Sonu gelmeyen bir bilinmezliklerin peşinde sürükleniyorduk. Akıl almaz kurmacalar, can yakan sırlar dolanıyordu etrafımızda. İnce bir çizgide düşmemek için adımımızı iyi seçmek zorundaydık. Eğer iyi seçemezsek ayağımız kayabilir, bizi çıkılmaz bir yola sokardı. O yolda en büyük sınavımız geçmişimiz olurdu.
Bilmediğim bir yerde, sessizce kaderime boyun eğmiş vaziyette bekliyordum. İki gündür ne gelen vardı ne de haber veren. Arada bağırıyordum ama beni duymazlıktan geliyorlardı. Önüme gelen birkaç kap yemekten başka bir şey yoktu. Ne kadar acıkmış olsam da yemek yememekte kararlıydım.
Ağrıyan sırtıma iyi geleceğini düşünüp oturduğum yerden kalktım. Başımı uzatıp, “Kimse yok mu?” diye bağırdım. Ortamdaki sessizlik sinirlerimi bozunca ayağımla parmaklıklara vurdum. “Biri buraya baksın,” dedim sert bir sesle. Bağırmam kesilmeyince koridorda biri belirdi. Yanıma yaklaşan adama baktım. İri cüsseli, göbekli bir adamdı. Kafasında bir saç teli dahi yoktu. Yüzünde izi kalmış yaralar, görünüşünü biraz korkunç gösteriyordu.
“Neden bağırıyorsun yine?” Tok çıkan sesine biraz daha öfkelendim. Neden bağırdığımı sorgulamaları sakinleşmeme neden olmuyordu. Hatta benimle dalga mı geçiyorlar diye düşünmeden edemedim.
“Kim kaçırttı beni? Neden kimse bir şey demiyor?” Adam arkasına dönüp giderken, “Yakında görürsün,” diye cevap vermeyi ihmal etmedi. Hızla parmaklığa çakıp, “Ben şimdi görmek istiyorum,” dedim. Art arda tekme çakıyordum. Kahretsin ki gitmişti. Aklımda iki isim vardı ve ikisinin de haberleri olduğunu biliyordum. Köşedeki eski tahta banka oturdum. Başımı ellerimin arasına alıp sakinleşmeye çalıştım. Parmaklarımla alnımı ovaladım. Aklımdaki düşüncelerin olmasından korkuyordum. Buna gücüm yetmezdi. Zihnimi boşaltıp geri yaslandım. Sırtımı soğuk duvara yaslayıp yüzümü hemen yan duvardaki küçük pencereye çevirdim. Şu an öğle suları gibi bir zaman diliminde olduğu belliydi. Saati öğrenemediğim gibi namaz kılma konusunda biraz yetersiz kalmıştım. Her ne olursa olsun kalkıp teyemmüm almam gerekiyordu. Birkaç gündür köşede duran kireç ile yıkanmış mermerde teyemmüm alıyordum. Vakti tahmin edebildiğim kadarıyla o vakte niyet ediyordum. Kıbleyi de küçük pencereden sızan güneş sayesinde bulabilmiştim.
Namazımı kıldıktan sonra kapı açıldı. İçeriye giren başka bir adam yemek tepsisini koyup çıkmak üzereyken önüne geçtim.
“Yalvarırım bana bir şey söyleyin artık.” Adam beni dinlemeyip çıkacakken durdurdum. Adam bu tavrım karşısında sinirlenip, “Çekil önümden,” dedi.
“Çekilmem, bana bir açıklama yapmadan çıkamazsın.” Adam kolumu sertçe kavrayıp, “Bana bak, elimden kaza gelmesini istemiyorsan sessiz ol,” diye ikazda bulundu. Akabinde kapıyı açıp geri çıktı.
Öndeki kilolu adam kolumdan tuttuğu gibi peşi sıra sürüklemeye başladı. Büyük ahşaptan yapılanmış kapının önüne geldiğimizde duraksadı. Cebinden çıkardığı büyük anahtarı kapı deliğine soktu. Kapı çok geçmeden açıldı. İçerisi fazlasıyla karanlıktı. Adam cebinden çıkardığı kibritle kenarda duran meşaleyi yaktı. Diğer meşaleleri de yakınca içerisi aydınlandı. Kolumu bırakmadığı için elinden kurtulamıyordum.
Odanın ortasına geldiğimizde hareket etmemizden dolayı havalanan toz ciğerlerime kaçtı. Öksürüğün verdiği göğüs acısı ile elimi göğüs kafesime koydum. Adam küçük pencereyi açtığında içeriye hava girdi.
Çok geçmeden kapının eşiğinden giren ayak sesine baktım. Gördüğüm kişi ile şaşkınlığım biraz daha arttı. Sertçe yutkundum. Beni kaçırtan kişi Dağhan Bey’di. Yüzündeki mide bulandırıcı ifade yanıma yaklaştıkça kendini daha çok belli ediyordu.
Dağhan Bey yanıma geldi, yanımızdaki adama çık işareti yapıp bakışlarını üzerime odakladı. Sesim çıkmıyor, onunda konuşmasını istemiyor gibi bir hâlim vardı. Yüzündeki ifade ben kazandım dercesineydi, oysa bilmiyordu ki kaybeden kendisiydi.
Oysa ayet-i kerimede ne deniyordu:
Biz, onlara zulmetmemiştik; fakat onlar, kendilerine zulmetmekteydiler. Rabbinin (helaka dair) emri geldiğinde, Allah’ı bırakıp da dua ettikleri ilahlarının onlara hiçbir faydası olmamıştı. (Evet,) onlara yıkım ve hasardan başka bir katkıları olmamıştı. (Hûd- 101)
Bundan habersizdiler ama biliyordum ki Rabbim bunun için doğru günün sabrını bize veriyordu. İşte o vakit üzülen taraf kendileri olacaktı.
“Ne istiyorsunuz benden?” Sorum karşısında çatık kaşları biraz daha çatıldı. Öfkesi her hâlinden belli oluyordu. Sonuçta aklında benimle evlenme düşüncesi vardı. Bu düşüncesine karşı çıkmam onun nasıl bir ruhaniyet hâline büründüğünü tahmin edebiliyordum.
“Yaptığının bir karşılığı olmayacağını mı düşünüyordun?” Bir iki adım geri gidip, “Ne yapmışım ben? Asıl siz ne yaptığınızın farkında mısınız?” deyip sesimi biraz yükselttim. Dağhan Bey’in kendini bilmiş hâlleri midemi bulandırıyordu. Yanıma yaklaşıp, “Farkındayım,” dedi. “Daha neler yapacağımı görmedin!”
Sesindeki tehditkâr tınıya aldırış etmedim. Bana yapacaklarının endişesi kendini belli etmese de etrafımdaki insanlara zarar vermesi ürpertmeye yetiyordu. Biliyordum ki bana vereceği en büyük zarar bu olabilirdi. Yapacağını da sözleriyle ima etmeye yetiyordu.
“Yeter! Ben sizin dediğinizi yapacak bir karaktere sahip değilim.” Kolumu sertçe kavrayıp kendine çekti. Gözlerindeki öfkeye bir yenisini ekledi. Kolumu çekmeye çalıştım ama izin vermedi.
“Seni bırakmak mı? Önce o evlendiğin adamı öldürüp sonra ebediyen sana yaptıklarının hesabını soracağım.” Kolumu çekip, “Bu asla olmayacak,” dedim. Erkeksi bir kahkaha atıp, “Göreceğiz,” dedi. Yüzümü buruşturdum. Alkol kokan nefesi bedenime teneffüs ederken kusmamak için kendimi zor tuttum. Bu tavrı karşısında göğsüm daralıyordu. İradem o kadar güçlü değildi ve ben irademin altında ezilmekten korkuyordum.
“İğrenç bir adamsınız.” Dediklerim yüzünün gerilmesine neden oldu. Dışarıdaki adamı çağırıp beni geri götürmesini söyledi. Adam beni çekiştirirken bir yandan kendimi çekmeye çalışıyordum.
Tekrar geri getirildiğimde çaresizce etrafıma bakındım. Oturduğum bankı pencere kenarına ittim. Pencere biraz yüksekte kalıyordu ama yine de dışarıyı görebiliyordum. Parmak uçlarıma bastım. Burası geldiğim yolun diğer tarafıydı. Etraf ormanlıkla kaplıydı ve etrafta bir tane bile ev yoktu. Dehşetle gözlerimi irileştirdim. Yardım çağırabileceğim kimse yoktu.
Hayal kırıklığı ile bastığım yerden indim. Geldiğim yer neresi ise çıkışı olmadığı kesindi. İçten içe Dağhan Bey’e saydırıyordum. Köşeye oturup bacaklarımı karnıma çektim. Uyuyamayacak kadar yorgundum. Bedenimde büyük bir gerginlik vardı, şu an bu gerginlik geçemeyecek kadar yoğundu. Dağhan Bey’in öfkesi düşündüğümden daha fazlaydı. Onun neler yapabileceğini biliyordum. Şu an Sencer’in tehlikede olduğunu bilmem kalbimi sıkıştırıyordu. O beni bulabilir miydi bilmiyorum ama benim buradan bir an önce kaçmam gerekiyordu.
Uzun koridorda hâlsiz bir hâlde yürümeye devam ettim. Epeyce bitkin durumdaydım. Ne yürümeye mecalim vardı ne de soru sormaya. Sadece önümdeki adama ayak uydurmakla yetiniyordum. Kenarda duran birkaç askerin gözü benim üzerimdeydi. Bu sefer başka bir odanın önüne geldik. Adımlarımızı içeriye soktuğumuzda tanımadığım bir adam vardı karşımda. Yanımdaki adam kolumdan tutup karşısındaki sandalyeye oturttu. Karşımdaki adam önünde duran kâğıdı bana uzattı. Anlamsızca kâğıda baktım. Üzerinde ismim yazıyordu ve imzalamam gereken bir kısım vardı.
“Ne bu?” Sorgular tarzda çıkan sesime karşın elindeki kalemi uzatıp, “Neye benziyor?” dedi. Kâğıdı alıp okudum. Üzerinde yazan yazı beni dehşete düşürdü. Kâğıdı hızla geri uzattım. “İmzalamam bunu.” Babama ait bildiklerimi yalanlatacaklarına dair bir belgeydi, buna asla izin vermeyecektim. Eğer babamın suçsuzluğunu kanıtlarsam biliyordu ki kendi yerinden olacaktı. Başa da Sencer geçecekti. Kağıdı imzaladığım an liderlik vasfını ömür boyu sürdürebilecekti.
“İmzalamazsan, sevdiklerin ölür.” Öfkeyle ayağa kalktım. “Size imzalamayacağım dedim,” diyerek bağırdım. Sevdiklerimin canı için binlerce insanın canıyla oynayamazdım. Belki annem ölebilirdi, belki de Sencer… Dağhan Bey’in kirli hayatını ortaya sürmezsem zaten ölecektik. Kurtuluş için, kölelik yapamazdım. Adalet yerini bulmalı, kötüler cezasını çekmeliydi. Kanun buydu ve ben kanunu çiğneyemezdim.
Kanunu yazan Dağhan Bey’di. Onlara göre kanun bir kâğıttan ibaretken benim kanunum, inancımdı. İnancımı bir kenara atıp Dağhan Bey’in kanununa göz yumamazdım. Dağhan Bey kendi yasasıyla Selçuk Bey’i kösem yapmıştı fakat bilmiyordu ki bir gün helak olacak kişiler kendileriydi. Sevdiklerimi kurtarmak için bunu yapsam, vicdanım beni asla rahat bırakmazdı. Varsın sevdiklerimi kaybedeyim ama masum insanları kurtarmak her şeyin üstündeydi.
Bu sefer yanımıza Dağhan Bey girdi. Ardından Selçuk Bey… Selçuk Bey hızla yanıma gelip, yanağıma sert bir şekilde tokat attı. Bedenim zemine düştü. Kolumdan tutup geri kaldırdı, olabildiğince sıkıyordu kolumu. Yüzünü yüzüme yaklaştırıp, “Demek her şey oyundu!” dedi. Nefesinden yüzüme vuran alkol kokusu ile başımı yan tarafa çevirdim. Kolumu hızla çekip, “Babama yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz,” dedim. Selçuk Bey, tekrar kolumu sıkıp, “Önce sen yaptıklarının cezasını çekeceksin,” diyerek beni kâğıdı imzalamam için tekrar sandalyeye oturttu. Kâğıdı alıp birkaç parçaya ayırdım. Bu duruma şaşırmamışlardı, bilakis yüzlerindeki rahatlık şüphelendirmeye yetti.
“Hücreye kapatın.” Dağhan Bey, kapının önünde duran adama emir verince adam hızla yanıma gelip kolumdan tuttuğu gibi tekrar peşi sıra sürüklemeye başladı. Hücre emri bu sefer beni korkutmaya yetti. Oldum olası karanlıktan korkardım ve orada bedenime temas edecek elleri hatırladıkça ürperdim. Uzun koridorun sonuna gelince adamın bacak arasına ayağımı çaktım. Adam öne doğru düştü. Bu durumdan yararlanıp koşmaya başladım. Belki başarısız olacaktım ama elimden geleni yapacaktım. Adam peşimden koşmaya devam etti. Kapıya varmama epey mesafe vardı. Açlıktan dolayı koşmam epey zordu. Kurtulmam lazımdı buradan. Ölmeliydim ama oraya geri dönmemeliydim.
Karşıma çıkan iri cüsseli adamla durmak zorunda kaldım. Adam yanıma yaklaşınca gücüm yettiğince yumruk atmaya çalıştım lakin yana doğru yatınca yumruğum boşa gitti. Diğer tarafa da aynı yaptı, bedeni arkaya dönünce gömleğinden tutup kendime çektim. Bana doğru döndü ama dengesini sağlayamadı. Bundan yararlanarak ayağımla karın boşluğuna vurdum. Adam geri düşünce arkamdaki adama ters tekme attım ve onunda düşmesini sağladım.
Öndeki adam geri kalktı. Biraz yorgun olsam da enerjimi sıkı tutmam gerekiyordu. Hızla ayağımı kaldırdım. Karın boşluğuna vuracakken kolu ile karnına siper aldı. Diğer eli ile bacağımı tutup yere düşmemi sağladı. Diğer adamla beraber beni tekrar rehin aldılar. Bu sefer beni çekiştirmeleri sertti. Onları sinirlendirmiştim.
Karanlık hücrenin kapısını açıp bedenimi içeriye savurdular. Kapıyı kapattıkları esnada hızla kapıya koştum. Kapıya tekme atıp, “Açın,” diye bağırdım. Karanlık şimdiden ürpertmeye başlamıştı. Hücrenin ortasında kalakaldım. Ortam karanlık olduğu için hiçbir şey gözükmüyordu. Duvardan tutuna tutuna köşeye geçtim. Bacağıma değen şeyin bir oturma yeri olduğunu anladım. Yorgun bedenimi oturağa yerleştirdim. Tutmaya çalıştığım gözyaşlarım artık kendini serbest bıraktı, birkaç gündür iyice yıpranmıştım. Başımı duvara yaslayıp gözlerimi usulca kapattım. Zihnimde uyusun istiyordum, uyusun bir süre her şeyi arkada bıraksın istiyordum.
İki gündür hücredeydim. Uzun zamandır gelen yoktu. Ağrıyan kaburgalarımla oturduğum yerden kalktım. Kapı aniden açılınca gözlerime vuran ışık huzmesi gözlerin kör olmasına neden olabilecek kadar keskindi. Kapanan gözlerimi zorla açabildim. İçeri geçen günkü adam girdi. Bir şey sormama müsaade etmeden beni çekiştirmeye başladı. Her seferinden bana dokunması artık beni çileden çıkarmıştı.
“Kendim giderim,” dedim kolumu elinden çekerek. Aslına bakılırsa yürüyecek kadar hâlim kalmamıştı. Bir yandan etrafa bakıp kaçacak yer arıyordum. Koca mahzende iki çıkış yeri vardı ve bu çıkış yerleri imkânsız yerlerdeydi.
Kapıdan içeriye girdik. Dağhan Bey gülümseyerek bana bakıyordu. Yüzünde mutlu olduğuna dair ifade vardı. Ne gibi bir sinsilik düşünüyordu bilmiyordum. Yanına yaklaştığımda yine bir kâğıdı bana doğru salladı.
“Sen imzalamadın ama bak güvendiğin kişi nasılda imzaladı.” Anlamsızca yüzüne bakıp, “Ne saçmalıyorsunuz?” dedim. Gözleriyle arkamı işaret ettiğinde arkamı döndüm. Karşımda Sencer’i görünce şaşkınlıktan hiçbir mimiğim oynamadı. Dağhan Bey’in neyi kastettiğini hâlâ anlamamıştım. Sencer, beni baştan aşağı süzüp kaşlarını çattı. Burada nasıl rahatça durabildiğini anlamaya çalışıyordum. Oysa Dağhan Bey, Sencer’i bilmesine rağmen ölümle tehdit ettiği kişiydi. Şu an karşımda sapasağlam durması içimde filizlenen endişeyi artırıyordu.
“Ne demek bu?” Dağhan Bey elindeki kâğıdı bana uzattı. Kâğıdı aldığımda gördüklerimle Sencer’e baktım. Boğazıma oturan yumru nefes alıp vermemi zorlaştırıyordu. Titreyen elimle kâğıdı sıktım. Bedenime çöreklenen sızıyla olduğum yere düşmemek için duvardan destek aldım.
“Sevgili kocan senin tersine bizi uğraştırmadan imzaladı.” Gözlerim doldu. Bunun altında bir iş olduğunu düşünerek, “Doğru değil, değil mi Sencer?” dedim. Sencer, elimdeki kâğıdı aldı. “Doğru,” dedi rahat bir tavırla. Başımı iki yana sallayıp, “Tehdit mi ettiler seni?” diyebildim. Bir nedene ihtiyacım vardı. Sencer’i azda olsa tanımıştım. Ona güvenim sonsuz olduğu gibi o bunu yapacak biri değildi hem.
“Hayır.” Kelimeleri kısa ve netti. Parmaklarımı alnımda gezdirdim. Kalbim mutmain olmuyordu bir türlü. Sıkılgan bir tavırla nefesimi dışarı vurdum. Sencer’in gözlerinin içine baktım. Hiçbir ifadeye denk gelemedim. Soğuk yüz ifadesinde ise endişe yoktu. Onu zorlamamışlardı. Kendi isteği ile bunu yapmasının altında başka şeyler vardı.
“Bana neden söyle Sencer. Seni tanıyorum, sen bunu yapacak adam değilsin.” Sencer, Dağhan Bey’e yaklaşıp, “Anlaştığımız gibi,” dedi. Dağhan Beyde tatmin olmuşçasına başını sallayıp, “Hiç şüphen olmasın,” dedi. Akabinde bana dönüp, “Sen de imzalarsan buradan kurtulursun,” diye devam etti.
“Ölürüm daha iyi.” Dağhan Bey sert sesi ile kapıdaki adama çağırdı. Beni tekrar eski kaldığım yere götürmesini söyledi. Bakışlarım Sencer’den medet umar gibi yüzünde gezindi. Beni kurtarmak yerine öylece olanları izliyordu. Şu an canımın yanmadığı kadar canım yanıyordu. Sencer, babasının suçlu olduğunu gösteren belgeyi imzalamıştı. Ben, babama bunu yapamazdım, yapsam bile değişen bir durum söz konusu olamazdı. Kötü yine kötülüğünü yapardı.
Adam sertçe beni içeriye ittirdi. Tepki gösteremedim, tepki gösterecek mecalim kalmamıştı. Daralan nefesimi düzene sokmak için eşarbımın iğnesini çözdüm. Boğazımda kalan kısmını gevşettiğimde biraz daha iyi gibiydim. Düşünmeyecektim, Sencer bir plan üzerinde olabilirdi. Ona güvenmekten başka şansım yoktu. Biliyordum, o beni, bizi üzecek bir harekette bulunmazdı.
Namaz kıldığım yerde bekleyedurdum. Zihnimi duaya verdim. Dünyadan ilişkimi kesmenin en güzel yeriydi duanın kalbi. O kalbe ulaşmak istiyordum. Dün geceden beri etmediğim dua da kalmamıştı zaten. Şu an öğle vakti olduğu için içeriye biraz da olsun ışık giriyordu.
Birden küçük pencereden bir kuş girdi. Kuş uçtu dibime geldi. Gülümseyerek avucumu açtım. Kuş hiç korkmadan avucuma kondu. Bu bir saka kuşuydu. Görüntüsü öyle güzeldi ki Rabbimin en güzel eserlerinden biriydi. Kırmızı ve beyaz başı siyah gözlere eşlik etmişti. Sarı kanatları kahverengi ve siyah vücudu bir kez daha şükre neden olacak bir yapıya sahipti.
Birden boynuna bağlanmış bir ip dikkatimi çekti. İpte ise küçük bir not kâğıdı vardı. Not kâğıdını alıp okudum.
Karanlıkta kalmışsa ruhun, aydınlığa çıkacak sabah yakındır.
Not kesinlikle Sencer’e aitti. Biliyordum bir planı olduğunu. Sadece ne planladığını kestiremiyordum. Not kâğıdını katlayıp cebime sıkıştırdım. Kuşun başından öpüp pencere kenarına çıkarak özgürlüğüne bıraktım. Gözlerim kapalı temiz havayı soludum. Yüzümde hafiften gülümseme oluştu. Beni buradan kurtaracağını biliyordum. Biraz zaman gerekiyordu.
“Ayza.” Hızla çıktığım yerden indim. Bakışlarım bana seslenen kişiye kaydı. Karşımda Alper’i görünce bir umut düştü yüreğime. Hızla yanına gidip, “Alper,” dedim. Alper hızla koridoru gözetleyip, “Burada ne işin var?” dedi. Beni şu an gördüğünün kanıtıydı konuşması.
“Dağhan Bey ona dair bildiğim şeyleri öğrenmiş. Bir belge imzalatmak için kaçırttı beni.” Alper kaşlarını çatıp, “Ne zamandır buradasın?” dedi.
“Bir hafta gibi bir süre oldu.” Başını sallayıp hızla yanımdan ayrıldı. Öfkeyle gittiği yürüyüşünden belliydi. Onun burada ne işi olduğunu az çok tahmin edebiliyordum.
Çok geçmeden ileride birkaç bağırış sesi duydum. Biri Alper’e aitti, diğerini bilmiyordum. Sesler kesilince kapıda Selçuk Bey belirdi. Kapıyı açıp içeriye girdi. Karşıma dikilip kâğıdı kucağıma attı.
“İmzala.” Sesi hükmedercesine, bakışları ile öldürürcesine katıydı.
“Bunu asla yapmayacağım.” Selçuk Bey önüme eğilip kalemi elime sıkıştırdı. Bileğimi tutup kâğıda doğru çekiştirdi. Kabul etmeyeceğimi bildiği için silahı başıma dayadı. Hiçbir tepki vermedim. Silahı alnıma biraz daha dayadığında canım yandı.
“İmzala Ayza, beni uğraştırma.”
“Size imzalamayacağımı söyledim.” Parmakları çenemi kavradı. Gözleri öfkeyle koyulaşmış, yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Yüzümü buruşturdum. Cebinden çıkardığı çakıyı yüzümde gezdirip “İstersen daha farklı şekilde imzalatabilirim sana,” dedi. Söylediği sözler dehşete düşmeme neden oldu. Çakıyı yüzümde gezdirmeye devam edip, “Hem de hemen,” dedi. Yüzümü elinden çekip, “Bana dokunursan gebertirim seni,” dedim. Dudağının kenarı hafiften kıvrıldı. Bu kadar iğrenç olabileceğini tahmin etmezdim. Mühlet verir gibi başucumda durdu. İmzalamasam bana dokunacaktı ve buna dayanamazdım. Titreyen elimle kalemi tutup gösterdiği kâğıdı imzaladım. Canım yana yana attım imzayı. Dudaklarımı birbirine bastırıp çıkacak hıçkırığı engelledim. Selçuk Bey, zafer kazanmışçasına yanımdan ayrıldı. Kaybetmiştim. Bütün mücadelem boşunaydı. Şu an kendimi hiç olmadığım kadar kötü hissediyordum. Yüzümü ellerimin arasına alıp ağladım. Öfkedendi ağlamam.
Şimdiden bitmişti her şey. Ne babam için çabalayabilecektim artık ne inançlarımı savunabilecektim. İstediğimiz özgürlük biraz önce esarete dönüşmüştü. Onlara bu hakkı biz vermiştik.
Duyduğum sesle hızla yerimden kalktım. Hareketlilik vardı ortada. Ortamdaki ses benim tarafıma doğru yayıldı. Alper, hızla yanıma gelip kapıyı açtı. Hızla dışarıya çıkıp koşmaya başladım. Alper, önden gidip etrafı tarıyordu. Soru sormadan eşlik ettim. Dışarıya çıktığımızda ileriden Sencer geldi. Sencer’i gördüğümde bütün korkularım yok oldu. Alper’e bakıp, “Siz ileride duran kamyonete geçin, Altan sizi bekliyor. Ben de işim bitince size yetişirim,” deyip içeriye doğru yöneldi. Kolunu tutup, “Tek başına başa çıkamazsın,” dedim. Yüzümü avuçlarının arasına alıp, “Tek değilim,” dedi. Beni rahatlatmak istiyordu ama korkuyordum. Üzerinde büyük bir rahatlama varmış gibi alnımdan öptü. “Merak etme geleceğim.” Bir şey dememe fırsat bırakmadan içeriye koştu. Kötü bir halde olmasam peşinden giderdim ama koşacak, kendimi savunacak gücüm yoktu. Arkasında kalan bakışlarımı çekip Alper’le kamyonete ilerledik. Altan hızla motoru çalıştırıp hareket etti.
“Sencer’in yanında kim var?” Altan dikiz aynasından bana bakıp, “Babam iki adam yolladı, onlar var,” diyerek sıkkınca bakışlarını indirdi. İçim rahat değildi. Yardım etmek istiyordum ama bu hâlim ona daha çok ayak bağı olurdu.
“Sen iyi misin?” Alper’in endişe dolu sözlerine karşın, “Yorgunum,” diyebildim. Yorgundum, açtım. Berbat durumdaydım ve bu kolay kolay dinlenebileceğim bir yorgunluk değildi.
“İstersen seni benim kaldığım eve götürebilirim. Güvende olursun.”
“Kendi evleri artık güvende!” Altan’ın sert sesi ortamdaki gerginliği artırdı. Alper Altan’a öyle bir baktı ki ben olmasam kavga edebilirdi. Bu yüzden daha fazla uzatmadan önüne döndü. Başımı pencereye yaslayıp gözlerimi hafiften kapattım.
Yol boyunca gözlerim kapalıydı fakat uyumuyordum. Alper’le Altan da hiç konuşmamışlardı. Aralarındaki gerginliğe bir şey demedim. Eve geldiğimizde ikisi de bana veda edip evden ayrıldılar. Kapıda bir iki adam vardı. Sanırım buranın güvenliğini daha önceden düşünmüşlerdi. Şimdi ne olacaktı bilmiyordum. Artık hiçbir şey düşünemiyordum. Bütün umudum o kâğıdı imzalayınca bitmişti. Onlar istediklerini almıştı, bundan sonra olacakları hesap edebiliyordum.
Aklım Sencer’deydi. Saatler olmuştu ve ben hiçbir haber alamamıştım kendisinden. Pencereden dışarıya baktım, ortalık sessiz ve sakindi. Karanlık çöktüğü için ortam pek görünmeye müsait değildi. Sıkkınca soluyup pencere kenarından ayrıldım. Saate baktığımda saat gece yarısını epey geçtiğini gördüm. Banyo yapacaktım ama hiç halim yoktu. Gözkapaklarım artık acıdığından yatağa kıvrılıp gözlerimi kapattım. Bu sayede bütün düşüncelerimden kurtulacaktım.
Saçlarımda hissettiğim dokunuşla gözlerimi araladım. Yatağın kenarında duran berjerde oturan Sencer’i görünce hızla doğruldum. Hiç düşünmeden boynuna sarıldım. O da kollarını bedenime sarmaladı. Yüzünü boyun girintime sokup nefesini soludu. Şu ana ömrümü sığdırabilirdim. O kadar korkmuştum ki onun varlığı bana güç olmuştu.
“Çok şükür.” Sesi haddinden fazla yorgun çıkıyordu. Kolları arasından çıkıp yüzüne baktım. Gözaltlarında mor halkalar vardı ve yüzündeki ifade canımı yaktı. Ellerimin arasına yüzünü alıp, “Çok şükür,” dedim. Dolan gözlerimi engelleyemedim. Zaten ağlamaya yer arıyordum şu an bu durum benim güçsüz yanıma bir dokunuş sağlamıştı.
Ellerini ellerimin üzerine koydu. Sağ elimi avuçlayıp dudaklarına götürdü. Minik bir buse kondurup, “Korkuttun beni ay güzeli,” dedi. Oysa ben de ondan farklı değildim. Yanaklarımdaki yaşları sildi. Daha çok sokuldum ona. Sanki uzak kalsam gidecekmiş gibiydi.
“Buna izin vermezdim.” Başımı iki yana salladım. Hiçbir şey göründüğü gibi değildi.
“Neden imzaladın Sencer o kâğıdı?” Sencer bir müddet sessiz kalıp bedenimden uzaklaştı. Zihnimi yiyip bitiren bu meseleye bir cevap almak zorundaydım. Ayağa kalkıp, “Kısa zamanda öğreneceksin,” dedi. “Ama şimdi soru sormanı istemiyorum,” diyerek odadan çıktı. Arkasından bakakaldım. Ben şimdi öğrenmek istiyordum. Korkularımı yok etmeliydi. Bir cevap vermeliydi bana. Ama o yine sessizliğine çekilerek beni korkularımda yalnız bıraktı.
Ben de ayağa kalkıp banyoya geçtim. Gece yorgunluktan ötürü duşa girememiştim. Sıcak suyu ayarlayıp ısınan suyun altına girdim. Biraz daha iyi gelmişti su, bedenimdeki gerginlik suyla akıp gitmişti.
Banyodan çıkıp hızla üzerimi giyindim. Saçlarımı havluya dolayarak salona geçtim. Sencer önündeki bilgisayardan bir şeyler yapıyordu. Beni gördüğünde gülümseyerek bilgisayarın kapağını hafiften indirdi.
“Bitki çayı yaptım, diğeri senin.”
“Biraz uyusaydın.” Çayından bir yudum alıp, “Az sonra uyurum,” dedi. Başımı sallayıp çayımdan bir yudum aldım. Bir yandan sorularımı sıralamak istiyordum, bir yandan da sormayıp olayı Sencer’e bırakmak istiyordum.
“O gün neden eve girmek yerine başka yere gittin Ayza?” Mesajımı bildiğinden nereye gittiğimi sormamıştı.
“Gökçe, çok önemli dosyaların olduğunu söyleyince gitmek zorundaydım. Dosyalar gerçekten çok önemliydi ama ele geçirdiler.” Aklına bir şeyler gelmiş gibi düşünmeye başladı. Gerildi.
“Selçuk Bey’in itirafı.” Yüzü aydınlandı birden. Sanırım onun sınırlarını açmıştım. Aslında bu iyidi ama o imzadan sonra artık büyük bir umutsuzluktu da. “Ama artık bir önemi kalmadı.”
“Şimdi bunları düşünmeyelim.” Başımdaki havluyu çıkarıp saçlarımın dağılmasını sağladı. Böyle gelgitli olmayı nasıl başarıyordu? Havluyu bir köşeye bırakıp sırtımı göğsüne yasladı. Dudakları saçlarıma değdiğinde ürperdim. Bana bunu yapmamalıydı. Umut bağlayıp birden beni bir bilinmezliğe sürüklememeliydi.
“Beni hiç anlamayacaksın değil mi?” Sorgulayıcı sesime hiç beklemeden cevap verdi. Oysa o gün cevap vermesini istiyordum ama o konuşmak yerine beni ikilemde bırakacak hareketler yapıyordu. Net olsun istiyordum. Gözlerine baktığımda o soğuk bakışlar beni umutsuzluğa düşürsün istemiyordum.
“Sadece seni çözemiyorum.” Derin bir nefes alıp verdi. Kollarımdan tutup kendine çevirdi. Elmacık kemiğimi sevdi usulca. Ben artık boş bir umuda bağlanmak yerine ona çekilmek istiyordum. Bu dünyada yaralarımı sarabileceğim tek yer onun yanıydı.
“Ayza.” Elimi kalbinin üzerine koydu. “Burası senin meskenin.” Bu sefer de kendi elini kalbimin üzerine koydu. “Burası da benim…” Çözülemeyecek bir sır yok der gibi baktı. Heyecan ruhumun en ücra köşesinden çıkıp bir kıpırtıya dönüştü. Nefes alış verişim hızlandı. “Bakma öyle çözülemeyecekmişim gibi durduğuma. Senin yanında farklı biriyim işte. Sanki seni her an incitecek diye düşünüyorum hislerimin. Sadece nasıl davranmam gerektiğini bilmiyorum. Ben ilk defa böyle hissederken de her şey birbirine karışıyor.” Gülümsedik ikimizde. O benim bütün korkularımı alırken ben ona sadece susarak baktım. Kalbim delicesine atarken de konuşmak çok zordu. Ama o beni anlıyordu. Girdiğim kolların yuva olduğunu daha çok anladım.
Sencer epey dinlendikten sonra Turgut Bey’in evine geçti. Kapı çaldığında tereddüt ederek kapıya yöneldim. Karşımda Serra’yı görünce şaşkınlıkla, “Hoş geldin,” diyebildim. “Hoş buldum.” Aniden sarıldığında kollarım beline gitti. “Nasıl korkuttun bizi Ayza.” Sesindeki endişeye, “Geçti çok şükür,” dedim. Kolumu sıvazlayıp içeriye geçti. Ben de peşinden gittim. Karşılıklı berjerlere oturduk.
“Kahve?” Sunduğum teklifi memnun olmuşçasına kabul etti. Mutfağa geçip kahve yaptım. Salona geri döndüğümde pencereden dışarı baktığını fark ettim.
“Dışarıdaki kim Ayza?” Endişeyle pencereden dışarıya baktım. Alper’i gördüğümde rahatlamıştım ama yine neden geldiğine dair aklımda endişeler vardı. Beni gördüğünde gelmesi için başımla işaret ettim. Hızla adımlarını kapıya yönlendirdi. Ben de kapıya yöneldim. Kapıyı açınca Alper elinde bir dosya ile belirdi.
“Konuşmamız gereken konular var. Girebilir miyim?”
“Tabii,” dedim kenara çekilerek. Alper ayakkabılarını çıkarıp içeriye girdi. Beraber salona girdik, Serra önce bana sonra Alper’e baktı.
“Selçuk Bey’in oğlu.” Kaşlarını havalandırıp neden geldi der gibi baktı. Serra’ya açıklama yapmadan Alper’e koltuğu gösterdim. Alper koltuğa oturduğunda içmediğim kahveyi Alper’e ikram ettim.
“Neden olanlardan bana bahsetmedin Ayza?” Sesi bana dair endişelerini yansıtıyordu. “Ben babamın bu kadar kirli iş yaptığını bilmiyordum. Özellikle senin babanı öldürdüğünü…”
“Artık geçti. Senin bilmediğini elbet biliyorum. Sen baban kadar canide olamazsın.” Alper sıkıntıyla parmaklarını ensesinde gezdirdi.
“Ne olursa olsun bu affedilir durum değil. Seni orada görünce nasıl endişelendim. Babama öfkem biraz daha arttı.”
“Babanın en kısa zamanda adalete teslim edilmesi gerekiyor.”
“Bunun için elimden geleni yapacağım. Babamı asla savunamam.”
“Teşekkür ederim.” Minnetle söylediğim sözler Alper’i biraz daha sakinleştirdi. Oturduğu yerden kalkarak, “Ben gideyim artık,” dedi. Onu yolcu ettiğimde Serra’ya dönüp, “Alper’e güvenebiliriz,” dedim. Bakışlarını tekrar dışarıya çevirip bir süre Alper’e baktı.
“İnşallah. Hem ben senin nasıl olduğunu görmeye geldim. İyisin değil mi biraz daha? Sencer abi senin kaçırıldığını söyleyince çok korktuk.” Elini dostane tavırla sıkıp, “İyiyim artık,” dedim. Aklım hala orada kalanlardaydı ama bunu Sencer sayesinde biraz olsun düşünmüyordum. O öyle demişse bir bildiğinin olduğunu biliyordum. Elini elimin üzerine koyup göz kırparak, “Sencer abiyi görmen lazımdı,” dedi. “Adam delirdi.”
“Çok mu korktu?” Sorduğum soruya gülümseyip, “Çok fazla,” dedi. Yüzümü düşürdüm. Kim bilir neler yaşamıştı. Serra kolumu sıvazlayıp, “Üzülmen için demedim,” dedi. Ondan yana şüphem zaten yoktu. Aklıma gelenlerle sinirlerim bozulsa da bunu belli etmemeye çalıştım. Sadece bu olanların hepimizi ne kadar yıprattığını görüyordum. Serra kahvesini içip kalktı. Gitmesi gerektiğini söyleyince yolcu edip direkt çalışma odasına geçtim. Önceden toplamış olduğum bilgileri derledim. Kitaplığa gidip bir A4 kâğıdı alıp tarihleri ve olayları ayrı bir kapsamda topladım. İsimleri de ayrı bir kâğıda yazarak işimi kolaylaştırdım.
Gözüme ilişen isim Hamit Güneysu oldu. Sencer bu ismin önemli olduğunu söylemişti. Kitaplığı biraz daha karıştırdım ama o isimde bir dosyanın olmaması nasıl bir bilgiye sahip olacağımı engelliyordu. Bilgisayarı açarak disk bölmesini açtım. İsimlerin olduğu bir dosya vardı. Dosyayı açtığımda üç isim vardı ve bu üç ismin uzun uzun bilgileri vardı.
İlk isim Hamit Güneysu idi. Birkaç satır aşağı indiğimde kapı aniden açıldı. Sencer’le göz göze geldik. Anlamsızca ne yaptığıma bakıyordu. Yanıma gelip bilgisayarı kapattı.
“Bundan sonra sen bu işlere karışmıyorsun Ayza.” Sert sesine şaşırdım. Önümdeki dosyaları kapatıp kitaplığa koydu. Elimi tutup oturduğum yerden kaldırdı. Yanıma yaklaşıp önüme düşen saçları kulağımın arkasına sıkıştırdı.
“Gerekirse ben hallederim. Seni uzak tutmak istiyorum bu olaylardan.” Serra’nın dediklerini şimdi daha iyi anlıyordum. Gülümseyerek ellerimi yüzüne getirdim. Parmaklarımla elmacık kemiğini okşadım.
“Yapamam, amacımdan uzaklaşırsam yenilgiyi kabul etmiş olurum.”
“Asla! Bunu düşündürecek bir sorun teşkil etmemeli, sen zaten zaferin içindesin.” Gözleri gözlerimden hiç ayrılmadı. Kurumuş dudağımı ıslatıp cesaretle, “Sarılabilir miyim sana?” dedim. Hiç düşünmeden kollarını açtı. Kolları arasına girip başımı göğsüne dayadım. Dudaklarını saçlarıma değdirdi. O şu an daha yeni kendine geliyorken inatlaşmanın bir manası yoktu. Yine de yapamazdım. Ben bu davanın yıllarca içindeydim.
“Seni ikna etmem imkânsız duruyor, öyle değil mi?” Başımı sallayıp, “Öyle,” dedim. Sesindeki tınıya sığındım. Kolları bedenimi sarmalarken beni en çok rahatlatan sesi oluyordu. O konuşsun kalbim ferahlasın istiyordum.
“Yarın akşam Turgut Bey’leri yemeğe çağırmak istiyorum, tabii sen de istersen.” Kollarından ayrıldım.
“Olur.” Yanağıma sıkı bir öpücük bırakıp masanın başına geçti. Benim görmek istemediklerimle savaşacaktı. Ne olursa olsun bu konuda ben de geri adım atmayacaktım, bu yüzden köşedeki sandalyeyi çekip yanına oturdum.
Akşam için yemek işini bitirdim. Sencer, elindeki poşeti tezgâha bırakıp tencerelere baktı. Yüzünü yaklaştırıp yemeğin birini koklayarak, “Lezzetli gözüküyorlar,” dedi. Acıktığını belli eden yüz ifadesine gülmeden edemedim. Bu hâline gülüp, “İstersen bir tabak koyayım,” dedim. Ekmeğin ucundan bölüp, “Akşam yerim,” dedi. Getirdiklerini yerleştirip saate baktım. Gelmelerine çok zaman kalmamıştı. Masayı kurarak üzerimi giyindim. Yıllardır büyük bir masa kurmamıştım, mutlu kalabalık masaları özlemiştim.
“Turgut Bey bir sonuca ulaşabilmiş mi?” Sorduğum soru Sencer’in cevap vermesini zorlaştırdı. Biraz sessizlikten sonra, “Adamlar kendini fazlasıyla gizlemiş, kanıt bulmak zor gibi. Nereye gitsen adamları var,” deyip soludu. Haklıydı! Birden aklıma Özmen amca geldi. Aslında bu konu aksamıştı ve Özmen amca en müsait zamanı bekliyor olmalıydı. Ortalığın karışmaması için önce ben gidip olayı biraz daha didiklemem gerekiyordu. Sencer’in yanına oturdum.
“Ben bir adamla görüşmüştüm evlenmeden önce. Sencer, o adamla tekrar görüşsek bir sonuca ulaşabilir miyiz?” Sencer ne dediğimi sorgular gibi baktığında, “Özmen amca,” diye başladım söze. Devam etmem gerektiğini bilerek baştan anlatmaya başladım.
“Bende bir şifre var. Özmen amca beni bir adrese gönderdi ve o adres kilise. Orada bir adam verdi onu ve Özmen amca seni bir gün aradığımda bu şifreyi kullanacaksın. O zaman birçok olay ortaya çıkacak dedi.”
“Şifreyi görebilir miyim?” Başımı sallayıp odadan şifreyi alıp geldim. Sencer şifreye bakıp kirli sakalında gezdirdi parmaklarını. Uzun süre şifreye baktı. Sanırım bir şeyler çağrıştırmıştı onda. Kaşları düşünceleriyle beraber çatılıyor, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu.
“Bu babamın ölüm yıl dönümü.” Şaşkınlıkla şifreyi inceledim. Bir tarih olduğunu şimdi fark ettim. Kâğıdı geri uzattı. “Ne için arayacak seni Özmen Bey?”
“Birinin parmak izi gerekiyormuş, o kişiyi ayarlaması lazımmış.” Sencer, hızla ayağa kalkıp odaya geçti. Ben de peşinden gittim. Çekmeceden bir tablet çıkarıp kısa süre inceledi. Akabinde yerine koydu.
“Hamit Güneysu…” Bütün mesele dediği kişideydi. Şaşkınlıkla bildiklerini dinlerken anlam veremediğim bazı olaylara tanık oluyordum. Sencer, elini saçlarının arasından geçirip odanın içinde dolandı. “Babamın öldüğü gün patlama olacak Ayza.”
Şifre 20052020, açılımı ise 20 Mayıs 2020… Tarihin aslı buydu. Bunu şimdi çözüyor oluşumuz büyük bir kayba daha yol açabilirdi. Bir ay gibi bir süre vardı ve o bir ayda küçük planların devreye girmiş olması gerekiyordu.
“Nereden bildin Sencer?” Bir anda duraksayıp bana döndü. “Tarih yeterli bilmem için. Parmak izi veyahut diğer meselelerin en büyük sorumlusu Hamit Güneysu.”
Demek ki yakalayacağız dediği kişi oydu ve bunu bilmemem büyük eksiklik olmuştu benim için. Patlamadan önce Hamit Güneysu’yu yakalamamız lazımdı.
Şimdiden büyük bir sıkıntı çöreklenmişti göğüs kafesimde. Sencer’e yaklaşıp elini tuttum. Belki kabul etmeyecekti ama yine de söylemem gerekiyordu. Bunu yapan kişinin ben olması gerekiyordu.
“Hamit Güneysu’yu ben ikna ederim.” Sencer’in kaşları dediklerimle çatıldı. Elini elimden çekip, “Bunu kabul etmeyeceğim biliyorsun,” dedi. Başımı iki yana sallayıp, “Başka çare yok,” dedim. Cevap verecekken kapı çaldı. Sencer kapıya yönelirken ben de ortalıktaki dosyaları rafa kaldırıp yanlarına gittim. Turgut Bey ve Altan’a başım ile selam verdim. Onlar diğer odaya geçerken biz kadınlarda salona geçtik. Begüm Hanım ile Serra’ya sarılıp koltuklara yerleştik. Begüm Hanım ortalıkta bakışlarını gezindirip bana baktı.
“Nasılsın canım?” Sesindeki sıcak tınıya gülümseyip, “Sağ olun, iyiyim. Siz?” dedim. O da aynı tebessümle karşılık verdi. Begüm Hanım, çantasından bir kutu çıkarıp bana uzattı. Kutuyu alıp, “Nedir bu?” dedim.
“Ufak bir hediye, ne nikâhta verebildik ne de eve gelip verebildik.”
Mahcubiyetle kutuya bakıp, “Gelmeniz yeterdi, gerek yoktu ki,” diyebildim. Bu duruma alışkın olmadığım kadar çekingendim de. Kutuyu açtığımda altından tasarlanmış el emeği bir bileklik vardı. Hediye düşündüğümden de büyüktü.
“Mahcup oldum ama, çok teşekkür ederim.” Elini elimin üzerine koyup, “Mahcup olacak bir durum yok,” dedi. Bilekliği alıp koluma taktı. Safir taşlarla kaplanmış, az bir kısmı altına yer vermiş zarif bir bileklikti. Parmağımla taşını inceledim.
Masaya geçmemizi söylediğimde ayaklandılar. Erkeklerde gelince hep beraber masaya geçtik. Hâlâ iş konuşmakla meşgulken çok geçmeden konuyu geride bıraktılar. Sencer kolumdaki bilekliğe baktığında, “Begüm Hanım’ın hediyesi,” dedim. Sencer de aynı şekilde karşılık verdi.
Sencer’le Özmen amcanın evine geldik. Özmen amca bizi salona aldı. Şifreden kendisine bahsettik. O da Hamit Güneysu’nun yakalanması için işe koyulmuştu. Yakın bir zaman diliminde bunun netlik kazanacağını söyledi. Özmen amcayı Turgut Bey’in yanına götürmemizi söylediğimizde şu anlık bunu kabul etmedi. Birbirlerini tanıyorlardı ama bu işte beraber çalıştıklarını görmemiştik. Özmen amcaya veda edip Sencer’in dükkânına gitmek için rotamızı o tarafa çevirdik. Taşlı yolları geçtiğimiz esnada tekerleğin patlaması ile Sencer önce dengesini kaybetmiş akabinde hızla toparlamıştı.
Kamyonetten indiğimiz esnada birkaç kurşun yanımızdan sekti geçti. Sencer hızla benim tarafa gelerek silahını eline aldı. Beni korumak için diğer tarafına aldığında olay biraz daha büyümeye başladı. Sencer bana dönüp, “Hemen şu bayırdan ineceğiz,” dedi. Dediğini ikiletmeden emekleyerek bayırın alt kısmına ulaştık. Sencer, elimi tuttuğunda kalkıp koşmaya başladık. Bir süre sonra adamlar da peşimizden koşmaya başladı. Çamurdan dolayı koşmamız zor oluyordu. Ayağım takıldığında ayakkabım çamura saplanıp kaldı. Sencer de fark ettiğinde hızla eğilip ayakkabımı çamurdan kurtardı. Adamların yaklaştığını fark ettik. Hızımızı daha da arttırdık. Sencer, beni hemen ağacın arkasına itekleyip kendisi de önüme geçti. Ateş eden adama karşılık verdi. Bu durum beni korkutsa da direncimi yitirmeyip bacağımdan çakımı aldım. Tedbiri elden bırakmayacak kadar bir kısıtlamadaydık.
Sencer ateş eden adamı vurdu, diğer adam buna sinirlenip ateş ettiğinde kurşun Sencer’in omzuna geldi. Arkadan bir ses duyduğumda elinde çakı ile Sencer’e yaklaşan kişiyle öne atılıp çakıyı adamın koluna sapladım. Sencer aniden arkasına döndüğünde bir kurşunda diğer omzuna geldi. Acı ile adamın kolunu tutup elimdeki çakıyı alarak adamın karnına sapladı. Adam yere düşerken Sencer de ağacın dibine düştü. Sesin şiddetlenmesi ile karşıdan askerler gelmeye başladı. Adamlar askerleri görünce hızla koşmaya başladılar. Yere çöküp Sencer’in yarasına baktım.
“Sencer!” Sesim titredi. Çantamdan başörtü çıkarıp yarasına bastırdım. Acı ile inledi. Yüzü öyle bir kızarmıştı ki canının yandığını fazlasıyla anlayabiliyordum.
Korktuğumu anlayınca elini yüzüme getirdi. “Korkma.” Sesi oldukça kısık çıktı. Şu an beni değil kendisini düşünmeliydi. Dayanamayıp gözyaşı akıttım. Sencer yüzünü buruşturduğunda, “Hadi bana yüklen de seni götüreyim,” dedim. Başını ağaca dayayıp, “Yardım çağırman daha mantıklı, taşıyamazsın beni,” diyerek hafiften gözlerini kapattı. Ağlamamak için kendimi zor tutsam da gözyaşlarım bu düşünceme saygı duymuyordu. Etrafa baktığımda iki askerin bu tarafa geldiğini gördüm. Askerler Selçuk Bey’in adamı değildi çok şükür. Bizi gördüklerinde hızla yanımıza geldiler.
“Yardım edin.” Sesim fazlasıyla meyustu. Askerler Sencer’in koluna girdiğinde ilerlemeye başladılar. İleride duran arabalarına bindirdiklerinde ben de binip Sencer’in başını dizime koydum. Elim yaradaki başörtüdeydi. Diğer yaraya bez parçası bulamadığımdan kanamasını önleyemiyordum. Askerlerden biri hırkasını uzattı. Hiç beklemeden hırkayı alıp diğer yarasına bastırdım.
“İyi olacaksın.” Elini tuttum. Şu an canının yandığı kadar yanıyordu canım. Ölüme gider gibiydi kalbim. Onu böyle gördükçe yüreğim sızlıyordu. Elimi sıkıca tutup, “Ağlamamanı söylemiştim,” diyerek kaşlarını çattı. Gayriihtiyari bir hareketle tek elini kaldırıp gözyaşımı sildi. Elini tutup dudaklarıma götürdüm. Hep düşündüğü gibi yine beni düşünüyordu. Üzülmeyeyim istiyordu ama bu imkânsızdı. Bedenini inciten her acıda ben üzülürdüm. Kıyamazdım ki ona.
“Tamam, ağlamıyorum. Söz ver bana, iyi olacaksın.” Hafiften gülümseyip, “Söz verecek bir imkânım yok,” dedi. Gözleri hafiften kapandığında eli hâlâ elimi sıkıyordu. Acısını dindirmek için ona destek olmak istesem de olamıyordum. Tek dokunuşuna ömrümü adayacağım adam şu an tek dokunuşunda canıma kastediyordu haberi yoktu.
“Eve götürün.” Sencer’in kesik çıkan sesi askerin bize bakmasına neden oldu. Asker, Sencer’i inceleyip, “Hastaneye gitmen lazım,” dedi. Sencer ne kadar zorlansa da cevap vermeme gibi bir harekette bulunmayıp, “Eve götürün dedim size,” dedi. “Ayza sen Altan’ı ara, o hekim bulur.” Askerler dediğim adrese çevirdi rotalarını. Ben de Altan’ı aradım. Önce tedirgin olsa da hekim bulacağını söyleyip kapattı telefonu.
Sencer’i eve taşıdık. Askerler Sencer’i yatırıp çıktılar. Çok geçmeden Altan geldi. Yanında kırklı yaşlarda bir hekim vardı. Hemen köşedeki koltuğa oturup hekimin yaptığı hareketleri izledim. Elindeki malzemeleri Sencer’e her değdirdiğinde benim canım yandı. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Sanki bir dağ sırtlanmıştı sırtıma. Yüklenemeyeceğim o kadar acı vardı ki, dayanma gücünü Sencer de buluyordum. Bana iyi geliyordu ve şimdi bu iyi gelen kişi karşımda kıpırdamadan yatıyordu. Çok acı çekiyor muydu? Uyuduğu için hissedemiyordu belki ama onun öncesinde ya da sonrasında çekeceği acılar yüreğimi sızlatıyordu. Kalbim buna dayanmazdı, kıyamadığım canı acı çeksin istemezdi.
Bakışlarım yüzünde takılı kaldı, öyle saf öyle berraktı ki, onu sevmemem için bir neden yoktu. “Üzülme, iyi olacak o.” Altan’ın teskin edici cümlelerine “İnşallah,” diyebildim. Biliyordum, iyi olacaktı. O kolay kolay pes etmezdi. Kurşun tek omzunu sıyırmıştı ama diğer omzundaki kurşun duruyordu. Hekim kurşunu kolaylıkla aldı. Bu beni rahatlatsa da korkularım bir türlü geçmeyecekti. Hekim işini bitirdiğinde elini yıkayıp çantasını toparladı.
“Biraz kan kaybetmiş ama şimdilik durumu iyi. Bir saate açar gözlerini.” Rahatlamış vaziyette gözlerimi kapatıp nefesimi soludum. Altan, hekimi yolcu ederken ben de Sencer’in yattığı yatağın yanındaki koltuğa oturdum. Güzel yüzünü izledim.
Dokunsam parmaklarım yanacaktı sanki. Eline dokunacakken elim havada kaldı. Neden cesaret edemiyordum? Neden dokunmaktan bu kadar korkuyordum?
Elimi çekecekken birden Sencer elimi tuttu. Yorgun gözleri yavaş yavaş açılırken eli elime kenetledi. Elimi daha sıkı kavradığında tuttuğum gözyaşım artık kendini orada tutamayarak akmaya başladı.
“Ağlama.” Sesindeki tınıyı kalbime gömesim geldi. Güzel gözleri kapanıp açıldı. Elini yüzüme getirip, “İyisin değil mi?” dedi. Başımı aşağı yukarı sallayıp, “Sen beni düşünme. Asıl sen nasılsın?” dedim. Başparmağı gözlerime ulaştığında kurumaya yüz tutmuş gözyaşımı sildi.
“Gözyaşların canımı daha çok acıtıyor.” Gülümseyip, “Ağlamıyorum, tamam,” dedim. Gülümsedi. O gülümseyince kalbimde acı, sızı kalmadı. Ben de gülümseyip, “Şimdi iyisin değil mi?” dedim. Olumlu şekilde başını sallayıp, “Seni görünce kötü olmam mümkün mü!” dedi.
“Yalancı. Beni artık kandırma. Acılarını anlatmıyorsun hiç. Hala beni düşünüyorsun, yapma.”
“Çünkü benim senden başka düşüneceğim kimse yok.” Buruk bir tebessüm belirdi dudaklarımda. Ben sevdiklerimle çok sınanmıştım ama Sencer bunun ötesinde bir hissi yüklemişti kalbime. Sanki ona değen acı beni bütünüyle yakıyordu ama o yine de bunu bana yüklemek istemiyordu. Alnımı dayadım göğsüne. Ona bakarsam bazı hislerle mücadele edemezdim.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
754 Okunma |
182 Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |