
Gecenin en koyu saatinde yola çıktılar.
Atlas, yıldızların yerini çoktan sisin aldığını, ay ışığının dahi toprağa ulaşamadığını fark ettiğinde ne kadar içeri yürüdüklerinin bile farkında değildi. Zaman kavramını, yön duygusunu, hatta bazen kendisini bile kaybettiği bir yolculuktu bu. Ama bu sisin içinde bir şey, onu çağırıyordu. Derin, eski, unutulmuş bir şey…
Ardin önden yürüyordu. Sanki ayakları, daha önce bu yollardan geçmiş gibi emin adımlarla ilerliyordu. Atlas ise her adımda geçmişin tozuna, geleceğin gölgesine basıyordu.
“Kalbinle göreceksin,” demişti Ardin. “Ama sadece kalbinle. Gözlerini fazla kullanırsan, kaybolursun.”
Atlas, gözlerini kapattı.
Ve işte o zaman... görmeye başladı.
Kayanın Kalbi, sıradan bir mağara girişinden ibaretmiş gibi görünüyordu ama içeri girdiklerinde bambaşka bir dünya karşıladı onları. Girişin hemen arkasında, karanlığın içinden gelen bir ışık süzmesi duvarlara yansıyordu. Bu ışık, bir kaynak olmaksızın parlıyor, mağaranın derinliklerinde yaşayan hatıraları uyandırıyor gibiydi.
Duvarlar, parmak kalınlığında parlak damarlarla kaplıydı. Maviyle mor arası titreşen bu damarlar, mağaranın yaşayan bir organizma gibi atmasına sebep oluyordu. Her adımda içerde bir yankı değil, bir kalp atışı hissediliyordu.
Atlas başını kaldırdı.
Duvarların en yüksek noktasında, kadim bir sembol dikkatini çekti: Üç daire iç içe geçmişti. En içteki daire, kendi çevresinde dönüyordu.
“Bu… Zaman Mührü,” dedi Atlas.
Ardin başını salladı. “Doğru. Bu mağara, sadece mekânı değil, zamanı da büker. O yüzden adı ‘Kayanın Kalbi’. Çünkü kayanın altında zaman kalır. Ve bazen… kalbin ta kendisi.”
Atlas, kalbinin derinliklerinde bir sızı hissetti. Sanki orada, o kayanın kalbinde bir şey gömülüydü. Bir şey… sadece ona ait.
Mağaranın ortasına geldiklerinde zemin genişledi. Bir dairenin tam merkezindeydiler. Zemin, siyah ve parlaktı. Su gibi ama katı. Cam gibi ama sıcak. Atlas diz çöktü. Elini zemine koydu.
Ve işte o an, bütün mağara titredi.
Duvarlardaki damarlar hızla parlamaya başladı. Kalp atışları hızlandı. Zemin Atlas’ı içine çekmeye başlamıştı. Ardin bir adım atacak gibi oldu ama durdu. Çünkü bu yolculuk, sadece Atlas’a aitti.
Atlas gözlerini kapadı.
Gözlerini açtığında, artık mağarada değildi.
Burası bir anının içiydi. Ama sıradan bir anı değil… bir hatıra dünyasıydı. Gri gökyüzünün altında, beyaz taşlarla döşenmiş bir yol. Yolun kenarında dev bir kitap duruyordu. Sayfaları rüzgarla çevriliyor ama hiçbir kelime yazılı değildi.
“Bu ne?” diye fısıldadı Atlas kendi kendine.
Bir ses cevap verdi. İnce, tanıdık bir kadın sesi:
“Anılarının yazılmadığı sayfalar... Korktuğun için sustukların.”
Atlas döndü. Karşısında genç bir kadın duruyordu. Uzun saçları omuzlarına dökülmüş, gözleri tıpkı kendi gözleri gibi altın kahverengiydi.
“Sen… sensin,” dedi Atlas. “Ama... farklısın.”
“Ben, hatırlamaya cesaret edemediğin halinim. En eski benliğin. Henüz hiçbir şey kırılmadan önceki halin.”
Atlas’ın gözleri doldu. “Bu kadar şeyi neden unuttum?”
Kadın, elini onun göğsüne koydu. “Çünkü unutmak, bazen yaşamaktan daha kolaydır. Ama artık zaman geldi. Unutulanlar geri çağırılıyor. Ve sen... sen hepsinin merkezindesin.”
Birdenbire her şey yeniden döndü.
Atlas gözlerini açtığında zemin hâlâ parlıyordu ama o artık yalnız değildi. Avucunun içinde bir cisim vardı. Küçük, kristalden yapılmış bir anahtar.
Ardin yaklaştı. “Buldun mu?”
Atlas başını salladı. “Evet. Anahtarı buldum. Ama daha neyin kilidini açtığını bilmiyorum.”
Ardin gülümsedi. “Bazen bir anahtar, sadece bir kapıyı değil, geçmişi de açar. Hazır mısın?”
Atlas ayağa kalktı. Gözlerinde yaş vardı ama adımlarında korku yoktu.
“Hazırım.”
Ve böylece, kayanın kalbinden çıkan o iki yolcu, artık sadece bir haritayı değil, geçmişin en kadim sırrını da taşıyorlardı. Atlas, kendi hatıralarının anahtarını bulmuştu.
Ama unuttuğu tek bir şey vardı:
Bazı kapılar açıldığında… içeri sadece ışık değil, gölgeler de sızardı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 177 Okunma |
62 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |