
Sis, sabahın ilk saatleriyle birlikte Varedel Gölü'nün yüzeyine ince bir örtü gibi serilmişti. Göl, bir sır gibi sessizdi; sanki içinden geçen her hatıra, her çığlık suyun altına gömülüp unutulmaya yemin etmişti. Elya'nın, ayakları çıplak, suyun kıyısında duruyordu. Parmak uçları soğuk çakıllara gömülmüş, gözleri gölün ortasındaki eski, yosun tutmuş ahşap iskeleye kilitlenmişti.
Burası onun en çok kaçtığı yerdi. Ama aynı zamanda en çok saklandığı...
Suyun üstünde asılı duran yansımaya baktı. Kendi yüzünü tanıyamıyordu artık. Gözleri, annesinin kaybolduğu o günkü gibi boş ve çaresizdi. Rüzgâr saçlarını karıştırırken, içinden gelen o eski çağrı tekrar yankılandı zihninde:
“Burası sadece bir göl değil… Hatırlarsan, sana kim olduğunu gösterecek.”
Ama hatırlamak kolay değildi. Unutmak daha güvenliydi. Unutmak, acıyı dindiriyordu. En azından bir süreliğine…
Birden arkasında bir dal kırıldı. Elya irkildi, döndüğünde orada duran kişiyi tanıyamadı. Gri pelerinli, yüzü kapüşonla örtülmüş biri duruyordu birkaç metre ötede. Yüzünü göremiyordu ama karanlıkta parlayan gözleri bir yerden tanıdık geliyordu.
“Sen…?” dedi Elya kısık bir sesle.
Yabancı konuşmadı. Elini uzattı. Avucunun içinde eski, metal bir madalyon vardı. Yüzeyindeki semboller neredeyse silinmişti ama ortasında, sanki gölün içinden çıkmış gibi parlayan mavi taş hâlâ ışıltısını koruyordu.
“Bu… annemin kolyesi…” dedi Elya, ürpererek.
Adam, sessizce yaklaştı. Elindeki kolyeyi Elya’nın avcuna bıraktı ve fısıltı gibi çıkan sesiyle konuştu:
“Göl, sadece kaybedenleri değil… unutanları da saklar.”
O anda bir şey oldu. Gölün yüzeyi, kolyenin avcuna değmesiyle birlikte titredi. Sanki biri suya taş atmış gibi halkalar oluştu ve genişlemeye başladı. Gökyüzü, aniden kararırken Elya’nın gözleri kararır gibi oldu. Dizlerinin bağı çözüldü. Ama yere düşmeden önce, kolyenin içinden yayılan o sıcaklık bütün bedenine doldu.
Bir görüntü… Bir anı…
Bir çocuk sesi yankılandı zihninde:
“Anne! Bekle beni! Korkuyorum!”
Annesinin elleri… uzun parmaklı, yumuşak, şefkatli… ama aynı zamanda bir şeyden kaçan, korkan bir annenin elleri. Yüzü tam seçilemiyordu ama sesini hatırlıyordu artık.
Elya bir adım geri çekildi. Kalbi delicesine atıyordu. Zihni, parçalanmış anıların basıncıyla uğuldamaya başlamıştı. Elindeki kolye avuç içinde yanıyor gibiydi.
“Sen kimsin? Neden bunu bana veriyorsun?” diye sordu yabancıya, sesi çatallı çıkmıştı.
Adam bir adım geri çekildi.
“Seni hatırlayan biri,” dedi. “Ve artık senin de hatırlaman gerekiyor.”
Sonra sisin içinde kayboldu. Göl kıyısında Elya yalnız kaldı, ama içindeki yalnızlık ilk kez deliniyordu. Hatırlamanın acısı kadar, var olmanın sıcaklığı da doluyordu içine.
Yavaşça diz çöktü, suya doğru eğildi. Yüzü gölün aynasında belirdiğinde, bir değil iki yansıma gördü. Yanında biri daha vardı. Aynı onun gibi genç bir kız… ama gözleri farklıydı. Altın sarısı bir parıltıyla parlıyordu. Dudakları kıpırdamadan konuştu:
“Elya, sen sandığın kişi değilsin.”
Geri çekilmek istedi ama kıpırdayamadı. Gölde gördüğü yansıma bu kez uzandı, onun yüzüne dokundu. Gölün yüzeyi birden cam gibi kırıldı.
Bütün dünya çatladı.
Bilinç altına düştü.
Elya kendine geldiğinde, başka bir yerdeydi. Göl yoktu. Sis yoktu. Taş döşeli bir zemin, nemli ve karanlık bir tavan, duvarlardan sarkan yosunlar… Burası bir yeraltı geçidi gibiydi. Ama en garip olan şey: duvarlardaki sembollerdi.
Aynı annesinin günlüğünde çizdiği semboller gibiydi.
Ayağa kalkarken, karanlıkta bir adım sesi daha duydu. Bu kez bir kadın sesi yankılandı:
“Hoş geldin, Elya. Seni bekliyorduk.”
Elya gözlerini kısarak ilerideki figürü seçmeye çalıştı. Bir kadın. Uzun saçlı, zarif ama ürkütücü. Elinde eski bir kitap taşıyordu. Cildinin üzerinde mavi damarlar kıvrılıyordu.
“Sen… kimsin?”
Kadın hafifçe gülümsedi.
“Ben Zaria. Atlas’ın koruyucularından biriyim. Ve sen… Atlas’ın varisini arıyorsun.”
Elya geriledi. “Atlas mı? Unutulanlar Atlası mı?”
Zaria başını salladı. “Evet. Annen onu korumak için hayatını verdi. Ama artık senin zamanın.”
Elya’nın gözleri doldu. “Onu hatırlamıyorum bile…”
“Ama Atlas seni hatırlıyor,” dedi Zaria ve elindeki kitabı açtı.
Sayfalardan biri kendi kendine kıpırdadı. Eski bir resim… küçük bir kız ve annesi… bir ormanın içinde, ellerinde aynı madalyon…
“Seni unutan dünya bile, senin hikâyeni yazmaktan vazgeçmedi.”
Elya, kalbinin altındaki o boşluğun dolduğunu hissetti. Artık sadece arayan değil, uyanandı. Ve Unutulanlar Atlası’nın sayfaları onu bekliyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 177 Okunma |
62 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |