15. Bölüm

XIV - İBLİSİN OYUNU

Rumeysa Doğan
rumeysadoganm

Sencer’le tren yolunu seçerek beklediğimiz durakta gelen trene bindik. Arsen Hisar dışındaki şehirde almamız gereken bir sertifika vardı. Sertifikayı Turgut Bey halletmişti. Bu sertifikayla ikinci bir dalga olduğunda, aralarına sızabilecektim. Sertifika bana aitti ama Sencer’in de imzası gerekliydi. Bu konuda yine Sencer’le inatlaşmıştık, onu ikna etmek zor olsa da başarabilmiştim. Buna mecbur olduğumuzu biliyordu.

Sessizce yanımda oturan Sencer’e bakıp ne düşündüğünü düşündüm. Bu tavrına birçok anlam yükleyebilirdim, en çok da şu an ne için gidiyorsak onun için düşüncelerini kendinde saklı tutuyordu.

Yüzüne düşmüş hüzün gölgesini benden saklarcasına bana bakıp gülümsedi. Oysa o gülüşte beni rahatlatacak bir hissiyat yoktu. Elini tuttum, sıcacık elleri ilk defa buz gibiydi. Avucumu avucunda birleştirip parmaklarımı parmaklarının arasına yerleştirdim.

“Gevşemeyin, üzülmeyin, inanmışsanız, mutlaka siz en üstünsünüzdür. (Al-i İmran – 139)”

Söylediğim ayetle yüzünde ferahlamış gibi bir hissiyat oluştu. Elimin üzerini öpüp, “Bazen sen de güzel yerden vuruyorsun,” dedi. Utandım, kızarmış yanaklarımı saklamak için trenin penceresinden dışarıya baktım. Tren hızla hareket ederken yollar gözlerimin önünde süzülüp gidiyordu. Ne kadar akşam karanlığı çökmüş olsa da etrafın güzelliği an be an gözler önündeydi.

Tekrar Sencer’e döndüm. Başını geriye yaslamış bana bakıyordu. Saçlarının bir kısmı önüne düşerken içimden hep bu güzelliğe şükür etmek düşüyordu. Cenneti sunan yeşil gözlerine gözlerimle selam verip aynı şekilde başımı geriye yaslayıp ona baktım. Onunla uzun bir tren yolculuğu sevmediğim yolculuğa ayrı bir güzellik katmıştı.

Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Nefesi yüzümü bertaraf ediyordu. Güzel bakışları altında kendimi onda eksik hissetmem normal miydi? O çok güzeldi; yüzü güzeldi, kalbi güzeldi en önemlisi de onu hiçbir çirkinlikte bulamamdı. O benim kalbimde tamdı ve ben o tamlıkta yetersiz hissetmek istemiyordum.

Parmakları elmacık kemiğimden dudağımın kenarına yol aldı. Usulca oraya dudaklarını yerleştirip, “Burası benim,” dedi. Gözlerim kapanıverdi. Dudağını dudağımın kenarından çekip elmacık kemiğime yerleştirdi. “Burası da benim,” dedi. Sesi rahatlatıcıydı.

“Lavinia! Gönül telimde afitap. Kuzguni bakışlarına ince bir senfoni yerleştirmişken, Kalbim oraya hükümran olmuş.

Yavaştan başını kaldırıp, “Çay,” dedi. Ayaklandığını görünce çay almaya gideceğini anladım.

“Olur.” Kompartımandan çıktı. Eklemlerimin ağrısını almak için esnedim. Pencereye biraz daha yaklaşıp dışarının güzelliğini biraz daha izledim. Sanırım yolumuza bir ya da iki saat kalmıştı. Saate baktığımda akşam namazını kılmadığımızı fark ettim.

Kompartımanın kapısı açıldığında Sencer elinde çay tepsisi ile geldi. İki plastik bardakta çay ve birkaç atıştırmalık yiyecek vardı. Hemen pencere kenarında duran küçük masaya tepsiyi yerleştirip oturdu. Ben de karşısına oturdum. İkimizde sessizleşmiştik. Sencer, dışarıyı izliyordu, ben de onu.

“Beni izlemeyi seviyorsun galiba.” Çarpık gülüşle söylediği sözle bakışlarımı çekip, “Bunu nereden çıkardın?” diye sordum. Bu hoşuna gitmişti. Ona her an koz vermeyi başarıyordum. Ben konuşmasam da biliyordum ki yanaklarım beni ele veriyordu.

“Sorunun aslı sensin.”

“Sadece birkaç saniye sürdü.” İlla kaçacaktım. Bilmezliğe vurmam bile inandırıcı değildi. “Hem…” Yutkundum. Ne vardı utanacak, gerçekleri söylemek ziyan etmezdi ki bizi. “Artık kocamsın. Bakmamda sakınca mı görüyorsun?” Nefesimi zar zor versem de biraz cesaretin zararı yoktu. Yine de bakışlarımı kaçırmam olağan durumdu. Bu hoşuna gitmişti. Damaklarımı ısırıp önüme döndüm.

“Niye böyle güzelsin?” Çenemden tutup kendisine bakmamı sağladı. Bir kez daha utandım. Kızarmış yanağımı öpüp, “Utanman bile sana olan güzelliği kapatamıyor, aksine daha güzel yapıyor,” deyip tekrar yerine oturdu.

“Çok rezil gözüküyorum.” Bana doğru eğilip, “Biraz daha rezil olsana,” dedi. Başımı yere eğip gülümsedim. Karnıma giren ağrılar kalbimde uçuşan kelebekler çok güzel olsa da zordu. Oysa kalbimde milyonlarca çiçek açmıştı.

“Beni böyle utandırma. Zaten çok kızaran biriyim, bir de sen böyle davrandıkça domatese dönüyorum. Çok alışkın değilim. Havalarda böyle ısınınca…” Duraksadım, beni gülümseyerek izleyişiyle dudağımın kenarını ısırıp başımı penceren dışarıya çevirdim. Çok konuşmuştum. Böyle hâllerde karşımdaki kişinin yüzüne bakamıyordum. Elimi kolumu nereye koyacağımı bilemedim. Demek ki cesaret her zaman benim harcım değildi. Ayaklanıp lavaboya doğru yürüdüm. Arkamdan hâlâ gülüyor oluşuna itimat etmeyerek lavaboya girdim. Küçücük lavaboda sıkışıp kalarak aynaya baktım. Şu an kıpkırmızıydım. Hâlâ utanıyordum onun yanında. Buna alışamayacaktım. Elimi yüzümü yıkayıp yanına geçtim. Namazları kıldıktan sonra Sencer’e dönüp, “Çok mu daha?” dedim.

“Bir saat gibi bir zaman kaldı. İstersen biraz uyu.” Başımı usulca sallayıp açmadığımız yatağa kıvrıldım. Başımı kaldırıp Sencer’e baktım.

“Buraya gelsene.” Sencer hiç tereddüt etmeden yanıma geldi. Başucumda durduğunda biraz daha yukarı kalkıp başımı göğsüne yasladım. Örtümü açarak ellerini saçlarımda dolandırdı. Dudaklarından dökülen kelimeler söylediği müziği kulağıma iliştirdi.

Sen bir aysın ben kara gece Gel derim gel derim gel derim Bu can senin sersebil ettim Al derim al derim al derim

Uykunun tatlı oluşu onun sesiyleydi ve uykuya kolay dalamayan ben yavaşça gözlerim kapandı. Ve tek bir ses kaldı kulaklarımda, onun o eşsiz mırıldanışı.

“Ayza.” Kulağımın dibinde duyduğum sesle gözlerimi araladım.

“Bir şey mi oldu?” Geri çekilip, “Birazdan ineceğiz, hadi kalk,” dedi. Yattığım yerden kalkıp dışarıya çevirdim bakışlarımı. Kendime gelerek üzerime çeki düzen verdim.

“O kadar uyudum mu ya!” Sencer, önündeki dosyaları düzenleyip, “Uykucu seni,” deyip göz kırptı. Tren yavaş yavaş durduğunda biz de çok geçmeden kendimizi dışarıya attık. Temiz havanın yüzüme çarpması uykunun verdiği mahmurluğu almıştı. İlerlediğimiz yolda Sencer elimi yavaşça kavradı.

“Sencer?” Önüne bakarak, “Hım,” dedi.

“Hani sen meseleyi beraber halledeceğiz demiştin, şimdi niye beni bunlardan uzak tutmaya çalışıyorsun.” Sencer bana bakıp, “Bilmiyorum,” dedi. “Böyle olacağını inan ben de tahmin etmiyordum.”

“Beni sevebileceğini düşünmüyordun çünkü.” Dediklerime kaşlarını çattı. Bir şey demek için dudaklarını aralayacakken telefonu çaldı. Umutsuzca omuzlarımı düşürdüm. Ona dediklerimde abartıyor muydum bilmiyordum, sadece öyleyken böyle olmak garipti.

“Öyle mi?” Sencer’in karşı tarafa şaşırarak söylediği sözlere dikkat kesildim. Uzun süre dinleyip akabinde, “Ben halledeceğim,” diyerek telefonu kapattı. Ondan cevap bekler gibi baktım. Bana kısacık bakış atıp, “Selçuk Alphan,” dedi. İsmi tüylerimi ürperten adam yine ne yapmıştı merak içindeydim.

“Konuşmak için bizi yemeğe davet etmiş.” Şaşkınlıkla kaşlarımı havalandırdım. “Ne yapacağız peki?” diyerek bir cevap arayışına girdim. Sencer, bıkkın bir ifade ile “Gideceğiz,” dedi. Yüzüne beni rahatlatmak için farklı ifade yerleştirirken sesi neredeyse isyanın eşiğindeydi. Elini daha sıkı kavradım. Bu konu üzerinde fazla durmayarak kalacağımız pansiyona ulaştık. Evrak işlerini yarın halledecektik.

Sencer, oda işini halledince resepsiyondan uzaklaştık. Asansör yerine merdiven kullandık. Oda birinci kattaydı. Sencer, elindeki anahtarla kapıyı açıp geçmem için yer verdi. İçeriye geçtiğimde orta büyüklükte bir oda karşıladı bizi. Gayet ferah ve güzeldi. Krem ve ahşap rengini almış odanın hemen karşısında kocaman pencere beyaz perde ile dizayn edilmişti.

“Yarın döneriz diye şimdilik burayı tercih ettim.”

“Şirin bir yer, fark etmez bile benim için.”

Banyoya geçtiğinde ben de başımdaki örtüyü çıkardım. Ağrıyan saç diplerimi ufalayıp yatağa uzandım. Ne kadar uyumuş olsam da üzerimde yolculuğun verdiği yorgunluk vardı.

Sencer, banyodan çıktı, köşede duran sırt çantasından pijamalarını çıkarıp giyindi. Ben hâlâ tembellik ediyordum. Aynı şekilde kendi sırt çantamdan pijamalarımı çıkarıp banyoya geçtim. Elimi yüzümü güzelce yıkayıp abdestimi aldıktan sonra pijamalarımı giyindim. Biraz daha rahatlamıştım.

Odaya geri döndüm. Sencer namazını kılıyordu. Feracemi giyinip başörtümü taktıktan sonra arka safında yerimi aldım. Namazları eda ettikten sonra üzerimdekileri çıkarıp astım.

“Yarın kaç gibi geçeriz Anzera’ya?” Sencer, düşünür gibi yapıp, “Dokuz gibi geçeriz,” dedi. Yatağa geçtiğinde ben de hemen yanına kıvrıldım. Bana doğru dönüp, “Hiç içime sinmiyor bu karar,” dedi. Benimde sinmiyordu ama yapabileceğim başka bir şey yoktu. Bunun olması gerekiyordu, bir yandan benim de elimin değdiği yer olmalıydı. Bunu kendime her defasında hatırlatmak istemiyordum. Oysa çoktan alınması gereken bir belgeyken alabilmem ya Sencer’le ya babamla olabilen bir şeydi.

Sencer’in elini kavrayıp, “Sen sıkma canını,” dedim. Gözlerine inen meltem bana yapma der gibiydi. Dili söylemese de gözlerinden bunu anlayabiliyordum. Sadece susuyordu, biliyordu ki başka çaremiz yoktu. Benim ne olacağım, onun ne olacağı, nereye itileceğimiz belli değildi. Sertifika benim avantajımdı.

Her varoluş, bir çetin mücadele istiyordu.

Kollarını açtı. Gülümseyerek kollarına girişip başımı göğsüne yasladım. Sencer, kenarda duran abajurun ışığını kapatıp bana daha çok sokuldu. Yorgun bedenlerimiz artık uykuyu geri tepmeyecek kadar acizleşmişti.

“Bana trende söylediğin şarkıyı tekrar söyler misin?” Kısa bekleyişten sonra çenesini başıma dayayıp müziği söylemeye başladı.

Sencer’le kapıda bizi çağırmalarını bekliyorduk. Sayın Barlas Kazbek beyefendinin keyfini bekliyorduk. Ben, koltukta otururken Sencer bir sağa bir sola doğru yürüyor, arada oda kapısına bakıyordu. Oldukça gergindi. Nasıl bir insanla karşılaşacaktık bilmiyorduk. Barlas Kazbek, gizemli bir adamdı. İki taraflı düşünüyordu ama daha çok diğer taraflı gibiydi. Anlatılanlar bunu gösterse de iş konusunda tarafsızdı. Bunu fazla irdelemek beynimi yakıyordu.

“Ayza Hanım.” Kapıda beliren genç kadın bana doğru seslendiğinde oturduğum yerden kalkıp, “Benim,” dedim.

“Buyurun, Barlas Bey sizi bekliyor.” Kadın içeriye girdiğinde Sencer’de benim gibi ayaklanıp yanıma gelip elimi tuttu. Gerildiğimin farkındaydı. Sanki onu buraya getirmek için zorlayan ben değildim. Beni rahatlatmak istercesine gülümseyip, “Yanındayım,” dedi. Sesindeki rahatlatıcı tınıyla kalbimdeki heyecan tohumlarını yok ettim. Bazen birinin tek bir sözü yeterli olabiliyordu. Sanırım ben de sırtımı Sencer’e yaslamıştım. Onun tek bir sözü sırtıma yüklenen dağı yok ediyordu. “Biliyorum,” diye cevap verdim. Sertifikayı almamı istemiyordu ama benim rahatlamamı daha çok düşünüyordu.

“Kendini sakın sıkma. İstemediğin an söyle.”

“İyi ki varsın Sencer.”

“Sen de iyi ki varsın ay kız.” Kalbime inen ılık esintiyle içeriye girdik. Bakışlarım Barlas Kazbek’i buldu. Ben, yaşlı birini görmeyi beklerken otuzlu yaşların başında birini gördüm. Mavi gözlerini önce bana sonra Sencer’e kaydırdı. Oturduğu yerden kalkıp yakınımıza geldi. Tokalaşmak için elini uzattığında geri çevirdim fakat Sencer çok beklemeden elini tutup, “Ben Sencer,” dedi. “Bu da eşim Ayza.” Son kelimeleri oldukça vurguluydu.

“Memnun oldum, buyurun oturun.” Masanın hemen arkasındaki sandalyeye oturup eliyle bize berjere oturmamız için işaret etti.

“Ne içersiniz?” Oruçlu olduğumuz için, “Bir şey içmeyiz, sağ olun,” dedim. Barlas Bey, fazla üstelemedi. Elini masanın üzerinde birleştirip, “Sertifika için geldiniz değil mi?” deyince, “Evet,” diye cevap verdim. Hemen arkadaki dolaptan bir dosya çıkarıp tekrar yerine oturdu. Bakışlarım dosyadaydı. Sencer’in yanımda oluşundan mı ne, gergin değildim. En azından bu iyi bir şeydi.

“Bunun için bir aile üyesini kaybetmen gerekiyor.”

“Babamı kaybettim.” Dediğimle olumlu şekilde başını salladı. Tekrar dosyayı inceleyip, “En az lise mezunu olmalısınız,” dedi.

“Arap dili ve edebiyatı mezunuyum.” Cevaplarım Barlas Bey’i oldukça memnun ediyordu. Her cevap verişim beni biraz daha yatıştırıyordu.

“Yabancı dil bilginiz?”

“Arapça ve İngilizce.”

Dosyayı kapatıp, “Bunlar gerekli işlemler için yeterli,” diyerek dosyanın en arkasından bir dosya çıkarıp birkaç bir şey yazdıktan sonra Sencer’e uzattı. Sencer’in imzası gerektiği için bunu ondan istemek çok zordu. Sencer, kararımı son kez kontrol etmek için bana baktığında bir şey demedim. O neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilebiliyordu. Kalemi avuçları arasında sıkıp çok beklemeden imzayı attı.

“Hayırlı olsun Ayza Hanım.” Gerekli bilgileri halledip sertifikayı uzattı. Sencer, benden önce davranıp sertifikayı alıp elimi kavradı. Barlas Bey’e veda edip çıktık. Sencer’in peşi sıra sürükleniyordum şu an. Odaya girdiğimizden beridir gergindi.

“Dur Sencer.” Sencer, seslenmem ile durup bana döndü. Yüzündeki gerginliği almam lazımdı. Yanına yaklaşıp, “Ne oldu birden?” dedim. Ne olduğunu anlayabiliyordum ama onun bana söylemesini istiyordum.

“Gerginim biraz.”

“Sakin ol, bu sertifikaya ihtiyacımız olmayacak inşallah. Gönlünü rahat tut.” Ne dersem diyeyim rahatlamayacaktı. Onu çok iyi anlıyordum, bu yüzden de üzerine gitmek istemedim. “Hadi gidelim.” Yan yana çıktık binadan. Aramızdaki endişelere son vermeliydik. Güzel düşünmeli, güzel sonuçlar almalıydık. İhtiyacımız olan buydu çünkü.

Uzun virajlı yolu sonunda tamamlamış, tekrar trene binmiştik. Sencer, kompartımandan çıkarak işlerini halletmeye giderken ben de hemen köşede çantaya koyduğum kitabı çıkararak okumaya başladım. Okuduğum sayfada şu yazıyordu:

Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı vardır. Her tağutun bir kırılışı, her putun bir yıkılışı vardır.

Yazar kitabında bir tağut ve savaş mücadelesi verirken baştan sona anlattığı birkaç şehidin zekiliğine hayran bıraktırmıştı. Özellikle şu alıntı çok hoşuma gitti:

Söyle ona, İslam’da kula secde yoktur.

Şu anki gördüklerimde karşı tarafın birçoğu ya Dağhan Bey’e ya da Selçuk Bey’e itaatte ileri gitmişti. Alıntıyı okuyunca alıntıyı daha çok benzetmiştim bu duruma.

Olacakları düşünürsem daha fazla derine inerdim. Çok fazla düşünmeyip kitaba devam ettim. Oldukça hoşuma gitti okuduğum satırlar. Daha dün başlamama rağmen bitirmiştim bile. Hak ile batılın savaşını kısaca gerçeklerin bir savaş dilinde anlatımı öyle etkileyiciydi ki yeri geldi gözlerim doldu.

Bizde hak ile batılı savunan görünüşe göre üç gruptu ama gerekte iki gruptu. Batılı savunanlar çok derin kişiliklere inmişti. Bu kişiliklerde birkaç gruba ayrılmıştı. Çoğu yalancıydı çoğu ise ikiyüzlü. En çok ikiyüzlüler tehlikeliydi çünkü çoğu bizim tarafa sızmaya çalışan kişilerdi.

“Gözyaşları içinde okuyorsan epey etkilenmişsin.” Ne zaman geldiğini görmediğim Sencer, hemen yanıma oturup kitabı elimden alıp masaya koydu. Beni kendine çekip başımı göğsüne yasladı. Bugün yemek daveti işi ikimizi de geriyordu. Selçuk Bey’in bizi çağırma gibi bir olanağa sığınması ardından birçok olayı yanı başında getirebilirdi.

Sonunda evimize gelebilmiştik. İftar vaktine daha iki saat vardı. Sencer, akşam için kendi işlerini halletmeye başladı. Odaya çekildiğinde yanına gittim. Yine dosyalarda kaybolmuş vaziyette duruyordu. Yanındaki dosyayı alıp, “Bunları akşam için mi ayırdın?” dedim. Başını usulca sallayıp, “Tedbir almam lazımdı,” dedi.

Dosyada Selçuk Bey’e ait bilgiler vardı ve bu bilgiler Selçuk Bey’i köşeye sıkıştırabilirdi. Dağhan Bey’i adalete kolay teslim etmiştik ama Selçuk Bey bizi zorlayacak gibi duruyordu.

Sencer, alnını ufalayıp geri yaslandı. Sıkkınca soluyup, “O kadar çok gizlediği olay var ki hiçbirine ulaşamamak beni deli ediyor,” deyip parmaklarını saçlarının arasında gezdirdi. Sesindeki gerginlik akşam davetinin bir parçasıydı.

“Hiç mi ilerleme kat edemiyoruz?”

“Selçuk Alphan hakkında, hayır. Adam bilgilerini zırh gibi korumaya almış.” Masanın ucuna oturup, “Peki ne olacak?” diye sormaya devam ettim. Şu an ne düşünüyor anlayabiliyordum. Çıkmazdaydı. Arkasına geçip omuzlarına masaj yapmaya başladım. Masaj yaptığımı fark edince başını sandalyesinin tepesine koyup gözlerini kapattı. Kendini biraz daha rahat bırakmıştı.

“Şu an en iyi gelen şey ellerin.” Biraz daha sıkıp, “O zaman ben hep yaparım,” dedim. Gözlerini açıp bana baktı. Tepeden ona bakmak tuhaftı. Parmağı ile yaklaşmamı işaret etti. Başımı eğdim, alnım çenesindeydi onun çenesi de benim alnımdaydı. Burnumun ucunu öptü. Geri çekildim.

“Biraz kafanı dinle. Akşama böyle yorgun gitme.”

“Haklısın,” deyip oturduğu yerden kalktı. Odadan çıkarak yatak odasına geçtik. İkimizde uykusuzduk. Bu yüzden uzandık yatağa. O çoktan gözlerini kapatmıştı. Bana belli etmek istemiyordu ama gergindi. Bu olaydan temiz çıkmak istiyordu.

Okuduğum sayfayı tekrar çevirdim. Parmaklarım hafiften kanlı sayfada dolaştı. Bu kan babama ait olmalıydı.

02.02.2002

Hücrenin soğuk duvar diplerinden yazıyorum bu satırları. İki yıllık serbestliğin ardından yeniden alındım hücreye. Bu ne kadar devam edecekti bilmiyordum. Şu an ellerim donuyor ama ben bu satırları yazmazsam bir eksiklik geleceği bir enkaza çevirebilirdi. Dünden bu yana işkence ediyorlar. Ama direnmeliyim, direnmeliyim ki bu azgın topluma fırsat vermemeliyim.

Ellerimdeki kan kurudu, sıcaktan değil soğuğun keskinliğinden. Çatlayan ellerim yeniden kanıyor bir işkenceyi yanı başında getiriyordu. Şu an üç kişiyiz hücrede. Diğer ikisi de benim gibi suçsuzluktan buradaydı. Burası neresi mi? Burası Selçuk Alphan’ın gözde hücresi.

İki gündür sorguya tabi tutulmuştum. İki gündür cevap vermediğim her suskunluğum için dayak yedim. Benim bu kötülüğe verecek cevabım yok. Cevap verirsem ben dâhil bütün Müslümanlar ölebilirdi. Bu hak ile batılın savaşıydı. Onlar Müslüman olduklarını savunsalar da başka dine mensuptular. Halkın gözünü böyle boyamayı düşünüyorlar ama hepsine bunu söylemem gerekiyor.

Hakkımda ne hüküm verilecekti bilmiyordum. Zamanı değildi, buna emindim. Zamanının gelmesi için başka bir üsse çıkmam gerekiyordu. Yine yazdığım satırda şu unutulmasın, toplum azdığında en büyük kötülük Selçuk Alphan’ın elindeydi.

Bu kadardı, bir yazının gelecekte okunacak tek şahit olabileceği. Babam büyük bir emanet bırakmıştı bana ve o emanet yerine ulaşacaktı. Şimdi değildi fakat zamanı gelince elimdeki şahit onların sonu olacaktı.

Defteri rafa kaldırıp odadan çıktım. Sencer, hâlâ uyuyordu. İftara çok vakit kalmamıştı. Başucuna ulaştığımda dudaklarım huzurla kıvrıldı. Bakışlarım güzel yüzünde gezindi. Parmaklarım dalgalı ve kahverengi saçlarında dolaştı. Yüzündeki gerginliğin yerini huzur almıştı. Her zamankine nazaran alnındaki kırışıklıklar yoktu. Sert mizacı ayrı bir hava katarken şimdiki yüz ifadesi daha farklı bir hava katmıştı ona. Ona baktıkça hissettiğim tek şey gülümsememdi. Çünkü bir tek o bunu başarıyordu. Hissettiklerim onundu…

“Sencer.” Seslenmem ile güzel gözlerini araladı. “Hadi kalk da hazırlanalım. Az kaldı iftara.” Dediğimi yapıp yattığı yerden kalktı. Onu beklemeden hazırlanmaya başladım. Gergindim. Aylar sonra o eve gidecektim ve beni bekleyen huzursuzluğu tahmin edebiliyordum.

Evden çıkarak kamyonete bindik. Anlaşılan yol boyu konuşmayacaktık. Sencer’in telefonu çaldığında önündeki bakışlarını çekip hemen köşeye koyduğu telefonuna kaydı. Ekrana baktım, Altan arıyordu.

“Söyle Altan!” dedi soğuk bir üslupla. Uzun uzadıya dinledikten sonra, “Gerek yok,” dedi. Ne konuştuklarını dinlemek istiyordum ama Sencer, telefonunun sesini kısmıştı. Benim duymak istemediğim ne konuları olabilirdi ki? Sencer çok fazla konuşmadan telefonu kapatıp cebine yerleştirdi.

“Bir şey mi olmuş?” Sorduğum soruyla başını iki yana sallayıp, “Altan işte, endişeleri ve beni sıkıştırması,” diyerek sorumu geçiştirdi. Onu fazla sıkmak istemedim. Önüme dönüp zihnimle kendim baş başa kaldım. Uzun zaman sonra Selçuk Bey’in yüzünü görecek olmam midemi bulandırdı. En son mahzende kapalıyken dediği kelimeleri hatırladım. Bunu Sencer’e dememiştim, bundan bahsetsem değil oraya gitmek beni asla yanına almazdı. Ne konuşacaklarını bilmeliydim. Sencer aralarında geçenleri asla bana anlatmazdı, hatta başına ufak bir bela açabilirdi. Benim yanımdayken az da olsa sakin kalabiliyordu. Onu yatıştırmak için yanında olmalıydım. Tek duam bir an önce bu gecenin sonunu sağ salim bitirmekti.

Evin önüne geldiğimizde bir an duraksadım. Adım atmak istemiyordum bu eve. Korkudan değildi ama onun yüzünü görmek şimdiden ağır gelmişti. Sencer, elimi tutup beni rahatlatmak için yüzüne sahte bir tebessüm yerleştirdi.

“Korkma, ben yanındayım.” Elini sıkıca tutup, “Korkudan değil bu,” dedim. Yüzümü okşayıp, “Biliyorum,” dedi. “Ne olursa olsun, senden yana bir endişem yok.”

Yavaş usul bahçeden içeriye girdik. Korumalar bizi bekliyor olacak ki kapı ziline basıp kapıyı açtılar. Çok geçmeden aşağıya inen Alper oldu. Bana bakıp gülümsemesini çoğalttı. Yanına ulaştığımızda Sencer’in tutuşu sertleşti. Alper’den hoşlanmıyordu ve bu mecburiyet onu öfkelendiriyordu.

“Hoş geldiniz.” Sencer usulca başını sallayıp, “Hoş bulduk,” dedi. İkisi de birbirine öyle soğuk bakıyordu ki ben bunu bilerek sessiz kalıyordum. Merdivenleri bitirip salonda yerimizi aldık. Selçuk Bey, memnuniyetsiz bir tavırla ayağa kalkıp bizi karşıladı. Yüzündeki gerginlik bu gecenin ne kadar zor geçeceğini gösteriyordu. Merdivenlerden inen kişiye kaydı gözüm Efruz gülümseyerek yanıma geldi.

“Hoş geldiniz.” Selçuk Bey’in soğuk sesine karşın Sencer, “Pek de hoş gelmedik,” diye karşılık verdi. Ortamdaki gerginliğe biraz daha gerginlik kattı. Selçuk Bey bozulmuş bir ifade ile bize masayı gösterdi. Boğazımdan ne kadar geçecekti yemek bilmiyorum.

Hep beraber masaya geçtik. Sencer, hemen yanıma oturup elimi rahatlamam için tutup parmağıyla elimin üstünü okşadı.

“Davetinize icabet ettik fakat çok durmayacağız.” Selçuk Bey, sinsi bir gülüş atıp, “Şaşırtmıyorsun beni Sencer Aybars,” dedi. Sesi gayet rahattı. Ona kalsa şu an burası karışabilirdi.

“Dağhan Bey’in imzasına karşılık istediğin ne?” Sorduğu sorunun hikmeti biraz daha anlaşıldı. Sencer ellerini masada buluşturup, “Seni de içeriye tıkmak,” dedi. Selçuk Bey’in dudakları hafiften kıvrıldı. Olanların en büyük mirasçısı Selçuk Bey’di, bunu bir kez daha gösteriyordu. Dağhan Bey’in çok da bir hükmü yoktu. Burada zeki bir adam varsa o da Selçuk Bey’di. Sinsice Dağhan Bey’in gönlünü okşuyordu.

“Espriye gülecek bir modum yok şu an ama komik olduğunu söyleyebilirim.”

“Komiklik mi? Çok hayalperestsin Selçuk Alphan.”

Selçuk Bey, bu sefer bana dönüp, “Kendin gibi birini bulmuşsun Ayza,” dedi. Bana yöneltilen kelime pek de Selçuk Bey’in lehine sayılmazdı.

“Sizin gibi olmadığı için bundan yana bir üzüntüm yok.” Selçuk Bey, kaşlarını kaldırıp, “Üzücü,” dedi. Kalbi öyle bir kararmıştı ki savunduklarının doğru olduğunu düşünecek kadar alçak bir adamdı.

“Kes.” Sencer’in sesi adeta seni öldürebilirim tarzındaydı. Bana yöneltilen sözler Sencer’i kızdırıyordu. “Asıl sen şunu anla, o dosyanın sonu Dağhan Bey’in sonuydu ve senin sonunda en kısa zamanda gelecek Selçuk Alphan.”

“Korkmalı mıyım?” Dudaklarından çıkan alayvari kelimelere cevap vermedi Sencer. Önündeki yemeği yerken bir yandan da neler olacağından bahsediyordu. Rahat gibi gözükse de gergindi. Ortamda rahat davranan olduğunu zannetmiyordum.

“Senin bu durumda bu kadar rahat olman gerekmiyor baba.” Bu sefer konuşan Alper oldu. Babasının tarafını tutmaması Selçuk Bey’in biraz önceki olaylara nazaran sinirlendiğini fark ettim. Alper’e sertçe bakıp, “Şimdi de onların yanında beni mi rencide edeceksin Alper?” diye fevri bir çıkış yaptı. Önceden bir tartışmaya girdikleri belliydi. Hatta son zamanlarda ne yaşadıklarını bilmesem de aralarındaki husumet büyük gibiydi.

“Neden baba? Söyledin mi Dağhan Bey’in Sencer’i planına düşürmek için ne planlar yaptığını? O gece olmasa Sencer ölecekti. Öldürmek hangi fıtratınızın doğruluğu?” Dediklerine şaşırıp Sencer’e baktım. Sencer’de hiçbir şaşkınlık emaresi yoktu.

“Kes sesini Alper.” Selçuk Bey’i ilk defa bu gece bu kadar gergin gördüm. Alper burukça gülümseyip önüne döndü. İfadesizce ortamdaki gerginliği izliyordum. Selçuk Bey bu sefer Sencer’e çevirdi bakışlarını.

“Alper bile görmüşken doğruyu sen neyin çabasındasın?” Sencer’e öldürücü bakış atıp, “Bizim doğruların,” diye cevapladı. Alayla güldüm. Kendi doğruları ülkeyi karıştırmaktan, insanları katletmekten ibaretti.

“Çakalın yattığı yerde kuzu etmek mi toplumu?”

“Kuzunun nasıl savunduğuna bağlı.” Sencer, Selçuk Bey’in cevabına sinir olmuşçasına gülüp, “O kuzunun savunması çakalı yara içinde bırakır,” diye cevapladı. Masadan kalkıp tepeden Selçuk Bey’e baktı.

“Dikkat et kuzunun gittiği yol ayağınızı kırmasın.” Selçuk Bey de aynı şekilde oturduğu yerden kalktı. Bana bakıp, “Sen de o çakala dikkat et, amacı kuzu olmayabilir,” dedi. Hızla belinden çıkardığı silahı Sencer’e doğrulttu. Olanların şoku ile gözlerimi kocaman araladım. Ayağa kalktığımda Sencer beni arkasına alıp aynı şekilde belinden bir silah çıkarıp Selçuk Bey’e doğrulttu. Aralarındaki tehlike, hareketlerime kısıtlama getirdi. Kendime gelip silahların arasına girdim. Şu an sakin olunmaya ihtiyaç vardı. Sencer silahını indirip geri çekilmemi söylese de dinlemekten ziyade inadımı kullandım.

“Sizin yaptığınız çakallık değil, çakal sizin yanınızda masum kalır Selçuk Bey.” Ne dediğimi cesaretimle zihnim arasındaki gardımda bitirdim. Selçuk Bey, silahı alnımın ortasına dayayıp kaşlarını çattı. Bu durumda ya kurban gidecektim ya da kurban edecektim.

Sencer kolumdan tutup beni arkasına çekti. Tutuşundaki sertlik bana kızdığından mıydı? Bu sefer silah Sencer’in alnında yer aldı. Büyük bir olayın çıkacağını sanmıyordum lakin büyük bir tehdit unsuru birimizden birinin yanında olacaktı. Efruz’la Alper’e baktım. Efruz korkuyla bir köşeye sinmiş Alper ise babasına yaklaşmış, büyük bir olaya her an atılacakmış gibi duruyordu.

“Buraya yirmi mayıs olayında göndereceğin adamları geri çekmeni söylemek için geldim Selçuk Alphan. Ya siz çekilirsiniz ya da olayların ne denli senin dibinde biteceğini söylememe gerek yok diye düşünüyorum.”

“Çok eminsin Sencer Aybars. Şunu unutma ilk can verecek kişi sensin.” Sencer, hafiften gülümseyip, “Hiç fark etmez, ben olmasam bile benim gibi birçok adam var olacak bu davada,” deyip elimden tuttuğu gibi çekiştirdi. Kapıdan çıkacakken son kez Selçuk Bey’e bakıp “Yirmi mayıs, sizin ölünüz bizim dirilişimiz olacak,” deyip odadan çıktık. Sencer, hızlı adımlarla merdivenden inmeye başladığında ona yetişmem olanaksızdı.

“Sencer, yavaş.” Beni yeni fark ediyormuş gibi olduğu yerde durdu. Bir şey demeden soluyup hareketlerini yavaşlattı. Evden çıkıp temiz havanın kollarına attık bedenimizi.

Sencer kamyonete binmeden önce olduğu yerde durdu. Elini cebine sokup ilerledi. Hemen korkuluğun dibinde durup elleriyle korkuluğu sıktı. Parmak boğumları korkuluğu sıkmaktan dolayı bembeyaz kesilmişti. Ona soru sormak yerine sessizliğine eşlik ettim. Bu onu biraz daha sakinleştirecekti. Şu an soru sormam onu daha çok derin düşüncelere itebilirdi. Bunu istemiyordum. Çünkü bunu en çok yapan kişi benken bir başkasına yüklenemezdim.

Yine bir sabaha uyanabildik. Sabah namazını kıldıktan sonra Sencer tekrar koşuya çıkmıştı. Dün geceden bu yana hiçbir şey konuşmamıştık. Benden hislerini esirgiyordu. Ne hissettiğini, neler yapabileceğini belli etmek istemiyordu. Onu bir yandan haklı kılsam da bir yandan haklı kılamıyordum. Benden olaylar karşısındaki hislerini saklamasın istiyordum ama bunu yapabileceğim bir davranış sergilemiyordum. Olayları çok hafife almadığı için politik bir bakış açısı görememiştim onda. Bu bazen olabiliyordu bazense politik yaklaşım gerçekleştirdiği için olaylara daha kısa sürede ulaşabiliyordu ama bu onu biraz yıpratıyordu.

Yatağı düzelttikten sonra odadan çıkıp mutfağa girdim. Sahurda mutfağı üzerimde oluşan hâlsizlikten dolayı toplayamadığımdan şimdi toplayabildim. Hâlâ hâlsizdim, sanırım hasta olacaktım. Başımı koltuğun tepesine koyup hafiften gözlerimi kapattım. Uykum ağır basıyordu ama uyuyamıyordum. Saat sekiz olmasına rağmen Sencer gelmemişti. Merak ettiğim çok konu vardı ve Sencer yine beni bunlardan mahrum bırakıyordu. Şimdi ise yine sessizliğinde kim bilir kaç çığlık atıyordu hisleri? O susuyordu ama yüreği feryat ediyordu.

Ellerimi ağrıyan başıma götürdüm. Ciddi manada başım ağrıyordu ve biraz daha düşünürsem başım çatlayabilirdi. Yattığım yerden kalkacağım esnada başım döndü, sendeledim. Berbat bir hâldeydim. Dış kapı açıldığında adımlarımı kapıya çevirdim. Sencer, yorgun yüz ifadesiyle bana bakıp kaşlarını çattı. Yanıma gelip, “İyi misin?” diye sordu. Elini alnıma dokundurup, “Ateşin var,” diye devam etti. Ateşimin olduğunu hiç fark etmemiştim.

“İyiyim ben,” diyebildim hâlsiz çıkan sesimle.

“Duş alıp geliyorum hemen, sen yatağa geç uzan.” Dediğini reddetmedim zira buna ihtiyacım vardı. Yatak odasına geçip uzandım. Nereden çıkmıştı şimdi bu hastalık? Büyük ihtimal dün akşam rüzgâr çarpmıştı. Epey esiyordu zaten. Gözlerim kapanır kapanmaz hafiften yatak kımıldamıştı fakat bakamadım. Hissedebiliyordum alnıma dokunan eli. Yavaşça yanımdan uzaklaştı kıpırdama, ben de çok sürmeden derin bir uykuya dalmıştım.

Gözlerime vuran ışık huzmesi ile zorla araladım gözlerimi. Alnımda ıslak bir bez vardı. Rahatsız edici bezden kurtulup etrafta gezdirdim bakışlarımı. Sahi saat kaçtı? Kenarda duran telefona baktığımda saat öğlen on iki civarıydı. Kaç saattir uyuyordum ve hâlâ ateşim vardı. Etrafta bakışlarımı gezdirdiğimde Sencer’in sayıklayan hâline denk geldim. Yavaşça yattığım yerden kalktığımda Sencer’in eline yaslı başı düşeyazdı. Hafiften irkildiğinde bana baktı. Endişeli yüz ifadesi ile yanıma yaklaşıp, “Uyanmışsın,” dedi. Başımı usulca salladığımda bana uzun uzun baktı.

“Bana kırgın mısın sen?” Bunu cevaplamadım. Aslında tam kırgın sayılmazdım sadece tuhaf duyguların içerisindeydim. Dudaklarını alnıma bastırdı.

“Ateşin var ama biraz daha düşmüş gibi.”

“Hızlı iyileşirim.”

“Özür dilerim, biraz bencilce davranıyorum farkındayım. Ben de böyle bir adamım Ayza, duygusuz gibi gözükebilirim ama duygularımın en büyük yenilgisi sensin. Sana belli etmek istemiyorum, üzülmene dayanamıyorum çünkü.”

“Böyle daha çok üzüldüğümü görmüyor musun? Senin yükün bana iki misliyle geliyor Sencer. Ben senin karınım ve bana hiçbir şey anlatmıyorsun. Kendimi sana uzak hissetmem senin hoşuna gidiyor mu?” Sözlerimle yüzü düştü. Oturduğum yerden kalkıp odadan çıktım. Arkamda sadece hislerim ve kendisini bıraktım.

Suçlamıyordum onu, zaten bir kez bile neden böyle yapıyorsun diye sormamıştım, soramazdım. Bu onun kendisiyle verdiği mücadeleydi. Sadece biraz olsun beni inciten bir durumdu.

Elimi yüzümü yıkayıp banyodan çıktım. İçerideki ses dikkatimi çekti. Aralık olan kapıdan sesi dinledim. Sencer, telefonda biriyle konuşuyordu, ne dediğini net duyamasam da meselenin aynı olması beni pek meraka sürüklemedi. O an kapı zilini duydum. Hızlıca başörtümü bağlayıp kapı deliğinden baktım. Gelenin Altan olması feraceme doğru adımlamama neden oldu. Hızlıca feracemi giyinip kapıyı açtım. Altan, yerde olan bakışlarını kaldırıp bana baktı. Gülümseyerek, “Merhaba Ayza,” dedi. Aynı şekilde gülümseyip, “Merhaba,” dedim. İçeriye buyur ettiğimde çok durmadan ayakkabısını çıkarıp içeriye girdi. Üzerindeki kıyafetler oldukça sportif ve her zamanki giyinişinden uzaktı.

“Sencer yok mu? Böyle pat diye girdim ama…”

“Odada telefonda biriyle görüşüyor. Sen geç salona, birazdan gelir.”

“Tamam,” deyip salona geçti. Sencer de odadan çıktığında sorgular gözlerle bana baktı. “Altan,” deyip salonu gösterdim. Sencer salona geçerken ben de peşinden geçtim. Altan oturduğu yerden kalkıp Sencer’le tokalaştı.

“Hoş geldin,” diyen Sencer’e, “Pek hoş geldiğim söylenemez,” diye cevap verdi. Altan buraya gelmişse büyük ihtimal bir şeyler ortaya dökülecekti. Oturduğum yerden Altan’a baktım. Altan bir müddet oynadığı eline bakıp ardından Sencer’e döndü.

“Akşamki yemekten sonra Selçuk delirmiş.” Sencer’in dudağı Altan’ın sözleri ile kıvrıldı.

“Daha delireceği ortada!”

“Adriel Edwards’a haber yollamış Sencer. Şu an yoldaymış.” Sencer, öfkeyle kaşlarını çattı. Adriel! Aklıma gelenle sertçe yutkundum. Sencer, öfkeli bir sesle, “Geleceği varsa göreceği de var diyelim o zaman Altan,” diyerek konuyu uzatmadı.

Adriel, Selçuk Bey’in tek gelir kaynağıydı. Bütün silah mühimmatını ondan alır, yeri geldiğinde tehlikeli zehirleri temin ederdi. Büyük bir şirketi vardı Adriel’in ve bu şirket bizim için en büyük tehdit kaynağıydı. Başında Adriel Edwards onun sağ kolunda ise Finn Baker vardı. Dünya çapında onları tanımayan yoktu.

“Adriel bence başka bir konu için geliyor buraya.” Dediklerim Sencer’le Altan’ın bana bakmasına neden oldu. Sencer ne diyorsun der gibi bana baktığında çok beklemeden cevap verdim.

“Adriel Edwards’ı daha önce bir kere gördüm, o da Dağhan Bey’in yanında. Bence büyük mesele Dağhan Bey’in oradan kaçması ile başlayacak, biliyorum ki Adriel bunda en büyük rolü oynayacak.”

“Mantıklı,” dedi Sencer. Elini sakalında gezdirip, “Bakalım Dağhan Erkuran’ı bulabilecekler mi?” diye devam etti. Ortamdaki gerginlik Sencer’in söylediği sözle biraz olsun yatıştı.

“Ha unutuyordum, bunu babam yolladı. İmzala da götüreyim.” Sencer, hızla dosyadaki belgeyi imzalayıp geri Altan’a verdi. Altan dosyayı elinde iki kat yapıp ayaklandığında Sencer iftar için kalmasını söyledi, odaya çekildiler. Her şey bitmişken şimdide Adriel olayı çıktı başımıza.

Adriel’den korkum yoktu pek. Beni en çok Selçuk Bey korkutuyordu. Büyük savaş çıkarsa onun yüzünden olabilirdi. Dağhan Bey her ne kadar Selçuk Bey’den daha üst mertebeye sahip olsada, Selçuk Bey’in daha çok hükmü geçiyordu. Dağhan Bey sadece aradaki bir maşaydı. Sadece bazı nedenler Selçuk Bey’in ona itaat etmesini sağlıyordu.

Mutfağa geçip iftar için yemek hazırlamaya başladım. Altan da olduğu için çeşidi fazlalaştırdım. Yemekler hazır olduğunda iftara yirmi dakika gibi bir süre vardı. Hızla mezeleri masaya koydum. Sencer’le Altan gelip masaya oturdular.

“Senin niye kilo aldığın ortada kardeşim.” Altan’ın Sencer’e laf atmasına karşın gülümsedim. Sencer bana bakıp, “Ee, yapanın eli lezzetli olunca kilo almamak imkânsız,” diyerek bana göz kırptı.

“Sencer’i aşk adamı olarak görmüşken artık gözüm açık gitmez.”

“Zamanında senin gibi çapkın olmadığımdan böyle bir aşka düşmüş olmam benim büyük şansım.”

“Diyorsun ki sus…” Sencer kahkaha atıp, “Ne haddime, sana tavsiye vermek amacım,” dedi.

“Erkenden evlenip başımı yakamam kardeşim, senin gibi şanslı olmaz herkes.” Sencer elini Altan’ın sırtına koyup dostane tavırla sıvazlayıp, “Bence de,” dedi. “Herkes benim gibi şanslı değil.”

Bölüm : 01.04.2025 17:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş