26. Bölüm

VIII - ÖLÜM

Rumeysa Doğan
rumeysadoganm

Keyifli okumalar.

İnstagram: rumeysadoganm / rumeysa.dogan.kitaplari

...

Gün geçtikçe araya sıkıştırdığım zamanlara bir yenisini ekleyerek yükümü daha çok zorlaştırıyordum. Benim terk edilmiş bir diyarım varken yeniden o diyara baş koymak istemiyordum. Benim yurdum intikamımdı. Şimdi o intikamın ateşinde sadece kendimi yakabilirdim.

Sencer güler yüzle içeriye girdiğinde Koray Bey, “Ooo Aybars, ne güzel sürpriz böyle,” diyerek uzatılan elle tokalaştılar. Koray Bey’le Sencer’in tanışıyor oluşuna şaşırmıştım. Daha önce aralarınca hiç muhabbet geçmediğini biliyordum.

“Duyduğuma göre dergâhında boş bir yer varmış. Oraya girmek istiyorum.” Sencer, bana bakıp arsızca gülümsedi. Öfkeyle ona bakmaya devam ettim. Benimle oynuyordu, beni bu endişesi altında hapis tutuyordu.

“Oraya ben yerleştim, üzgünüm.”

“Bir kişilik yer daha var, hem sen tek kalacaktın Ayza. Sencer’le çift grubu paylaşacaksın.” Bunu ikisinin de bilerek yaptığına emindim.

Bu hiç iyi olmamıştı. Önümdeki dosyayı imzalayıp odadan çıktım. Peşimden Sencer de gelince adımlarımı hızlandırıp dergâha doğru yürüdüm. Sencer, benimle yürüyüp sessizliğiyle beni sınıyordu. Ona doğru dönüp, “Beni sinir mi etmek istiyorsun sen?” dedim. Sesim hayli yüksek çıktı fakat bu öfkem onun hoşuna gidiyordu.

“Kim bilir.” Rahatlığına karşın göz devirip dergâhtan içeriye girdim. Eğitim için gelmeyeceğim bir yerdi burası, kadınların bölümü olsa da içerisinin mahremiyeti pek hoşuma gitmiyordu. Koray Bey’in bilerek bu oyuna dâhil olması sinirlerimi bozdu. Şu an evliliğimiz Sencer’le bir gruplaşmaya itti beni. Eğitimimi bizzat Sencer verecekti, o gelmeseydi bir kadın tarafından kısa süreli eğitime tabi tutulacaktım. Bu eğitim sırf o gruba girmek için şarttı. Çünkü çoğunun usta dövüşçü olduğunu biliyordum sırf bu grup için eğitimi alıyorlardı.

“Akşam görüşürüz ay güzeli.” Bana bakmayı sürdürüp göz kırptı. Bir yandan gülüşünü çoğalttı. Bu kadar kolay yumuşamamalıydım ona karşı.

“Maalesef.” Başını iki yana sallayıp gülmeye devam etti. Arkama dönüp kadınların olduğu yere geçtim. Beni gördüklerinde anlamsızca birbirlerine baktılar. Hepsi de ellerinde silahlarının bakımını yapıyor, birkaçı diğerlerine yardım ediyordu. Oda oldukça büyüktü. Köşede farklı savaş aletleri bir diğer köşede ise sınıfı andıran bir mimarisi vardı. Buranın eğitim yeri çok farklıydı. En önemlisi de eğitimin içeriğindeki o görünmeyen kısmında başka yön vardı.

“Selamun aleyküm,” diyerek köşeden malzeme aldım. Yanımda malzemelerim vardı ama eksikti. Köşeye oturup malzemeleri inceledim. Korkuyordum bu sefer, korkmadığımı kendime kabullendirmek istesem de korkuyordum. Yine başarısız olma düşüncesi beni yoruyordu. Bu sefer kaybetme korkusu yaşayarak elime yüzüme bulaştırmayacaktım hiçbir şeyi. Mantıklı düşünerek, mantıklı bir taktik uygulayarak ağa düşürecektim hepsini. Korkmamalıydım, korku yenilgiydi aslında. Bu yönden korkmayacaktım. Cesaretim benim zaferimdi. Zafere giden yolda ise inançlarıma tutunacaktım. İnancın olduğu yerde zafer elbet vardı.

Elimdeki silaha bakakaldım. Dokunduğum yer elimi yakıp yüreğimi feveran etti. Büyük bir boşluğun içerisindeydim, ölüm bu boşlukta zuhur ederken yaşanan girdapta düştükçe düştüm.

“Merhaba.” Daldığım düşünceleri başımda duran genç bir kız oldu. Güler yüzü ile benden cevap bekliyordu. Yaşı tahmini ben yaşlardaydı. Üzerindeki çarşaf zarif bedenini güzelce örtmüştü.

“Merhaba,” dedim gülüşüne karşılık vererek.

“Oturabilir miyim?”

“Tabii.” Yanıma oturup, “Seni daha önce görmemiştim,” deyince, “Bugün geldim buraya,” diyebildim. Konuya detaylı girmek istemiyordum. Detaya girecek olaylardan herkesin haberi olduğunu bilsem de anlatmak istememiştim.

“Bu arada ben Kübra.”

“Ayza.” Kübra elimdeki kılıca bakıp, “Tutuşun acemilikten uzak,” deyince başımı hafiften sallayıp, “Öyle diyebiliriz,” deyip kılıcı köşeye koydum. Kübra, hareketlerimi izleyip, “O zaman alt kurdan başlamazsın,” deyip bana olacakları söyledi.

“Sistem öyle mi ilerliyor?”

“Evet, biz bu gruba çaylaklar deriz.” İkimizde gülüşüp, “Ezilen taraf olmamak şimdiden beni mutlu etti,” deyip gülmeyi sürdürdüm. Kübra, kendisine çağırılmasından dolayı müsaade isteyerek yanımdan kalktı. Arkasında kalan bakışlarımı çekip oturduğum yerden kalktım. Açık olan kapıdan çıkarak bahçeye geçtim. Karşımdaki binalardan arınmış olan ağaçların gösterdiği ahenkle bir banka oturup gözlerimi usulca kapattım.

Aklımdaki onlarca düşünce bir anda beni zorluyordu. Sencer’le bu olanlar arasında sıkışıp kalmıştım. Sanki her şey yeniden başlıyordu ve biz hiçbir yol kat edemiyorduk. Benim o ilaca ulaşmam imkânsız gibi bir şey olmuştu artık. Ölecek miydim bilmiyorum ama öleceksem de iyi bir şey uğruna ölmek istiyordum.

Yüzüme dokunan parmakla irkildim. Sencer ne zaman yanağımda yer edindiğini bilmediğim gözyaşımı silip orayı öptü.

“Benim yüzümdense bu gözyaşılar senden önce ben kendimi affetmem.” Ona doğru dönüp, “Senin yüzünden desem ne yapabilirsin ki?” dedim. Sesim oldukça isteksizdi. Parmağından yüzümü çektim.

“Gözyaşında boğulacak hesapları öne çekerim.” Sözlerindeki ağırlık gözbebeklerinden taşan öfkeyi süslüyordu. Eski bakışlarından uzak, tehlike kokan hareketleri ona olan değişimde kendimi kaybediyordum.

“Başaramadıklarımız hesaplarımızı örtecek mi Sencer?” Sencer, önce duraksadı sonra elimi tutup avuçlarının arasında sakladı.

“Başarmak için yapacaklarım, yapmadıklarımın terazisinde ağır gelecektir. Bunu her türlü yaparım. Bu sefer engel olacak bir durumda yok.” Ellerimi dudaklarına götürüp uzunca öptü. Saniyelerden uzak, dakikalar sürdü. Dudakları tenimden kalbime sürur eden bir kıvılcımdı. Ondan çekemedim elimi, şu yaşadıklarımız hislerimizin kilit noktasıydı adeta.

“Bu hesap için kaçışın benken şimdi neden yanımdasın o zaman?” Sencer dudaklarını elimden çektiğinde elim bu sefer kalbinin üzerinde yerini aldı.

“Çünkü kalbim daha büyük savaştaydı.”

“Kaybedilmiş bir savaş.” Bu dediklerimden hoşlanmadı. “Kaybetmek olsaydı, bu savaştan sağ çıkamazdım.” Dedikleri dudaklarında intihar etti. O sustu ben konuşsun istedim. Sencer oturduğu yerden kalkıp tepeden bana bakarak, “Senin için yaşamak, mücadele etmek için buradayım,” deyip arkasını dönerek yanımdan uzaklaştı. Ne yapmak istediğini anlamadım, üzerinde durmayarak ben de ayaklandım.

Saat sekize geliyordu. Kılıcımı ve okumu alıp gösterilen alana yürümeye başladım. Sencer’den hiç ses çıkmamıştı bu saate kadar. Alanda sadece ben vardım, diğerleri eğitimini vermiş olmalıydı.

Çok geçmeden Sencer geldi. Ter içindeydi ve yüzünde yaralar vardı. Korkuyla, “Ne oldu sana?” dedim. Ardından Koray Bey ve Altan geldi. Neler oluyordu böyle? Hepsi de yara bere içerisindeydi. En çok da Altan yemişti dayağı.

“Kocanı zor durdurduk Ayza, şuna bir şey de de gitsin dinlensin.” Altan’ın ne demek istediğini anlayamadan, “Neler oluyor?” dedim. Ortamdaki kızışma Sencer’den kaynaklı olmalıydı ki ikisi de Sencer’e ters ters bakıyordu.

“Kendini dövdürttü beyefendi. Sözde aramızda spor yapıyorduk.” Sencer’e ters bakış atıp, “Gelseydin ben seni döverdim,” dediğimde aralarında gülüştüler. Onların gülüşüyle kaşlarım çatıldı. Üçünde gezindi bakışlarım. En çok Altan bu laf sokmalarımdan zevk alıyormuş gibi güldü.

“Adamın canı sert bir dayak istiyormuş.” Altan konuşunca Sencer Altan’ın yaralı yüzüne baskı uygulayıp, “Amma da abarttın, bir işi beceremiyorum demiyorsun da gelip bahane üretiyorsun,” deyince Altan inleyerek Sencer’in elini hızla itekledi. Daha çok Sencer’den dayak yemiş gibiydi. Sencer ise bu durumdan ötürü hiç mustarip değildi. Benim ona yaklaşımımdı bu yaptıkları. Hıncını başka kişilerden çıkarmayı pek seviyordu.

“Bir kerede kabahati üstlen be kardeşim. Dayak istedin ama dayağı bize attın. Elinin ağırlığı ise ayrı konu zaten.” Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Hem konuşuyor hem de hafiften inliyordu. Sencer’in dengesiz tavrına maruz kalmıştı anlaşılan.

“Hadi oradan, narin bedenine zeval gelmesin. Yürü git.” Altan, Sencer’i kâleye almazcasına geri cevap vermedi. Sencer zaten ayrı bir konuydu.

Koray Bey’le Altan yanımızdan uzaklaşınca kılıcımın arkasıyla koluna vurup, “Amacın ne?” dedim. Beni dinlemeyerek yayın kirişine soktuğu oku hedefle buluşturdu. Yüzündeki ciddiyet soru sormamı zorlaştırıyordu. Bu susuşları beni deli ediyordu farkında değildi. Yaptığı tek şey kendine zarar vermekti.

Yayı elinden alıp aynı şekilde okumu fırlattım. Sencer arkama geçip, “Öyle yaparsan o ok geri teper,” deyip arkama geçti. Sırtım göğsüne yaslanırken arkadan yayımı tuttu. Bakışlarım yüzüne doğru çevrildiğinde o da aynı şekilde bana bakıyordu. Yeşilin en saf halinin harelerine gizlenişi ona olan bakışlarımı çekmemde zorlaştırıyordu. Gözleri bir saniye kırpışmazken bense etkisinde kalmışçasına bakmaktan uzak durmuyordum. Belki ona uzakken bu kadar etkilenmiyordum ama yanıma yaklaşması bu sınırımı ihlal ediyordu.

Yay elimden kayınca birden elimi çizdi. Küçük bir inleme peyda oldu dudaklarımdan. Sencer hızla elimi eline aldı.

“Bana böyle bakarsan bu sefer ben seni döverim.” Sencer elimi öpüp, “Başım gözüm üstüne,” dedi. Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı yan tarafa çevirip gülümsememi yaydım. Her sözüyle kastı vardı bana karşı, kalbim ise o sözlere dünden razı gibiydi. Dirseğimle karnına vurdum. “Hoşuna gidiyor değil mi?” Güldü, gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Bu durumda ne kadar başarılı olabilirdim ki? İmkânsızdı, imkânsızlığı onun sayesinden öğreniyordum. Yayı tekrar ayarlayıp oku bu sefer hedefe yollayabildim. Sencer, sadece beni izliyordu ben ise bakışlarımı ondan kaçırıyordum. Gözleri gözlerime değse ben yine ona giderdim.

“Okun sekme imkânı ancak senin elindeyken olur.” Sencer tek kaşını havaya kaldırıp, “Kalbim hedef tahtası olalı çok oldu, bu pek işlemez,” deyip kendi okunu fırlattı. Lam cambazıydı.

Oku bir köşeye koyup kılıcını çıkardı ortaya. Benimle oynamasına karşın kılıcı çıkarıp, “Çoktan öğretmenliğe kapıldın,” diyerek kılıcına bir darbe indirdim. Dudağı kıvrıldı. Bana karşılık verip, “Bu kıyağım sadece senin için geçerli,” deyince elindeki kılıcı ters bir hamle ile elinden düşürdüm. Yanına gidip yüzümü yüzüne yaklaştırdım. Ona onun gibi karşılık veriyordum. Biraz da o kıvransın, hamleleri yarım kalsın istiyordum. Başarılı da oluyordum. Onu kasten şah damarından vurmak bu sefer benim hoşuma gitti.

“Ama ben senin acemi öğrencin değilim. Bence senin benden öğrenmen gereken yerler var.” Kolumdan tutup beni ters çevirip tekrar sırtımı göğsüyle birleştirip dudaklarını kulağıma doğru yaklaştırdı. “Mesela sana böyle yaklaşmayı mı?” dedi arsızca. Ben ona bu hamleyi yaparken o hiç boş durmuyordu. Bunu beklemiyordum ama o saniyesini beklemeden beni kendine çekmeyi başarıyordu. Sağ kolunu omuzumdan atıp, elini kalbimin üzerine koydu. Yutkundum. Kollarının arasında ufalırken, titreyen bacaklarıma mani olamadım. Nefesinde erimeye, sözlerinde kaybolmaya her seferinde yeniden baştan başlıyordum. Bu en başarısız olduğum konuydu.

“Kalbin delicesine atıyor.” Burnunu boynuma yaklaştırıp soludu. “Kalbim gibi, yüzüne ay düşmüş güzel. Söylesene nasıl dururum uzak burası böyle atarken? Varsa çaresi öğret desem de öğretme.” Başımı çevirip ona baktığımda gözleri kapalı bir şekilde yüzü ensemde saklıydı. Beni büyülüyordu. Titreyen nefesimle beraber gözlerim kapandı. Nasıl özlemiştim onu, nasıl hasret kalmıştım. Titriyordum, bu titremem heyecandan değildi, özlemdendi, özlemin çaresizliğindendi. Ve ben, onda hep çaresizdim.

“Sencer.” Sesim yokmuşçasına çıktı. Sessizliği kullanışı bana daha fazla sokulması işi yokuşa sürüyordu.

“Ayza’m.”

Olmuyordu, dayanılacak gibi değildi. Ona uzak kalmak bu kadar zordu, hızla kolunun arasından çıktım. Yayımı koluma takıp, “Beni bilmediklerimden dolayı sınıfta bırakamazsın,” diyerek kapıya yöneldim. Ona arkamı döndüğüm an yüzümde aptal bir sırıtış oldu. Mendil attım yerden al sakla edasındaydı tavırlarım. Sencer arkamdan bağırarak, “Sınıfta kalan tek sen olma diye bunlar,” deyince gülümsememi göstermemek için sınıftan çıktım. Şimdi o ben de olacaktı, benden uzak kalamayacak kadar umut vermişken elimi tutacaktı. Tutsundu, elimi uzatmama rağmen beni olduğu yere sürüklesindi.

Eğitimlerin devamına katılmadık, dergâhtaki topluluğa karşılaşılan o günde katılacaktık. O güne üç gün vardı bu yüzden bugün babama ait disklerin yerinden çıkma zamanıydı. Zaman daralıyordu çünkü. Bu yüzden elimdeki fırsatları daha iyi kullanmalıydım. En önemlisi de daralan zamanı daha fazla kısıtlamamalıydım.

Ereğli Kırsalına geldiğimde kapıyı kaplayan sarmaşıkları bir köşeye çekip içeriye girdim. İçerisi uzun zamandır kullanılmadığından toz duman olmuştu. Hafiften öksürüp kendimi toparladım. Telefonumun fenerini açıp disklerin olduğu kasayı açtım. Diskler yerindeydi. Hemen yanındaki kasayı alıp boynumda tuttuğum anahtarı alıp kutuyu açtım. Anahtar iki adetti, diğerini evdeki ufak sandık için kullanıyordum. Bu anahtar ise elimdeki kutuyu açıyordu. Kutu çok eski olduğu için kilidi hafif pas tuttuğundan anahtarın girmesi biraz zorladı.

Anahtarı kilide takıp açtığımda içinden bir not kâğıdı ve bir disk daha çıktı. Diğer diskler buradayken bu neden ayrıydı? O kadar ince düşünülmüştü ki sanki babam geleceğe dair kaygılarıydı bunlar. Her şeyi bilmişti, korkularını burada saklamıştı. Bana güvenmişti, benim onun adına bu davayı sürdüreceğimi bilir gibiydi. Şimdi ise onun bu korkularındaki davayı zaferle son verecektim. Fısıltılı bir sesle dua ettim. Allah duyuyordu, yardım edendi.

Kutuyu bez çantama koyup diğer diskleri yine almadım. Önemli olan bu kutu demişti babam. Diğer disklerin öneminden bahsetmemişti.

Kasayı kapatıp mahzenden çıktım. Temiz havayla beraber başım döndü. İlaçlar sayesinde ayakta kalabiliyordum ama dün ilacı içmediğim aklıma gelince bir an irkildim. Şimdi kötü olamazdım.

Diskleri bir an önce izleyip yerine ulaştırmalıydım. Daha doğrusu bu disklerle daha birçok düşüncemi hayata geçirmeliydim. Kaybettiğimiz onca zamanın içinde disklerin yerine ulaşması gerekiyormuş meğer. Bu olasılığı göz önünde bulunduramamaktan şimdi ah vah etmek faydasızdı. Atıma binerek eve doğru ilerlediğimde ufak bir kargaşa dikkatimi çekti. Atımın ipini ağaca bağlayıp heybeden yay ve ok kınımı alıp kargaşaya ilerlediğimde onu gördüm. Tekti ve etrafında birkaç adam vardı, birkaçını ise yerde gördüğümde kınımdan bir ok alıp tedbiri sağladım. Önce beklediğimde adamın teki Sencer’in üzerine saldırdığında Sencer şaşırmayacağım hareketle adamı etkisiz hale getirdi fakat hiç ummadığım anda diğer adamlar arkasından saldırmak üzereyken Sencer’in elindeki edevatların bittiğini gördüm. Bacağındaki çakıya yeltenmesi geç olduğundan hızla okumu peşi sıra hedeflerle buluşturup iki adamı da yaraladım. Halsizdim ama en azından hedefimi şaşırmayacak kadar da tecrübeliydim. Bana bakmasına müsaade vermemişler saldırganlıklarına devam etmişlerdi. Sencer, diğer adamı kolundan tuttuğu gibi yere fırlatırken bense bacağımdaki çakıyı adamın gövdesinde buluşturdum. Fakat direndi, üzerime geldiği anda boşluğuna gelecek şekilde kasığına tekme attım. Toparlanmasına müsaade etmeden iki büklüm olduğu anda dirseğimle sırtına çakıp tekrar ayağımı yüzüyle buluşturup adamı yere serdim. Adam bayılmıştı lakin tedbirimi almak istercesine ellerini bağladım.

Diğer adamlar kaçarken Sencer bana döndü. Yere düşen çakısını alıp kapattıktan sonra ona doğru fırlattım. Çakıyı kapıp bacağındaki kılıfa yerleştirdi. Dudağının kenarı kıvrıldı. Ona göz ucuyla bakıp yanıma yaklaşmasına müsaade ettim.

“Hiç şaşırtmıyorsun beni.” Yayımı koluma takıp, “Beceriksizliğini mi itiraf ediyorsun?” dedim. Tek kaşını şaşkınlıkla kaldırıp, “Bu kadar adamı mundar ettikten sonra mı söylüyorsun bunu?” deyip kendini hiç alta çekmedi. Onun bu hali başımı iki yana sallamamı sağladı. İflah olmazdı. Yerdeki birkaç kesici aleti alıp, “Anlamak istediğin gibi,” diyerek geri atıma ilerledim. Adım atmamla beraber sendeledim. Sencer tutmasa belki düşebilirdim. O an burnumdan gelen kanla kendimi saklama gereği duydum ama olmadı. Sencer çoktan fark etmişti. Ona şu an bu durumdan bahsedemezdim. Eğer bahsedersem beni ufak bir çemberin arasına sıkıştırırdı.

“Sanırım biraz yoruldum.”

“Betin benzinde attı.”

“İyiyim.”

 

Sencer peşim sıra geldiğinde ona bakmamaya özen göstererek ipini çözdüğüm ata bindim. Tepeden ona bakarak açıklamasını dinledim. Sencer, atın ipini tutup beni sorgulamak ister gibi baktı. “Şu sıralar benden bir şeyler gizliyorsunuz. Söylemeyeceğini biliyorum ama öğreneceğim merak etme,” deyip sözü başka yöne çekti.

“Anlatacağım ama şu eğitimden sonra.” Yüzüme merakla baktı. Şu an ayakta duracak halim olmadığından bir an önce gitmek istiyordum. O ise ısrarcıydı. Atın ipini bırakmadığı gibi bana ısrarla bakmaya devam ediyordu. Lakin anlatmadım. Elinden çektiğim ipi alıp olduğum yerden uzaklaştım.

İzledin mi ne varmış?” Gökçe’nin heyecanla yanıma gelmesi ve bilgisayarın ekranına heyecanla bakması beni gülümsetti. Disk yeni yeni açıldığında ekranda babam belirdi. Boş bir odada sandalyeye oturmuş bir vaziyette kameraya bakıyordu. Onu böyle karşımda görmek gözlerimin dolmasına neden oldu. Karşımda kanlı canlı duruyor oluşu özlemimden bir parçayken bu halde görmem yüreğimi sızlattıkça sızlattı. Gözümden bir damla yaş süzüldü. Yaralarına baktıkça canım yandı. Parmağım bilgisayarın ekranına dokundu. Yüzünü sevdim, hissetmek istedim lakin hissettiğim soğuk bir ekrandı. Boğazıma oturan yumru yutkunmamı zorlaştırsa da kendimi toparlayıp işime döndüm.

Dikkatlice babamı izledim. Videoyu biliyordum ama tamamen emin olabilmek için dikkatlice izlemek istedim. Epey bir zaman sonra itirafının ve ardından verdiği videonun gerçekliği ile gülümsemem çoğaldı. Benden zorla aldıkları disk dışında daha fazla detay bulabildim bu videoda. Gizli gizli çekilmiş bir videoydu bu, videoda Selçuk Bey ve Dağhan Bey vardı. Sesi biraz daha açınca Dağhan Bey’in sesini duydum. İğrenç sesi ile öfkem bilendi.

“İtiraf etti değil mi o adam ben öldürdüm diye?” Dağhan Bey’in sorusu ile Selçuk Bey, “Etti,” dedi. “Hatta Güntekin’in evini yaktığımızı gören olmadığı için adamın suçu daha çok inandırıcı oldu. Her şeyi Cengiz’den biliyorlar. Onun adını verdirttim.”

Duyduklarım ile hırsla bilgisayarın kapağını kapattım. Midem bulandı. Sıkkınca elimi enseme götürüp geriye yaslandım. Yanaklarımı şişirip nefesimi soludum. Bu bir nevide sevindiriciydi. Artık sonları bizim elimizdeydi. Sencer’e haberi vermeliydim. Onunda mutlu olacağını bildiğimden bir huzur kaplamıştı yüreğimi. Yaşanılanları düzene sokmak artık kolaydı.

Kapı çaldığında Gökçe yanımdan ayrılıp kapıya yöneldi. Yüzümde kocaman gülümsemeyi Gökçe’nin sesi böldü.

“Ayza, bir gelsene.” Dediğini yapıp yanına gittiğimde Sencer dağınık bir halde kapıdan bana bakıyordu. Yorgun sesi ‘artık yeter’ edasındaydı. Kapının kirişinden tutmasa düşecek gibiydi. Onu bu halde ilk defa görüyor oluşum onun ne kadar acı çektiğinin göstergesiydi. O acı çekerken ben farklı sayılmazdım bile.

“Gidiyoruz Ayza.” Sesi bıkkın çıktı. Daha doğrusu bu işten iyice sıkılmış gibiydi. Onun bu hali yüreğimi sızlattı. Kızgın olsam da bu haline kıyamıyordum.

“Ne demek gidiyoruz? Ben bir yere gelmiyorum.” Sencer sabır dilenir gibi mırıldanıp, “Artık ayrı kalamayacağımızı düşündüm sen de kocanın sözünü dinleyeceksin,” dediğinde bu kro haline güldüm. “Hadi diyorum.” Sahte kızgınlıkla söylenmesine karşın onu tersledim.

“Ben bir yere gelmiyorum Sencer.” Ona karşı inat olmam onu deli ediyordu. Zaten delirmiş gibiydi. Sadece sabrediyordu biten sabrına inat. Ona değil kendime kızdım bu sefer.

“Öyle mi diyorsun?”

“Evet, öyle diyorum.” Nefesini sertçe soluyup, “Eh ama yetti,” deyip beni kucakladığı gibi sırtına attı. Ufak bir çığlık kaçtı dudaklarımın arasından. Gözlerim kocaman oldu bu hareketi karşısında. Gökçe ise bu halimize kıkırdıyordu. Ona gözdağı verir gibi baktım. Omuzlarını silkip beni bu halimde yalnız bıraktı.

“Şimdi de söyle bakalım.”

“Bırak beni Sencer.” Sencer’in bu deli haline Gökçe gülüp, “İyi müebbetler,” diyerek geçmemiz için yer verdi. Şu an ikisi bana karşı gibi benimle oynuyorlardı.

“Ayza ile akraba olduğunuza emin misin Gökçe?” Sencer’in alaycı sözleriyle saçını çektim. Gökçe Sencer’e bakıp, “Bu inadını görünce ben de şüphe ettim doğrusu,” deyip kıkırdadı. Akıllarınca benimle uğraşıyorlardı. Parmağımı tehditkâr bir şekilde Gökçe’ye uzatıp, “Seninle sonra hesaplaşacağız,” dememle Gökçe’de gülmeden başka hiçbir mimik oynamadı. Yüzümde oluşan gülümseme resmen kendimle oynadığımın en büyük saçmalığıydı.

“Gökçe sen de mi?” Kapıdan çıkarken Gökçe’ye söylenmekten geri durmuyordum. Sencer beni yavaşça ata oturtup kendisi de hemen arkama oturdu. Şu an kollarının arasında çırpınmaktan başka bir iş yapmıyordum. Sanki onunla gitmeyecekmişim gibi...

“Atla kaçıranı da ilk sen de görüyorum.” Sencer umursamazca davranıp atını hızlandırdı. Arkadan yüzünü yüzüme yaklaştırıp, “İlk ben olayım o zaman,” diyerek yanağıma sulu bir öpücük kondurdu. Çok geçmeden eve gelince attan inip beni de indirdi. Bileğimden tutup eve çekiştirmesi kaçacağımı düşünmesinden olmalıydı. Eve girene kadar peşi sıra sürüklendim.

“Ne istiyorsun?” Kapıyı örtüp yanıma yaklaştı. Kenarda duran sardunyayı kucağıma sıkıştırıp, “Sana soldurmamanı söylemiştim,” dedi. Sardunyaya baktım, cidden solmuştu. Bu duruma üzülsem de belli etmeyerek sardunyayı aynı onun gibi kucağına sıkıştırdım.

“Onu solduran sensin.” Sesim oldukça yüksek çıktı. Artık bana bir cevap vermeliydi. Bu böyle giderse öfkemiz aramıza bir buz kütlesi sokacaktı. En azından bir şeylerin yola girmesini istiyordum. Onu deli gibi özlemiştim, bana beni sakinleştirecek sözler söylesin istiyordum. İhtiyacım olan sadece buydu. Yapmalı ve bana sarılmalıydı. Özlemimi dindirmeliydi.

“Neden böyle yapıyorsun Ayza? Bile isteye mi böyle olsun istedim?”

“Bilerek yapmak istemediğini biliyorum.” Telefondaki resmi açıp eline tutuşturdum. Resmi ilk defa görüyormuş gibi kaşlarını çattı. Onu affedecektim ama bu çileden çıkartan davranışlarına tahammül edemiyordum.

“Bu resimden haberim yok, olsa resim çektirmesine izin verir miydim?” Sesi, yüz ifadesi hep samimiydi. Zaten inanıyordum ona, sadece bir şeyleri görsün istiyordum. Telefonu alıp, “Benim bilmediğimi o biliyordu. Benim senden uzak kaldığım her saniye o hep yanındaydı. Herkes senin yerini bilirken ben bilmiyordum ve sen Sencer, buralarda olmana rağmen benden uzaktın. Acı çektim, sana ihtiyacım olan her saniye benden uzaktın,” deyip omzuna vurdum. Ona her vuruşumda bir milim geriye bile gitmiyordu. Tekrar vurdum tekrar bağırdım. Ağladım, sızladım. Susmayı başaramamıştım yine. Susmamalıydım da, susarsam her şey karmakarışık olurdu. İki bileğimden de tutup kendine çekti. Gözleri gözlerime yakınken nefesi nefesime karıştı. Bakışları dudaklarıma kayarken nefesini yavaşça soludu.

“Her saniye izleniyordum Ayza. Seni oradan kurtarırken, o adamı senin yanına yollarken neler çektiğimi anlatmıyorum bile.” Sesi bir kırılganlığın eşiğindeydi. Onu kırdığımı biliyordum ama isteyerek yapmıyordum bunu. İlaç beni sinirli ve sabırsız bir insan yapmıştı. En ufak bir hataya tahammül edemiyordum.

“O adamı sen mi yolladın?” Başını olumlu şekilde salladı. Bunu bilmiyordum. Adamı Turgut Bey gönderdi zannetmiştim. Gözleri öyle delici bakıyordu ki ne tepki vereceğini merak ettim.

“Deren?” Sorduğum soru onu kızdırdı. Kızgınlık ikimizin arasındaki uçurumdu.

“Güvenmiyorsun bana.” Bunu böyle düşünmesi üzdü. Güvenmeseydim bekler miydim hiç? Yine de cevap vermedim, sustum. Kendimi ifade etmek istemiyordum.

“O gün yaralandığımda beni Tüzer Bey kurtardı. Üç ay boyunca uyanamadım. Uyandığımda başka bir şehirde başka bir evdeydik. Tüzer Bey’le plan dairesi içerisinde seni kurtarma çabalarındaydım. Görevim gizliydi ve sen beni bilseydin bana gelirdin bunu biliyorum. Deren zaten babasından dolayı yanımızda kalıyordu. İnan bana ne onun yanında durdum ne de o resmi çektirttim. Ama sen gelmişsin beni yargılıyorsun. Bana güvenin buysa peki öyle olsun.” Sesi hayal kırıklığından ibaretti. Hayal kırıklığı yaşatacak bir davranışta bulunmadığımı bilmiyordu. Sadece ona yaklaşımımda bunu kendine inandırmaya çalıştı.

Köşeye koyduğu sardunyayı alıp çöp kutusunun içine atarak evden çıktı. Kapı büyük gürültüyle kapanınca irkildim. Bana kızmıştı, ona güvenmediğimi düşünmüştü. Oysa mesele bu değildi. Omuzlarımı düşürüp gözlerimi düşünmek için kapattığımda kendimi hızla silkeledim. Çöpten sardunyayı alıp köşeye koydum. Solsa bile sardunyanın yeri çöp değildi.

Hızla evden çıktım. Sencer atını alıp giderken görünce ben de atımı alıp peşinden gittim. Bu kadar hızlı gidişine yetişmek zordu. Atımın rotası Sencer’le ilk geldiğimiz kırsal alanda son buldu. Atımdan inip ilerlediğimde Sencer boşluktan karşıya bakıyordu. Ellerini ceplerine sokup başını gökyüzüne kaldırdı. Havada hafiften çise vardı. Kahverengi saçları hafiften uçuşuyor çiseye rağmen yüzünü gökyüzünden çekmiyordu. Ne zaman kızgın olsa, ne zaman acı çekse hep gökyüzüne bakardı. Onu ilk tanıdığımdan beridir böyleydi.

“Sana güvenmediğimi kim söyledi?” Sencer sesimi duyunca hızla arkasına döndü. Yüzündeki soğuk ifadeyle karşılaşmayı ummuyordum. Peşinden geleceğimi düşünmemişti. Ona doğru yaklaştım. Yaklaştıkça aramızdaki uçurum yok oluyordu. Uçurum sokmak istemiyordum aramıza.

“Sen kadınların ne kadar kıskanç olduğunu bilmiyorsun sanırım. Söyler misin bana sen aynı şekilde beni görsen ne düşünürsün?” Sesim serzenişten ibaretti. Bunu ona en iyi şekilde yansıttığımı biliyordum.

“Sana güvenir, beklerdim.” Göz devirdim.

“Sence mesele seni bekleyip beklemediğim mi? O gün senin geldiğini duyduğumda ben ne hissetmiştim biliyor musun?” Yanına yaklaşıp elini tuttum. Onun beni yanlış anlamasını istemiyordum. Böyle bir şeyler düzelmezdi. Özellikle aramızdaki bu mesafe gittikçe katlanmışken şimdi konuşmak en doğru zamandı. “Canım çok yandı. Zaten öfkeliydim. Bir de bunu duyunca katlanılmaz bir öfkenin avucuna düştüm.” Ellerini kaldırıp yüzümü avuçları arasına aldı. Ben böyle kolay kolay öfkelenirken o oldukça sakindi. Oysa onu kırmıştım ama o buna rağmen aramıza mesafe koymadı.

“Biliyorum. Ama inan bana senin zararına olacak her şeyden uzak durmak istedim. Seni bir kere görsem gidemezdim. Şimdi olduğu gibi. Biraz zamandı istediğim.” Başımı usulca salladım. Bunu bile bile böyle olsun da istememiştim. Aramıza ne kadar mesafe koyarsak koyalım hiçbir şey düzelmeyecekti. Bu yüzden sustum. Daha fazla uzatmanın anlamı da yoktu.

“Barıştık mı?” Güldü. O gülünce kalbim neşelendi.

“Hım, düşünmem lazım.” Kaşlarımı kaldırarak baktım yüzüne. Parmaklarıyla çenesini sıvazlayıp, “Bir şartla barışırım,” dedi. Ne diyeceğini merakla bekledim. Arsız gülüşü yüzüne oturunca anladım her şeyi. Güldüm ve o daha yanağını uzatmadan parmak ucuma basıp yanağına sıkıca bir öpücük bıraktım. “Barıştıysak evimize gidebiliriz artık.”

Elimdeki kahveyi yudumlarken omzuma konan polar ile karşı manzaradan bakışımı çektim. Sencer de kendi polarını sırtına koyup benim gibi kahvesini yudumladı. Tekrar önüme dönüp sessizliğimi korudum. Yağmur durmuştu ama tekrar yağacak gibiydi. Elimdeki ağırlıkla Sencer’in dibine çekildim. Bu anı ister gibi dibine sokuldukça sokuldum. Kendimi soyutladığım onca zamanı arkamda bırakmak eşsiz bir duyguydu. Saatlerin, dakikaların hatta saniyelerin hesabını düşünerek davranmak istiyordum. Geçen zamanın ardında acı bir geçmişe yer vermek istemiyordum.

“Babamın bir sözü var; ‘Sevda çetin iş oğul, kavuşmayı istediğin gibi kaybetmeyi de göze alacaksın’ derdi. Şimdi o ince çizgide yürüdüğümü fark ettim. Seni kaybetmeyi göze alamadım Ayza. Seni kaybetseydim bu sefer o acıda boğulurdum.”

Başımı omzuna koyup, “Önümüz çok puslu Sencer, takılıp düşmeyi, düşüp kalkmayı hep öğrendik. Yaralanmak o kadar kolay ki asıl gayemiz yeniden oraya kabuk bağlamak,” deyince Sencer nefesini sertçe soludu. Beni onaylayan bir duruştu bu. Zaten bunu çoktan onaylamıştık. Bedenine daha çok sokulurken koluma dolanan eller rahatlatacak kadar şifa oldu yaralı her uzvuma.

“Bir disk buldum. O disk Selçuk Bey’in ve Dağhan Bey’in sonunu getiriyor.” Sencer anlamsız gözlerle bana bakınca oturduğum yerden kalkıp odadaki çantamdan diski alıp geri döndüm. Diski Sencer’e uzattığımda kısaca videodan bahsettim. Daha birkaç saat önce kendimin halledeceği bir konuyken şimdi bunu Sencer’e verişim bazı şeyleri değiştiriyordu. Gökçe apar topar elime sıkıştırırken çantayı bunun şimdi işe yaramış olması gülümsetti.

“Harikasın benim güzel karım. Şimdi gidip bu diski yerine ulaştıracağım.” Kapıdan çıkarken yüzündeki kocaman gülümsemeyle bile mutlu olabileceğim bir haldeydim. Geri dönüp yüzümden öptü. Şaşkın hareketlerini izlemekten başım döndü. Heyecanı hareketlerinden belli oluyordu. “Kocan kadar zeki olduğun için aferin öpücüğü.” Evden hızla çıkarken arkasından bakan bakışlarımla beraber başımı iki yana sallayıp gülümsedim. Aylarca onu böyle görmek için can atarken şimdi bu halleri beni her şeyden daha mutlu hissettirmişti. Uzun zamandır bu kadar mutlu olduğunu gördüm. Amacımın en büyük hedeflerinden biri de buydu zaten.

Odaya geçtim. Çantamdan ilaçlarımı alarak mutfağa yöneldim. Keskin bir ağrı oturdu başıma, sonrasında bütün vücudum karıncalandı. Besmele çekerek içtim ilacı. İlaç etkisini geç gösterdiği için bir süre bu ağrıyla kıvrandım. Ne yazık ki günden güne zayıflıyordum. Doktorun da dediği gibi bu birkaç ay içinde panzehir bulunmazsa ölebilirdim. Ölmek sorun değildi ama ben sonucu görmeden ölmek istemiyordum.

Elimden tutan Sencer’le beraber yine o mekâna geldik. Koray Bey’e olayları anlatınca bugün için yapılacak plan iptal edildi. Koray Bey askeriyeyi ayarladı. Öndeki askerlerle beraber Zevrenda’ya geldik. Yerler açık bir şekilde belirlenmişti. Bana yardım eden adam ön plandaydı. Her şeyi kolaylaştıran o olmuştu aslında. Sencer o adamdan bahsedince şaşırmıştım ilkin. O kutuda aslında tehdit edici bir unsur yoktu, bunu bizzat Sencer sağlarken bir elinin üzerimde oluşundan ötürü içim rahattı.

Kapıyı açtığımız anda arka taraftan gelen bomba sesi ile hızla oraya koştuk. Aşağıda büyük bir kargaşa vardı. Oraya ulaştığımızda deponun patlatıldığını görmemiz bize engeldi ama bu engele bir hayal kırıklığı yüklemedik. Depoda sakladıklarını yerle bir etmişlerdi fakat bu mühim değildi. Amacımız sadece bilgilere ulaşmak değildi. Zaten elimizdeki bilgiler yetiyordu. Onların zekâsı gülünçtü.

“Komutanım, Selçuk Bey’le Dağhan Bey Arsen Hisar’a gitmiş, Şehirde yeniden olaylar çıkmış.”

Ah! Kaçacakları yer bu kadar kolay olmamalıydı. Askerler aracına geçerken biz de Sencer’le kamyonete geçtik. Hızını arttıran Sencer’e bakıp vitesteki elini tuttum. Stresliydi, gerilen bedeni bunu açıkça dile getiriyordu. Bu kadar çabanın içinde bir şeyleri kaçırmak istemiyordu. İkimizde sabırsızdık lakin acelemizin işini şeytan engellesin istemiyordum.

“Sencer elbet bitecek bugün olaylar? Sakin ol olur mu?” Sencer umutsuz düşüncelerime set çekecek sözleri sarf etmek yerine, “Allah’ın bizim için planladığı kadere bir nasip düşer herhalde,” deyip bir umudu araladı. Umut zaten Allah’ın adını söylediği anda aralanmıştı. Tevekkül bizdendi. Önüme döndüğümde telefonuma gelen mesajla çantama uzandım. Mesaj Alper’dendi.

“Babamlar Ereğli kırsalındaki mahzendeler. Oraya yönelebilirsiniz.” Alper, bizim babasını aradığını biliyor olmalıydı. Sencer’e olayı bahsedince askerlerden birini arayıp bilgi verdi. En ufak bilgi bizim için değerliydi. O bilginin en ufağı kendini plan dışına çıkarmamalıydı.

“Alper hâlâ seninle görüşmek istiyor mu?” Sencer’in sert sesine karşın, “Çoktandır görmedim onu,” dedim. Başını sallayıp önüne odaklandı.

“O iyi biri.” Sencer dediğime alayla gülüp, “Arada sen olmasan, bu kadar iyi olmazdı,” dedi. Bu önyargısına anlam veremedim. Ama önyargısındaki haksızlığı Turgut Bey’le konuşurken ben anlamıştım.

“Bence öyle değil. Kimse biri için ailesini karşısına almaz.”

“Çok safsın Ayza.” Kaşlarımı çatıp, “Saflıkla alakası yok,” dedim. Alıngan çıktı sesim.

“Onu mu savunacaksın?” Sertçe söylenmesi irkilmeme neden oldu. “Gözüne girmek için yaptığını görmüyor musun?” dedi. İlk defa onu bana söylerken kızmıştı. Ve ilk defa Alper’e karşı hislerini açıkça konuşuyordu.

“Ben mi onu savunuyorum? Yaptıklarını söylüyorum sadece.” Kendimi açıklama gereği duyarken fazla konuşmanın lüzumu yok gibiydi. Her ne olursa olsun bana karşı hisleri vardı. Sencer bunu bilip de sakin kalamazdı elbette.

“Neyse kapatalım konuyu.” Başımı usulca salladım. Amacım ona dair söz etmemekti zaten. Sencer Alper’den hoşlanmıyordu. Ki ben de Sencer’e karşı hoşlanan ama bize yardım eden biri olsa lafını ettirmezdim. Benim amacım yaptıklarını göz önüne sürmekti. Sencer’e ise bunu anlatmak zordu.

Çıkan çatışma seslerinden ötürü ortalıktaki izdiham almış başını gidiyordu. Yanımızdaki askerler koşarak kalabalığa karıştı. Peşlerinden giderek kalabalığı ayırmaya çalıştık fakat karışıklık gitgide artıyordu. Sencer köşedeki kalabalığa koşarken peşinden gittim. Bir an koşarken sendeledim. Sencer’in yardımı ile ayakta durabiliyordum. Sanırım artık gücüm tükeniyordu.

“Ne oldu, iyi misin?” Sertçe yutkundum.

“İyiyim ben, sen devam et.”

“İyi değilsen eve geç.”

“İyiyim. Olanlar biraz etkiledi sanırım.” Konuşmamızı yırda kesen bize seslenen askerden dolayıydı. Sencer’e iyi olduğumu kanıtlamamla askerin yanına geçti. Ben de kendimi toparlayıp peşinden ilerledim. Biraz daha iyiydim.

Ufak birkaç çocuğu kalabalıktan çıkardık. O an ellerindeki silahlarla Koray Bey’ler geldi. Arkasındaki topluluk dergâhtaki topluluktu. Hep bir dilden bağırarak tüyler ürperten ezgiyi söylemeye başladılar.

Gergin uykulardan, kör gecelerden,

Bir sabah gelecek, kardan aydınlık.

Sonra düğüm düğüm bilmecelerden,

Bir sabah gelecek, kardan aydınlık.

Vurulup ömrünün ilkbaharında,

Kanından çiçekler açar yanında.

Cümle şehitlerin omuzlarında,

Bir sabah gelecek, kardan aydınlık.

Gökten yağmur yağmur yağacak renkler,

Daha hoş kokacak otlar, çiçekler,

Ardından bitmeyen mutlu gerçekler.

Bir sabah gelecek kardan aydınlık.

Savaş içinde cihat vardı. Herkes bu işin zaferle sonuçlanacağını biliyordu. Grup kalabalığa öyle bir girmişti ki biraz önceki kargaşada zalimliğini otorite yapanlar her bir darbede yerle bir oluyorlardı. Güç Allah’ındı, gelenlerin zaferi ise Allah’tandı. Mutlak hâkimiyet Allah’ındı ve biz o hâkimiyette Allah’ın koruması altındaydık. Gelenlerin hepsi İslam içindeki mücahitlerdi. Savunulan inanç karşımızdaki topluluğu darma duman ediyordu.

“Ayza, dikkat et!” Sencer, arkamdan gelen adama engel olduğunda ben de diğer adamı elimdeki kılıçla yaraladım. Yok yere verdikleri mücadelede bu kadar çaba sarf etmelerine acıyordum. Bilmiyorlardı ki mücadelelerinde en büyük hüsranı kendileri alacaklardı. Yeniliyorlardı, yenilmeye mahkûmlardı.

“Borcum olsun.” Güldüğümde güldü. “Senin bana hep borcun var.” Burnumu kırıştırıp, “Senin içinde geçerli,” diyerek Sencer’le sırt sırta verdiğimiz mücadelede Sencer’in araya kaynayan sözleriyle daha fazla kaptırıyordum kendimi. Şu durumda bile kendi cazibesini gösterebiliyordu.

Sencer’le aralarından çıkıp Asım komutanın peşine takıldık. Aralarından birkaç asker seçip bize kattı. Burası zaten diğer askerler tarafından savaşın diğer yönünü koymuştu ortaya. Amacımız büyük tehlikeyi ortadan kaldırmaktı. Eğer bu büyük tehlike ortadan kalkarsa diğerleri zaten ele geçirilirdi.

Ereğli kırsalına geldiğimizde bu babamın diskleri sakladığı mahzen oluşu tedirgin etti. Önemli olan diski almamın rahatlığı olsa da başka ne planlarının olduğunu bilemiyordum. Selçuk Bey, bu zamana kadar sessiz kaldıysa kıyametin zuhur edeceğine adım gibi emindim. Fakat hiçbir planı bizi mağlup etmeye yetmeyecekti.

“Alparslan, yanına dört kişi alıp içeriye gir. Diğerleri de başka çıkış varsa oraya geçsin.” Asım komutanın emri ile askerler bir bir dağıldı. Dilimde dualarla beklemeye koyuldum. Bizim yapabileceğimiz tek şey beklemekti.

Sencer, beni sakinleştirmek istercesine elimi sıkıp gülümsedi. Umudun olduğu yerde Sencer’in gülümseyişi eksik olmazdı. Onun gülüşü benim sabredişimdi. Benim yanımda bu kadar güzel gülerken, ardındaki alaya varan gülüşündeki tutum oldukça havalıydı.

“Sencer Aybars.” Arkamızdan seslenen sesin sahibine döndük. Karşımızdaki, elinde silahla bize bakan Selçuk Alphan’ın ta kendisiydi. Silahı bize doğrultmuştu. Diğer askerler etrafını kuşatırken bu onun umurunda değildi. Sencer beni arkasına aldı. Selçuk Bey’e bakarken öfkesini sıktığı eliyle anlayabildim. Yumruk yaptığı elini tuttuğumda gevşeyen elinin arasına elimi aldı.

“Sonun geldi Selçuk Alphan.” Sencer’in sözüne karşın Selçuk Bey, kahkaha attı. Tehlikede olan kendisiyken umursamaz oluşu onun bu kadar iğrençleşmesine neden oluyordu. Sona geldiğini biliyordu çünkü. O sonda ölümü seçecek kadar kıvranıyordu. Doğruyu göre göre bu yanlışta ölmeyi göze alması acınası durumdu.

“Elinde silah olan benim, iyi düşün Aybars.” Selçuk Bey, tetiği çektiğinde Sencer’i korumak ister gibi kolunu sıkıp adım attım lakin Sencer buna izin vermedi. Önümdeki set kalbime yara olabilecek kadar yıkılmaya müsaitti. Korkuyordum, ona değecek olan acı vücudumu titretti.

“Son kez bak etrafına ve neydi siz de, hah son duanı et.” Selçuk Bey, ateş açamadan başka bir sesle birden yere yığıldı. Gözlerim kocaman açılırken olayların cereyan ettiği zamanda ufaldıkça ufaldım. Aniden gelişen olaylar Selçuk Bey’in sonu oldu.

Kıyafetini ıslatan kanla dehşete düşmemek elde değildi. Karşıma baktığımda Alper’in babasını vurmuş olması artık idrak edemeyeceğim hal aldı. Gözlerim karardığında Sencer hızla kolumu tuttu, yoksa düşebilirdim.

Bu savaş bir evladı babaya düşman edişi kadar önemliydi.

Alper, yanımıza geldiğinde ben hâlâ yerde yatan bedene bakmakla meşguldüm. Ölmüş müydü bilmiyordum ama ona bakarken gördüğüm manzara hak edilenin vücut bulmuş haliydi. Sencer, bakışımı engelledi. Eliyle yüzümü kapatıp başımı göğsüne yasladı.

“Komutanım diğerlerini de yakaladık.” Önde Dağhan Bey, arkada Mahmut Arvadi, Hamit Güneysu ve diğerleri vardı. Hepsi de görünüşündeki canavarlıktan arınmış, acınası bir hal almıştı. Sonlarını bile bile direnmişlerdi fakat artık hak ettikleri yere götürülüyorlardı.

“İçeride birçok zehir ve enjektörler bulduk. Büyük bir planın içindeymişler. Birkaç dakika daha geç kalsaydık aracı olan adam zehirleri belirli yere dağıtacakmış.” İlaçların adı geçince bir an ürperdim. Benim kanımda da zehir vardı. Fakat panzehirleri ortada yoktu.

Genç askerin söyledikleri komutanı tatmin edercesineydi. Bulunan ilaçlar, saklanan mühimmatlar elimizin altındaydı artık. Yeraltı çetesi gibiydi karşımızdakiler. Bunca yıl biriken bu mühimmatlar dünyayı yok edebilecek kadar etkiliydi. Dünyanın sonunu getirenler bunlar olmayacaktı.

“Bu kadar emin olmayın.” Arkamıza döndüğümüzde Selçuk Bey’i ölmemiş olmasıyla artık nasıl bir sürpriz bizi bekliyordu bilmiyordum. Selçuk Bey, göğsünün üzerine elini bastırıp diğer kolunu kaldırarak bir el ateş açacakken, “Dikkat edin Ayza,” diyen Alper hızla önümüze geçti. Selçuk Bey’in hedef noktası bizdik ama Alper’in o hedefe geçmesi Selçuk Bey’in işini bozmuştu. Askerler hızla Selçuk Bey’i tutup götürdüler. Yere yığılan Alper’le Sencer hızla eğildi. Alper’in başını kucağına alıp göğsündeki yaraya üzerinden çıkardığı montla baskı uyguladı. Olayların bu kadar sıcak gelişmesi kendime gelmemi zorlaştırdı. Sorunsuz bitti her şey derken, işin içine bir olay giriyordu. Şimdi de Alper’in düşünmeden yaptıklarına ne tepki vereceğimi bilemedim.

“Alper,” dedim titreyen sesimle. Diz üstü çöküp Alper’e baktım. Onunda bakışları bendeyken bu acının içinde bana gülümsüyor oluşu gözyaşlarımın acı içinde akmasına neden oldu. Bu kadara gerek yoktu, yapmamalıydı. “Neden yaptın?” Sorduğum soru yüzündeki tebessümü silmemişti. Sencer’di kurtardığı ben zaten arkadaydım.

“Sen mutsuz olma diye.” Verdiği cevaptaki zarafeti kalbimi acıttı. Beni Sencer’siz bırakmak istememiş, kendini feda etmişti. Bu nasıl bir fedakârlıktı? Sencer’e baktım, yüzünde katıksız bir hüzün vardı. O da ne tepki vereceğini bilememişti. Her şey bir anda oluyordu, Alper bir anda düşünmeden önümüze atlıyor, beni düşünmekten kendini düşünmüyordu. Bu kendine bencillik değil miydi? Yoksa sevgi gerçekten bu muydu? Artık düşünecek bir akıl kalmamıştı ben de. Sırtıma binen kocaman bir yük vardı, o yük bir vefanın borcuydu.

“Sen iyi olmazsan ben zaten iyi olamam Ayza, bu dünyada zaten hiçbir amacım kalmamıştı. Özür dilemeliyim mi seni sevdiğim için bilmiyorum ama pişman değilim. Kalbin öyle temiz ki kalbini üzdüysem asıl özür dilerim.” Başımı iki yana sallayıp düşen gözyaşlarımla sessiz kaldım. “Ağlama, lütfen akıtma gözyaşlarını.”

Öksürüğünün arasında zor birleştirdi kelimelerini. Gözleri kapanacakken, “Mutlu olacağına söz ver,” diyerek acının içindeki tebessümünü tekrar yaydı yüzüne. Ağlayarak başımı salladım. Sencer, gelen askerle Alper’i kaldıracakken, Alper durması için el işareti yaptı. Diyecek başka sözleri daha vardı anlaşılan. Bu sefer kaşları çatıldı.

“Ben iyi olamam biliyorum. Son dediklerimi iyi dinle Sencer. Evde babama ait bir dosya var. Dolabın en arka kısmında, içerisinde size dair bir bilgi var. Haberin olsun, onu oradan al. Liderliği en iyi yapacak kişi sensin. Birinin eline daha geçerse iyi olmaz.” Sencer, usulca başını salladığında Alper’in gözleri kapandı. Derin bir sessizliğin sonunda Sencer’in başını olumsuz şekilde sallaması yüreğime oturmuştu. O ölmüştü, ölmeden önce düşündüğü ben olması vicdanımı acıttı. Babasını düşünmemişti, o babasının arkasından yürümemişti hiç. Babası gibi cani değildi. Başta onu yanlış anlamıştım, o ise beni yanıltmıştı. Şimdi ise bu fedakârlığı canı ile ödemişti. Oysa bu onun için hak edilecek bir durum değildi.

“Bu böyle olmamalıydı.” Askerler Alper’i alınca Sencer bana sarılıp sessizce bedenimi okşadı. Birkaç dakika sonra, “Ayza, bu senin,” diyen Altan’la elindeki mektup dikkatimi çekti.

“Alper’in üzerinden çıktı. Ayza’ya yazıyordu.” Başımı sallayıp elindeki mektubu aldım. Sencer ne kadar rahatsız olsa da anlayışla karşıladı. Ölen bir insana nefret beslemezdi biliyordum. Mektubu açıp bir köşeye oturdum. Düzgün bir el yazısıyla yazılmış mektubu okumaya başladım.

Sevgili Ayza. Bir harf eksikliği ne kadar ciddileştiriyor ne kadar aidiyetlik ruhu veriyor değil mi konuşmaya? Oysa sevgilim demeyi ne kadar istedim, bilemezsin. Yapamam ki, benim gönlüm kara bir lekeyken sana gönlümü sahiplen diyemezdim. Sen başkasını severken sana itiraf edemediğimin acısı çok fena Ayza. Yapamadım, yaparsam üzülürdün. Gözlerindeki o ışık Sencer’e aitken ben o ışığı nasıl söndürürdüm? Kıyamazdım sana. Kıyılamayacak kadar narinsin, kıyılamayacak kadar berraksın. Ben sadece boş umutlarla kalbimi sakınamadığım kadar yok olmayı seçtim. Bu seçimimden asla pişman olmadım, sevmesen de sevmeyi bildim.

Hani o ilk karşılaşmamız var ya, ürkekliğindeki o cesur kızın gözlerini hatırladığım âna indim bu gece. Bakmakla görmek arası benimki, sadece bakmadım sana Ayza, seni gördüm. Gördüğüm senken, görülen sana dair her şeydi. O gördüklerim kalbimdeki filizdi sadece, büyüdükçe sen oldu.

Kızma bana, seni sevdiğim için benden nefret etme. Yapamadım, gönlüme söz geçiremedim işte. Ben Selçuk Alphan’ın oğluydum senin gözünde. Bir katil bir caniden farkım yoktu sen de, inan bana ben babamın yüzünü gördüğüm an o evde bile kalmadım. Beni kötü hatırlamanı istemem. Hatıranda kaldığım kadarıysa ben hep sendim. Sen olmaksa oldum işte, yaralı bir kükreyişti bu hissedişlerimin arasında zuhur eden bağırışlarım.

Her neyse sevgili Ayza, yine seni bir harf eksikliği ile kalbimde taşıyabilirim. Sevmek için karşılık gerekmez öyle değil mi? Ne demiştim sevgili, sen benden kusuru eksik etmesen de ben kusurumla kalbime dünyaları sığdırdım. Çok uzatmak istemiyorum, seni sıkmak istemem. Görüşebilir miyiz bir daha bilmiyorum ama görüştüğümüz an görebildiğim ana bir heyecan ekleyebilirim. Seni seviyorum, bana seni verdiğin için sana minnettarım. Hoşça kal gök gibi berrak su gibi duru sevdiğim, Hoşça kal gönül yarım.

 

ALPER

Bitti… Sözler dağ gibi oturmuştu sırtıma. Bir müddet takılı kaldım öylece. Alper’in böyle bir sevgiyi kalbinde nasıl taşıdığını merak ettim. Acımıştı canı, karşılıksız sevgi uğruna heba etmişti kalbini. Oysa başka bir sevgide yeniden can bulabilirdi. Bunu o kadar çok isterdim ki, Serra ile olmasına bile umut bağlarken o can vermişti canı bildiği kişi için.

Oturduğum yerden kalktım. Sencer’e baktığımda bakışlarının mektupta olduğunu gördüm. Ben böyle olsun istemezdim. Birinin sevgisinde birinin acısına şahit olmak istemezdim. Sencer ise ne yapacağından ne diyeceğinden emin değildi.

“İstersen okuyabilirsin.” Mektubu uzattığımda güven verici tebessümünü yollayıp mektubu almadı. Ben, sadece onun bu durumdan yana hoşnutsuzluk yaşamasını istemiyordum. Öyle olmayacağını bilsem de sadece yapmak istemiştim.

“İyi misin?” Sencer’in sorduğu soruyla iyi olmadığımı anladım. Hastalık nüksetmişti yine. Dönen başımla beraber Sencer’den destek aldım. Gözlerim karardığında gözkapaklarımda beraberinde kapandı. Bedenim Sencer’in kolları arasına yığılırken ağzımdan çıkan metalik tat ve öksürüğümün arasından sızan kan bütün direncimi kırmış beni karanlığın tam dibine sokmuştu. Duyduğum ses Sencer’in acı dolu sesiydi. Her şeyi duyabiliyordum ama hiçbir şey göremiyordum. Gözlerimi açmak, iyiyim ben diyebilmek istedim ama gözkapaklarım gözlerime hükmediyordu. Bu hükmedilmiş emre itaat edebiliyordum, elimden başkası gelmiyordu. Elimi tutan eli sıktım. Vücudumu alan titreme bedenimdeki kollarla kendini güvende hissetti.

Canım çok yanıyordu. Elimdeki eli daha fazla sıkıyor, hafiften inliyordum. Gerisi yoktu benim için. Artık duymuyor, ölümü bütün hücremde hissediyordum. Ölüm beni ağırlamış, hayat ölümümü kabullenmişti. Elim Sencer’in elinden kayarak zemini buldu.

Bölüm : 18.04.2025 19:45 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş