Arkası kesilmeyen hüsranlar aralanır aralık bırakılan kapıdan. O kapıdan girmek yasaktı ama biz yine de yasağa ulaşmayı seviyorduk. Nedense bundan şikâyetçi de değildik. Sadece neyin ne olduğunu sonradan görebiliyorduk.
Karşımda bana çatık kaşlarla bakan Sencer’den alamadım bakışlarımı. Elindeki dosyayı aldığımda büyük kıyametin kopacağı bir zaman dilimine denk gelmiştik. Dosyayı avuçlarımın arasında sıktım. İnanmış mıydı yazılanlara, onca zamandır çabaladıklarım boşuna mı gidecekti? Sencer, böyle biri değildi, inanmazdı. Bunu bana yapmazdı. Yapmamalıydı. Onların kim olduğunu bilirken, dosyadakileri iftira olduğunu bilmeliydi.
Sertçe yutkundum, nefes alamıyordum. Sanki farklı bir acıya tanık oluyordum. Öyle bir zamana denk gelmişti ki olanlar dilime vurulan kelepçe soru sormamı engelliyordu. Onun anlamasını, bana o dosyadakilere inanmadığına dair beni rahatlatacak sözler söylemesini istiyordum ama yapamıyordum.
Zelzele olmuş, ev üzerime yıkılmış gibiydi. Ölmemiştim ama pek de sağlam çıktığım söylenemezdi.
“Açıklaması vardır umarım.” Dosyada ne olduğunu bildiğimi anlamıştı. Konuşamadım, bir açıklaması var diyemedim. Diyecek, onu inandıracak bir delilim yoktu. Öyle bir yerdeydim ki ne geri gidebiliyordum ne de ona adım atabiliyordum. Bakışlarımı dosyadan çekip bana bakan gözlerine odakladım.
“İnanmıyorsun değil mi?” Sustu. İnanmıyorum demesini beklerken o sadece sustu. Ellerim titredi, bu titreme bedenimi ele geçirirken belli etmemek için direndim. Yutkundu, âdemelması belirginleşirken orada uzun süre durdu. Durmadı yanımda, çekip giderken arkasından sadece baktım. Gitme diyemedim, sözler üzerimde büyük bir yüktü. Kal, sana ihtiyacım var diyemedim. Sesim bu sessizliğe sığındı. Sessizlik alev oldu yaktı yüreğimi. Dayanamadım, bir hıçkırık firar ederken dudaklarımın arasından, gözyaşım yanaklarımı yaktı. O yangında alev oldum, küllerimi bir bir savurdum. Ne yöne savruldum bilmiyorum, dipsiz bir köşeye sığınmıştı yüreğim.
Kapı büyük gürültüyle kapandı, olduğum yerde irkildim. Salona geçip koltuğa sertçe oturdum. Boş gözlerle duvara baktım. İnanmıştı dosyada yazana, babamın babasını öldürdüğüne inanmıştı. Onu suçlayamazdım, sonuçta tanımıyordu babamı. Öldürmez diyecek kadar yabancıydı işte. Düşünememiş olması canımı yaktı sadece. Böyle olsun istemezdim, yaşayacaklarımıza şüphe düşürmek acımasızcaydı.
Parmağımın tersiyle gözyaşımı sildim. Dosyada kaldı bakışlarım. Yalanla sıralanmış kelimelere iğrenerek baktım. Hırsla sayfalarını yırtıp odanın yüzüne savurdum.
Neydi bu şimdi? Ney yaşıyorduk? İnandıracaktım, inanmalıydı. İnanmasaydı hesap sorardı. Umudun kapılarını açık bırakmıştı giderken. O yüzden o kapıdan içeriye girecektim. Her ne olursa olsun beni dinleyecekti.
Ayağa kalkıp odaya geçtim. Telefonu elime aldığımda duraksadım. Aramalı mıydım? Şimdilik bunu ertelemeliydim. Biraz düşünmeliydi, döneceği yer yine benim yanım olacağı için bunu sonraya bırakmalıydım. Yırttığım dosyayı alıp çöpe attım. Pencere kenarına geçip dışarıya baktım. Gelmesini umuyordum. Beni böyle yarım bıraksın istemiyordum.
‘Hadi Sencer, bize bunu yapma.’ Soludum. Kalbim fazlasıyla acıyordu. Yalnız kalıp düşünmeliydi ama bu yalnızlığa bizi itmemeliydi. Bağırmalıydı, hesap sormalıydı ama evi terk etmemeliydi.
İki gündür doğru dürüst uyumamıştım. Hâlâ pencere kenarındaydım. Bacaklarımı karnıma çektim. Gelir diye düşünmüştüm ama gelmemişti. Aramalarımı cevaplamamış, mesajlarıma geri dönmemişti. Beni mi cezalandırıyordu? Gelir diye düşünürken gelmemesi hayal kırıklığına uğratmıştı beni. Bu kadar yalanın ortasında o dosyadakilere inanmamalıydı.
Kapı açıldı. Oturduğum yerden hızla kalktım. Sencer, yorgun bir ifade ile kapıdan girdi. O benim aksime daha fazla yıpranmış gözüküyordu. Saçının başının ilk defa bu kadar dağılmış olduğunu gördüm. Montunu asıp bana baktığında gözlerindeki yorgunluk ilişti gözlerime. Yanına yaklaştım ama kısa bakışın ardından hızla odaya attı kendini. Anne ve babasının odasına… İncindim, ben böyle davranılmayı hak etmiyordum. Ben değildim suçlu hatta kimse değildi. Kapısına yaklaştım, kapıyı tıklatacaktım lakin yumruk yaptığım elim havada kaldı. Cesaretimi yitirdim. Omzumu duvara yasladım. Gözlerimi kapattım. Tekrar akan gözyaşlarıma inat elimle ağzımı kapattım. Dudaklarımın arasından çıkan hıçkırığı engelledim.
“Sencer konuşmamız gerekiyor.” Cevap gelmedi. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Artık konuşmanın bir lüzumu yoktu. İncittiği gibi incinmişti ama bunu bana çektirecek kadar büyük bir cezayı hak etmiyordum. Kapıdan uzaklaşıp odama geçtim. Yatağıma uzandım. Madem o böyle yapacaktı, ben de onun gibi bu sessizliğe fırsat verecektim. O bana içini açmadıkça ben de konuşmayacaktım.
Kaç gündür uyuyamamıştım ve yine uyku tutmamıştı. Odadan çıktığımda lavabodan çıkan Sencer’i görünce durmak zorunda kaldım. Beni görünce yanımdan geçecekti ama yüzüne öyle bir baktım ki durmak zorunda kaldı.
“İnandın değil mi?” Acı bir tebessüm belirdi yüzümde. “Sen de bunun cezasını bana çektiriyorsun.”
“Şimdi konuşmak istemiyorum bunları,” diyerek yanımdan uzaklaştı. Ardından bakakaldım. Hiçbir cevap bulamazken, sorular zihnimi fazlasıyla yoruyordu. “Peki,” dedim kendim duyabilecek kadar. “Öyle olsun.”
Buz tutmuş yüreğime dokunmadı, dokunsa ısıtacaktı. Sıcacıktı oysa elleri, teni tenime değse ısınacaktı.
Vakitsizdi hayatımıza uğrayan acılar. Zamana sığdırabileceğimiz o kadar güzellik varken acılar o zamana darbe indiriyordu. Kaç canım vardı ölmek için? Bir canım vardı ama o canımı binlerce kez öldürebiliyorlardı.
Vakit kaybolan yılların büyük kaçışıydı.
Ben kalbimin vaktine Sencer’i sığdırmıştım. Şu an o vakitte kayıptım. Kayıplar hangi acının emaresiydi? Ulaşılmayan vuslatın ya da ardında bırakılan serzenişin…
Elimdeki defteri açıp okumaya başladım. Babamın bizi bu defterde yaşatması kırık kalbime iyi geliyordu.
Bugün güzel kızıma ilk defa ok atma tekniklerini öğreteceğim. Biraz heyecanlıyım. Kızımla vakit geçirmeyi, ona yeni bilgiler öğretmeyi seviyorum. Sevgili kızım, bunu okuduğunda seni sevdiğimi hep bil.
Bir mayıs ayında öğrenmiştim ok kullanımını ve şimdi bunu tekrar yaşıyor gibi hissetmem büyük özlemi yanı başında getirdi. Defter elime geçtiğinden beri özlemim biraz daha diniyordu. Babamı yaşamak, onun kelimelerinde gözyaşı akıtmak belki de beni rahatlatıyordu.
Onu eğitecektim, etrafımızda o kadar düşman varken bunu ileriye bırakamazdım. O, kendini korumalıydı çünkü ne zaman veda ederim bilmiyorum. Düşmana aslan gibi olmalıydı. O benim kızım, o başkası gibi olamaz. Doğruluğu kendine kaftan biçmeli, karşıdaki insanlara başka fırsat vermemeli.
Defteri birden kapattım. Okudukça yüreğim sızlıyordu. Evet, ben onun kızıydım, onun gibi cesaretli, onun gibi doğru olmalıydım. Bunu herkese öğretecektim. Babama atılan iftiranın yalan olduğunu gösterecektim. En önemlisi de Sencer’e… Onu adını en güzel biçimde yaşatacak, ona verilmiş rütbeyi en güzel biçimde alıp sürdürecektim. Bu yaşanılanlar için önemliydi.
Defteri çekmeceye koyup telefonu komodinden aldım. Annemin ismini bulunca arama tuşuna bastım. Çok geçmeden özlem kaldığım ses kulağıma misafir oldu. Gözlerim doldu ama ağlamadım.
“Annem,” dedi içli bir sesle. Hep böyle severdi beni, hep böyle derinden söylerdi. “Annem,” dedim ben de aynı şekilde. “Nasılsın?” diye devam ettim. Sesinde hafif hastalık sezmiştim.
“İyiyim kızım, sen nasılsın. Her şey yolunda değil mi?”
“Yok annem, her şey yolunda.” Sencer’i bilmiyordu. Şu anlık bunu telefonda söyleyemezdim. Yanına gittiğim zaman söyleyecektim. Yakın zamanda gitmeyi düşünüyordum.
“Dikkat et kendine, canın yanarsa hissederim bilirsin.” Gülümsedim, şu an buna ihtiyacım vardı.
“Ediyorum annem, sen beni merak etme. Asıl sen kendine iyi bak. Evdesin tek başına, seni bırakmak içime sinmiyor hiç.”
“Dayınlar sık sık geliyor kızım, düşünme beni.” Gülümsedim. Annemin hasret kokulu sesiyle mayıştım. Biraz daha konuştuktan sonra telefonu kapatıp komodinin üzerine geri koydum. Sırt üstü yatağa uzanıp tavanı izledim. Ellerimi karnımın üzerine koyup gözlerimi kapattım. Odadan çıkmak istemiyordum. Kendimle baş başa kalmak biraz zihnimi dinlendirmek istiyordum. Öyle çok doluydum ki duygu patlaması yaşamaktan korkuyordum. Sencer’e karşı ne hissedeceğimi hiç bilmiyordum. Beni dinlememişti bile.
Yan tarafıma dönerek bacaklarımı karnıma çektim. Huzursuzdum, yatamadan kalkıp odadan çıktım. Mutfağa gidip bir şeylerle meşgul olmam gerekiyordu. Akşama çok vardı ama yemeği yapabilirdim en azından. Dolaptan malzemeleri çıkarıp yemeği yaptım. Mutfaktan çıktığım esnada Sencer’e çarptım. Kafamı çenesine çarpmamdan dolayıp bir hayli acıdı. Başımı ufalayıp geri çekildim. Sencer de çenesini ufalayıp, “İyi misin?” diye başıma dokundu. Ufalamaya devam edip, “İyiyim iyi,” dedim. Başıma bakmaya devam edip geri çekildi. Bana böyle bakarsa ona biraz kızabilirdim.
“Bir evde yabancı gibiyiz, farkında mısın?” Sesim biraz sert çıktı. “Konuş artık Sencer, dök içini. İstersen bağır, istersen kız ama susma. Benim babam suçlu değil, inan buna.” Dediklerim ile hızla kolumdan tutup kendine çekti. Bedenimi sarmaladığında kollarım sırtına gitti. Başımı göğsüne yatırıp beni susturmak ister gibi bir tavra büründü.
“O an gitmezsem kalbini kırardım. Bu yüzden yalan da olsa o bilgiler kafamı toparlamaktı amacım. Özür dilerim, seni de üzdüm.” Bu benim içimi rahatlatmıyordu. Sanki diyecekleri bundan ibaret değildi.
“İnanmadım, onların tuzakları olduğunu biliyordum hep.” İki gündür bunu duymak istemişken şimdi söylemesi kalbimdeki acıları az da olsa almıştı ama bir şeyler eksikti. Geri çekildi. Yüzünü görebileceğim bir şekilde başını eğdi. “Böyle hüzünlü baktığına göre geç kaldım söylemek için.” Tebessümüm buruktu. Korkuyordum. O çok farklıydı. Bir anda değişebiliyor, bana karşı cephe alabiliyordu.
“Kim olsa aynı tepkiyi verirdi.” Soğuktu sesim. Onun bu tepkiyi vermemesini beklemiştim belki de.
“Bunları söylerken bile zorlanıyorsun şu an. Özür dilerim Ayza, inan bana benim kendimle bile savaşamadığım huylarım var. Bazen böyle kırıcı olabiliyorum. Ailemin adı geçince böyle kötü hissediyorum. Bir de beni seninle sınadıklarında hissizleşiyorum Ayza. Düşünmem gerekiyordu, geçmişimiz bizi daha nasıl karşılayacaktı öğrenmem gerekiyordu.” Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı yere eğdim. Ne diyeceğimi, ne tepki vereceğimi bilmiyordum. Sanırım bu iki günde sadece düşünmemişti. Onun da benim dışımda uğraştığı meseleler vardı.
Kim biriyle sınanıyorsa en büyük imtihanı o yaşıyordu.
“Kırgınsın.” Hızla başımı kaldırıp iki yana salladım. “Hayır, değilim,” diyerek devam ettim. Ben ona kırgın kalamazdım, hem ortada kırılacak bir durum yoktu.
Gülümsedi, gülümsedim. Yeniden atmaya başladı kalbim. Güneş doğdu yüzüne ve ben o güneşin sıcaklığında ısındım. Suçluydu, bir suçlu ilk defa böyle masumdu.
“Kalbinin güzelliğine hayranım.” Başımı yana eğdim. Böyle bir durumu yaşamak varken kırgın kalmam pek akıl işi değildi. O da yaralıydı ben de yaralıydım bu yüzden hassastık. Devam etti. “Güzelliğin, belki bir kalbe fazla…” Sevdi çehremi. Öyle güzel baktı ki kalbimde solan çiçekler yeniden can buldu. Gözlerinin içine bakmaya devam ettim, bu sefer çekecek bir ürkeklik göstermedim. Evet, utanıyordum ama buna bir son vermeliydim.
Kapı kirişinden ayrılıp arkama geçti. Yüzünü eğdiğinde yan tarafımdan ona baktım. Burnunu saçlarıma daha çok yaklaştırıp, “Kokun,” dedi. “Ziyan olduğum an da yeniden can veren.” Devam etti, “Ve ben hayat buldukça seni ziyan etmem.” Kolumdan tutup kendine çevirdi. Göz bebekleri titriyordu bana bakarken. Bu güzellik karşısında gözlerim doldu. Parmakları usulca kirpiklerime değdi. Her dokunuşu yüreğimde filizlenen fidana hayat oluyordu. Dokunuşuyla büyütüyor, dokunuşuyla yeşertiyordu.
“Ayza.” Sesindeki tınıya hipnoz olmuş gibi benden habersiz dudaklarımdan bir, “Efendim?” kelimesi çıktı. “Ellerimi tut desem, uçurumda olsa elimi tutar mısın?” Şu an kalbimin atışını duyabiliyordum. O uçurum hayatımızda hep vardı zaten. Elini tutup kalbimin üzerine götürdüm.
“Şu an tuttuğum el o uçurumdan beni kurtarmıyor mu?” Yanağıma dudaklarını bastırıp öptü. O da biliyordu bunu.
“Aptalım,” dedi sahici bir sesle. “Kaç gündür benim yüzümden ağladın. Kıyamadığım o gözyaşlarına zehrimi akıttım.”
“Neden böyle güzelsin. Beni böyle mi cezalandırıyorsun yoksa?”
“Öyle olsun bakalım,” dediğinde omuz silkip mutfağa geçtim. İftar hazırlığı yapmamız lazımdı. Sencer dolaptan malzemeleri çıkardı. Beraber yemeğe başladığımızda arada Sencer’e bakmayı ihmal etmedim.
“Niye baktın öyle?” Önüme dönüp, “Hiç,” dedim. “Hiç?” diye karşılık verdi. Mercimekleri salçayla kavurup suyunu aktardıktan sonra kapağını kapatıp belimi tezgâha yasladım.
“Eline yakışıyor da izlemek istedim.” Gülümseyişim çoğaldı. Tek kaşını hayretle kaldırıp, “Hoşuna gitti sanırım,” deyip burnumun ucuna hafif fiske attı. Sabahki hâlimizle şu anki hâlimiz arasında dağlar kadar fark vardı, tek fark birbirimize öfkeli değildik. O sadece gördüklerini sindirmek istiyordu ve başardı da. Şükrediyordum, bana inanmasına ve o kadar kolay bir hamle yapmadığına.
“Hoşuma gitmedi desem yalan konuşmuş olurum.” Elindeki bıçağı kenara koyup dibime yaklaştı. İki elini tezgâha yaslayıp bedenimi bedeni arasına aldı. Bu davranışı nefesimin kesilmesine neden olurken acımasızca yüzünü yüzüme yaklaştırdı.
“Böyle yaparsan benim de hoşuma gider.” Dudağımın kenarına minik bir buse bırakıp geri çekildi. Bunu beklemiyor olacaktım ki gözlerim kocaman açıldı. Bu halim onu güldürmüştü. Şimdi yüzüne bakamayarak yapıyordum geri kalan işi. O ise benim aksime munzurluğuna devam ediyordu.
Turgut Bey, hızla önündeki dosyayı kapatıp Sencer’e baktı. Bugün büyük bir gelişme olacaktı ve o gelişme erken belli olmuştu bile. Turgut Bey, Sencer’in yanına yaklaşıp elini omzuna koydu.
“Baban bir aslan parçası yetiştirmiş. Seni oğlum gibi görmekte haklıymışım.” Ne olduğunu hâlâ anlamış değildim. Turgut Bey, Sencer’e hayranlıkla bakmaya devam ederken bense aralarındaki muhabbete yabancı kaldım. Bu sefer bana bakıp gülümsedi. Sencer, bana dönerek “Dağhan Bey’i adalete teslim ettik Ayza, sıra Selçuk Bey’de,” dedi.
“Nasıl oldu bu?” Sorum karşısında elindeki kâğıdı bana uzattı. Üzerindeki yazıyı okudukça şaşkınlığım biraz daha arttı. “İmzalamıştım evet ama asıl imzalaması gereken kişi kendisiydi. Çaktırmadan kâğıtları değiştirdim. Altan sağ olsun olay çıkarınca benim evrakı imzalamış oldu.” Dedikleri fazlasıyla şaşırtıcıydı ve ben zekâsına bir hayli şaşırdım. Çünkü o gün soğuk bir üslupta duruyordu.
“Ama nasıl?” Yanıma yaklaşıp kolumdaki bilekliği gösterdi. Bu bileklik babamın bana aldığı bileklikti. İçinden çip çıkarıp bana gösterdi. Şu an idrak edemediğim bir şaşkınlık oluştu. Çipi geri koyup, “Bunun sayesinde senden haber alabildim,” dedi. Daha ne kadar yabancı kalacaktım olanlara. Bileklikte bir çip olacağını tahmin etmezdim. Sencer, bendeki duruşu fark edince rahatlatmak için bir şeyler konuştu.
“Seni tehlikenin içinde bırakamazdım Ayza, bu sadece seni koruyor. Bu olmasa belki de daha tehlikeli bir işe girişebilirdim. Senden habersiz taktım, kusura bakma.” Düşünmedim. Asıl mesele Selçuk Bey’deydi. Dağhan Bey’e göre sessiz kalsa da asıl en tehlikelisi kendisiydi. Bana karşı büyük bir kini vardı, rahat duracağını sanmıyordum.
“Hamit Güneysu bu akşam kiliseye geçecek. Sencer, Altan’la gidip bir yolunu bularak adamı kaçıracaksınız.”
“Hamit Güneysu’yu ben ikna edebilirim.” Sencer kaşlarını çatıp, “Konuşmuştuk bunu,” dedi. Bu ne kadar konuşulmuş bir durum olsa da benim bir şeylere yakın olmam gerekiyordu.
“Ama…” Sözümü tamamlatmadan, “Aması falan yok,” dedi. Fevri çıkışı başka bir şey dememi engelledi. “Bugün burada kal, yarın eve geçeriz tamam mı?” dediğinde başımı usulca aşağı yukarı salladım. Odadan çıktığında ben de geçen kaldığımız odaya geçtim. Bu akşam büyük bir gece olacaktı. Sencer, dolaptan üzerine birkaç kıyafet çıkarttı. Önceden bazen burada kaldığı için kıyafetleri duruyordu.
Siyah sweatshirt giydi. Altına geniş bir siyah pantolon ve üzerine siyah, deri bir uzun kapüşon giydi. Fazlasıyla gizemli duruyordu ve bu beni endişelendiriyordu. Dolabın diğer kapağını açtığında içinden bir yay ve birkaç çakı çıkardı. Bacağına taktığı kılıfa çakılarını yerleştirip ayaklandı.
Baştan aşağı süzdüm. Tuhaftı ama fazlasıyla yakışıklı duruyordu. Oturduğum yerden kalkıp dibine yaklaştım.
“Beni meraklandırmadan geri döneceğine söz ver.” Alnıma dudaklarını bastırıp, “Söz verme gibi bir gücüm yok ama döneceğim, tamam mı, sen uyumadan yanında olacağım,” dedi. Eline eldivenini geçirip son kez bana bakarak, “Allah’a emanet ol,” diyerek kapıya yöneldi. Ben de aynı karşılığı verip ardından bakakaldım. Sanki o gidince boşluğa düşmüştüm. Korkuyordum. Canı yansa yanacaktı canım.
Olacaklardan pek haz etmiyordum. Söz konusu Hamit Güneysu’ysa daha fazla endişeleniyordum. Dahaca görmemiştim ya da kim olduğunu duymamıştım, bu yüzden bilmediğim kişi daha korkutucu gözükebiliyordu. Oysa ben de gidebilirdim.
Pencereden dışarıya baktım. Sencer’le Altan kapının önünde duruyordu. Kenardan onları izledim. Turgut Bey son kez bir şeyler dedikten sonra kamyonete binip uzaklaştılar. Gidişlerini izlerken kapı aniden çaldı. Çok geçmeden içeriye Serra girdi. Yüzünde rahatlatıcı bir ifade vardı.
“Merak etme, ikisi de sağlam dönecekler. Eminim bundan.”
“İnşallah,” diyebildim. Serra koltuğunu biraz daha ileri çekip yanımda yerini aldı. Dostane tavırla kolumu sıvazlayıp, “Hadi ama, sıkma canını,” diyerek teskin etmeye çalıştı. “Hem kaç kere gidip geldiler böyle görevlere. Alışkın onlar.” Beni rahatlatmak için şakaya karışık sözler söylese de onun da korktuğunu görebiliyordum.
Annemden sonra tek sığınağım Sencer’di. Olacaklar ile olanlar arasındaki ince çizgide duruyordum. Ayağımın altı kaygandı, her an bir acıya düşmek ihtimal verebildiğim bir histi.
“Sen bakma bana,” dedim gayriihtiyari bir gülümseme ile. Tekrar kapı çaldığında bu sefer elinde kahve tepsisi ile giren Hare belirdi. Hemen kenarda duran sehpaya kahvelerimizi koyup yanımızdan ayrıldı. Kahvelerimizi yudumlarken telefonum çaldı. Cebimden telefonu çıkardım, ekranda Alper’in ismini görünce biraz çekimser kaldım. Sencer, Alper’le görüşmemi istememişti, daha doğrusu hisleri beni bu konuda çekimser kılıyordu. Onaylama tuşuna basıp, “Efendim,” dedim. Kısa bir sessizlikten sonra Alper’in sesini duyabildim.
“Seninle konuşmam gereken bir konu var Ayza.” Sesindeki tını beni biraz endişelendirdi. Önemli bir şey vardı ve seyrinde gitmeyen bir durum vardı.
“Çok önemli değilse sonra konuşsak.”
“Tamam,” dediğinde telefonu kapatıp ayaklandım. Serra’ya bakıp, “Bir yere kadar gitmem gerekiyor,” dedim. Serra da benim gibi ayaklandı. Üzerime bir ferace geçirip başörtümü yaptım.
“Babam şu an bir yere çıkmamanı söylemişti Ayza. Sencer abiyi mi beklesek?” Beraber odadan çıktığımızda Turgut Bey’i bu tarafa gelirken gördük. Serra’ya dönüp, “Bir şey var galiba,” dedim. Serra yerine Turgut Bey konuştu. Ona olanlardan bahsedince buraya çağırabileceğimizi söyledi. Aslında bu daha doğruydu ama gelebileceğini sanmıyordum. Şansımı denemek için aradığımda kabul etti. Turgut Bey, odasına geçerken ben de Serra’yla odaya geri döndüm.
“Alper dediğin kişiye epey güveniyorsun sanırım.” Serra’ya doğru yaklaşıp, “Bana çok yardımı dokundu. Bu yüzden güveniyorum,” dedim. “Hem iyi biridir, sanki o evden değilmiş gibi.” Başka soru sormak isteyip soramıyormuş gibi bir hâli vardı. Üzerime bol kıyafet giyinip başıma örtümü geçirdim. Serra’yla beraber odadan çıkıp salona indik. Begüm Hanım, koltukta elinde işleme yaparak oturuyordu. Bizi görünce elindeki işlemeyle uğraşmayı bıraktı.
“Kolay gelsin,” dedim işlemeye bakarak.
“Sağ ol canım,” diyerek bize bakmayı sürdürdü. Köşeye oturup bir müddet sessizce etrafı izledim. Şu an diken üstünde gibiydim. Kocaman evin içine sığamıyordum.
“Ne işliyorsunuz?” dedim kenardaki işlemeyi göstererek. Begüm Hanım eliyle işlemeyi düzeltip, “Serra için,” dedi. Bana göre bu işler çok ince işti ve emek verilmesi bence değeri gösteriyordu. Begüm Hanım zaten kızına davranışlarında özenliydi. Aralarındaki bağ imrendirecek cinstendi. Ben de annemle çok iyi anlaşırdım ama biz birbirimizden uzaklaşmıştık.
“Serra çok şanslı,” dedim Serra’ya bakarak. Begüm Hanım, başını usulca sallayıp, “Peki senin annen?” dedi. Gülümseyen yüzümde hüzün oluştu.
“Biz de sizin gibiyiz, sadece aradaki mesafe çok uzak. Görüşemiyoruz pek.”
“Bir gün görüşürsünüz, sıkma canını.” Dolan gözlerimi başka yöne çevirip, “Elbette,” dedim. “Yakın zamanda yanına gitmeyi düşünüyorum zaten.”
“Ayza Hanım, sizi görmek isteyen biri var kapıda.” Hare’nin sesi ile oturduğum yerden kalktım. Alper gelmiş olmalıydı. Kapıya yöneldiğimde tam da düşündüğüm gibi oldu. Alper yerde olan bakışını kaldırıp bana baktı. Yanına yaklaşıp, “Girsene içeriye,” dedim. Önce tereddüt etti fakat Turgut Bey’den bahsedince girdi. Ne diyecekti bilmiyordum, merak etsem de şu an soru sormak istemedim. Kimseye görünmeden Turgut Bey’in odasına geçtik. Turgut Bey soğuk bir ifade ile oturduğu yerden kalktı. Alper’i süzdü, yüzündeki öfkeyi dışa vurmadan Alper’e dönüp, “Hoş geldin,” dedi. “Hoş buldum,” dedi Alper de aynı şekilde. Bana dönüp, “Aslında ben seninle tek konuşmak istiyordum,” dedi kısık bir sesle.
“Mesele babanla mı ilgili?” Turgut Bey’in Alper’e ima ile söylediği sözler Alper’i biraz bozdu. Babasını her ne kadar sevse de onda da bir kırgınlık vardı. Eğer kendisi de adaletin peşindeyse biliyordum ki babasını ele vermekten geri durmazdı.
“Evet,” diyebildi. “Ayza, babam senin babanı öldürdüğünde cebinden bir anahtar almış. Anahtar Hamit Güneysu’nun dolabının anahtarı... Orada bir dosya var. Eğer o dosyayı bulamazsan anneni öldürebilirler.” Duyduklarım yalpalanmama neden oldu. Koltuktan destek aldım. Elimi kalbimin üzerine koyup bir müddet dediklerini idrak etmeye çalıştım.
“İyi misin?” Alper’in endişeli bakışıyla başımı iki yana sallayıp, “Değilim,” dedim. Değildim, her gün iyiye gideceğim esnada daha kötüye gidiyordum. Bir tane dosya vardı ve o dosyada annemle ilgili bütün bilgiler vardı. Benden başkası bilmiyordu annemin yerini ve kimse öğrenmesin diye yanına bile gitmiyordum. Peki, dosya nereden ulaşmıştı oraya? Babamla ilgili hiçbir delil bırakmak istemiyorlardı, buna annemde dahildi.
“Merak etme, ben anneni korumak için elimden geleni yapacağım. Gerekirse seninle oraya gider, daha temkinli yere ulaştırırız.”
“Sen neden babanı ele verdin? Sonuçta biz sizin düşmanınızız.” Turgut Bey’in sorusu ile Alper bakışlarını benden çekti. Soruyu cevaplayacakken kapı açıldı. İçeriye Serra girdi. Önce Alper’e baktı, benim iyi olmadığımı görünce yanıma geldi.
“Eğer kim haksızlık yapıyorsa karşısında dururum. Bu babam bile olsa. Siz babamın düşmanısınız, benim değil. Siz de haksızlık yapsanız sizin de karşınızda olurum. Mesele hak, mesele insanlık…”
Alper’in cevabı beni şaşırtmadı ama Turgut Bey’i şaşırtmaya yetti. Bakışlarım Serra’ya kaydığında gülümsediğini gördüm.
“Allah razı olsun evlât. O babadan senin gibi bir evlat çıkması şaşırttı.” Alper, cevap vermedi. Bana dönüp, “Anahtarı bulup sana getireceğim Ayza. Ama acilen bulunması gerekiyor. Eğer bir şey olurda başın sıkışırsa beni ara,” dedi. Başımı usulca salladım.
“Akşam yemeğine kal, hem bir şeyler daha konuşuruz.” Alper, Turgut Bey’in teklifini reddettiğinde aynı teklifi ben de ettim. Bize yardımı dokunuyordu ve bunu göz ardı edemezdim. Kabul ettiğinde Alper’i odada bırakıp çıktık. Sanırım anahtar üzerinde konuşacaklardı. Turgut Bey’in bu konuyu halledeceğine inanıyordum. Serra’ya kolumun tersiyle vurup, “Diyorum ki gülümsemen ne zaman geçecek,” dedim. Serra hızla toparlanıp, “Gülmüyordum,” dedi. Odada da fark etmiştim bu halini, şimdi de fark ettim.
“Hı hı kesin kesin.” Kolumu çimdikleyip, “Neyi ima ediyorsun?” dedi.
“Hiç, bir şey ima etmiyorum.” Kıkırdayıp önden ilerlemeye başladım. Serra arkamda kalırken bense mutfağa geçtim. Hare yemekleri içeriye taşıyordu. Yardım etmeye kalkıştığımda durdurdu fakat hızla reddedip salona tabakları taşıdım. Çok geçmeden masa kurulduğunda herkes yerini aldı. Köşeye oturup önümdeki çorbayı içmeye başladım. Masadaki konuşmaları dinlemekten çok aklımdakilerle uğraşıyordum şu anda. Annem tehlikedeyken burada kalamazdım. Bir an önce annemi güvenli bir yere götürmeliydim.
Yüzümde hissettiğim ağırlıkla gözlerimi araladım. Yanı başımda uzanan Sencer’i görünce gülümsedim. Yorgun bir edayla bana bakıyordu.
“Gelmişsin,” dedim sessizce. Gözlerini hafiften kapatıp açarak, “Geldim,” dedi. “Söz verdiğim gibi.” Bir müddet kendisini incelediğimde daha üzerini çıkarmadan yatmış olması dikkatimi çekti. Parmaklarımı yüzüne götürüp, “Hoş geldin,” dedim. Öyle yorgun gözüküyordu ki her an uyuyabilirdi. Gülümseyip bana bakmaya devam etti. Bakışlarına sığınan gözlerim onun gibi seyre daldı. Başımı yastıktan kaldırıp yüzümü yüzüne daha çok yaklaştırdım.
Bazen böyle sessizleşmeyi seviyordum. Aramızdaki sessizliği en güzel bu karşılıyordu.
“Hamit Güneysu?” diye sorduğumda parmağını dudağıma götürdü. “Şşş,” dedi usulca. “Bırak sadece seni izleyeyim.” Sustum, sormak istedim ama onu dinlemek daha iyiydi. Emindim buna, Hamit Güneysu buradaydı.
“Başını göğsüme yasla desem kollarıma sığınır mısın? Ben saçlarınla oynasam, sen sadece bana bu güzelliği bahşetsen.”
“Yanındayım, tam burada. Kollarını yuva yapsana bana.”
Açtığı kollarına hızla giriştiğimde çok geçmeden kollarını bedenime sardı. Burnumu boyun girintisine soktum. Hiçbir zaman doyamayacağım bu kokuyu şu an doyasıya almak istiyordum.
“Sencer?” Seslenmemi duymamış gibiydi, cevap vermeyince başımı usulca kaldırdım. Uyumuştu. Tekrar başımı göğsüne yaslayıp ben de gözlerimi kapattım. Yanındaki huzur bambaşkaydı. Kendimi ait hissettiğim yerdeydim.
Sencer, hızla bir duş alıp yanımdan ayrıldı. Hamit Güneysu, evin alt katındaki mahzende tutuluyordu. Ben de işlerimi halledip yanlarına gittim. Hamit Güneysu’nun başında Sencer vardı. Altan beni görünce gülümseyerek başıyla selam verdi. Benim bakışlarım ise Sencer’deydi. Öfkeli gözüküyordu. Hamit Güneysu’nun karşısına geçip, “Dosyaları nerede saklıyorsun?” dedi sert bir üslupla. Hamit Güneysu, hiçbir şey olmamış gibi bakmayı sürdürdü. Sencer, sakinliğini korumaya çalışıyordu fakat pek başarılı olacak gibi durmuyordu. Kapıyı açıp ben de girdiğimde bana baktı. Kaşlarını çatıp, “Buraya gelmemeliydin Ayza,” dedi. Başımı iki yana sallayıp yanlarına yaklaştım. Adamın gözü bana kaydığında pişkince sırıttı. Sencer’in sakin kalamamasının haklı yanını gördüm.
“Vay vay vay, Cengiz Giray’ın kızı Ayza Giray,” dedi iğrenç bir ses tınısıyla. Ben, fazla sakin kalamadım bu durumda. Aklıma annem gelince hızla masaya vurup, “Söyle,” diyerek bağırdım. Konu sevdiklerimse sakin kalamıyordum. Adam kaşlarını alayla yukarı kıvırıp, “Aynı babana benziyorsun,” dedi. “Bize karşı hep böyle fevriydi.” Şu an yüzüne okkalı bir tokat atmamak için zor tutuyordum kendimi. Ben, bu kadar iğrenç bir adam olacağını tahmin etmiyordum.
“Babamın adını ağzına alma.” Bağırdım tekrar. Sanırım sabrım tükenmişti. Biraz da yorulmuş ve bir şeylerin hızla yoluna girmesini ister hâle gelmiştim. Adam pişkince sırıtıp gözlerini üzerime daha fazla odakladı.
Sencer, adamın yakasına yapışıp, “Çek o gözlerini,” diye bağırdı. “Şimdi seni götüreceğimiz yere gidip kasayı açmamızı sağlayacaksın.” Hamit Güneysu, hâlâ gülmeye devam ediyordu. Bu hâli midemin bulanmasına neden oldu. Bu nasıl rahatlıktı. Sencer de benim gibi adama bakmaya devam etti. Öfkeliydim ama öfkemi çıkararak onu memnun edemezdim. İstediği buydu, ben de tam tersi davranacaktım. Sencer, yanıma yaklaşıp adama son kez baktı.
“Üzerini giyin, çıkalım.” Başımı usulca salladım. Yanlarından ayrılıp odaya geçtim. Üzerimi giyinip yanlarına gittim. Sencer, adamı kollarından tutup arabaya bindirdi. Altan, arkaya adamın yanına otururken ben de öne Sencer’in yanına geçtim. Arkaya bakmamalıydım, bakarsam sakinliğimi koruyamazdım.
Sencer, elimi kavrayıp gülümsedi, beni sakinleştirme gibi çabalarına karşılık verip aynı içtenlikle gülümsedim. Yanımda olması bile bana yetiyordu. Beni böyle anlaması, öfkemi soğutması içten içe beni rahatlatıyordu.
Sencer, feracemin şapkasını başıma geçirdi. Çantamdan peçemi çıkarıp hazırda beklettim. Viraja girip sağ taraftan döndüğümüzde büyük bir ormanlık karşıladı bizi. Daha önce buradan geçmiştim ama tam manasıyla ortamı bilmiyordum. Ormanlıktan geçemeyeceğimizi anlayınca kamyonetten indik. Kasadan kesici aletlerimizi alıp ilerlemeye başladık. Sencer, bana dönüp peçemi yüzüme geçirdi. Kendisi de ağız maskesini taktı. Altan da aynı şekilde davrandığında şu anlık pek seçici değildik. Adamın kolunu tutup ilerletiyordu Altan. Sencer, hızla elimi kavradı. Korumacı tavrını göz ardı edemeyecek kadar ona sığındım.
Biraz ilerledikten sonra büyük bir binanın önüne geldik. Bina ev değildi, mahzeni andırıyordu ama mahzende değildi. Düz zemini geçtikten sonra kapıda duraksadık. Hamit Güneysu’nun el izi gerekiyordu kapıyı açmak için ve Hamit kapıyı açmamak için direniyordu. Sencer, zorla elini tutup kilide uzattı. Kapı klik sesiyle beraber büyük bir gürültüyle açıldı.
Sencer, Hamit’i sertçe içeriye itekledi. İçerisi karanlıktı, Sencer, meşaleleri yaktığında içerisi aydınlandı. Uzun dar yolu geçtik. Oda yoktu odadan çok hücre vardı. Ürperdim, mahzen gibiydi ama mahzenden daha büyük bir icraata sahipti.
“Hangi oda?” Hamit Güneysu cevap vermedi. Sencer, bu sefer sakin durmayıp çakıyla Hamit’in bacağını yaraladı. Hamit’in yüz rengi değiştiği gibi acı içinde kıvrandı.
“Konuşmazsan diğer bacağına da gelecek.” Adam bu sefer eliyle sağ taraftaki odayı gösterdi. Hep beraber odaya geçtik. Odada yok yoktu! Teknolojinin en üst modelleri vardı ve en önemlisi de birçok dosya mevcuttu. Bizim işimize en çok kasa yarayacaktı.
Kasayı büyük uğraşlar sonucunda bulduk. Önce şifreyi girdik sonra Sencer, Hamit’in elini tekrar tutup parmağını kasanın köşesinde duran şifreleme yerine tuttu. Kasa açıldığında içerisinden çıkan bilgiler gözler önüne serildi. Öne atılıp içlerini karıştırdım. Aradığım dosya yoktu. Hamit’e dönüp, “Anneme ait bilgilerin olduğu dosya nerede?” dedim. Hamit, ukalaca gülüp, “Yerine ulaştı,” dedi. Olduğum yere çöküverdim. Sencer adamın çenesini sıkıp, “O dosyayı bize ulaştıracaksın,” dedi. O an çok geçmeden alarm ötmeye başladı. Hızla Sencer’e baktığımda o da aynı şekilde telaşa kapıldı.
Hızla ayağa kalktık. Sencer kasadaki bütün dosyaları alıp çantama yerleştirdi. Hızlı adımlarla odadan çıktık. Hamit ilerlememiz konusunda bizi epey zorluyordu. Onu burada bırakma gibi bir niyetimiz yoktu. Diğer yönü kullanmıştık ama çıkış var mıydı bilmiyorduk. Böyle yerler konusunda tecrübeli olduğumuz için çıkışın nerelerde olabileceğini biliyorduk. Koridorun sonundaki girişe girdiğimizde tam da düşündüğümüz gibi olmuştu. Çıkış vardı ama tekrar kilide gerek vardı. Sencer, Hamit’in elini tutup kapıya koyduğunda bu sefer şifre kabul olmamıştı. Sencer, bu sefer şifreyi ona söylediğim şifreyle giriş yaptığında kapı açıldı.
Biraz geç kalmıştık ve adamlar bize doğru koşmaya başladı. Onlar yaklaşmadan Sencer okundan birini alarak yayın kirişine soktu ve hızla çekip fırlattı. Ok hedefini bulurken aynı şekilde diğerlerine de atmaya başladı. Bacağımdan çakımı alıp bize yaklaşan diğer adamın omzuna sapladım, daha kendini toparlayamadan yüzüne ayağımı vurdum. Adam bayılırken diğerleri çok geçmeden Sencer’in okuna kurban gitti. Kendimizi hızla dışarıya attık.
Diğer kapıdan birkaç adam çıktı, anlaşılan çoktan fark edilmiştik. Adamlar etrafımızı çevirdi. Altan da kılıcını çıkarıp hazırda bekledi. Yaklaşan adamlardan biri Sencer’e yaklaşırken diğerleri bana ve Altan’a yaklaştı. Sencer önündeki adamın yaklaşmasına müsaade etmeden okundan fırlattı ve bana yaklaşan adamada çok geçmeden okundan nasibini verdi. Git gide kalabalıklaşıyorlardı, bizim başa çıkmamız olanaksız gibiydi. Önümdeki adamı bu sefer vuramadan kolumdan tutuldum. Kolumdaki adamın aksine ters dönüp hızla çakımı beline batırdım. Adam geri geri gittiğinde diğer yaklaşan adamın karnına ayağımı çaktım, adam bu hamlemden etkilenmeyip bacağımdan tutup bedenimi yere savurdu. Elindeki kılıcı saplayacakken yan tarafa döndüm ve adamın bacağına ayak çakıp yere diz çökmesini sağladım.
Adam diz çöktüğünde Sencer adamın sırtından vurdu. Beklenmedik bir hamle Sencer’in sırtına geldiğinde Sencer arkasına dönüp adama vurdu fakat adam Sencer’in güçsüzlüğünden yararlanarak Sencer’e büyük hamle yapıp bayılmasını sağladı. Atikle adamın bacağına çakımı çaktım, adam acıdan öfkelenerek yüzüme sertçe tokat attı, akabinde aynı şekilde elinde bir iğneyi boğazıma sapladı, ne olduğunu anlamadan kendimi zeminde buldum. Gözlerim kapanmaya yüz tuttu ve kulağımda uğuldayan sesler beni dipsiz bir karanlığa çekti.
Gözlerimi usulca açtığımda büyük bir odada olduğumu fark ettim. Olanları yeni yeni idrak edebildiğimde yattığım yerden kalktım. Oda beyazla dizayn edilmişti ama tek fark oda değil bir hücreydi. Karanlık değildi, bu beni şaşırtsa da şimdilik bunu düşünmedim.
Kapıya vurup bağırmaya başladım. Çok geçmeden kapı büyük gürültüyle açıldı. İçeriye giren adamlara kaydı gözüm. Hiçbirini tanımıyordum, adam elinde bir iğneyle daha geldiğinde geri çekildim. Adam kolumu yakalayıp kendine çekti. Ne kadar dirensem de iğneyi yapmasına engel olamadım. Neden böyle bir şey yaptıklarını anlamış değildim. Tekrar gözlerim kapandı.
Gözlerimi baş ağrısının verdiği rahatsızlıkla açtım. Tekrar aynı odadaydım. En son tekrar iğne vurmuşlardı ve şimdide bomboş odada bekleyiş içindeydim. Sahi, kaç gündür buradaydım? Zihnimde biriken görüntülerle direkt Sencer geldi aklıma. Pencereden dışarıya baktım, mahzendeydik.
Kapı tekrar açıldı, bu sefer içeriye başka askerler girdi. Soru sormama kalmadan kolumdan tutup çekiştirmeye başladılar. Uzun koridorda cevapsız sorularla ilerlemeye başladık. Çok geçmeden büyük bir kapı açıldı ve hızla içeriye itildim. Zemine düşen bedenimi çarçabuk toparladım. Başımı kaldırdığımda karşımda Sencer ve Altan vardı. Sencer, yanıma gelecekti ama izin vermediler. Düştüğüm yerden kalktım. Sencer’le bir müddet birbirimize baktık. İkisinin de kolları bağlıydı.
İçeriye giren Hamit Güneysu, karşımıza geçti. Kaşlarımı çatarak yaptıklarını izledim. İçimde biriken öfkeyi zor zapt ediyordum. Nasıl bir atakta bulunacaktı bilmiyordum. Yavaş yavaş Sencer’in yanına gitti. Aklından geçenler pek iyi niyetli değil gibiydi. İlerde duran adama kaş göz işareti yaptı. Diğer adamla beraber gelip Sencer’i tuttukları gibi odanın ortasına taşıyıp diz üstü çöktürttüler.
“O aklınla bizi oyuna mı düşüreceğini zannediyordun?” Elindeki çakının ucunu koluna batırıp orada bir müddet gezdirdi. Sanırım bacağındaki yaranın hesabını ayrı soruyordu. Olanları engellemek istiyordum ama başımda duran adam beni fena hâlde köşeye sıkıştırıyordu.
“Sencer,” dedim fısıltılı sesle. Gözyaşlarım akmaya devam etti. Hamit, Sencer’in etrafında dönmeye başladı. Arada bana bakmayı, sinsi bakışlarını bir alev topu gibi üzerime atmayı ihmal etmiyordu.
Sencer, omzuna eliyle çöken adamı geri itti. Hamit’e başını kaldırıp, “Asıl oyunu oynayan sizlersiniz,” dedi. Hamit’in yüzünde hiçbir duygu emaresi yoktu. Hamit, tekrar çakıyı aynı yere batırdı. Bu sefer Sencer’in yanından ayrılıp bana doğru yürüdü. Üzerime doğru gelişi pek iyi değildi. Başımda durup elini yüzümde gezdirdi. Geri çekildim. Dokunuşu bedenimi yakıp kavurdu. Parmakları zehirli bir oktu ve her dokunuşunda zehir bedenimi istila ediyordu.
Sencer olduğu yerde çırpınıp, “Çek o ellerini,” diye bağırdı. Altan da Sencer gibi çırpınıp ayağı ile Hamit Güneysu’nun bacağına vurdu. Hamit, bu tutum karşısında öfkelendi. Altan’ı görmezden gelip bakışlarıyla benimle Sencer arasından mekik dokudu.
“Çekmezsem,” dedi iğrenç bir sesle.
“Dokunduğun her parmağını kırarım.” Hamit kahkaha atıp, “Ne kadar korktum,” deyip alayvari sözlerini kahkahasına kattı. Tekrar bana dönüp, “Buradan kurtulmak istiyor musunuz?” dedi. Ne dediğini anlamaya odaklandım, bunun bir plan olabileceği aklıma gelen ilk nedendi. Vücudumu kaplayan titremeyi belli etmek istemedim.
Kötülüğün sirayet ettiği toplumda iyilik beklemek kör bir kuyudan aşağı düşmek olurdu.
“Kurtuluşumuz senin elinden olmayacak,” dedim sert bir çıkış yaparak. Hamit, ifadesizce suratıma bakıp durdu. Yanımdan ayrılıp hemen karşımızdaki koltuğa oturdu. Sencer, bana baktığında sorun olmadığını belirtircesine gözlerimi kapatıp açtım. Şu an tek endişem vardı, o da annemdi. Dosyanın yerine ulaştığını söyleyince durmayacaklarını biliyordum. Bilmeme rağmen elimden gelen hiçbir şey yoktu.
“Sencer Aybars… Dağhan Bey’i kaçırmamızı sağlayacaksın.” Bu sefer gülen Sencer oldu. Birkaç adam hariç diğer adamlar odadan çıkarken yalnız konuşmak istediği aşikârdı. Adamlarına kendini güçlü gösteren adam şimdi Sencer’den yardım istiyordu, ne acınasıydı.
“Bunu yapacak gücünün olduğunu sanıyordum.” Alayla söylediği söz Hamit’in gerilmesine neden oldu. Oturduğu yerden kalktı ve Sencer’e yaklaştı. Başında dikilmeye başladığında Sencer hiçbir tepki vermeden önüne bakmayı sürdürdü. Hamit, Sencer’in önüne diz çöktüğünde Sencer öfkesinin verdiği sonuçla kafasını Hamit’in yüzüne çaktı. Hamit arkaya düşerken Sencer hızla oturduğu yerden kalktı. Elindeki ipten kurtulmuştu. Hamit’in kalkmasına müsaade etmeden hızla yakasına yapışıp bileğini ters çevirerek kırdı.
“Sana kırarım demiştim.” Hamit ufak çaplı bir ses çıkardığında Sencer hızla Hamit’i bayılttı. Diğer adamlar yanımıza gelirken Sencer hızla adamlara karşılık verdi. Adamlar pek zayıf kalmamıştı Sencer’in hareketi karşısında. Bu durum Sencer’i zorladı fakat yaptığım atikle adamın biri yere düştüğünde Sencer diğer adamı çoktan bayılttı. Diğer adamı da hallettikten sonra yanımıza gelip önce Altan’ın elini sonra benim elimi çözerek kalkmamızı sağladı. Odanın penceresini kullanacaktık. Oda çok yüksek bir katta değildi, daha önce atlama konusunda tecrübeli olduğum için bu beni korkutmadı. Altan’la Sencer atladığında Sencer beni korumak için bekledi. Atlamamla beraber Sencer’in üzerine düştüm. Bu durumda güldüm. Bahçeden çıkma olasılığımız zordu. Yavaş adımlarla bahçeden geçtik. Korumalar kapılarda beklerken diğer tarafımızdaki tel geçit dikkatimizi çekti. Oraya doğru koşmaya başladık, tam duvardan tırmanacakken adamlar bizi fark etti.
“Çabuk olun.” Sencer bacaklarımdan tutup beni çıkardığında adamlar çoktan yaklaştı. Sencer gelen adamı tartaklayıp silahını belinden aldı. Diğer gelen adamların ölmemesini sağlayacak şekilde vurduğunda bu sefer mahzenden diğer adamlar çıktı ama daha yaklaşamadan tel geçidi geçtik. Hızlı adımlarla koşmaya başladık, adamlar arkamızda kalırken kurtulmanın verdiği hisle şükrettik.
“İyisin değil mi?” Sencer’in endişesine karşın onu rahatlatmak için, “İyiyim,” diyebildim. Koluna dokunup,“Sen iyi değilsin ama,” dedim. Sencer, beni geçiştirdi ama yarasının derin olduğu belliydi. Üzerine varmadım.
“Sen nasılsın Altan?” Altan daldığı düşünceden sıyrılıp, “İyiyim iyi,” dedi. “Siz birbirinizle ilgilenin.” Bu tavrına güldüm. Altan da aynı şekilde ima ile gülüp durdu.
“Ben eve geçeyim, zaten gitmemizde bir işe yaramadı.” Sencer usulca başını salladı. “Dikkat et kendine.” Altan başını usulca sallayıp diğer istikamete çevirdi yönünü. Sencer elini uzattığında ben de uzattım. Adımlarımız aceleciydi. Arkamızdaki adamların bizi daha fazla takip edeceğini sanmıyordum. Sencer arada arkaya bakıyordu. Bense onun aksine düşünceliydim. Doluydum, düşünmek istemediğim o kadar çok olay vardı ki, birdenbire aklım almayacak kadar olayı birden yaşıyordum. Bunu aşabilecek miydim bilmiyordum.
“Bitmeyecek değil mi?” Sessizliği bozan ben oldum. Sesim oldukça cılız çıktı. Elimde olsa ağlardım, elimde olsa bu olanları bağırarak haykırırdım. Bana baktı. “Allah izin verirse bitecek,” dedi beni rahatlatmak istercesine. Güvenim yine yelken açtı onun dediklerine.
İçeride duyduğum sesle üzerime hırkamı giyinip odadan çıktım. Saat gecenin üçüydü. Karanlık odayı ışıtmak için gece lambasını açtım. Sencer yatakta kıvranıyor bir şeyler fısıldıyordu. Yarası mı sızlıyor acaba diye düşünürken yanına yaklaştığımda kâbus gördüğünü anlamam zor olmadı. Terin suyun içinde kalmıştı, oldukça aciz gözüküyordu. Endişeyle omzuna dokunup, “Sencer,” diye fısıldadım. Duymadı. Biraz daha kulak verdim dediklerine. “Anne,” dedi acılı bir sesle. Akabinde, “Yanıyoruz,” diye devam etti. Tekrar adını fısıldadım, yine duymadı.
“Ölüyoruz,” dedi bu sefer. Sızlandı, titremeye başladı. Uyandırmaya çalıştım ama uyanmıyordu. Titremesi gittikçe şiddetleniyordu. Ateşi yoktu ama sanki ateşi olan insan gibi titriyordu. Bilinci kapalıydı ve ben korkuyordum. Çırpınmaya başladı bu sefer, hızla gözlerini açıp yastığının altından çakısını alıp ayaklandı. Beni görmemiş gibi bedenimi hızla duvara çarptı. Dirseği omzuma yük olmuşken çakısı boğazımdaydı. Uyanıktı ama bilinci yoktu. “Sencer,” dedim fısıltılı bir sesle. Bu sefer titreyen ben oldum. Beni fark edememişti. Kolları arasında çırpınamıyordum bile. Bedenime öyle çok çökmüştü ki dakikalardır böyleydik. İlk defa ondan korktum.
Kolu omzumu çürütürken çakısı çoktan boğazımın bir kısmını kesmişti.
“Sencer,” dedim ağlamaklı bir sesle. Çoktan gözyaşlarım yanağımı ıslatmıştı. “Benim, Ayza. Lütfen kendine gel.” Sencer’in boşlukta olan bakışları gözlerimi buldu. İrkildi. Sertçe yutkundu, âdemelması boğazında bir yumru hâline geldi. Ne yaptığını, nasıl böyle olduğumuzu idrak eder gibi titredi. Önce çakıyı yavaşça boğazımdan çekti, akabinde bedenini bedenimden hızla ayırdı. Buz tutan teni terin suyun içinde kalmış, üzerindeki tişört su gibi olmuştu.
Şu an nasıl endişe içinde kaldığını görebiliyordum. Kalp atışını hissedemiyordum ama boğazındaki damarın belirginleşmesi bunu ortaya çıkarıyordu. Yanına yaklaşamıyordum, buna cesaretim yoktu.
“Ayza,” dedi titreyen sesi ile. Hızla masanın üzerinde duran kâğıt havludan epey bir parça koparıp boğazıma tuttu. “Özür dilerim, özür dilerim. Kahretsin. Nasıl böyle oldum? Nasıl sana zarar verebilirim?” Hem titriyor hem de boğazımdaki yaraya baskı uyguluyordu. Hareketlerim kısıtlandığı gibi konuşma yetim sıfıra indi.
Bir şey diyemedim. Hâlâ korkuyordum, delicesine ağlamasam da gözyaşlarım tek tük akmaya devam ediyordu. Konuşacak bir mecal yoktu dilimde. Sencer, hızla bedenime sarılıp, “Allah beni kahretsin. Canını yaktım, özür dilerim,” diyerek korkularını dile getirdi. Boğazıma damlayan ıslaklıkla ağladığını fark edebiliyordum. Geri çekildim, kalbimin atışını dizginleyip, “Tamam, geçti,” dedim. “Neden böyle oldun birden?” Hayır hayır, sesim fazlasıyla kötü çıkmıştı. Sencer yaptığını hazmedememiş gibi bana bakmayı sürdürüyordu. Bu tavrını kabullenememiş gibi hüzün vardı gözlerinde. Elimi tutup beni yatağa oturttu. Oturduğu yerden kalkıp dolaptan pansuman malzemelerini çıkarıp tekrar yanıma geldi. Peçeteyi açtığı anda kan akmaya devam ediyordu. Yara derin değildi ama büyüktü. Sencer, yarayı temizleyip bir gazlı bezle oraya baskı uygulayıp kapattı. Kanlı çöpü bir kenara koyup bana döndü. Parmaklarını yaramın üzerinde nahifçe gezdirdi.
“Arada böyle bir hastalık sirayet ediyor. Çoktandır olmamıştı ama şimdi…” Konuşturmadan başparmağımı dudaklarına bastırdım. Evet, korkmuştum ama onun şu an bir suçu yoktu. “Suçun yok,” dedim endişesini almak istercesine. Parmakları alnını ufalarken bedeni hâlâ bir titremenin içindeydi.
“Suçum var, sana her zarar verişim benim için büyük bir suç.” Sessizliğim karşısında bir şey demedi. Yanımdan kalkıp hızla odadan çıktı. Ardından bakakaldım. Acıyan boğazıma dokundum. Onun böyle bir hastalığı olduğunu bilmiyordum. Hem bilsem ne değişirdi. Ben de oturduğum yerden kalktım. Mutfağa geçip sahur için kahvaltı hazırlamaya başladım. Kahvaltıyı hazırladığımda Sencer de çok geçmeden yerine oturdu. Sessizce kahvaltısını yaparken yüzündeki o suçlayıcı ifadeye canım sıkıldı.
Kahvaltısını yapıp sessizce yanımdan ayrıldı. Mutfağı toparlayıp peşinden gittim. Namazını kılmış sessizce pencereden dışarıyı izlemekle meşguldü. Rahatsız etmeden ben de namazımı kılıp odaya geçtim. Yatağa uzandığımda kapı açıldı. Sencer elindeki yatakları dolaba koyup kısa süre bana baktı.
“Sencer,” dedim kapı kulpunu tuttuğu anda. Bana bakmadan arkası dönük bir müddet bekledi. Yataktan kalkıp yanına gittim. Kolundan tutup kendine çevirdim. Gözleri dolmuştu, kızaran gözlerinden öpüp elinden tuttum. Yatağa geçtiğimde ona bakıp, “Bundan sonra yanımda yatar mısın?” dedim. Afalladı. Bir müddet yatağa bakıp, “Emin misin?” dedi. Gülümsedim, “Hiç olmadığım kadar,” dedim. Yatağa geçtiğimde o da yanıma uzandı. Büyük bir cesaretle göğsüne koydum başımı. Parmaklarını saçlarımda gezdirdi.
“Sana dokunmaya kıyamadıkça bu yaptıklarımı düşünmek beni öfkelendiriyor.” Başımı kaldırıp susması için parmağımı dudağına yasladım.
“O sen değildin,” dedim. Burnumu daha çok bedenine iliştirdim. Kokusu öyle güzeldi ki ona hastı ve bu kokularda tasvir edemeyeceğim kadar yetersizdi. Kollarımı bedenine sarmaladım. Onu hissettim, ruhumun özgürlüğü onun kalbinde son buluyordu. Ona adadığım hislerim vardı ve ben bu hislerimi ilk defa seviyordum. Hissettiklerim karanlık bir yürekte gün ışığıydı. Kayıp ruhuma teslimiyetti. Allah’ın bahşettiği en özel hisse yoldaşlık yapmaktı. Yoldaşım güzeldi, yolun bedbahtlığı karşısında ve o yoldaşla yol bile güzeldi. Yaşadığım ve yolumun bitmesini istemediğim yerde en güzel anlarımı yaşıyordum.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
617 Okunma |
145 Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |