gördün suratsızlığımı?” dedi.

“Bunu sorarken bile surat ifadeni gösterip sana delil sunmak çok hoşuma giderdi ama yanımda ayna yok. Her neyse, ben gideyim de sizi yalnız bırakayım.” Aralarındaki muhabbete tebessümle karşılık verdim. Sencer Altan’a bir fiske atıp, “Hadi hadi uza,” deyip başını iki yana salladı. Altan giderken arkasını dönüp, “Sorarım bunları sana,” deyip uzaklaştı. Ardından Hare’nin yemek için bizi beklediklerini söylemesi içeri girmemizi sağladı. İçeriye geçtik, masa başında herkes bizi bekliyordu. Sencer’le yan yana oturduk. Turgut Bey, masanın köşesine, Altan’la Serra karşımıza, Begüm Hanım ise Turgut Bey’in karşısına oturmuştu. Masaya kaydı gözüm, her şey harika gözüküyordu. Herkes yemeğe başladığında ben de başladım. Sessizce yemekleri yiyip kalktık. Erkekler Turgut Bey’in odasına çekilirken biz de salonda oturduk. Hare bize kahve getirdi.

“Alışabildin mi?” Serra’nın sorusuna, “Alıştım,” diyerek cevap verdim, alışmıştım da. Sencer bu konuda beni zorlamamıştı. Hatta ona karşı alışmışlık vardı. Sanki yıllardır o evde yaşıyordum.

“Sevindim. Sencer abi zaten zor insan değildir.”

“Öyle,” diyerek onayladım.

“Çıkalım mı Ayza?” Sencer’in gelmesi ile ayaklanıp köşede duran çantamı aldım. Evden çıktığımızda neredeyse akşam karanlığı çökmüştü. Kabanıma daha çok girişip ilerlemeye başladım. Gündüzleri her ne kadar hava güzel olsa da akşamları sert bir soğuk oluyordu. Hızlıca kamyonete bindik. Sencer, hızla arabanın kaloriferini açtı.

“Sanki tipi çıkacak gibi.” Sencer, hayıflanarak ilerlediğinde bakışlarım gökyüzüne kaydı. Buralarda Mart sonunda tipi olurdu ve bu epey zorlu bir sürece girerdi. İki gün süren hava şartları şimdiden bizi eve kapatacağa benziyordu.

“Geçen yıl epey kıtlık olmuştu.” Başını sallayıp, “Mahsulleri çürütüyor bu hava,” deyip ters ikamete döndürdü rotayı. Diğer yol biraz tehlikeliydi. Şu anda bile yollarda bir hareketlilik vardı. Kaşlarımı çatıp etrafı izledim. Bazı askerler yol kenarındaydı. Sencer, bana bakıp, “Başını şapkanla ört,” dedi. Hızla montumun şapkasını örttüm. Şapkam epey büyük olduğu için yüzümü biraz daha gizleyebiliyordu. Sencer, torpidoda duran çakısını aldığında ben de çantamdan çakımı aldım. Askerlerin rütbesi şüpheliydi, Dağhan Bey adamlarını bazen böyle asker kılığında gönderiyordu. Sencer, ani hareketle ara caddeye girdi. Biraz savrulsakda sorun teşkil etmedi. Endişeyle arkaya baktığımda şu an hiçbir araba yoktu.

“Kahretsin,” dedi Sencer. Şu an yol bitmişti. Ara cadde olsa da bir arabanın sığacağı kadar geniş değildi. “Hadi Ayza, hızla uzaklaşacağız buradan.” Dediğini yapıp arabadan indim. Sencer bana öncelik tanıdığında hızla koşmaya başladım. O arada Dağhan Erkuran’ın adamları belirdi. Kaçtığımızı fark etmişlerdi.

“Arkana bakmadan koş Ayza.” Sencer, benim hızıma uymadan öne geçip elimden tuttuğu gibi çekiştirdi. Yüzüme doğru esen rüzgâr yakmaya başlamıştı. Sencer’in de koşmakta zorlandığını fark edebiliyordum. Rüzgâr gerçekten sertti.

Epey koştuktan sonra Sencer bana bakıp, “Şu köşedeki sığınağa gir beni bekle Ayza, gelemezsem eğer etraf sakin olunca buradan uzaklaş,” dedi. Gidecekken elinden tutup durdurdum. Başımı iki yana sallayarak, “Bunu kabul etmeyeceğimi biliyorsun,” dedim. “Seni değil, beni arıyorlar.” Sencer yanıma yaklaşıp yüzümü avuçları arasına alarak, “Seni korumam gerekiyor Ayza,” dedi. Oysa koruyamazdı. Adamlar hem çok fazlaydı hem de silahlıydılar.

“Hayır Sencer, görmüyor musun çok fazlalar!” Nefesini gürültülü bir şekilde bıraktı. “Silahlılar, tek başına başa çıkamazsın.”

Başını sallayıp sırtıma elini koyarak ilerletti. Küçük sığınağa girdik. Sencer, belinden çakıyı çıkardığında ben de çakımı alıp kavradım. Etraf kalabalıklaştı. Köşeye biraz daha yaklaştık. Adamlar etrafı tararken içimden dualar ediyordum. Birazdan gideceklerinden emindim ama bizi bulmadan mı gideceklerdi orası muallaktaydı. Kaçmam olayı oldukça derinleştirmişti. Her yerde beni aradıklarını biliyordum ama bizim şüpheli kaçışlarımızda onların dikkatini çekmişti.

Sencer, her ne kadar belli etmese de gergin olduğu belliydi. Kaşlarının çatıklığı hiç düzelmemişti. Fısıltılı hâlinde,“Bismillahirrahmanirrahim, La havle velâ kuvvete İlla billahi’l-aliyyi’l-Azim. Allahümme iyyake na’büdü ve iyyake neste’in. (Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, Yüce ve kudretli Allah’tan başka hiçbir güç ve kudret yoktur. Allah’ım! Sadece sana ibadet eder ve sadece Senden yardım dilerim.)” bu duayı okuduğunda sessizce ben de tekrar ettim.

Adamların çoğaldığını, hatta etrafa dağıldıklarını ve her sokak başı nöbet tuttuklarını fark ettim. On dakikadır buradaydık. Köşeye biraz daha sinmesek bizi görebilirlerdi. Hatta bazı askerlerin olduğumuz sığınağa eğilerek göz gezdirdiklerini gördüm. Etrafın karanlık olması bizi kurtaran sebeplerden biriydi.

Aklıma peygamber efendimizle Hz. Ebu Bekir’in mağaraya sığındığı anlar gelmişti aklıma. Peygamberimizin Hz. Ebu Bekir’e üzülme deyişi Allah’ın onları koruyuşu hatırıma düştü. Belki biz onlar gibi aynı şartlar altında sığınmamıştık mağaraya ama biz de bir gaye uğrunu aranıyorduk.

“Ne oluyor burada?” Ortamdaki gerilime bir ses karıştı. Bu ses Alper’e aitti. Şu an Alper’in burada olması kafamı karmakarışık etti. Adamlar olayı açıklayınca sessizlik oluştu. Gördüğüm tek şey birkaç ayaktan sonra tek kişinin kalmasıydı. Diğerleri uzaklaşmıştı. Ayağın sahibi gerileyince yüzünü görebilme şansım oldu. Alper’in gözleri beni buldu. Biraz duraksadıktan sonra adamlara dönüp, “Aradığınız kişiyi bir arka caddeye koşarken gördüm,” dedi. Adamlar Alper’i dinleyecek ki koştuklarını görebildim. Alper, hızla yanımıza gelip, “Ben adamları oyalarım çabuk uzaklaşın buradan, eve gitmeyin evin yerini öğrenmişler,” diyerek konuşmamıza müsaade etmeden aynı şekilde koşarak uzaklaştı. Alper kendini riske atmıştı.

“Neden yardım ediyor bize?” Sencer’in sorusuna omuz silkip, “Bilmiyorum,” dedim. Aslında biliyordum da. Sencer’in yüz ifadesi değişirken, öfkeyle şaşkınlık arasında ince çizgide ilerliyordu. O da anlamıştı sanırım.

Sığınaktan çıkıp dediği gibi yaparak uzaklaşmaya başladık. Geri dönüp kamyoneti alamazdık. Sencer bana dönüp, “Dükkâna da gidemeyiz,” dedi. “Buldum nereye gideceğimizi.” Sorgusuz kabul ederek gideceği yere hızlı adımlarla ilerledik.

Eve uzak bir yerde sakin bir yere geldik. Karşımızdaki eski tip eve kaydı bakışlarım. Gecekonduyu andıran ev oldukça eskiydi. Kapıyı aralayan Sencer geçmem için yer verdiğinde yavaş adımlarla içeriye girdik. Ev ormanın içindeydi, çevresinde ev görememiştim ta ki biraz ileride daha büyük bir ev görünceye kadar. Evin içi dışı kadar olmasa da fazla iyi durmuyordu. Ayakkabılarımı çıkarıp köşeye koydum. Etrafı inceledim. Yerde büyük eski tip halı vardı. Köşede bir divan onun hemen yanı başında bir koltuk vardı. Biraz ilerideki köşede ise soba vardı.

Evin duvarları kirden boyasını saklamış bir görüntüye sahipti. Tavanda bir ampul vardı. Sencer pencere kenarına geçip güneşliği çekti. Pencereden sızan rüzgâr üşütmeye yetiyordu. Pencere kenarından uzaklaşıp kovada duran odunu alıp sobaya doldurdu. Çok tuhaftı, burada kaldığı belliydi.

“Sık sık gelir misin buraya?” Sencer sobayı tutuşturup bana bakarak, “Ara sıra,” dedi.

“Babanlardan kaldı galiba?”

“Babaannemin evi burası, babamlar vefat ettiğinde gelirdim babaannemi görmek için. Geçen yıl vefat etti o da. Ara sıra bakımını yapmak için geliyorum, bakımını yapmasam burası çoktan çökmüştü.” Anladığımı belirtircesine başımı sallayarak köşede duran divana oturdum. Üzerimde bilemediğim bir yorgunluk vardı. O yorgunluk bedenen değildi. Ruhum sancıyordu, yüreğimi bertaraf ediyordu bu sancımalar.

“Acıktın mı?”

“Biraz,” dediğimde üzerindeki montu çıkarıp mutfağa yöneldi. Ben de montumu çıkarıp yanına gittim. Mutfakta çok fazla malzeme olmasa da yine de karnımızı doyuracak kadar ürün bulunuyordu. Sencer, eski tip mutfağın tereğinden bir tencere indirdi. Köşede duran çekmeceden bir paket makarna çıkardı.

“Her gün beni biraz daha şaşırtıyorsun.”

“Aslında şaşırtacak kadar bir hayatım yok.” Belimi tezgâha yasladım, yüzünü öyle biraz daha net görüyordum.

“Hayatındaki belli bilinmezlikler şaşırtıyor ya.” Gülerek tencereyi ocağa koydu. Bana dönüp, “Şaşırtıyorsam daha çok şaşırabilirsin o zaman,” diyerek burnuma minik bir fiske vurdu. Sanırım bilmediğim daha çok şey vardı. Onu tanımak kapalı bir kutunun kilidini açtıkça içinden yeni bir kutunun çıkması gibiydi.

“Seni tanımak, çok değişik bir duygu aslında.” İki elini tezgâha yaslayıp yüzünü yüzüme yaklaştırdığında diyeceklerim ağzımda kaldı. Dilimi böyle bağlaması adaletsizceydi. Konuşacağım esnada kapı çaldı. Sencer ani atakla benden uzaklaşıp kapıya yöneldi. Hazır hareketle kapıyı açtı, kapıdaki gördüğüm kişiyle Sencer’e bakmam bir oldu. Onunda bu durumdan rahatsız olduğunu gördüm. Belki de ben de en az onun kadar rahatsız olacaktım.

Bölüm : 16.03.2025 17:21 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş