24. Bölüm

19. ALEVLERE KAPILAN RUHLAR

sadeceSU4
sadecesu4


Bebeklerimmmm nasılsınızzzz ❤️🥰

 

❤️İnşallah iyisinizdir❤️

 

Size uzun bir bölümle geldimm. Kısa demeyin vururum😇

 

Paragraf aralarına yorum bırakmayı unutmayın aşklarım. Sizin yorumlarınız beni yazmak adına daha da motive ediyorrr.

 

Keyifli okumalarrrrr

Bu aradaaa. Yazım yanlışım varsa affolmasın artık söyleyin de düzelteyim lütfen RİCA ediyorum yani.

Şimdi keyifli okumalar❤️❤️❤️❤️❤️❤️

 

...

 

İnsan doğar büyür ve ölür.
Nasıl öldüğü yada nasıl büyüdüğünün önemi yoktur. Sonuç olarak bu kötülüklerle çevrili dünyaya bir kere gözlerini açtığında, nasıl yaşayıp nasıl öleceğini kaderin ve alın yazsı belirler.

 

...

 

Yağmur damlalarının küçük ve güçsüz olduğunu sanırlar.

 

Yere düşen her damlayı kaybetti sanır, yok sayarlar.

 

Oysa onlar kaybetmedi. Onlar tekrardan bir oldukların da birlik oldukların da okyanusların ta kendisini oluştururlardı. Tek bir yağmur damlasını küçük görürsün, ama onu bir de okyanusla birleştiğinde gör.
Küçümsediğin, belki de yok saydığın o damlada boğulacaksın, kim bilir?

 

Düşmanını hafife almakta böyledir.

 

Bir savaşta, karşı tarafı hafife alan kişi çoktan o savaşta kaybeden taraf olurdu...

 

Her savaş son bulur, yağmur damlası okyanusunu bulur ve en önemlisi her savaşın bir kaybedeni birde kazananı olur...

 

Attığın adımlar, yaptığın seçimler, yürüdüğün yollar ve geçirdiğin yıllar...

 

Hepsinin sonucudur zeka...

 

Hepsinin sonucudur akıl...

 

Ve en önemlisi hepsinin sonucudur tecrübe...

 

Attığım adımın nereye gittiğini bilmeden yürüyordum bu yolda. Belki de en büyük hatam olacaktı belki de en büyük şansım. Belki de en kötü sonum, belki de en güzel başlangıcım.

 

Ahşap zeminde adımımı her attığımda topuklu ayakkabımdan yükselen tıkırtılar büyük, boş alanda yankı yaparak tekrardan kulaklarıma ilişiyordu. Hedefim karşımda duran görkemli avizenin aydınlattığı büyük merdivendi. Her basamağının köşelerinde yanan heybetli mumların alevleri, nereden geldiğini bilmediğim bir esintiyle usul usul titriyordu. Uzun süreden belli yandıklarını belli eden mumların erimiş parafinleri merdiven basamaklarına kadar inmişti.

 

Üzerimde zifiri karanlık kadar siyah olan uzun elbisem tam da beni yansıtıyordu.

 

Karanlık ve bir o kadar ürkütücü...

 

Omuzları açık şekilde çevrelenmiş, Siyahın siyahla dansı olan taşlarla kollarındaki detayları daha da yüceltmişti. Belimde ki elbiseye ait olan kemer ince belimi sahiplenircesine sarmıştı. Yürüdüğümde fark ettiğim sağ tarafımda ki derin yırtmaç her adımımı attığımda bacağımı hatırı sayılır şekilde ortaya çıkıyordu. Kızıl saçlarımın önlerinden birer tutam alınmış şekilde, arka tarafta nasıl olduğunu bilmediğim bir toka ile kurulmuş olmalıydı.

 

Her detay siyah, her taraf zifiri karanlıktı. Işıkların aydınlatması benim gördüğüm karanlığın aydınlığa ermesine yetmiyordu.

 

İçim de beslediğim karamsarlığın bölünerek çoğaldığını hissediyordum...

 

Tek hissim bu değildi ayrıca. Büyük bir boşluk. Sonu olmayan bir kara delik gibiydi. Yanına yaklaşsam içine çekilecek, uzakta dursam merakımdan çatlayacakmışım gibi...

 

Bu hisleri kime karşı hissettiğim belliydi.

 

Karahan...

 

Arsal Karahan...

 

Bir adım fazla yaklaşsam beni dönüşü olmayan bir kara deliğin içine çekecekti, mavinin en güzel tonu olan gözleri. Ama bir adım uzağında dursam ona karşı beslediğim meraka yenik düşerek tekrardan yörüngesine girecekmişim gibi... karışıktı, karma karışıktı.

 

Böyle duygular bana ve karakterime uzakken şimdi hissettiğim şeyleri adlandıramamak değil de, kabullenememek demek en mantıklısıydı.

 

Yenilmiş hissediyordum.

 

Yağmuru beklerken felaket bir fırtınaya kurban girmiş gibi...

 

Durgun olan okyanusun aniden büyük bir gemiyi alabora etmesi gibi...

 

Duygularımı anlatabilecek ne bir cümle ne de bir benzetme bulamıyordum.

 

Bu kabullenişte mağlubiyeti en acı şekilde tatmış mı oluyordum?

 

Bir hayli hem de...

 

Eva Efnan kazanmanın verdiği kibirle kendi kendine yenik düşmüştü.

 

Kendine verdiği sözler, baş koyduğu yollar, kendi yarattığı doğrular ve en önemlisi zırhlı bir irade... Eva Efnan, Arsal Karahan'a karşı kendine verdiği sözlerden ödün vererek kaybetmenin basamaklarında bir adım daha atarken, başarının basamaklarından bir adım geriliyordu.

 

Eva Efnan Arsal Karahan'a yenilmişti...
Verdiği savaşta ağır kayıplar vererek, yenilmiş ve geri çekilmişti.

 

Geri çekilmek kitabımda yoktu benim, ama her zaman denildiği gibi, geri adım atmak belki de fırtına öncesi sessizlikten bile daha tehlikeliydi.

 

Mumlar asil şekilde yanarken sanki merdivenin varlığını daha da güzel kılıyordu. Bir adım attığım merdivende, kendi içimde ki merdivenden bir adım gerilemiş gibi hissediyordum. Hislerine önem vermeyen biri olarak bir adım daha attım karşımdaki aydınlatılmış ama bir o kadar da karanlık olan merdivenin basamaklarına.

 

İçimde ki her şeye rest çekerek adımlarımı yavaş yavaş yukarıya taşıyordum. Ayağımda ki topuklu ayakkabı her basamakta tıkırdıyor, benim geldiğimi haber vermek istercesine boşlukta yankılanarak yaylıyordu. Mumların aydınlattığı uzun merdivenin son basamağına geldiğimde aşağıdaki sesiz ve sakinliğe inat burası gürültülü ve kalabalıktı. Kimse beni umursamazken onların arasından geçerek gidiyordum. Büyük bir alandı. Ve burayı da aydınlatan tek şey büyük bir avizeydi. Kalabalığa rağmen büyük sarayın içinde ki şatafat ve ışıltı göze çarpmayacak gibi değildi. Kalabalığın arasında nereye gittiğimi bilmez şekilde ilerlerken onun sesini duydum. İsterse yüzlerce, isterse binlerce insanın arasından yükselsin sesi. Ben kalabalığa rağmen onu tanır, karanlığa rağmen onu bulurdum. Sesin geldiği yöne ilerlediğimde birkaç insana çarptım ama umursamadım. Büyük kalabalığı yararak vardığım yer merdiven basamakları gibiydi. Dört büyük basamak vardı. Ve en yukarıda tanıdığım o dört sima.

 

Elyesa, Mavi, Akın ve gözleri o kadar kalabalığın içinde olmama rağmen tek seferde maviliklerini kırmızı gözlerime diken Arsal...

 

Maviliklerini benden ayırarak karşısında ki arkadaşlarına çevirdi. Gözlerinde daha önce görmediğim, tanımadığım bir şeyler vardı. Hırs mıydı? Öfke? Ya da üstünlük? Bilemedim. Gözlerinde o kadar farklı anlamlar vardı ki, bunlar değildi. Bunlarla uyuşmuyordu. Dört büyük adımda basamakları tırmanıp yanlarına ulaştım. Arsal tam ortada onun biraz uzağında Elyesa, çaprazında Akın ve tam karşısında Mavi vardı. Bende tam ortalarında olmasam da hepsinin yüzünü net şekilde görebileceğim bir konumdaydım. Kaşları çatılan Arsal'ın gözlerinden ateşler fışkıracaktı. Elyesa ifadesiz, Akın durgundu. Arsal'ın tam karşısındaki Mavi'nin ifadesinden herhangi bir duygu okunmuyordu, normalde tanıdığım Mavi'den daha farklı biriydi sanki gördüğüm kişi.

 

Arsalın yüce dağları titretecek kadar yüksek çıkan sesiyle uğultu sesi bir anda kesildi. "KİMİM BEN MAVİ!" Diye kükredi Mavi'ye bakarak.

 

Hiç düşünmeden "EFENDİMİZSİN." Dedi
Mavi bundan gocunmuyor, tam aksi gurur duyuyormuş gibi çıkan sesiyle.

 

Tekrardan yükseldi Arsal. "KİMİM BEN MAVİİ!" Mavi'nin gözlerinde herhangi bir korku ya da öfke aradım, ama yoktu.
İfadesizlik duvarını ya çok sağlam örmüş ya da karşısında ki arkadaşının gerçekten kim olduğunu biliyor ve kabul ediyor gibi görünüyordu. Bu sefer Mavi beklemediğim bir şey yaptı. Kendisine kükreyen arkadaşının önünde diz çöktü. Başını dikti. "EFENDİMİZSİNİZ." Dedi bu sefer 'sizli' konuşarak.

 

Şaşkınlıkla izliyordum bu olanları

 

Arsal kalabalığa döndü. "KİMMİŞİM BEN!" Diye aynı yüksek ses tonuyla sordu. Sonra etrafta ki yüzlerce hatta binlerce olduğunu düşündüğüm bütün insanlar aynı anda dizlerinin üzerine çöküp hep bir ağızdan
"EFENDİMİZSİNİZ EFENDİM." Dediler. Kimisinin korkudan sesinin titrediğini duymuştum.

 

Herkes diz çökmüştü. Gözlerimle görmesem inanmazdım ama bazıları korkudan tir tir titriyordu. Hepsi aynı cümleyi harfi harfine söyledikten sonra başlarını yere eğdiler. Buna diz çöken Elyesa, Akın ve Mavide dahildi. Tüm ses soluk kesilmiş az önceki gürültüye rağmen şimdi kimse nefes dahi almıyordu.

 

Az önce aralarında geçmekte zorlandığım kalabalık tüm korkusu ve itaati ile Arsal Karahan'ın önünde diz çökmüş ve boyunlarını eğmişti.

 

Ayakta dimdik duran sadece iki kişi kalmıştı.

 

Birisi tüm herkesi önünde tek bir lafıyla diz çöktüren ARSAL KARAHAN diğeri ise asla onun önünde diz çökmeyecek olan EVA EFNAN, yani bendim.

 

Bakışları kısaca İnsanlarda dolaştıktan sonra mavi hareleri beni buldu.

 

Baktı bana, asırlara meydan okuyacak kadar, uzunca bir süre baktı.

 

Adımları bana doğru ilerleyince duruşumdan ve ifademden taviz vermedim. Tam karşımda tüm heybetiyle dikildiğinde onu bir kere daha inceledim.

 

Kendinden emin duruşu heybetli yapısı, geniş omuzlar, belirgin ve yumruğunu biraz daha sıksa patlayacakmış gibi görünen damarlar, keskin ve sert yüz hatları ve sert yüzüne rağmen kalkık ve ona yakışan güzel bir burun. Ve okyanusun dibine ne kadar inersen o kadar koyulaşan, onu anımsatan hatta bizzat o okyanusun kendisi olan mavi gözleri. Bir gözünde en güzel tonu olan maviyi yücelterek hayat verirken diğer gözünde onu kırmızının güzelliğiyle harmanlayarak ortaya çıkmış mavi ve kırmızının ahenkli dansını vardı.

 

Her kusuruyla çok kusursuz bir
adamdı o.

 

"Eva Efnan" dedi az önce öfkeden kükreyerek çıkan sesi şimdi yumuşamış hatta pamuk gibi olmuştu fakat ifadesi hala sertti.

 

"Arsal Karahan." Dedim düz sesimle.

 

"Tanıdığım tanımadığım, gördüğüm görmediğim herkes benden korkarken, sen nasıl karşımdasın?" Dedi buna anlam veremiyormuş gibi. Dudağımın kenarı hafifçe yukarıya doğru kıvrıldı.

 

"Ben senin ne o tanıdığın, ne de tanımadığın. Ne gördüğün neden görmediğin hiç kimseye benzemem Karahan." Kurduğum cümleye kızmasını beklerken onun da dudaklarının usulca kıvrılmasına neden oldu.

 

"Sen zaten ne gördüğüm nede tanıdığım hiç kimsesin Efnan. Sen benim bu hayatta görüp görebileceğim tek kişisin." Düz ifadesi ve anlamlandıramadığım sesiyle kurduğu cümle kaşlarımı çatmama sebep oldu.

 

"Ne demek oluyor bu?" Dedim meraklı çıkmamasına özen gösterdiğim sesimle.

 

"Kimim ben?" Dedi az önce kalabalığa doğru haykırdığı soruyu usulca sorarak.

 

Her zaman ki cevabımı verdim.
"Kralın oğlu." Diğerleri gibi efendim diyerek önünde diz çökmemiştim. İki cihan bir araya da gelse onun önünde kendi rızam ile diz çökmezdim.

 

Sanki bunu diyeceğimi biliyormuş gibi
baktı gözlerime. Birden bire dilim benden bağımsız bir soru bıraktı dudaklarımdan.

 

"Peki ben? Ben kimim kralın oğlu?" Diye sordum. Baktı gözlerime. Öyle derin, öyle güzel baktı ki... böyle bakmamalıydı. Böyle bakması ikimiz için iyi olmazdı.

 

Derken ondan asla ama asla beklemeyeceğim bir hareket yaptı.
Gözlerimin içine bakarak dizinin birisini yere yaslayarak önümde diz çöktü.

 

Evet yanlış görmüyordum Arsal Karahan benim önümde diz çöküyordu.

 

Ateş krallığının tek veliahttı şu an benim önümde diz çöküyordu.

 

Yüzlerce insana diz çöktüren Arsal Karahan herkesin karşısında, benim
önümde diz çöküyordu.

 

Derince yutkundum. Başımı eğerek baktım ayaklarımın dibinde diz çökmüş olan maviliklerin sahibine. Gözlerime öyle bir ışıltıyla bakıyordu ki

 

sanki bu dünyada tek ve eşi benzeri olmayan nadide bir parçaymışım gibi...

 

Bana her zaman üstünlükle yukarıdan bakan Arsal, şu an ayaklarımın dibinden başını yukarıya kaldırarak bakıyordu.

 

Bana her zaman sanki hiç kimseymişim gibi bakan Arsal Karahan, şu an o kadar
derin bakıyordu ki sanki her şeydim. Her şey...

 

Dudaklarımdan ne zaman döküldüğünü bilmediğim kelimeleri kulaklarım işitince söylediğimi anladım.

 

"Ben kimim kralın oğlu?" Gözlerinde ki anlamdan hiçbir duygu kaybetmezken araladı dudaklarını.

 

"Lâl gülüsün." Dedi. Bunu sanki daha önce duymuştum ama ne zaman ya da kimden olduğunu hatırlamıyordum.

 

"Lâl gülü, ne demek Karahan? " Dedim içten bir merakla.

 

Gülümsedi, yanımdayken samimi ve içten bir şekilde gülümsediğine çok nadir denk gelirdim.

 

"Lâl gülü" Dedi hala dudaklarındaki baş döndürücü gülümsemesiyle...

 

"Benim lâl gülüm."

 

Ve tekrardan oldu. Söyledikleri tıpkı devrik bir sayı gibi ardı ardına tekrarladı beynimde.

 

Lâl gülü...

 

Lâl gülü...

 

Lâl gülüm...

 

Benim lâl gülüm...

 

Gerçek dünyadan kopmama neden olan rüyadan gözlerimi sakince aralayarak
kurtuldum. Birbirine yapışmış kirpiklerimin arasına sızmış tozlar gözlerimi yaksa da sırtımı yasladığım duvardan ayrılıp gözlerimi ovalamayı reddettim. Aynı sakin gözlerim etrafta cirit atan farelerde dolaştı. Aşırı derecede olan sakinliğim bazen benim bile sinirimi bozabiliyordu.

 


Düşlerim de yarı bir dertti.

 

Şu uhrevi rüyalar bana alıntı vereceğini dertlerini söyleseler iyi ederlerdi. Ayin yapacaktım artık!

 

Bakışlarım etrafta gezindiğinde sakinliğim uzun sürmemişti. "Evet arkadaşlar, akıllara şu soru geliyor. İmparatorumuz niye böyle sik sik işlerle uğraşıyor ya!" Diye isyan bayrağını çektim en sonunda.

 

Ya birisi de çıkıp bana gittiğim her yerde nasıl parmaklıkların arkasına düşmeyi başardığımı anlatabilir mi?

 

Bir kere ben prensin sevgilisiydim yani, hiç hoş oluyor muydu müstakbel prenses adayını yaka paça zindana atmak.

 

"O müstakbel prenses adayı muhafıza tekme yumruk girdiği için zindana atılmış olabilir mi?" Diyen iç sese şiddetle karşı çıktım!

 

"Söz konusu bile değil! Bu sefer benim bir suçum yok." Evet yoktu çünkü adama neden daldığımı hatırlamıyordum! Bu nasıl iş!

 

"Kız adamı öldürüyordun ya zorla elinden almadılar mı?" İç sese göz devirdim. "Her bok senin başının altından çıkıyor!" İnanır mısınız bu sefer yemin ederim hiçbir halt yapmamıştım.

 

O an bir şey oldu ve sanki bazı anılar beynimden silinmiş gibi belli bir kısmı puslu ve gizliydi. Gerçekten bu safer ben bir şey yapmamıştım.

 

Kaşlarım sinirle çatıldı. O muhafızın geldiğinden sonrası yoktu bende! O piç

 

Arsal bir halt döndürmüştü ama ne yapmıştı bilmiyorum.

 

Herif benden beter çıkmıştı!

 

"Sen bir bok yedin gözümün önünde ama ben anlayamadım! Nasıl oldu bilmiyorum ama yedin işte bir halt." Diye homurdandım kendi kendime. Orada bir şey olmuştu ama zihnimin pusundan kurtulup göremiyorum her ne olduğunu.

 

"Yelzar orada kazık gibi dikilmek yerine içeriye gelecek misin!" Diye çıkıştım bu seferde. Farkında olmadığımı sanıyorsa yanılıyordu. Zindanın dışında dikilen Yelzar gülerek kapıyı açtı. Ters ters baktım.

 

"Birinin seni öldürmesinden yana bir korkun varsa olmasın, gelincik. Çünkü sen varken kimse seni bu durumlara
düşüremez." Ters ters baktım.

 

"O puşt arkadaşınla bir bok yediniz!" Diye hırsla konuştum.

 

"İnanır mısın bu sefer o bokta benim katkım yok."

 

"Sen yemekle görevlisin çünkü!" Dediğimde daha da güldü. Sinirli hallerime alışkındı. Kapıyı kapatıp yanıma geldi. Benim gibi duvara yaslanarak oturdu. "Gerçekten
bende bilmiyorum bu sefer ne olduğunu, Arsal bir şey yaptı ama sadece sana değil." Dedi yüzünü bana çevirerek.

 

"Nasıl yani?"

 

"Bilmiyorum işte. Sadece sen değil ben de bir şey olduğunu biliyorum ama
kanıtlayamam çünkü her ne yaşandıysa hatırlamıyorum, diğerleri öyle değil. Herkesin tek hatırladığı senin askerimizi öldürmeye teşebbüs etmen." Dediğinde sinirlerim zıpladı.

 

"O sevgilim olacak şeref yoksunu nerede?" Tam ağzını açmış bilmiyorum diyecekti ki sinirle böldüm. "Yelzar benden bir şeyler saklama saçmalığınıza son verin çünkü eninde sonunda kendi yöntemlerimle buluyorum gizlediklerinizi, en iyisi beni yormadan anlat." Ofladı. "Ne öğrenmek istiyorsun?" Dedi teslim olarak. Bunu o kadar isteksiz sormuştu ki anlatmak istemediğini görebiliyordum fakat bir şekilde öğreneceğimin de bilincindeydi.

 

"Arsal nasıl hepinize hükmediyor? Tamam ülke kralının oğlu fakat her ülke kendinden sorumlu ve dış müdahalelere boyun eğmez. Siz ve bir çok kişi ona boyun eğiyorsunuz, niye?" Dediğimde sıkıntıyla bir kere daha ofladı.

 

"Bak Eva, sizin oradaki gibi yürümüyor işler burada. Burada güç demek hüküm demek." Dediğinde güldüm.

 

"Bizimle üç yıl geçirmemiş gibi konuşma Yel." Çünkü güç kimdeyse güçsüzü ezerdi her zaman.

 

"Hayır Eva, parasal bir güçten bahsetmiyorum. Soydan gelen güçten." Dedi sesi düşünceli bir hâl alırken. "Bak bu evrende dört soy güçle kutsandı ve tüm güç her soydan birisine layık görüldü."

 

"Hangi soylara verdiler bu gücü?" Dedim sırtımı yasladığım yerden ayırıp tamamen Yelzar'a dönerek.

 

"Delmar'a" Dedi.

 

İçimden bir ses fısıldadı...

 

Denizden gelen...

 

"Fulgur'a." Dedi içimde ki ses bu sefer sol kulağıma fısıldadı.

 

Yıldırım...

 

"Ahger'e."

 

Kor ateşi...

 

"Hatif'e." Dediğinde içimde ki sesin tınısı değişti.

 

Duyulan ama görülmeyen ses...

 

"Arsal Ahgerlerden, Afran'ı kaçıran ise hatiflerden." Durup yüzüne baktım. "Fulgur ve delmar soyundan gelenler kim?"

 

Gülümsedi. "Dayın." Dedi tereddüt etmeden. "Annen ve diğer akrabaların, onlar Delmar'lerden." Dediğinde şaşkınca baktım. Büyük gücün kutsandığı soy anne tarafıma aitti.

 

"Fulgur?" Dedim merakla. "İşte Arsal'ın hükmedici gücünün nereden geldiğinin cevabı." Bir kaç saniye yüzüne baktım boş boş.

 

"Ahgerden değil mi Arsal?"

 

"Ahger Asrın Karahan'ın Fulgur ise Sera Karahan'ın soyu." Dediğinde işte tüm taşlar yerine oturdu.

 

"Arsal iki soyun birleşiminden gelen bir melez ve iki soydan da kudretli bir güç almış." Dedim sesimde ki şaşkınlığa engel olamayarak.

 

"İki soyun gücü de onun elindeyse kardeşini ve kuzenini kurtarmaya neden gücü yetmiyor?" Dediğimde o da sırtını duvardan ayırıp benim gibi bağdaş kurdu.

 

Gören görmeyen karşı komşunun kızını çekiştiriyoruz sanırdı. Oturuşlara bak mekana gel amına koyayım.

 

"Soylardan gelen ve soyunun başında liderlik yapan iki melez var Eva. Birisi Arsal diğeri ise Puskan." Demesi başımdan aşağı kaynar sular dökülmesi ile eş değerdi. "Puskan Hatif ve Delmar soyundan geliyor." Yani benim anne tarafımın soyundan.

 

Aman tanrım.

 

Arsal'a düşmanım diyordum ama o gerçek anlamda benim düşmanımmış! Baya soylara dayanan bir düşmanlıkmış bu!

 

"Bir dakika bir dakika! Çarşamba pazarına döndü olay." Dedim yüzümü buruşturup başımı tutarak.

 

Aslında gayet de oturmuştu fakat Yelzar'ın bunu bilmesine gerek yoktu.

 

"Sana anlatabileceklerim şu anlık sadece bu kadarla sınırlı Eva." Devamını anlatamayacağım demek oluyordu bu.

 

"Yani yine Eva tek başına her şeyi halletmek zorunda, aradığı cevapları bulup başını boktan çıkarmak zorunda çünkü nasıl olsa Eva yapar değil mi, vampir?" Dedim sinirle. "Eva yapar, Eva halleder başı dara düşerse o bir şekilde yolunu bulur! Bu Eva'yı kedi mi sanıyorsunuz? Dokuz canım yok benim Yelzar. Bir yerden sonra benimde ölebilmek gibi meziyetlerim var ve burada ki herkes niye sanki özel güçler onlarda değil de bendeymiş gibi davranıyor?"

 

"Eva öyle bir yerde öyle bir konumdasın ki-" lafını böldüm. "Değil mi?" Dedim alayla. "Siz isterseniz Eva, istemezseniz prensesin kurtarıcısı, bazılarına göre Arsal'ın fahişesi bazılarına göre sevgilisi vesaire vesaire... Siz istediğiniz kimliği önüme itiyorsunuz nasıl olsa Eva isteğimiz herkes olur diyorsunuz." Dedim üzerine giderek. Sesime yerleşen hüzünle karışık acıyı ona iyice hissettirdim. "Nasıl olsa yanında kimsesi yok. Kimseden yardım alamaz, biz istersek var istersek yok değil mi?" Gözlerine yerleşen pişmanlığa bakılırsa eski Yelzar hâlâ oralarda bir yerlerdeydi. "Yelzar." Dedim titreyen sesimle. "Burada yapayalnızım, ne gidebileceğim bir kapım ne de elimi güvenip uzatabileceğim bir dostum var."

 

"Eva." Dedi derinlerinden gelen sesiyle. Yelzar Alakar bana acıyordu. "Onun yanında olacaksın değil mi? Arsal'ın?" Dişlerini sıkıp başını öne eğdi. Konuşmasa da cevabımı almıştım ben.

 

"Annem nerede bilmiyorum babam nerede bilmiyorum, Toprak'ın belki bir kaç gün sonra ölüm haberi gelecek ve ben burada zindan köşelerinde çürümekten başka bir şey yapamıyorum." Dedim boğazıma oturan yumruyla. "Tek başımayım ve burada bir şekilde tutunmaya çalışıyorum, emir buyruk altındayım!" Devam ettim elimde olmayan öfkeli bir sesle. "Yaşamım sadece Arsal'ın iki dudağının arasında ve benim tek yapabildiğim acizce onu beklemek."

 

"Tek başına değilsin Eva, ben yokmuşum gibi konuşma." Güldüm. Acı bir gülüştü. "Var mısın Yelzar?" Dedim buruk bir tebessümle. "Madem varsın ben niye göremiyorum? Ben niye hissedemiyorum Yel, he? Niye yalnız ve her şeyin tek başıma üstesinden geliyorum?" Başını tekrardan aşağıya eğdi. Utanıyordu. Beni bu halde gördükçe kendisini suçluyordu.

 

"Toprak belki orada ölecek ama hâlâ
Arsal'ın taktığı tasmayı çıkartıp atamıyorsun!" Diye üstüne gittim.

 

"Bana kimse tasma falan takmadı!" Diye şiddetle karşı çıktı. İçimdeki şeytan ayakta alkışladı beni.

 

"Kanıtlayabilir misin?" Dediğimde hırsla kaldırdı başını. "Kahretsin Eva! Tamam ne istiyorsan yapacağım yanında olacağım." Dediğinde burukça gülümsedim ama köşede beni seyreden şeytanımın yüzünde ki sinsi kıvrımı elbette görebiliyordum.

 

"Senden tek bir şey isteyeceğim ve bunu Arsal'a söylediğin an bendeki yerin tamamen yok olur Yelzar. Senden geriye
kırıntı bulamazsın." Bakışları yüzümü taradı.

 

"Ne istiyorsun?"

 

"Bana büyük kütüphaneden ruhların mührü adında ki kitabı getir." Dediğimde afallamış ifadesi ile baktı suratıma.

 

"Ateşlinin büyük kütüphanesinde!" Soru olarak değil de şaşkınlık nişanesi olarak sormuştu bunu.

 

"Evet." Dedim tereddüt etmeden.

 

"Sen çıldırmış olmalısın. Kızım ben sana nasıl getireyim o kitabı?" Dediğinde gülümsedim. "İstersen tekeden teleme yaparsın sen vampir, konuşturma beni."

 

"Eva saçmalama kızım, ben oraya daha
girmeden yakalarlar beni! Ateşlinin koruma sistemini bilmiyorsun sen." Alayla Güldüm. "Koruma sistemler çok iyiyse niye o gün baskın düzenlediler bize?"

 

"Onun sebebi içeride ki hainden kaynaklı Eva ve benim oraya girmem mümkün değil." Sırıttım.

 

"Akşam o kitabı elimde istiyorum Yelzar. Yapamam deme çünkü isteyip de yapmadığın hiçbir şey görmedim ben bu zamana kadar. " istese her deliğe girerdi bu it. Toprak'ın yan versiyonusun oğlum sen kimi kandırıyorsun.

 

"Hem sen ne yapacaksın ki bu kitabı?" Bakışlarım asla değişmedi.

 

"Bu gün gece iki de o kitabı eski çarşının o tarafta ki derenin kenarında, bir kolu

 

güneye diğeri de batıya dönmüş olan ağacın kovuğuna bırakacaksın." Dediğimde dehşetlerin Nirvana'sındaydı sanırım.

 

"Ne yapacaksın kızım sen bu kitabı?" Dedi şaşkınlığı bir kenara bıkamaya çalışsa da yapamıyordu.

 

"Onu zamanı geldiğinde öğreneceksin, şimdilik sadece bana söz vermeni istiyorum." Dedim güven verici bir sesle. "Yapacağına dair bana söz verebilir misin?"

 

Bir süre baktı. Neyin peşinde olduğumu anlamak ister gibi baktı ama yüzümde sadece ona güvenmek için çırpınan yalnız ve aciz bir kızın ifadesini görünce omuzları kabullenircesine çöktü.

 

Oysa güvenip güvenmemesi umurumda
değildi. Benim dediğimi yaptıktan sonra istediği kadar köpeği olduğu efendisine söyleyebilirdi.

 

"Söz veriyorum, Eva." Memnun olmuş bir ifade ile başımı aşağı yukarı salladım. Yelzar'ı ağıma çektiğime göre sırada Toprak efendi vardı.

 

Bakalım o ne yapacaktı?

 

Sana yaşam ve ölüm arasında olan süre kadar vakit veriyorum. Kulağa uzun gelen ama aslında bir kaç nefesten ibaret olan bu zaman diliminin büyük bir kısmını geride bıraktın. Eğer sen oradan çıkıp gelmezsen ben seni oradan çıkarmasını bilirdim.

 

Bakışlarım Yelzar'ın parmaklarında ki
yüzüklere takıldı. Onu tanıdığımdan beri takı toka işine düşkündü. Tabi cicili bicili şeyler değildi taktıkları. Toprak'ın dövme sevdası Yelzar'ın da takı sevdası bitmezdi.

 

Orta parmağında ki yüzüğü gözüme çarptı. Parmağında, siyaha çalan zemin üzerine gümüşle işlenmiş iri bir çapa vardı. Yüzüğün oval yüzeyi sertti, karanlık bir deniz gibi dalgasız ama derin. Zincir desenleri kenarını çepeçevre sarıyordu. Yan yüzeyinde ise pulları andıran işleme detayları vardı ve bu yüzüğü Toprak sürekli takıyordu.

 

"Toprak'ın yüzüğü değil mi lan o?" Umursamazca omuz silkti.

 

"Hee."

 

"Onu sen gittiğinden beri arıyordu çocuk haberin var mı?" Dediğimde sırıttı.

 

"İstediğimde güzellikle verseydi almak zorunda kalmazdım."

 

"Çalmak demek istedin herhalde? Bildiğin dayımı çarpmışsın."

 

"Aynı şey işte." İstemsizce güldüm.

 

"Bana verir misin onu?" Dediğimde sırıtan ifadesi anında bozuldu.

 

"Hayatta olmaz, Topraktan alana kadar alnımın damarı çatladı zaten." Kaşlarım çatıldı.

 

"Almamışsın çalmışsın! Nereye damarın çatlıyor?" Dediğimde yine reddetti.

 

"Olmaz."

 

"Hayırdır bizden habersiz sözlendiniz de onun mu nişanesi?" Güldü.

 

"Yemezler küçük vatoz, yüzüğünü vermeyeceğim." Küçük oyunum gözünde kaçamamıştı ayının!

 

"Ne görgüsüz cimri bir insansın!" Diye bağırdığımda şaşkınca baka kaldı.

 

"Ne cırlıyon kız kulağımın dibinde? Vermeyeceğim." Koluna yapıştım.

 

"Verecen!"

 

"Olmaz." Dedi hemen, daha da yapıştım koluna.

 

"Verecen."

 

"Olmaz"

 

"Verecen." Ofladı. "Ama lütfen ver ya." Tam yine olmaz diyecekti ki konuşmasına fırsat vermedim. "Ne olur ablam, sevdiğin altın olsun ablam, tuttuğun muradına ersin ablam." Dediğimde başını geriye atıp büyük bir kahkaha attı.

 

"Boşuna yalakalık yapıyorsun." Dediğinde yapıştığım koluna vurarak ondan uzaklaştım. "Vermezsen verme lan cimri, şişman, bencil, pislik seni verme, tamam! Cimri şişman bencil pislik! Paylaşımcılıklsızlık bencil-" akşama kadar başını beynini dideceğimi bildiği için "Al Allah kahretmesin seni al." Yüzüğü çıkardığında hızla elinden kaptım. Çocuk gibi olan tavrıma tebessüm etti. "Şimdi çıkalım şuradan. Arsal birazdan gelip ortalığı yıkacak zaten bari seni burada yakalamasın." Derince ofladı "Zaten bir sürü dert var başımda." Dedi sıkıntıyla.

 

"Hayırdır ne oldu?"

 

"Feldspat taşı kayboldu, bu akşam ki arena gecesinde sıkıntı çıkabilir." Feldspat taşının ne işe yaradığını sormak için dudaklarımı araladığım an aniden karnıma vuran keskin sızı ile midemden yukarıya acı bir sıvı yol buldu. Hızla kalktım olduğum yerden. Boğazımı yakıp gelen acı hisle bir kaç adım atamadan arkamı Yelzar'a dönüp öğürdüm.

 

"Eva!" Diye telaşla ayaklandığında elimle ona dur işareti yaptım. Sanırım açlıktan midem bulanmıştı çünkü en son ne zaman yemek yediğimi hatırlamıyordum.

 

Çıkardığım mide öz suyundan başkası değildi. Doğrulup ağzımı kolumla
sildiğimde Yelzar'ın gözlerinde gördüğüm endişe hafife alınacak cinsten değildi.

 

"Ağzını kolunla mı sildin mikrop!" İç ses kusurumuza bakma izin verirsen öleceğiz iki dakika.

 

"İyi misin?" Dedi yanıma gelip koluma girerek.

 

"Sakat değilim Yel, alt tarafı kustum bir şey yok." Dediğimde endişesi daha da çoğaldı.

 

"Eva?" Dedi tereddütle ama boş midemi dışarıya çıkardığımdan olsa gerek başım sızlıyordu.

 

"Başın mı dönüyor?" Dediğinde başımı bilinçsizce salladım, dönmek sayılmazdı ama çok feci bir sızı saplanmıştı. Yürümek için adım attım fakat Yelzar yerinde çakılı kaldı. Bakışlarım ona döndüğünde yüzünde ki dehşet ifadesine boş boş baktım.

 

"Yelzar?" Dediğimde hala tepki vermeden bana bakıyordu.

 

"Yel?" Dedim ama yine tık yoktu, gelişi güzel bir tane ağzının ortasına tokadı bastığımda olduğu yerde sendeledi. Uzun Süredir bunu yapmak istediğimi yeni fark etmiştim.

 

Bir tane de diğer yanağına mı çaksaydım acaba?

 

"Ağhh kızım hasta mısın?" Dedi yanağını tutarken. "Asıl sen hasta mısın? Put gibi donup kalınca bende kendine gel diye şey ettin."

 

"Bir daha şey etme sen." Dedi yanağını ovalarken. "Çenem çıktı amına koyayım!" Onu umursamadan zindandan çıkıyordum ki kolumu tuttu. Az önce ki korku dolu ifadesiyle yutkundu.

 

"Eva-" Dedi ama artık uzatmadan derdini söylese iyi ederdi. "Yoksa sen?" Ofladım. "Ne ben Yelzar, uzatma da söyle gidip duş alacağım daha, pis pasaklı bir şey oldum zindanlarda sürüne sürüne! Derdin ne?" Dediğim an pat diye "Yoksa sen hamile misin?" Deyişiyle bu sefer şok olan ben oldum.

 

"Neyim ne?"

 

"Hamile? Dedi hala şaşkınlık içinde.

 

"Kim?" Bir an duraksar gibi oldu sorumla sonra ters ters baktı. "Kim olacak Eva, ben mi?" Dediğinde kocaman gülümsedim.

 

"AA Hamile misin?" Dedim neşeyle. "Ay tebrik ederim."

 

"Oksijen harbiden mal etmiş bu kızı! Eva ben nasıl Hamile olabilirim acaba?"

 

"Ne bileyim oğlum siz de çareler tükenmez, bakmışsın nur topu gibi bir emecen doğu vermiş." Ters ters bakmaya devam etti. "Ne ben mi hamileyim?" Dedim. Hamile olan kendisi ise niye benim üstüme atmaya çalışıyordu?

 

"Hamile misin!" Dedi bir kere daha dehşetle. Hasbin Allah! Hamile olan kimdi tam olarak.

 

"Yelzar salak mısın? Sen demedin mi az önce hamileyim diye?" Dediğimde zindanın dışında şok içinde bir ses yükseldi.

 

"Yelzar Hamile miymiş?" Diye şoka giren Akzer salağının sesi ile neredeyse kahkaha atacaktım. Ortalık karıştırmakta üstüme yoktur evelallah.

 

"Abi sen nasıl Hamile olabilirsin ki?" Dedi Ravzar da şaşkın şaşkın.

 

"Hayırlı olsun birader." Diyen Mirzar'ın oldukça umursamaz sesi ile yanaklarımın içini ısırmak zorunda kaldım. Asla yadırgamaması peki.

 

"Kime vurdurdun lan!" Diye yırtındı Akzer. Yüzümü buruşturdum cırtlak sesiyle.

 

"Abime mi vurmuşlar?" Dedi Ravzar hemen Yelzar'ın yanına gelip telaşla. "Nerene vurdular abi?"

 

"Bir şey olmaz o ite." Diyen tabi ki Mirzardı. Şu herifi bir günde telaşlı görebilecek miydim acaba.

 

Yelzar ise şok olmuş haliyle bir bana bir de aptal kardeşlerine bakıyordu. İfadesi görülmeye değerdi. En sonunda dayanamayıp büyük bir kahkaha saldığımda Akzer'in sinirli sesini zor duymuştum. "Ulan abim Hamileymiş neye gülüyorsun!" Resmen delirmişti.

 

"Sikerim ıstırabını lan! Ne hamilesi!" Diye kükredi Yelzar.

 

"Sen demedin mi?"

 

"Ne zaman dedim amına koyayım!"

 

Ravzar atıldı "E kim dedi o zaman?" Derken tüm bakışlar bana döndü. Başımın ağrısı beşe katlanmıştı ama yırtılana kadar buna gülmek zorundaydım. Artık on yıl daha gülerdim de.

 

Herkesin ters bakışları beni bulunca gülüşümü yavaş yavaş bastırıp Yelzar'ın yanında süzülerek yürüdüm. Bir yandan da konuşuyordum. "Ya siz yarasa milleti de şakadan anlamıyor he." Dediğimde Akzer'in kaşları çatıldı.

 

"Ne yarasası amına koyayım?" İşte artık ne haltsalar. Yavaş yavaş Ravzar'ın da yanından geçip kapıya ulaştığımda hepsi bana bakıyordu. "Güldük eğlendik, ne demişler yolcudur Abbas bağlasan durmaz." Dediğim gibi kapıyı vampir kardeşlerin üzerine kapatıp kilitlemem bir oldu. Mirzar dışarıda kalmıştı ama pek de umurunda görünmüyordu kardeşlerini kilitlemem.

 

"Ulan!" Diye yırtınıp kapıya dayanan Akzer'e dil çıkardım. "Aç kız kapıyı! Şeytan kılıklı."

 

"Beni ilgilendirmiyor kardeş." Elimi kolumu sallaya sallaya yürümeye başladığımda Yelzar'ın sesini duydum. "Abi açsana kapıyı." Mirzar'ın cevabı şaşırtmadı.

 

"Abin olduğum şimdi mi aklına geldi puşt." Mirzar da benimle birlikte yürümeye başladığında arkamızdan bağıran vampirler çok da umurumuzda değildi. Mirzar elini uzatıp bana yol gösterdiğinde onunla birlikte zindandan çıktık.

 

"Sen odana git Eva, halsiz görünüyorsun. Sevgilin olacak dalyarak birazdan ortalığın anasını sikecek seni içeriye attığımız için." Demesiyle tebessüm ettim. Mirzar değişik bir karakterdi. "Ben gideyim bizim itleri çıkartayım, Ravzar olmasa o puştları iki gün çıkaramazdım da güzel kardeşimin hatırına çıkacaklar." Gülüp başımı salladım. Tam arkamı dönmüş gidiyordum ki Miraz'ın sesi ile durdum.

 

"Eva." Bakışlarım ona döndü. "Arsal'ı yaptıklarıyla yargılama. Eğer o bir şey yapıyor ise bir bildiği vardır. "

 

"Canımı yakarken de mi bir bildiği var kan varisi?" Dediğimde başını hafifçe salladı.

 

"En çok da sana zarar verdiğini düşündüğünde çünkü Arsal Karahan sevdiklerine zarar vermez." Bizi gerçekten sevgili mi sanıyordu yoksa beni bir şeylere inandırmaya mı çalışıyordu?

 

Cevap vermeden hızlı adımlarla nöbetçilerin yanından geçerek uzaklaştım

 

Tekrardan kendimi odaya attığım gibi yine ilk işim bir güzel kusup üstüne tertemiz banyo yapmak olmuştu. Toprak'ın yüzüğünü şimdilik yanımda taşımam gerekiyordu. Kaybolursa asıl o zaman sıkıntıydı. Üzerime aldığım havlu ile odadan çıktığımda kazık gibi dikilip aynada kendisine bakan şemsiye göz devirdim.

 

"Kızım sen şeytandan önce mi doğdun Yoksa iş birliği mi yapıyorsunuz?" Dediğinde yatağa oturdun. Havlu sadece kalçalarımı örtecek kadar kısaydı ama bunu çok da umursamadım. Şemsi bana bakmak için kafasını çevirdi ama döner dönmez küfrederek tekrardan kafasını önüne çevirdi.

 

"Aptal insan kızı, üzerini giyinsene!" Diye bana kızışını takmadan saçlarımın suyunu havlu ile aldım.

 

"Pardon da nedenmiş?" Dedim ilk dediğini kast ederek.

 

"Ulan gözümün önünde üç vampir veliahdını kendi zindanlarına kilitledin ya?" Demesiyle kıkırdadım. "Sen neticeye bak oğlum, Yelzar'ı kafesledim mi kafesledim."

 

"Onun için ayrı bir şekilde önünde saygı duruşuyla bir dakika bekler ve tebriklerimi iletirim çünkü ömrümde senin kadar dolandırmaya yatkın, yalanı dili yapmış bir kız görmedim!" Sesi baya baya şaşırmış çıkıyordu.

 

"İltifat olarak kabul ediyorum." Dedim küstahça. "Yelzar kitabı getirdiğinde sen alıp getireceksin bana şemsi. Başına bir şey gelirse yakarım seni."

 

"Sen nasıl bu kadar eminsin Vampir veliahdının sana bu kitabı getireceğine?
Kızım onların lanetten ibaret, onların iç güdüleri kötülükle dolu sen nasıl güvenip de söylersin bunu Yelzar'a?"

 

"Ben bunu vampir olan Yelzar'dan değil arkadaşım olan Yelzar'dan istedim. Onun insani yanı var ve Yelzar benim yanımda hep insani yanını kullanmayı öğrendi-" Devamını şemsi getirdi.

 

"Çünkü Toprak seni hep el üstünde tuttu ve Yelzar'ın sana zarar vermesine izin vermedi. Bu yüzden Yelzar istemese bile sana karşı insani tarafı ile bakmak zorunda çünkü Toprak var." Aynen o Dediğinden der misali başımı salladım.
"Elyesa'dan haber aldın mı?" Diye sordum saçlarımda ki suyu havlu ile alırken.

 

"Evet aldım, panzehir ulaşmış durumu iyiymiş. Büyük ihtimal yakında uyanır."

 

"Haberi nereden aldın?"

 

"Güvercinden." Dedi tereddütle.

 

"Güvercin nerede şemsi?" Sırıttı.

 

"Suya düştü."

 

"Su nerede?"

 

"Dağ gergedanı içti." Diyen yüzsüz yılana bakarken başımı iki tarafa salladım. Benden aşağı değildi.

 

"Güvercini yedin değil mi? Aç köpek." Susup sırıttığında ters ters baktım.

 

"Biz buna yaşam döngüsü diyoruz."

 

"Hayır, yamyamlık diyoruz şemsi! Zıkkım ye emi. Başka bir şey mi kalmadı yiyecek." Ne biçim bir yılandı bu ya.

 

"Ya sen benim öğle yemeğime laf edeceğine Yelzar'dan ne isteyeceğini söylesene."

 

"Yakında öğreneceksin zaten. İsteyeceğim şeyde asıl iş sana düşüyor sürüngen. Akın ve Nar ne durumda?"

 

"İkisi de uyanmış ama Akın Bey hiç iyi değil diyorlar." Dedi. Tahmin edebiliyordum. "Görevini yerine getirmedi ve Elyesa yaralandı. Benim yüzümden ölümün kıyısına geldi ama Akın benden daha çok vicdan azabı çekecek." Düşünceli sesimle şemsi yanıma geldi. Dikilip dışarıya baktı. "Haklı bir vicdan azabı olur."

 

"Benim ki gibi mi?" Dediğimde ters bakışları bana döndü. "Saçmalama. Senin suçun olmadığını bileğini duvara tutsak eden kelepçe bile biliyor Eva! Ama Akın Bey hata yaptı ve bu sizin hayatınıza mal olabilirdi."

 

"Akın hata yapmadı Şemsi. Tuzağa çekildi." Bakışlarım tırnaklarımda durdu. "Sarayda bir değil birden çok casus var ve Arsal'ın bunu bilmediğini düşünmüyorum."

 

"Bilse buna dur demez mi?"

 

"Demez." Dedim gözlerimi şemsinin elips gözlerine dikerek. "O başa değil sona bakar. O sadece casusu değil onu inine göndereni arar. O öyle bir adam ki tüm ihtimal verdiğim olasılıkların dışına çıkan birisi."

 

"Maşallah, bir başına taç edip koymadığın kaldı Efendimizi. Ne o bu sevgililik yaradı sanki sana." Güldüm. "Köprüyü geçene kadar."

 

"Ee?"

 

"Ayıya dayı derler." Şüpheyle baktı elips gözleri.

 

"Sen uzun süredir sessiz sessiz sinene çekilmiş bir boklar yemek üzere hazırlanıyorsun gibi Eva." Sırıttım.

 

"Gibi değil aslında ama-" diyecekken şemsi daha da dikilip kulak kesildi. "Birisi geliyor, ben kaçar. O üstüne de bir şey al!" Diye bana kızarak iki dakikada camdan akıp kayboldu. Yok yok bu yılan ışınlanıyor diyeceğim ama gözümün önünde kayboluyordu!

 

Kapı gürültüyle açıldığında nefes nefese giren Arsal'ın sinirleri tepesindeydi. Gerçi bu adamın ger gün siniri tepesindeydi. Üstü başı kan revan içinde olan adama boş boş baktım.

 

"Hayırdır katliamdan mı geliyorsun?" Dedim umursamazca.

 

"Aynen öyle şeytanın kızı! Sen adamı katil edersin." Dediğinde aynı boş bakışlarımla onu süzdüm. "Sen katil olmaya yer arıyorsan suçu benim üstüme atamazsın."

 

"Kızım milletin muhafızını öldürüyordun neredeyse!"

 

"Ee bu benim katil olmamla alakalı bir sorun hâlâ seninle ne ilgisi olduğunu anlamış değilim." Ben adamı kanseri verem eder şuralara boylu boyunca öldürürdüm.

 

"Sevgilimsin Eva bilmem farkında mısın! Seni zindana götürmüşler onlar kim benim kadınıma el sürüp zindan köşesine atıyorlar." Evet geldik kuru fasulyenin faydalarına.

 

"Seninkiler atarken sıkıntı yok burada atsalar kıyamet. Bir şey olmaz hem ben onları kilitledim zaten zindana." Dediğimde garip bir yüz ifadesiyle baktı bana.

 

"Kimi?"

 

"Yelzar'ı Akzer'i ve Ravzar'ı." Dedim masumca. Yakışıklı yüzü daha da garip bir hal aldığında yine gülmemek için zor durdum.

 

"Vampirleri zindana mı kilitledin?" Dedi şok içinde.

 

"Evet, hatta yanımda Miraz da vardı." Afallamış şekilde bana baka kaldı.

 

"Sen kimi öldürdün?" Beyaz gömleği kan içinde olduğuna göre illa birinin kanına girmiştir canı sevgilimiz.

 

"Sana dokunan bir kaç iti." Yani muhafızlardan bahsediyordu.

 

"Beni sadece zindana götürdüler Arsal." Dedim sinirle. "Sana dokunmaları bile ölmeleri için bir sebep benim gözümde! Her haltta üste çıkmayı başarıyorsun birisi seni zindana götürecek olsa güle oynaya gidiyorsun, zindan fantezin mi var kızım seni-" lafının devamını getiremedi çünkü iki saattir sinirden yüzüme bakmaktan vücudumu örten küçücük havlunun varlığını fark etmemişti. Tüm öfkesi sanki bir anda uçup gittiğinde derince yutkundu. Saçımdan süzülen su damlası beyaz tenime, bacaklarıma damladıkça gözleri seğirmeye başladı. Bacağımdan aşağıya süzülen damlaya bakarken kendisini zor tuttuğu o kadar belliydi ki kıpkırmızı kesildi.

 

"Ne yiyecek gibi bakıyorsun?" Dedim onu umursamadan ayağa kalkarak. Havlu kalçamı zorla örtüyordu. Arsal olduğu yerde taş kesilirken dolabın önüne gelmiştim. Farkında olmadan bana doğru bir adım attığında sırıttım. Onu biraz zorlasam ne olurdu ki?

 

"Majesteleri sanki biraz morardı he?" Dediğim de dişlerini sıkmaktan çene kemiği daha da belirginleşmişti.

 

"Beni sınama." Güldüm

 

"Bu durumda 'sınarsam ne' olur adlı klişe cevabı verip üstüme atlaman için seni kışkırtmam mı gerekiyor?" Dediğimde dudağının kenarı ukalaca yukarıya kıvrıldı.

 

"Üstüne atlamamı mı isterdin?" Oldukça cüretkar adımlar atarak ona doğru yürüdüm. Bakışları pür dikkat gözlerimdeydi.

 

Allah'ım. İnşallah havlu düşüp de şu havalı pozlarımı bozmazdı. Amin.

 

"Hayır Karahan, çaldığını vermeni isterim. Kolyemi ver."

 

"Bana emir verme." Dedi Boğuk sesi.

 

"Emin ol seni baştan çıkartıp istediğim her şeyi yaptırırım Karahan. Ama bak adaletli oluyorum." Yüzünde ki ukala kıvrım artarken gözleri adeta parladı.

 

"Adalet anlayışın kendi saraylarında ki vampirleri zindana kilitlemek mi?" Alaysı sesiyle kaşlarımı çatmak istesem de yapmadım. Yavaşça üzerime doğru eğildi. Öne dökülmüş ıslak saçlarımı arkaya doğru attığında gerdanım onun huzuruna tüm çıplaklığıyla sunuldu. "Ya da beraber gittiğimiz sarayda kodları çalarak değiştirmek mi?" Dediğinde asla bocalamadım.

 

"Demek Tural'i buldun?" Yüzü biraz daha yaklaştı. "Bulmakla kalmadım şeytanın kızı, acımasız olduğunu biliyordum ama bir adamı ölecek raddeye getirip ıssız bir mağaranın içinde eceline terk edecek kadar gaddar olduğunu bilmiyordum." Öyle bir tonda söylemişti ki hoşuna mı gitmişti yaptığım yoksa başka bir şey mi anlamadım.

 

"Senim gibi milletin kellesini kimsenin ayağının ucuna yuvarlamıyorum en azından!" Diye homurdandığımda eli hala saçlarımdaydı. Kulağımın arkasına sıkıştırdığında yarım saattir bastırmaya çalıştığım çığlıkları yine başa döndü. Karahan bana her yaklaştığında kalbimin hızlanışı artık canımı sıkmaya başlamıştı.

 

"Kolyemi ver."

 

"Kodları verirsen neden olmasın?" Dişlerimi sıktım.

 

"Sen bir hırsızsın!"

 

"Öyle mi dersin?" Diye güldü sinirleri bozulmuş gibi. "Benden çaldıklarını bilsen bunu söylediğin için kendinden utanırdın." Sesinde ki ima çığlık çığlığa bağırıyordu fakat tüm duygularımı kapadım. Sadece Eva olarak baktım, duygusuz, ruhsuz, hissiz Eva olarak.

 

"Sen istediğim kadar onlara rest çek kalbinde bağıran hissin sesi her şeyi alt üst edecek." İç sesin fısıltısı ruhumda duyuldu.

 

"Böyle giderse ikimizde hiçbir yere varamayız Eva." Dedi.

 

"Varacak bir yer olmadığı içindir Arsal."

 

"Her halta cevabın olmak zorunda mı?"
Diye sitem etti. "Bana söylemen gerekenleri her seferinde böyle gizlemeye devam edersen senden alacağım tek şey kolye olmayacak." Yutkundum. Yoğun bakışları pür dikkat gözlerimdeydi. "Sana verdiğim süre yavaş yavaş azalıyor Eva, eğer sen kendi isteğin ile anlamazsan sendekileri söke söke almak zorunda kalacağım." Parmaklarını yanağımdan boynuma boynumdan da gerdanıma kışkırtıcı ve yavaş şekilde indi.

 

"Bana işkence mi edeceksin." Dediğimde biraz daha yaklaştı sınırlarıma. Gözleri gözlerimden ayrılmazken yavaşça yanağını yanağıma sürttüğünde tüm sinyaller beynimde bir anda çaktı. Geri adım atacakken belimden tutup kaçmama engel oldu. Kalbim yine göğsüme dar geldiğinde nefeslerim hızlandı. Başı yavaşça boynuma indiğinde titredim. "Güzel tenine işkence ile iz bırakamam..." Dedi boynumda ki boğuk sesi. İçine hiç çekinmeden derin bir nefes çektiğinde yüzüm alev alev yanmaya başladı. "Ama istersen farklı şekillerde bırakabilirim." Başını hafifçe geri çekip yüzüme baktı tepkimi ölçmek için. Allah'ım resmen yanıyordum!

 

Boğazıma tıkanan nefesimle zorlukla nefes aldım. Belimde ki eli daha da sıkılaştığında benden izin ister bakışları beni darmadağın ediyordu. Hiçbir şey söylemeden ona bakarken hangi gözlerle baktığımı bilmiyorum ama onun gözlerinin arkasında çakmak çakmak yanan arzu tenime sıçrıyordu. Gözlerinde ki yoğunluk göğsüme tüm gücü ile baskı yapan yüreğimi daha da heyecanlandırdı ama tek bir kelime etmeye gücüm yetmedi. Ben konuşmayınca Arsal yavaşça elini belimden çekip benden uzaklaştı, onu bir kere daha reddettiğimi düşünen mavi gözleri öfke ile bakıyordu.

 

"Ben banyoya gireceğim. Ben çıkana kadar üstünü giyin yoksa seni de banyoya sokarım." Dediğinde alık alık ona baktığımın farkında değildim. Öyle bocalamıştım ki "Ben ne yapacağım banyoda?" Diye sorma gafletine düştüm.

 

"Gelmeyi kabul ediyorsun yani?"

 

"Ne münasebet." Diye çıkıştım hemen. Suç bendeydi. Ne demek ne yapacağım. Sen gitsen adam zaten bulur yapacak bir şeyler!

 

Arsal banyoya girdiğinde üstümü giyinmek için gardıroba yöneldim. Boy aynasına dokunan gözlerim yanaklarımda oyalandı. Resmen pancara dönmüştüm. Kalbimi kaplayan his hala dinmiş değildi.

 

Dayanamıyordum artık! Neden böyle
oluyordu. Ondan nefret ediyorum ben neden böyle hisler dolduruyordu göğsüme?

 

Tenim niye onun için yanıp tutuşuyordu!

 

Kendi kendime kızarak bir kaç kıyafet çıkartıp yatağa savurdum.

 

"Sakın Eva! Planlarının içinde böyle saçma sapan duygulara yer yok aman deyim kızım." Kendi kendime mırıldandım.

 

Kan kırmızısı kısa bir eteğin üzerine sırt açık omuzunda dantel detayı olan bir bluz ve ona uyum sağlayan ince topuklu kısa bir bot giydim.

 

Aynanın karşısına geçip gözlerimi belirgin gösteren bir makyaj yaptığımda Arsal çıkmıştı duştan. Ona dönmedim, çekici vücuduna baka kalıp egosunu tatmin edecek değildim.

 

"Hadi bir bakalım Evoş ne olur. Kavruk teninden akan sicim gibi sulara, sıkı ve taş gibi olan kaslarına, her birisini ayrı ayrı kendi önüne sunum yapmak isteyeceğin baklavalarına bakalım."

 

"Saçmalama!" Diye aniden yükseldiğimde Arsal garip gözlerle baktı.

 

"Ağzımı açmadım?" Evet ama benim saçmalığım bitmediği için bunu adama açıklayamazdım. Bakışları beni süzdüğünde gözleri beğeniyle ışıldadı.

 

"Ne giyersen giy sana yakışmayacak tek bir kıyafet bile yok." Yanaklarım saçma bir şekilde tekrardan ısındı. Bakışlarımı ona döndürmemeye çalışarak saçımı kulağımın arkasına sıkıştırıp başımı salladım.

 

"Eyvallah." Dediğimde erkeksi gülüşünü duydum.

 

Kıyafetlerini alıp banyoya tekrardan yöneldi. Kesin üstünde havlu vardı. Acaba banyoya girmeden sıkı ve yuvarlak görünen kıçını kesse miydim?

 

"Sen nerden biliyorsun ve herifin kıçının ölçüsünü?" İç sesin kınayan sesiyle dişlerimi dudağıma geçirdim. Arada bakmıyor değildim.

 

○🤭○

 

Etrafta dolaştı kızıl gözlerim. Burası şehirden uzak, sanki zamanın dışında kalmış bir yerdi sanki ama vampirlerin bir kaç kilometre kadar uzağında bir yerdi. Dışarıdan bakıldığında terk edilmiş gibi görünen taş bir yapıydı. Hayır harabe değildi ama ahım şahım da durmuyordu yani.

 

Girişinde hiçbir tabela yoktu. Etrafta kimse de yoktu. Arsal ifadesizce yanımda beni yönlendirirken yaptığım tek şey Arsal'ın yanında yürüyüp etrafa meraklı bakışlar atmaktı. Bu halim hoşuna gitmişti olacak ki hafifçe güldü. Merdivenlerin sonunda, büyük bir kapının önünde durduk Kapının tokmağı bile eski krallık simgelerini taşıyor, zamanla silinmiş işlemeler yalnızca dikkatli gözlere kendini gösteriyordu.

 

Arsal'ın dudaklarından çıkan bir kaç mırıltıyla kapı bizi için sonuna kadar aralandı. İçeriye girdiğimizde ilk dikkatimi çeken içeride ki yumuşak loş aydınlatma olmuştu. Işık tavandan sarkan cam fanuslarda yanıyordu, altın-bronz tonlarında parlayan alevler mekanı sıcak ama asil bir görünüme sokuyordu. Duvarlar açık taştan, ama yer yer kadife perdelerle süslenmişti, içeriye bir saray salonunun gölgesini taşıyan bir ihtişam sinmişti.

 

Orta salonda sadece bir masa vardı. Uzun değildi. Ama üzeri her çeşit yemek ile donatılmıştı. Mumlar, masaya gölgeler düşürüyordu. Masanın üstü ipek görünümlü, koyu kırmızı bir örtüyle yarı kaplıydı.

 

"Neden buraya geldik?" Dedim. Önümde ki sandalyeye çekti "Otur şeytanın kızı." Dedi. Centilmen gibi sandalyemi çekip öküz gibi otur demek de Arsal Karahan'a özgü bir davranış olsa gerek.

 

Emir verişine sinir olsam da açtım. Oturdum o da karşıma geçti. Görevliler yemek servisine başladığında nereden çıktı bu herifler bir anda diye düşünsem de çok da üstünde durmadım. Arsal pür dikkat gözlerime bakıyordu. "Hayırdır bu ortam bu atmosfer ne iş?" Dedim kabaca. "Bana evlenme teklifi mi edeceksin." Dudağının kenarında küçük bir kıvrım belirdi. "Başta söyleyeyim beşi bir yerde takmayıp pembe panjurlu evim olmayacaksa evlenmem." Dediğimde dayanamayarak başını geriye yatırıp kahkaha attı. Bu aralar yanımda çok gülüyordu.

 

Gül sen gül son gülen iyi güler nasıl olsa.

 

"Koskoca krallıktan beşi bir yerde ve pembe panjurlu ev mi istiyorsun?" Dedi eğlenen bir sesle. Masada ki su dolu bardağı dudağına yaklaştırdığında içimde ki yaramaz kız beni dürttü.

 

Alıcı gözüyle onu süzüp alt dudağımı ısırdım. "Taş gibi oğlan alacağız işte daha ne olsun." Deyişimle tam içmek üzere olduğu su boğazında kaldı. Öksürüklerle doğrulurken şaşkın şaşkın baktı bana.

 

"Türünün son örneği olabilirsin." Diye öksürüklerinin arasında bana kızdı. Keyifle bu sefer ben suyumu yudumlamıştım ki aynen şu cümleyi kurdu. "Ama devam ettirmek istersen sana yardımcı olabilirim. Çok güzel kuşak devamı sağlarım." Öksürmekten mi utançtan mı bilmem ama kıpkırmızı kesilince öfkeyle ayağa kalktım. Bir sefer de altta kalsa şaşardım zaten!

 

"Seninle bir yere gelende kabahat!" Diye çıkıştım. "Bana yürümekten vazgeç."

 

"Sen bana böyle kur yapmaya devam edersen yürümekten de ileriye gideceğim Eva." Dediğinde ters ters baktım.

 

"Boşuna uğraşma oğlum almayacağım seni nikahıma!" Yine dayanamayıp büyük bir kahkaha daha attı.

 

"Evde kaldım desene." Birde eğleniyor muydu bu herif!

 

"Gidiyorum ben ya." Diyerek gidecektim ki bir anda önümde yükselen alevle karşımda beliriverdi. Refleksle geri çekildim.

 

"Tamam bir şey demeyeceğim otur yemeğini ye. Açsın Biliyorum." Dediğinde hemen oturdum. "Madem bu kadar ısrar ediyorsun." Dediğimde bu sefer gülümsemesini bastırmaya çalıştı. Açtım vallahi hiç minnet bekleyemezdim.

 

Tekrardan karşıma geçip oturduğunda o beni izlerken ben önümde ki ziyafeti çekiyordum. Bana bakışı asla umurumda olmazken bir ara öyle bir dalmışım ki yemeğe, varlığını unutmuştum kafamı kaldırıp baktığımda bana hayran hayran bakan adamın dudağında ki minik tebessümü görümce ağzım dolu dolu ona baka kaldım. "No olduğ?" Dedim bir de üstüne.

 

Tebessümle bana bakmaya devam ettiğinde bileğinde ki saat gibi olan cihaz ötmeye başladı. Bana olan hayran bakışları saatin ötmesi yüzünde bölündüğü için sinirle soluyarak bileğini dudaklarına yaklaştırdı.

 

"Ney amına koyduğumun oğlu ney!"

 

Kibarlıktan ölmek deyince de Arsal.

 

"Ağzını siktirme bana!" Diye kükreyen hayvan tabi ki de Yelzar'dı "Ulan bir saattir sizi bekliyoruz. Nereye götürdün Eva'yı." Sona doğru kıskanç çıkan sesi Arsal'ın kaşlarını çatmasına sebep oldu.

 

"Sana ne lan, sevgilim değil mi? İstersem yanımda cehenneme götürür."

 

"Senden âlâ cehennem mi var lan o kıza!" İnşallah bir yerleri yırtılmazdı ikisinin de.

 

"Geliyoruz bebeğim beklemede kal." Diye bağırdığımda Arsal'ın gözleri ateş saçarak bana döndü.

 

"Bekliyorum bebeğim, öptüm." Diyen Yelzar'la Arsal küplere bindi.

 

"Sen kimi öpüyorsun ulan ecdadını siktiğimin puştu!" Diye kükreyişiyle Yelzar'ın gevşek sesi duyuldu.

 

"Eva'yı." Kıkırdadım. "Bende seni öpüyoru-"

 

"Öp de varır varmaz gümüşle kalbini deleyim amına koyduğumun itinin!"

 

"Senin için ölürüm de Eva-" diyecekken Arsal saatine dokunup kapattı. Sinirden solukları hızlandığında daha fazla üstüne gitmek istemedim. "Hadi gidelim önemli bir şey olabilir." Dedim alayı kenara atarak.

 

"Hiçbir şey senden önemli değil, aç aç geziyorsun sonra ya miden bulanıyor ya da Başın ağrıyor. Niye ben hazırlamadığım sürece acıktığını söylemiyorsun?." Hiç çekinmeden söylediği sözler bünyemde nasıl bir etki bırakıyor bilmiyordu...

 

"Sende çok yemiyorsun." Belli etmemeye çalışsa da Arsal çok yemez çok uyumazdı. Nasıl yaşıyordu bilmiyorum sürekli üzerinde olan bir yükü kaldırmakla boğuşuyor gibiydi.

 

Üzerinde ki yük kardeşinin yokluğuydu ama onun acısını çektiğini kimseye belli etmiyordu...

 

Arsal Karahan dimdik ayakta duruyordu ama içten içe kardeşi için kendisini perişan eden bir adam vardı. Ben bunu görebiliyordum. O istediği kadar gizleyebilirdi fakat bünyesi yemek istemiyor uyku yüzü göstermiyordu ona. Gözlerinin altında oluşan yorgunluk izlerini bir tek ben mi görüyordum. Herkes onun kendi başına ayakta kalıp her şey ile savaşacak kadar güçlü olduğunu görüyordu ama kardeşinin acısı ile her gün kendini yiyip bitiren adamı bir tek ben mi görüyordum?

 

İkimizde konuşmadan bir süre gözlerimize daldık. Onun gözlerinde ki yük bana daha ağır gelince bakışlarımı kaçıran ilk ben oldum. Yemeğimi yemeye devam ettim ve tek bir lokma yemeden sadece beni izledi.

 

Yelzar acil çağırdığı için çok uzatmadan yemeğimi bitirip ayağa kalktım. Hızla yanıma gelip elimi kavradı. "Gidip o puştu mezara dikmezsem bana da Arsal Karahan demesinler." Dediğinde ilk başta ne dediğini anlamasam da sonradan güldüm.

 

"Kıskançlıktan Yezarı öldürecek kadar hastasın." Gözlerine bakarak söylediğimi asla inkar etmedi.

 

"Sadece onu öldürecek kadar mı kıskanç olduğumu sanıyorsun!"

 

"Beni kıskandığını kabul ediyorsun yani Karahan?" Dediğimde gözlerini yumup başını yukarıya kaldırdı. Ne zaman sinirlense gözlerini bir kaç saniye yumup kafasını sabır diler gibi sağa sola çevirdikten sonra sakinleşmezse eğer yukarıya çeviriyordu başını.

 

Elimi daha sıkı tutup hiçbir şey söylemeden ilerlemeye başladık.

 

○🪺○

 

"Nasıl kaybedersiniz amına koyduğumun taşını!" Diye kükreyen Mirzar'a göz devirip sırtımı duvara biraz daha yaslayıp elimde ki bıçakla tırnaklarımla uğraşmaya devam ettim.

 

Acil toplanma alanı olarak kullandıkları Toplantı odasında hepsi hararetle konuşurken ben boş şekilde orayı burayı inceleyip tırnaklarımla uğraşıyordum.

 

Çok da umurumda değildi ama Feldspat adında bir taşları kaybolmuş ve taş akşama olacak olan can Arenasının gecesinin güvenliğini sağlamak için çok önemliymiş.

 

Karınca duasına kadar duydukları için bu taş sanırım ortamdaki ses yalıtımını sağlıyormuş. Ya da başka bir halta yarıyormuş her neyse. Çok da ilgilendiğim söylenemez açıkçası. Arsal ve Yelzar ortada yoktu. Daha doğrusu birlikte gelmiştik buraya ama sonra ortadan kaybolmuştu. İnşallah birbirlerini yanlışlıkla öldürüp beni bu zahmetten kurtarırlardı.

 

Arsal ortamda olmadığına göre ben sanırım sevgilimi temsilen buradaydım.

 

Burada töre de bendim nizamda yani.

 

Şemsi Elyesa'nın iyi olduğunu söylemişti ama aklım hala oradaydı. Panzehri için istenen her şey neyse ki çabuk halledilip ona ulaştırılmıştı. Arada küçük bir pürüz çıkmıştı Erva adı altında ama halletmiştim ben onu.

 

"Nasıl hallettiğini biliyoruz." Dedi iç ses hala şaşkınlık içinde. Sen başa bakma sona bak.

 

Her şey şu an için yolundaydı bir pürüz

 

çıkmazsa. Arsal ve bende akşam için kalmıştık fakat Arsal davet için değil akşama beni bir yere götüreceği ve göstereceği şeyler olduğu için kaldığını söylemişti.

 

Kolye meselesi son tartışmada kapanmıştı fakat gideceğimiz yerde açılacağına emindim. Kolyeyi kafeste ki kuştan aldığımı biliyor muydu?

 

Ama onu öğrenmiş olsaydı devamını da bilirdi. Öğrenmiş olsa anlardım herhalde? Anlardım ya. Buraya geleli kafam baya dumanlıydı atmosfer hala çarpıyordu fakat ilk geldiğim kadar değildi.

 

Ortam aşırı derecede gerginken kapı sert bir şekilde açıldı. İçeriye arka arkaya giren Arsal ve Yelzar'ı görünce tüm hayallerim çöp oldu.

 

Acaba sırada ki hareketim bunları birbirine kırdırıp öldürtmek mi olsaydı?

 

Birbirlerine tip tip bakarak içeriye girdiklerinde Yelzarın yüzü az buçuk dağılmıştı. Dudağının kenarında ki patlağı hala peçete ile bastırdıktan sonra peçeteye masaya gelişi güzel savurdu. Hayvandı.

 

"Abi ne oldu sana?" Diye cırlayarak geldi Ravzar abisinin yanına. Yelzar ters ters baktı Arsal'a.

 

"İt dalaşı diyelim." Dedi iğneler sesi ile.

 

"Yine mi birbirinize girdiniz?" Dedi Mirzar.

 

"Yok o bana girdi genel olarak." Yelzar hala ters ters Arsal'a bakarken Arsal yanıma geldi. Elimde ki kendisine ait olan bıçağı görünce sen iflah olmazsın der misali bir bakış attı. Bakışlarım Yelzar'ın yarasına dokundu. Dakikalar içinde eti kendisini yenileyip iyileşmişti. Eğer ormanda normal bir insan Arsal'ın saldırısına maruz kalsaydı şimdiye kadar kez ölmüştü ama Yelzar'ın teni kendisini dakikalar içinde iyileştiriyordu. Vampirler hakkında bir kaç şey duymuştum ama varlığına inanmadığım için pek de üstünde durmamıştım.

 

"Konu ne?" Dedi Yelzar.

 

"Feldspat kayıp." Dedi Mirzar sinirli sesiyle.

 

"Kan lordu size emanet etmişti kutsal taşı efendim." Dedi vezirimiz. Yüzüne bakamıyordum herifin, baksam yeminle boylu boyunca kusacaktım etrafa.

 

"Ya abi bu taş nasıldı tam olarak?" Diyen Kız kardeşine mala bakar gibi baktı Yelzar. "Ravzar mal mısın?" Diye de dile de getirdi hatta. "Feldspat taşını bilmiyor musun? Su yeşili rengine benzer ince uzun avizenin en üstünde takılıydı." Dediğinde istem dışı alt dudağımı kemirdim.

 

Umarım yanlış hatırlıyorumdur. O değildir ya.

 

"Salaksın sen." Diye iç çekti iç sesim. Bakışlarım yanımda dikilen Arsal'a döndüğünde göz kırpıştırdım.

 

Aşkım! Kurtar beni, sevdiceğin ne boklar yedi durduğu yerde bir bilsen.

 

Göz göze gelir gelmez gülümsediğim de sabit ifadesi kuşkuyla kısıldı. Hadi canım! Bir bakışımdan da anlamazsın herhalde bir halt yediğimi.

 

Gülümsemeye devam ettiğimde yanıma daha da yaklaşıp elini belime atarak beni kendisine çekti. Saçlarımın arasına minik bir öpücük kondurduğunda bayılmamak çok güçtü.

 

"Ne halt yedin yine?" Dedi sessizce kulağıma doğru. Yine gülümsedim ama yüz felci geçirmiş gibi göründüğüme emindim. "Başıma belasın sen biliyorsun değil mi?" Dedi iç çekerek. Tam ağzımı açmış olur mu öyle şey minnoşum diyecektim ki hızla ağzımı kapattı.

 

"Kurbanın olayım iltifat etme sen." Dediğinde kahkaha attım.

 

"Çay kahve ister misiniz Prensim?" Dedi Yelzar bize bakarken ters ters.

 

"Muhabbetiniz şen olsun ama şurada başka dertlerimiz var."

 

"Benim derdim değil." Dedi Arsal onu umursamadan bana dönerken. Baş döndürücü kokusu yakınıma her geldiğinde ciğerlerim bayram ediyordu. Yelzar'ın ters ters baktığını hissedebiliyordum. Ravzar ve Akzer ise hala tartışmadaydı.

 

"Şu geçen sene kaybetmen yüzünden Köksallar ve Karagilleri birbirine düşüren taş var ya mal kardeşim? Ha, o." Diyen Akzer'e kaşlarını çatarak baktı Ravzar.

 

"Bana mal deyip durmayın! Mal mıyım ben?" Dedi öfkeyle. Bunun üzerine üç abisi de aynı anda "Evet, malsın." Dediğinde Ravzar'a acımıştım. Üç tane yontulmamış odunun arasında hayatta kalmaya çalışıyordu, görende prenses diyordu. Nereden bilsinler kızın hayatta kalmak için çaba sarf ettiğini.

 

En sonunda derince ofladı abilerine laf yetiştiremeyeceğini anlayınca. "Hani şu işaret parmak uzunluğundaki sağ köşesi çatlak olan taş mı?" Diye de sordu.

 

Hani insanın bazen boşluğuna mı geldi derler salaklığına mı bilmem ama benim öyle bir anıma denk gelmiş olacak ki birden boş bulunup. "Sol köşesi." Dediğimde odada ki tüm gözler bana döndü. Yanımda ki Arsal bile şaşkınca bana bakıyordu. Sürekli söylüyorum şu adamı benim kadar şoka sokan yoktu.

 

"He he sol köşesi." Diyen Ravzar'a bakarken biraz daha hüzünlendim. Yazık mal diye diye mal olmuş kız harbi.

 

"Sen nereden biliyorsun feldspatın çatlağını?" Diye sordu salak Akzer.
Demek mal olan sadece Ravzar değilmiş.

 

Gülümsedim, ama öyle yapmacıktı ki yüz felci geçiriyor gibi duruyordum.

 

Bakışlarım Arsal'a döndüğüne bana olan bakışları "Ben seninle ne yapacağım?" Der gibi dertli dertliydi. En azından sevgilim sıfatındaki kişi mal değildi bu bakımdan şanslıyım.

 

"Canına okuyacak salak!" Diyen iç ses de haklıydı şimdi. Yelzar'ın bakışlarına değinmek bile istemiyorum çünkü o çoktan "yediğin boku anladım" der gibi bakıyordu. Felç geçirmiş yüzümle pardon gülümseyen yüzümle Arsal'dan uzaklaşıp Ravzar'ın yanına gittim. "Aman be Revzer." Dediğimde kaşları çatıldı.

 

"Ravzar!" Diye beni düzelttiğin de "işte ne haltsa" demek yerine biraz daha gülümsemeye çalıştım. "Boş ver ya Ravzar altı üstü bir taş parçası." Onu teselli eder gibi omuzuna hafifçe iki tane vurdum fakat acıtmış olmalıyım ki yüzünü buruşturdu.

 

"O taş parçası dediğin şey Karadağ mağaralarında kaç milyon yılda oluşuyor haberin var mı?" Dedi Mirzar ters ters. Şuna da bir tane çakacaktım şimdi, ortalıkta fitil gibi gezip kasıntı kasıntı konuşuyor. Neyse amacım başkaydı. Bir kaç adım daha atıp kapıya yaklaştım ama o sırada saçmalamaya devam ediyordum.

 

"Bulursunuz ya bulursunuz." Dedim biraz daha kapıya yaklaşarak. "Malın birisi yerde bulup boş avize taşı sanarak çöpe atacak değil ya?" Dediğim an hepsinin ağzı beş karış açıldı şaşkınlıkla. Sırıttım. Kapının önüne gelmiştim nihayet. "Ne demişler yolcudur Abbas bağlasan durmaz, bana müsaade siz taşınızı toprağınızı arayın durun." Diyerek kapıyı açıp kaçacaktım ki bir solukta tepemde biten Yelzar, köpek yavrusu gibi ensemden kavrayıp yakaladı beni. Lanet olasıca vampir!

 

"Yolcuyu, Abbas göstereceğim ben sana şimdi." Diyen kızgın sesiyle gözlerim Arsal'a döndü ama kollarını önünde bağlamış ve yediğin haltı düzelt der gibi bana imalı gözlerle bakıyordu.

 

Köpek!

 

Bide sevgilim olacak. Kurtarsana beni şu vampirlerin elinden!

 

"Ya sen bir mağara da milyon yılda anca oluşan bir taşı niye çöpe atıyorsun?" Dedi Yelzar sinirle.

 

"Ne bileyim ben sizin taşınızı, büyünüzü. Yeri pisletmiş diye alıp attık işte çöpe."

 

"Feldspat taşını?" Dedi şok içinde.

 

"Evet, ne olmuş. Siz yarasa milletine de iyilik yaramıyor he."

 

"Yarasa mıyız kızım biz?" Dedi Akzer tek sorun buymuş gibi.

 

"Eva, Feldspat taşını çöpe mi atmış?" Dedi Ravzar şok içinde. İnterneti çekmiyordu herhalde. Tepki için üç dakika kadar geciktin prenses. Temiz iyi kalpliydi falan ama sanırım birazcık salaklık vardı.

 

"Nereye attıysan bulup getireceksin onu!" Diye gereksiz yere bağırdı Akzer. Arsal'ın anında kaşları çatıldı. Benim yaslandığım duvara yaslanmış olan heybetli bedenini hareket ettirip yanıma doğru geldi. Elini parmaklarıma geçirerek bakışlarını Akzer'e döndürdü..

 

"Bir kere daha onu sesini yükseltmeye kalkarsan gümüş bıçakla ses tellerini yüzerim." Dedi sanki normal bir şey der gibi sakince. Kapıyı açıp ilerledi beni de peşinden sürükledi.

 

"Nereye gidiyorsunuz?" Diye bağırdı Yelzar arkadan kıskanç sesiyle. Ona cevap vermeden beni peşinden sürüklemeye devam etti.

 

"Arsal!" Diye kükredi adeta hayvan.

 

"Sana hesap mı vereceğim ulan it! Belki sevgilimle sevişeceğiz, sana ne!" Dediğinde şok içinde kaldım. Yelzar da şok olmuş olacak ki cevap gelmedi.

 

Hala beni sürükleyip götürürken etraftan bit kaç göz bizi izliyordu fakat Arsal'ın umurunda olmadı. Dışarıya kadar çıktığımızda kimsenin olmadığından emin olduğu bir yerde durduk. Ateş saçan gözleri bana döndü. Az önceki ifadesinden nasıl bir anda dağılmıştı bilmiyorum.

 

Öfkeyle solurken beklediğim o soruyu sordu. "Akzer piçinin teklifini kabul ettin mi?" Bir boktan da haberi olmasa şaşa
Şaşa kalırdım şuralara.

 

Kesin kahpe Yelzar ulaştırmıştı! İt oğlu it.

 

"Diyelim ettim?" Dedim tepkisini ölçmek için zerre tesettür etmeden. "Ne yaparsın?"

 

Gözlerine yığılan öfkeyle kolundan tutup beni aniden çektiğinde "Yeminler olsun ki bende senden yana hiçbir şey kalmaz. Bu zaman kadar yaptıklarım yapacaklarımın yanında hiç kalır." Yüzünü yüzüme eğdi. "Eğer bana ihanet ettiysen Arsal Karahan'ı vicdani ile asıl o zaman yüzleşirsin." Ciddiydi. Hem de oldukça.

 

Eğer ona ihanet edecek olursam beni hiç düşünmeden öldürecek kadar ciddiydi.

 

"Beni öldürebilecek misin? Beni bununla korkutamazsın Karahan, ben en baştan
razıydım." Dedim kuru bir sesle. "Ama sen bir kere daha dayımın ismini ağzına alarak beni geri püskürtmeye çalışırsan asıl o zaman neler yapabileceğimi görürsün." Güldü. Öyle ruhsuz öyle mekanik bir gülüştü ki gerçeklikten çok uzaktı.

 

"Benimle aşık atma şeytanın kızı,"

 

"Sende benimle ölçüşme kralın oğlu, düşmanların gibi yerime sinmem ben." Dişini dudağına geçirip şeytansı bir şekilde gülümsedi.

 

"Çok ateşli günler bekliyor o zaman bizi güzel Eva. Bakalım ilk kim kül olacak." Dedikten sonra beni çekmeye devam etti.

 

"Yularım varmış gibi beni oradan oraya sürükleyip durma! Nereye götürüyorsun beni." Beni dinlemeden tekrardan kendine çekti. Sert göğsüne düştüğümde dört yapraklı yoncanın olduğu bileğimi tutup elini havaya kaldırdı ve dudakları kısa bir şeyler mırıldanmak için aralandı. Ardından gözlerimi alacak bir ışık etrafımızı sardığında aniden kendimizi içinde bulduğun toz bulutu dağıldı. Gözlerimi ne ara kapattım bilmiyorum ama açtığımda tanımadığım bir evin odasındaydık.

 

"Sen?" Dedim şaşkın şekilde. Nasıl olmuştu bu? Büyüklerinin bünyemde etkisi olmadığını onlar söylememiş miydi? Şaşkın ifademi gizlemeye çalışsam da yapamadım. "Sandığın gibi sana hiçbir büyü işlemiyor değil şeytanın kızı. Eğer öyle olsaydı buraya da gelemezdin." Şaşkınca baktım ona. "Işık Yılı." Dedi.

 

"Işık Yılı?" Dedim anlamadığımı belli eden bir sesle.

 

"Seni bana getiren Işık Yılı, şeytanın kızı." Dediğinde başımı istemsizce iki tarafa salladım.

 

"Bir mesafe biriminim mi beni buraya getirdiğini düşünüyorsun." Alayla Güldü.

 

"Bunu sen ve senin gibi diğer insanlar biliyor sadece Şeytanın kızı. Işık Yılı senin dünyan ve Veristal arasında oluşan bir kapıdır." Dediğinde şaşkın bakışlarımı düz bir noktada sabitledim.

 

"Veristal?" Diyen iç sesim sanırım bu sefer yüksek çıkmıştı.

 

"Veristal." Dedi beni doğrulayarak. "Versitaldesin şeytanın kızı. Işık Yılı seni bana Veristale getirdi. Daha doğrusu seni bizim dünyamıza getirebilecek tek kapı. Sana dokunabilen, tenine işleyebilen tek şey Işık Yılı. Benim evrenimden senin evrenine sadece iki kere ışık yılı düştü." Bana doğru adım atmaya başladı. "Birincisi kan gözlü kız dünyaya adımını attığında," bir adım daha attığında tam önümde durdu.

 

"İkincisi kan gözlü kız için dünyaya adımlarını attıklarında..." nefesimi tutmuş şekilde onu izlerken ne diyeceğimi bilmiyordum. Peki bunu neden bana söylememişti?

 

"Yani benim üstümde büyü yapabilir misin?" Tek bir çekince bile yoktu bunu sorarken sesimde.

 

Dudağının kenarı yukarıya doğru kıvrıldı. "Denemeden öğrenemeyiz." Dedi ve der demez dudaklarından çıkan bir kaç mırıltıyla kendimi arkamdaki yatağa savrulurken buldum. Hayır bunu Arsal yapmamıştı, daha doğrusu yapmıştı ama bana dokunarak yapmamıştı. Büyü tenime işliyordu! Işık Yılı benim üzerimde bütün büyüklerin imkansız kıldığını başarmıştı.

 

Ellerim istemsizce yukarıya kalkarak yatak başlığına sabitlendiğinde kıpırdatmak için kendimi parçalasam da bir milim bile kıpırdamadı! Lanet olsun. Bu sikik şey de nerden çıkmıştı. Kıvranan halimi gören Arsal memnun olmuş bir ifadeyle bana doğru gelmeye başladı.

 

Yatağın yanında durduğunda beni baştan aşağı süzerken memnun kıvrımı yerini korudu.

 

"Yılın on iki dolunayından sadece iki dolunayın da tenine büyü işliyor ve bu da her iki dolunayda da üç gün sürüyor. Dolunayın üç gecesi iki gündüzünde sana Işık yılının tüm büyüleri işliyor şeytanın kızı." Dediğinde uzandığım yatakta buz kestim. Dün gece ilk gecesi ve bu sabah ilk gündüzüydü. Geriye bir gündüz iki gece kalmıştı ve ben bu adamın elleri altındaydım.

 

Bana doğru yaklaşarak üzerime eğildi.

 

Yutkundum istemsizce. Elini kaldırıp yüzüme gelen saçları kulağımın arkasına sıkıştırdığında nefesim kesildi. İsteğim dışı bana dokunmazdı değil mi? Yapmazdı bunu. Eğer isteseydi büyü olmadan da bunu yapabilirdi çünkü gücümün ona yetmeyeceği kabul etmesi zor bir gerçekti.

 

Nefeslerim daha da hızlandığında yüzü yüzüme daha da yaklaştı. "Sana isteğin dışı dokunacak değilim şeytanın kızı," Dedi ne düşündüğümü anlayarak. Aklıma gelen ihtimalle gözlerim irileşti. Bu durum onu güldürdü. "Zihnini de okuyamıyorum küçük şeytan sakin ol. Sadece ifadeden ne düşündüğünü anlıyorum, şaşkın şaşkın baktığında yine kafanda saçma bir şey kurduğunu anlamak zor olmuyor. Merak etme şeytani planlarını zihnini okuyarak öğrenemeyeceğim." Dediğinde rahatlamış bir nefes verdim.

 

"Söylesene aklım çıktı bir an seninle ilgili tüm düşüncelerimi duyacaksın diye-" demiştim ki dilimi ısırdım. Dilimin bağını sikeyim diye boşuna demiyordum. Kalbime zarar bir şekilde gülümsedi. Serseri gülüşü tüm kanı yanağıma topladı. Dizinin birisini yatağın üstüne koyarak üzerime tamamen eğildiğinde iki eli yatağın iki tarafını da içine çökertti.

 

"Benimle ilgili ne düşündüğünü o güzel dudaklarından duymak varken neden zihnini okuyayım?" Dedi, yok yok öleyim gideyim diye uğraşıyor bu herif.

 

"Az önce beni ölümle tehdit etmiyor muydun?" Dediğimde burnundan sert bir nefes vererek güldü. "Bana diyen sanki gülücükler saçıyordu." Haklıydı şimdi. Bakışları yüzümün her zerresinde dolaşmaya başladığında yoğun gözleri göğsüme şiddetle vuran kalbime hiç yardımcı olmuyordu.

 

Aman Allah'ım ben bu adamdan deli gibi etkileniyordum! Hem de bana yaptığı onca şeye rağmen.

 

Derince yutkunduğumda o da benimle aynı anda yutkundu, bakışları dudaklarıma kaydığında iki elim hala yatağa sabitti.

 

Bana zorla dokunacak mıydı gerçekten?

 

"Bakışlarını görsen bence adam senin ona zorla dokunacağını düşünür." Diyen iç sesi duyacak halde değildim. Dudakları dudaklarıma yaklaştığı her saniye heyecan tüm vücudumu ele geçirdi. Beni öpmesini, onun tarafından öpülmeye bu kadar istekli olduğumu bilmiyordum. Aniden bileklerime uygulanan güç yok olduğunda ellerim boynuna dolandı. Bunu neden yapmıştım bilmiyorum ama gözlerinde ki yoğunluğun tutkunun ateşinden olduğunu biliyordum.

 

"Güzel gözlerine her baktığımda gördüğüm o öfke ne zaman geçecek kan gözlü kızım?" Nefesi dudağıma çarparken parmaklarım ensesindeki saçlara dokunmuştu. Onlara dokunuyordum ama parmaklarımın arasında hissetmeye cesaret edemiyordum.

 

"Dindiği zaman kralın oğlu." Dedim yoğun bir fısıltıyla. "Dindiği zaman." Derince yutkundu. Adem elmasının inip kalkışı bile beni delicesine etkiliyordu. Aklıma gelen ihtimalle kaşlarım çatıldı. "Bana büyü mü yaptın?"

 

"Neyden bahsediyorsun?" Dedi, anlamadığı ifadesinden bariz bir şekilde ortadaydı.

 

"Ben geleli aylar oldu. Belki diğer dolunay geldiğinde bana büyü yaptın. Yoksa niye böyle olsun?" Dediğimde yüzü yüzüme öyle yakındı ki ensesini çekip dudaklarına yapışmamak için zor duruyordum! Yok yok kesin büyü yapmıştı bana bu herif.

 

Bu kadar aptal olmamın başka bir şeye yoramazdım!

 

"Bana hissettiklerini büyünün üstüne suç atarak mı kendini rahatlatacaksın?" Dedi.

 

"Sana karşı hiçbir şey hissetmiyorum."
Dedim ama göğsüme dalgalanarak yükselen his hiç de yardımcı olmuyordu bana. Dudağının kenarında oluşan gülümsemeye takılı kaldı gözlerim. Onun bakışları da benim dudaklarımda yoğunlaştığında yavaşça yaklaştı. Aklım mantığım uçup gittiğinde heyecanla onu beklediğimin farkında bile değildim. Dudakları dudaklarımı es geçerek yanağıma ulaştığında kaşlarım çatıldı.

 

"Bana olan hislerini kabul edene kadar seni öpmeyeceğim şeytanın kızı," Geri çekilip yüzümün aldığı şekli görmek ister gibi baktı. Ne gördü bilmiyorum ama onu tatmin etmişti.

 

Öfkeyle soludum "Sana karşı hiçbir şey hissetmiyorum!"

 

"Öyle mi dersin? O zaman niye her yaklaştığımda göğsünü delip geçecek kadar hızlı çarpıyor kalbin? Niye öfkeli bakışlarının arasında farkında olmadan bana hayran gözlerle bakıyorsun, Şeytanın kızı?" Dediğinde nutkum kurudu. Dudaklarım aralandı ama konuşmaya kelimeler bulamadım.

 

"Sen benden farklı mısın, Arsal?" Diyebildim sadece.

 

"Ben inkar etmiyorum şeytanın kızı." Dedi tereddüt etmeden. "Seni her gördüğümde göğsümü delen kalbimi, sana dokunmak için tutuşan tenimi..." elleri tekrardan saçlarımı buldu. "Benden nefret edeceğini bile bile sana çekildiğimi inkar etmiyorum şeytanın kızı..." Dediğinde ona baka kaldım.

 

Arsal Karahan benden etkilendiğini mi dile getiriyordu yoksa ben mi yanlış duyuyordum? Yutkundum, ama yutkunuşum bile boğazıma takıldı duyduklarımdan sonra.

 

"Eva..." Dedi alnını alnıma yaslayarak. "Yapacaklarım bitmedi, yapacakların bitmedi ama ben sana doğru çekilmekten kendimi alı koyamıyorum..." sıcak nefesi dudaklarımı yakıp kavurdu. "Bizim her yolumuz çıkmaza çıkıyor ama ben bunu bile bile sana kandım." Alnını alnımdan ayırdı. "Benden ve yapacaklarımdan nefret edeceğini bile bile varlığına alıştım, bana yapabileceklerini bile bile sana gardımı indirdim." Dediğinde sadece ona bakıyordum. Başka hiçbir şey yapamıyordum.

 

"Bir şey söyle Eva..." Dedi yalvarır gibi çıkan sesiyle. "Sana dokunmak için seni öpmek için yanıp tutuşan ruhuma rest çekmek kolay mı sanıyorsun? Bir şey söyle."

 

Arsal Karahan dudaklarımdan çıkacak tek bir kelimeye muhtaçmış gibi bakıyordu. Gibi değildi! Arsal Karahan dudaklarımdan çıkacak en ufak bir onaya muhtaçtı.

 

"Birbirimizin canını yakacak mıyız kralın oğlu?" Sesim onun aksine sanki yakınlaşmamızdan etkilenmemiş gibi
normal çıkıyordu. "Sana karşılık vermem gidişatı değiştirecek mi?" Dediğimde gözleri acıyla kısıldı. Çarpan kalbime inat bas bas bağıran mantığımın sesine kulak vermiştim. Bir anda duygusuz gibi çıkan sesimi duyunca dumura uğradı. Ona az önce nasıl bakıyordum bilmiyorum fakat şu anki bakışlarımı görünce duraksadı.

 

"Hiçbir şey bizim gidişatımızı değiştiremez şeytanın kızı, birazdan olacaklar ve benden edeceğin nefretin seviyesi de değişmeyecek." Dediğinde elimi boynunda indirdim.

 

"O zaman herkes kendi ateşinde kül olsun, Karahan. Benden sana gelecek olumlu bir cevap yok, sana kendimi kullandırtmayacağım." Dediğimde şok oldu.

 

"Bana inanmıyorsun?"

 

"Ben sana güvenmiyorum Karahan. Sen bana ve benden olanların canını yaktın. Sen bana acımadın. Bende sana acımayacağım." Dediğim an öfkeyle üstümden kalktı.

 

"Ne yaptığının farkında bile değilsin." Dedi, öfkeden deliye döndüğünü ses tonuna serpilen ölüm çığlık çığlığa bağırıyordu. Ayağa kalktım onun gibi. Artık Kostan'ın söylediği diğer yanımı hissedebiliyordum. O çok acımasızdı ve beni bastırıyordu.

 

"Farkındayım kralın oğlu." Bir kaç adım atıp yaklaştım. "Ama sen değilsin." Yüzüne baktım ruhsuz gözlerle. "Bana neden bilmediklerimi anlatamıyorsun?" Yüzümde psikopatça bir ifade belirdiğinde gözleri şaşkınca aralandı.

 

"Sen kendinde değilsin." Diye fısıldadı. Bende farkındaydım ama içime işleyen his tüm hissettiklerimin aksine çevirmişti sadece saniyeler içinde. Kızaran yanaklarım normale dönerken hızlanan kalp atışlarım yavaşlamış, bakışlarım herhangi birisine bakar gibi bakmaya başlamıştı karşımda ki adama.

 

"Unuttun mu sana yaptıklarını?" Diye fısıldadı sol tarafımdan bir ses. Hayır iç sesim değildi. Bu sesin tonunda bile acımasızlık ve öfke vardı. "Annen ve baban ne halde bilmiyorsun. Sana onların bırak yüzünü göstermeyi, nasıl olduklarını bile söylemedi. Gözlerinin önünde Toprak'a işkence edip tüm ülkeye adını fahişe olarak duyurdu. Sen Arsal Karahan'ın sürgün fahişesisin. Sana aşık olabilecek bir kalp yok onda..."

 

"Eva, Evaa!" Diye kolumu sarsan Arsal'ın kolunu öyle sert ve hızlı ittirdim ki şok içinde kaldı.

 

Kulağımda çınlayan sesi yok sayarak ondan yine uzaklaştım. Neden bilmiyorum, sanki fısıldayan o ses beni kolumdan çekip ondan uzaklaştırmış gibi hissediyordum.

 

"Anlat Karahan. Toprak neden o ülkede esir, annem ve babama ne oldu hepsini bilmek istiyorum." Buz gibi sesimi ve ondan uzaklaşan bedenimi bakarken onun da gözlerine yerleşen o ifadesizlik zırhını gördüm. Hissettiği boşluğu örtmek için örmüştü yine duvarlarını... Bir kaç adım uzaklaştı. Masanın üzerinde olduğunu fark etmediğim sigara paketinden bir dal sigara çıkarıp yanındaki zippo ile yaktı. İçine derin bir nefes çektiğinde yanağı içine çöktü elmacık kemikleri ve çene kemikleri daha belirgin bir hâl aldı.

 

Paketi bana uzattığında başımı iki yana salladım. Arada Toprakta içerdi bu zıkkımı, ona bile bağırır çağırırdım. Tekrardan arkasına yaslandığında dudaklarının arasından usulca süzülen dumanı izledim. Onun sigara içtiğini bilmiyordum.

 

"Anne tarafın hakkında hiçbir bilgin yok değil mi?" Dedi bildiği bir şeyi teyit etmek ister gibi sorarak.

 

"Umurumda bile değil onlar. Ben sadece Toprak'ı merak ediyorum." Başını olumsuz anlamda iki yana salladığında sigarasından derin bir nefes daha çekti içine. Sonra tekrardan dumanı usulca dudaklarının arasından özgür bıraktı.

 

"Kabul etmesen de Toprak da onlardan biri Eva." Düşünceli çıkıyordu sesi. Bakışları ise pür dikkat gözlerimdeydi. Arkamda ki duvara sırtımı yaslanarak konuştum.

 

"Onların yüzünden annem ve babam bu hale gelmedi mi zaten Karahan? Ben onların yüzünden Buraya sürgün edilmedim mi? Onların yüzünden Toprak neresi dahi olduğunu bilmediğim bir ülkede esir değil mi?" Dudaklarımdan sakince dökülen kelimelerimin aksine şakaklarımda sinirden zonklayan damarlarım hiçte sakin olduğumu söylemiyordu.

 

"Eva. Bu olanların hepsi annen ve babanın yasak aşkı yüzünden oldu. Onların yüzünden asırlardır kardeş olan iki ülke arasında kanlı bıçaklı savaş çıktı. Sen henüz hiçbir şeyin farkında değilsin ama."

 

İki dudağının arasından çıkan kelimelerle dizlerimin bağı çözüldü. Saniyelik bir kuvvetle yerçekimine yenilen bacaklarım titredi. Rahat tavrım anında bozuldu, inanmayan gözlerle baktım Arsal'a.

 

"Ne diyorsun sen?"

 

"Duyduğun gibi Efnan." Sigarasından son bir nefes çektikten sonra masanın köşesindeki kül tablasına bastırarak söndürdü. "Annen ve babanın yüzünden o ülkenin en büyük veliahttı öldü." Her kelimesi iliğimden kemiğime kadar ürpermeme sebep oldu.

 

Bütün olanların suçunu annem ve babamın üzerine atıyorlardı.

 

"Yalan söylüyorsun?" Öğrendiklerim beni sarmıştı ama sakin duruşumu korudum "Sen ne dediğinin farkında mısın Arsal?" İfadesiz yüzü ile yavaşça yanıma gelerek karşımda durdu. Boynumu kaldırarak baktım maviliklerine. Yalan söylemiyordu. Kurduğu her cümle doğruydu. Bunu gözlerinden anlayabiliyordum. Ama bunu kabullenmek o kadar kolay değildi.

 

"Ben ne dediğimin farkındayım Efnan ama sen değilsin. Sana Toprak'ı getiremem, çünkü hiçbir düşman ülke, kanlısı olduğu ülkenin varisini yakalayınca öldürmeden bırakmaz. Sizin oralarda nasıl bilmem ama burada kana kan, cana can isterler." Sinirden elimi boynuma götürdüm. Başımı sağa sola yatırarak ağrısının dinmesini bekledim. Bu adam gözlerimin içine baka baka Toprak'ın öleceğini söylerken ben asla iyi olmazdım. Elimden tuttuğunda irkilerek elimi geri çektim.

 

Arkamda birisi vardı sanki ve omuzumun üstünden bana dokunup kulağıma fısıldadı. "Sana zarar verecek. Uzak dur." O bana bunu diyor ben ise sanki emirmiş gibi sorgulamaksızın yapıyordum.

 

"Devam et." Dedim. "Anlat bana, daha bilmediklerim var anlat"

 

"Sakinleşince anlatacağım."

 

"Sakinim ben."

 

"Titriyorsun. İyi değilsin sakinleş, lâl gülü." Dedi Yatıştırıcı sesiyle. O diyene kadar titrediğimin farkında bile değildim. Bu gün üst üste öğrendiklerim zihnimde büyük bir yer kaplamıştı. Neresinden tutarsam tutayım elimde kalıyor, öğrendiğim hiçbir şey ailemin masum olduğunu göstermiyordu.

 

"Onların ne kan davası umurumda ne de geberip giden veliahtları. Bu olaylar olurken o daha üç yaşında bile değildi belki. Toprak'ın hiçbir suçu yokken onun öldürülmesine izin vermem. Duydun mu beni Karahan." Titreyen ellerimi yumruk yaparak gizlemeye çalıştım.

 

"Onu kurtaracaksın." Dedim keskin sesimle. "Ben senin kardeşini kurtaracaksam eğer sen de benim
kardeşimi kurtaracaksın!"

 

"Düşman krallığın oğlunu, kurtarmamı bekleme benden." Demesiyle Yelzar'ın yalan söylemediğini Arsal açık açık önüme koymuştu. Dudaklarını tekrardan araladığında kalbimin düzensiz atışları daha da hızlandı. "Evet Efnan. Sen benim düşmanım torunusun. Sen pâyidar Kırcalı'nın özbeöz torunusun."

 

Başımı iki yana salladım kabul etmezcesine. "Anlayacağın Efnan akıntıya kürek çekmekten başka bir şey değil senin istediğin."

 

Gözlerim kararıyordu. Öfkeden gözlerime öyle bir perde inmişti ki şu an karşımdaki adamı bile boğarak öldürebilirdim. Sakince boğabilirdim, öyle bir öfke kol geziyordu. İki tarafıma baktığımda kafasına geçirecek bir şey aradığımı anlayınca gülerek başını iki yana salladı. "Ne o düşman kızı? Beni öldürecek bir şeyler mi arıyorsun?" Yavaşça üzerime geldiğinde masanın yanına koşar adım giderek üzerindeki tarihi vazoyu ona doğru fırlattım. Nerede olduğumuzu bilmiyorum ama umurumda değildi şu an. Hızlı bir refleksle attığım vazodan başını yana çevirerek kurtuldu. Bardak vardı. Onu da attım. Ondan da kurtuldu. Az önce sigarasını söndürdüğü kül tablası vardı, içi izmarit doluydu onu da hırsla attığımda hızlı hareketleri sayesinde ondanda kurtuldu. Kitap vardı. Elime aldım. Baktım, ama kıyamadım geri koydum.

 

"Bütün bunları bana anlatmadın! Hepsini biliyordun ama bana anlatmadın!" Diye bağırdım en sonunda.

 

"Bağırma bana." Dedi sakin sesiyle.

 

"Bağırtma o zaman!" Diye daha şiddetli bağırdım.

 

Üzerime gelemeye devam ettiğinde geri
adım atmadım. Başımı dikip baktım ona. Bu tavrım hoşuna gitmişti. Dudakları hafif bir kıvrımla yukarıya büküldü. Tam karşımda durduğunda dudaklarındaki kıvrım hala yerli yerindeydi.

 

Adam ruh hastasıydı resmen!

 

"Onu o cehennemden çıkaracağım Karahan." Dedim kendimden emin şekilde.

 

"Biliyorum."

 

"Eğer saçının teline bile zarar gelirse nefes alan tek bir canlı bile bırakmam o ülkede." Dedim hırsla Yine başını sallayarak "Biliyorum." Dedi. Bunu alay eder gibi değil de gerçekten biliyormuş gibi söylemişti.

 

"Biliyorsan neden böyle yapıyorsun?" Dedim en sonunda çaresiz çıkmasına engel olamadığım sesimle. Baktı gözlerime. Gözlerinden o kadar çok anlam vardı ki onları gizlemekte hiç zorlanmıyordu. Ben bile bazen kendimi gizlemekte zorlanırken o istediği an maskesini takarak istediği duygu haline girebiliyordu.

 

"Devamını öğrenecek kafada değilsin, devamını sonra konuşacağız. Şu an bir işimiz var onu halledip tekrardan Viran'a dönmemiz gerekiyor." Başımı iki yana salladım.

 

"Devam edeceksin. Bunca zaman anlatmadıklarını şimdi anlatıp bitireceksin." Diye tısladım.

 

"Ben bunca zaman anlatmadım diyelim, Eva." Bir adım daha atıp aramızdaki mesafeyi sıfıra indirdi. "Sen neden sormadın hiç? Haftalar oldu, aylar oldu ama sen hiçbir zaman sormadın." Yutkundum "Sahi neden sormadın hiç Lâl gülü?" Dişlerimi sıkarak ona bakmaya devam ettim. "Çünkü alacağın cevabı az çok tahmin ediyordun değil mi?" Devam etti. "Sen zeki bir kızsın ve bu olanların hiç birinin boşuna olmadığını bilecek kadar kurnazsın."

 

Elimin titreyişini yumruğumu daha da sıkarak gizledim. "Devam et."

 

"Bana emir verme." Dedi Sert sesiyle.

 

"Ben senin kölen ya da Fahişen değilim Arsal!" Diye bağırıldığım da sesim odada yankılandı. Öne doğru yaklaşıp göğsünden ittim. Bir milim bile kıpırdamadı

 

"Değilsin!" Diye o da sesini yükseltti.

 

"O zaman öyleymiş gibi beni kenara atamazsın. Ailem benden bunca yıl gerçeklerini sakladılar, ben bunca zaman her şeyi görmeme rağmen bakmadım, Karahan!" Kontrolümü kaybetmiştim. "Her şey gözümün önündeymiş. Ben gördüm ama bakmadım." Görmek ve bakmak çok farklıydı. Tıpkı bilmek ve hissetmenin farklı olduğu gibi...

 

Yanıma yaklaşıp elleriyle yanaklarımı kavradı. "Eva'm." Dediğinde içim titredi.
Beni iki taraftan çekiştiren hislerim yakında param parça edecekti beni.

 

"Ne olur sabret biraz daha, her şey çok
karışık ama sabret." Sanki bir şeyler

 

biliyordu ve bana anlatamıyordu. Ya da anlatamaması gerekiyordu.

 

"Hiçbir şey yok!" Diye bağırdı yine sol tarafımda ki hissizlik kulağıma doğru. "O seni keyfine göre yönlendiriyor. Bak öğrenmesini istediği yere kadar öğrendin ama devamını o ne zaman uygun görürse öyle olacak-"

 

"Dinleme onu." Dedi Arsal aniden. Sanki içine düştüğüm durumu görüyormuş gibi beni kurtarmak isteyen gözlerle bakıyordu. "Canını yakıyor aklını karıştırıyor dinleme o tarafını."

 

"Susmuyor, susmuyor susmuyor." Dedim ardı ardına. "Toprak yapmaz bunu bana." Dedim istem dışı. Bu şeytanı bana Toprak emanet etmiş olamazdı... Toprak bana böyle bir kötülük yapamazdı.

 

"Eğer şimdi benim yanımda olursan seninle birlikte İskebeye gidip sana bunu kanatlarım şeytanın kızı." Dediğinde beynimin iki tarafından konuşan hissizliği bastırmaya çalıştım. Her şey iskebeye gidince ortaya çıkacaktı.

 

"Bana şimdi bir şeyleri kanıtla ve bende seninle anlaşmaya varayım?" Dediğimde gözlerinden geçen o küçük çaplı şaşkınlığı gördüm.

 

"Sana istediğin kanıtı verirsem benimle anlaşmaya varacak mısın?" Dedi. Bunun olacağına o kadar ihtimal vermiyor olmalıydı ki onunla anlaşmaya varmam imkansız gibi görünüyordu gözünde. Bir bakıma doğruydu. Onunla asla anlaşmaya varmazdım ama artık bazı şeylerin farkına varmalı ve gözümü açmalıydım. İstediğim çoğu şeyin cevabı bu adamdan geçiyordu ve ben bu cevaplar için benimle bir anlaşma istiyorsa bunu yapacaktım. İsteğim göre şekillendiği sorun yoktu. Olmazsa bile olduracaktım.

 

"Evet." Dedim ve kendimi ondan uzaklaştırıp kapıya doğru adımlamaya başladım. Kapının önüne geldiğimde elim kapının kolunda durdu. Bakışlarım arkamda pür dikkat beni izleyen adama döndü. İki tarafımdan fısıldayan seslerin buğuları her şeyi puslandırdı. Etrafımızda her ne varsa her şey benim gözümde görünmez kılındı. Gördüğüm tek şey karşımdaki adamdı. Şeytanım etrafımda hissettiğim sislerin arkasından bana yapmam gereken son şeyi fısıldadı ve tamamen hiçlikte kayboldu. Elimi kapıdan çekip sadece saniyelik zaman diliminde hızlı adımlar atarak yanına geldiğim adamın uzun boyu yüzünden parmak uçlarımda yükselip, iki elimle yüzünü kavramamla dudaklarımı dudaklarına bastırmam bir oldu.

 

Arsal bir anda olduğu yerde buz kestiğinde yaptığım tek şey dudaklarımızı birbirine bastırmaktı. Öpmedim, sadece hissettirdim.

 

Kalbim gümbür gümbür atarken bir kaç saniyenin ardından sakince uzaklaştım. Arsal bocalamış bir ifade ile bana bakarken sadece saniyelik bir temas bile beni nefessiz bırakmıştı. Bir adım geriledim. "Hiçbir şeyim değilsin Karahan." Dedim her seferinde sevgilimsin diye olay çıkarmasına değinerek. Koyulaşan gözleri ne dediğimi algıladı mı bilmiyorum ama öyle bir kararma indi ki maviliklerini tüylerim diken diken oldu.

 

Konuşamayacağını anlayınca alaysı bir gülüş oluştu dudaklarımda. Kalbim son hız çarparken midemde uçuşan o hissi bastırarak arkamı döndüm. Hiçbir şey hiç kimse bana böyle yoğun hissettirmemişti. Hiç kimse bu denli kafamı karıştırmamıştı. Yanaklarıma hafiften oturan ısıya yutkundum. Kolumda hissettiğim ateş gibi bir dokunuşla saniyeler içinde kendimi kapıya yaslı buldum. Arsal'ın teni tenime değmeden önce dudaklarından şu kelimeler döküldü.

 

"Ama sen benim çok şeyimsin."

 

Her şey öyle hızlı gelişmiş ve saniyeler içinde oluvermişti ki bir anlığına kendimi hayal dünyasında sanmıştım

 

Arsal Karahan beni öpüyordu!

 

Ben ateşli prensini öpmüştüm!

 

Beynimin idraki anlık olarak durduğunda sanki az önce adamı ilk ben öpüp kışkırtmamış gibi olduğum yerde dona kaldım. Arsal beni öyle bir tutkuyla öpüyordu ki zemin ayaklarım altından kayıyor her şey birbirine giriyordu.

 

Ateşli prensinin yanım tutuşan teni tenime dokunuyor beni de ateşinde kül ediyordu.

 

Kalbim ve beynim arasına giden tüm yollar kapandı. Tüm sesler sustu şeytanın köşesine saklandı ve ben sadece Eva Efnan olarak Arsal Karahan'ı isteğim için öptüm.

 

Benden beklediği karşılığı alan adamın bir eli yanağımdayken diğer eli kapıya yaslıydı, kapıdaki elini indirip belimi kavradığında beni kendine daha da çekip dudaklarının baskısını inanılmaz bir boyuta çıkardı. Nereye koyacağımı bilmediğim ellerim kendiliğinden onun boynuna dolandığında hırıltılı sesi dudaklarımdan kaçan küçük bir inlemede boğuldu. Başını yana eğerek dudaklarımı aralamam için daha da öpüşünü derinleştirdiğinde ellerinin arasında titrediğimin farkında bile değildim.

 

Dokunuşu bile ateşten olan bu buz gibi adamın tenimde bıraktığı bu etkiye inanamadım.

 

Ona direnemediğim için dudaklarımı araladığım an başını daha da eğerek daha da arzuyla öptü. Öpüşüne bu kadar istekli karşılık verişim beni bile hayrete soktu. Daha önce kimseyi öpmeyen dudaklarım onun baştan çıkarıcı tenine öyle çabuk uyum sağlamıştı ki sanki bu gün için yanıp tutuşuyordu.

 

Ellerim boynundan yüzüne tırmandığında uzun süredir yüzüne dokunmak için uyuşan parmaklarım hafif kirli sakalında çıkıntılı çene kemiğinde ve elmacıklarında dolaştığında nefes almak adına dudaklarımız ayrıldı.

 

Okyanus gözlerinin derinlerinden yükselen karanlık maviliklerini en koyu tona ulaştırmıştı. Bana öyle bir bakıyordu ki tarifi yoktu.

 

"Benimle anlaşmaya vardın ve beni öptün." Dedi, boğuk sesi nefes nefese. Öpüşmekten sızlayan dudaklarımı emdiğimde bakışları tekrardan dudaklarıma indi. Alev alev yanan mavilikleri daha da körüklendi. Dibimde olan yüzü dudaklarıma çarpan nefesi beni paramparça etti. Bu adamdan ne zamandır bu denli etkileniyordum. Arsal Karahan'ın üstümde etkisi vardı fakat bu kadar mı büyüktü? "Alevlere kapılan tek ruh benimki değilmiş..." Boğuk sesi kalbimi titretti. "Bu saatten sonra benden kurtulabileceğini sanıyorsan yanılıyorsun."
....

 

●İLAHİ BAKIŞ AÇISI●

 

....

 

Meleklerin temizliğine ve nuruna inanan insan oğlu, şeytanın da bir melekten gelme olduğunu unutmuşlardı. Nurlar saçan bir varlığın ateşler saçarak kötülük yaptığına kim inanırdı ki? Nurdan olan her varlık iyilikle kutsanmışken ateşten olandan ne beklenirdi ki?

 

Melek insana iyiliği ve doğruluğu fısıldarken şeytan hep tam tersini yapmıştı. Oysa o da bir zamanlar insan oğluna doğruluğa gitmesini söylemez miydi?

 

Ya da hiç söylememiş miydi?

 

Adem ve Havva'nın dünyaya gelişini ezelden beri çekemeyen şeytan ve ırkı insan oğluna düşman olmuşlardır. İnsanlar bu düşmanlığın farkına varamamış günahların cazibesine kapılmıştı. Ne zamana ki kötülük iyiliği bertaraf edecek şeytan ve onun beraberindekiler o vakit kazanmış olacaktı. Dünyanın düzeni, şeytanın ittiği kötülükler ve meleğin kurtardığı iyiliklerle dengeyi bulmuştur.

 

Bu bir savaş değildi.

 

Bu bir rekabet değildi.

 

Bu dünyanın ta kendisi, bu dünyanın dengesiydi. İlk insandan son insana, dünyanın doğuşundan kıyamete kadar sürecek olan ebedi dengeydi.

 

İrade insan oğluna verildiğinde dengeler her zaman değişti. Kötülük insanı ele geçirdiğinde iyiliğin gücü onu kurtardı. İyilik bir insana yol gösterdiğinde kötülüğün tılsımı onu yolundan caydırdı. Günahın ve sevabın ezeli savaşı tanrı tarafından hep kontrol edildi. Bu bir dengeydi, bu bir döngüydü. Bu dünyanın kendisiydi.

 

Zaman saati ise her hayatın süresini her canlının kederini kendi vikayesinde tuttu. Öyle bir gün geldi ki zaman saatine karıştırılan hile tüm kaderi alt üst etti. Kaderi alnında yazılı olanlar, aslında o kaderi asla yaşayamayacak olanlardı. Kim ki o saate hile karıştırıp insan hayatını değiştirirse işte o kişi tüm dengeleri alt üst edendir.

 

Kim ki şeytanın oyunlarına gelip meleğin masumluğuna kanarsa o düzende alt üst olandır.

 

Meydan da olan kalabalıktan yükselen uğultu kesilmiş hareket eden tüm varlıklar donmuştu. Bir çocuğa pamuk şeker uzatan amcanın eli havada kalmış yerden düşürdüğü kolyesini almaya çalışan kadın iki büklüm kalmıştı. Birisi sevgilisiyle hararetli bir kavgada donmuş diğeri kocasıyla el el durmuştu. Rüzgarın savurduğu yaprak hatta kanat çırpan kuş bile havada asılı kalmıştı dünyada. Hareket eden ne bir insan ne de bir hayvan vardı. Sadece onlar vardı. İki düşman gibi birbirine bakan ama aslında birbirlerinin canı olanlar.

 

Benes Kırcalı ve Senem Efnan...

 

Senem yıllardır görmediği annesine özlemle bakmak istedi, koşup sarılmak öpüp koklamak istedi, Benes'i. Yaşını göstermeyecek kadar güzel olsa da, ilerlemiş yıllara rağmen çocuk gibi annesinin boynuna sarılıp ağlamak istiyordu.

 

Yapamadı.

 

Yapamazdı.

 

Tıpkı Benes'in yapamayacağı gibi. Yaşının üstü bir güzelliğe sahip olan Benes Kırcalı'nın kızıl saçları başında sıkı bir

 

topuzla topluydu. Hafif topalak yüzü sivri olmayan bir çenesi vardı Benes'in. Yüzündeki kırışıklıklar yaşını belirtmek istese de ona asil bir hava katmıştı. Varla yok arası çilleri ve kızıla çalan kahve rengi gözleriyle torunu onun kopyasıydı adeta.

 

Evet kızı onun kopyasını dünyaya getirmişti. Hiçbir zaman istemediği, kızını ondan kopardığı için nefret ettiği kızı, kendi kızı dünyaya getirmişti.

 

Bir zamanlar öldürmeye çalıştığı torunu ona bu kadar benzememeliydi...

 

Eva Efnan anneannesine benziyordu fakat en büyük farkları hiç kimsenin sahip olmadığı kandan gözleriydi.

 

İfadesinden taviz vermeden başını dikerek kızını süzdü Benes. Yıllar önce gördüğünden daha zayıflamış ve yüzü çökmüştü. Bir zamanlar gözlerinin içi ışıl ışılken şu an tek bir parıltı yoktu. Kızı mutsuzdu. Kızı üzgündü. Kızı kendi kızının arkasından o kadar çok ağlamıştı ki çökmüştü.

 

Onun yüzüne bile bakmayan kızı yıllar sonra Benes'i dünyaya çağırmıştı. Tıpkı yıllar önce ondan gitmesini istediği gibi.

 

"Kızım beni çağırmış. Yıllar sonra..." Dedi özlemini duyduğu kızına karşı buz gibi bir sesle. Senem annesinin duygusuzluğunu evvelden beri bilirdi. Yadırgamadı. Ama kalbi üşüdü. Annesinin soğukluğu kalbinde ki o boşluğu üşüttü. Yutkundu Senem. Göz pınarları sızladı. Ağlamayacaktı. Onu buraya çağırmıştı yıllar sonra ama ağlamak için değildi bu.

 

"Kızımı istiyorum anne." Yıllardır kullanmadığı kelimenin varlığıyla bir kere daha sızladı kalbi. Annee...

 

"Ben de kızımı istiyorum, kızım." Sadece kızını değil düşman ülkede can çekişen ama ondan gelecek olan yardımı kabul etmeyen oğlunu da istiyordu. Ona sırtını çevirmiş olan çocuklarını istiyordu Benes. Annelerinden nefret eden kızını ve oğlunu istiyordu. En çok da bu nefretin sebebini Eva'yı öldürmek istiyordu.

 

"Anne..." Dedi acı çeken sesiyle. Acı çekiyordu çünkü. Dünyaya döndüğünden yapmadığı şey kalmamıştı tekrardan ailesine kavuşabilmek için. Aylardır içini döke döke ağlamaktan ve kaybettiği ağır kilolardan başka hiç bir şey geçmemişti ellerine.

 

Yalnız başına öyle aciz öyle güçsüzdü ki elinden hiçbir şey gelmiyor kahroluyordu. Tek çare, son çare annesini çağırmıştı. Bir zamanlar ondan evladını almak isteyen kadından, nefret ederek kaçtığı annesini çağırmıştı. Öldürmek istediği torununu kurtarsın diye annesini çağırmıştı. O kadar düşmüş o kadar çaresiz kalmıştı, Senem. "Ne olur onların yaşadığını söyle anne, lütfen bana kızımın hâlâ yaşadığını söyle, ne olur bana kardeşimin yaşadığını söyle." Dedi yalvaran bir sesle. "Kocamın yaşadığını söyle." Titrek nefesleri boğazına takılıyor boğazında ki yumru diken olup batıyordu.

 

Akmak isteyen yaşlar Benesin gözlerini sızlattı, ama ağlamadı.

 

Duygusuzluğundan ödün vermeden kızına ifadesizce baktı, torunun ona ne kadar benzediğini bilmeden..

 

"İkisi de yaşıyor merak etme." Aylardır soluğunu tutmuş gibi rahat bir nefes verdi Senem fakat tekrardan tuttu. "Samet?" Benes duyduğu isimle öfkesi daha da kabardı. Sustu, cevap vermedi ve kızının göğsüne bir kazık daha sapladı.

 

"Beni neden çağırdın kızım. İnsan düşmanını, pardon annesini ayağına çağırır mı? Ya da annesini düşman beller mi?" Dedi tüm yaptıklarını yapmamış gibi. Dişlerini sıksa da ters bir şey söylemedi Senem. Kızı için kardeşi için söylemedi. Eğer bir kere daha Samet'i sorup üstelerse olacakları biliyordu. Benes'in ona olan nefretini bildiği için kocası hakkında tek kelime etmedi.

 

"Bana yardım et." Dedi kısık sesiyle. Bunu söylemek o kadar zordu ki Senem için, ağırlığını sadece kendisi bilebilirdi. "Lütfen kızıma bir zarar gelmeden bana yardım et anne." Benes zaten kızının onu bu yüzden çağırdığını biliyordu. Hatta aylardır onu çağırmasını bekliyordu. Kendi ayağıyla ona gelsin diye Senem'in tüm yollarına taş koymuş tüm çıkışlarını kapatmıştı, kızı kendisinden yardım istesin diye.

 

"Neden bunu yapayım?" Dedi yapacağı halde. Sırf kızını kendisine biraz daha yalvartmak, onun kendisinden başka çaresinin olmadığını ona öğretmek için ağırdan alıyordu. "İstemediğim bir kızı neden kurtarayım? Kendi kızımı bile bu cehennemden kurtaramamışken onu neden kurtarayım?" Dünya onun için cehennemden farksızdı, kızı ise kendi ayağıyla buraya gelmiş hatta buradan birine aptal gibi aşık olmuştu. Senem'in
omuzları çöktü. Gözlerinden sızan yaşları durduramadı. Annesi kızını istemezken ondan yardım istemesi o kadar saçmaydı ki.

 

Kendisini aptal bir çaresiz olarak hissetti. Kardeşinin kurtulma şansı vardı. Eğer annesini biraz taşıyorsa oğlunu o düşman ellerinde bırakmaz kurtarırdı. Peki ya kızı? Eva'sı? Ona kim yardım edecekti? Kim yardım eli uzatacaktı? Canı yanıyor muydu mesela, inciniyor incitiliyor muydu? Karnı aç mıydı tok muydu? Yarası ağrısı var mıydı? Kızı için o kadar endişeleniyor korkuyordu ki yüzüne bile bakmayacağına yemin ettiği annesinden yardım isteyecek kadar çaresizdi.

 

"Ne istersen yaparım anne? Lütfen beni ona götür. Kızımı istiyorum." Gözlerinde yaşlar süzülen kızına bakarken içi burkuldu

 

Benes'in. Kızına hem kıyamıyor hem de acımıyordu. Öyle bir ikilemdeydi ki buraya gelmeden önce ne yapacağını bilmeseydi şu an ne yapacağını tahmin bile edemezdi.

 

"Ne istesem kabul edecek misin senem?
Mesela o adamı bırakıp benimle gel desem, kabul edebilecek misin?" Yutkundu Senem. Bunu isteyebileceğini düşünmüştü. Günler önce annesini çağırmaya karar verdiğinde bunu isteyebileceğini düşünmüştü. Vaz geçecekti. Kızı için canından bile vaz geçtiyse canı kadar sevdiği ilk aşkından da vaz geçecekti. Eğer yaşayacak olurlarsa hepsinden kendisini mahrum bırakabilirdi. Yeter ki onların nefes aldığını bilsindi...

 

Yutkunuşu boğazını parçalarken başını salladı. "Ne istersen." Benes istediği cevabı almanın memnuniyetiyle dudakları kıvrıldı.

 

Fakat amacı çok farklıydı.

 

"Eva'yı bana teslim edeceksin." Senem annesinin söylediğiyle donup kaldı. Hatta bir an taş kesildi. Titreyen ellerini kalbine bastırıp acısını gizlemeye çalıştı. Annesi bir kere daha kızına zarar vermeye kalkacaktı.

 

"Olmaz olmaz! Onu öldürmene izim vermem. Hayır anne hayır!" Dedi yaşlar
sicim gibi yanaklarından akarken. Kızının çaresizlik içinde kıvranışını izledi Benes. İstediği Eva olabilirdi fakat onun canı değildi. Şimdilik.

 

"Onu öldürmeyeceğim kızım. Bizim dünyamızda olduğu sürece onun hakkında karar alabilecek kişi olmak istiyorum. Ben yapmayacağım fakat Arsal Karahan kızını, kardeşini kurtarması için ölüme gönderecek. Ben sadece onu yanıma alacağım. Kızını, hiç tanındığın bir sürtüğü kurtarmak için ölüme gitmesine razı mı geleceksin, yoksa benim yanımda kalmasına
izin mi vereceksin?" Eli ayağı boşalan Senem dizlerinin üzerine düşmemek için direndi. Onların dünyasında ismi nam salmış acımasızlığı dört bir tarafta bilinen Ateş ülkesinin prensinin elindeydi kızı. Bilmiyordu ki kızının herkese illallah ettirdiğini. Bunu bilmeden Ağlamaya devam etti.

 

Kızını öldürecekti Arsal. Bunun korkusu kalbini sıkıştırmaya yetti. "İzin vermem! Kimse kızımı ölüme gönderemez kimsenin kardeşi için benim kızım ölemez!" Benes kızının titreyen ellerini kendi sıcak avucu içine aldı. Ne kadar gaddar da olsa anne yüreği bazen daha baskın geliyordu.

 

"İzin vermem Senem. Vermeyeceğim kızım." Dedi ona güven vermek istercesine.

 

"Senden istediğimi kabul edersen onu ordan kurtarırım. Fakat şartımı kabul edeceksin." Senem hiç bir şartı düşünebilecek durumda değildi. Tek istediği kızının yaşamasaydı.

 

"Ne istersen kabulüm anne. Yeter ki kızımı yaşat." Dedi annesinin yapacaklarından habersiz.

 

Benes ise meydanda ve o kalabalığın içinde Senem'e bomba etkisi yaratacak o cümleyi kurdu ve donmuş olan herkesi hayata döndürüp gitti.

 

"Eva bundan sonra benim himayem altında kalacak, yaşayacak ama kızını bir daha görmeyeceksin." Dedi ve gitti...

 

Donmuş olan herkes hayata döndü. Nefes almayan tüm insanlar tekrardan nefes almaya başladı. Havada asılı kalan yaprak yere düştü gökyüzünde ki kanat çırpan kuş uçmaya devam etti fakat Senem nefes bile alamadı...

 

❤️BÖLÜM SONU aşkolarımmm❤️

 

Bölümü nasıl buldunuz?

 

En sevdiğiniz sahne hangisi oldu?

 

Sizi üzen bir sahne oldu mu?

 

Karakterler hakkındaki düşüncelerinizi mutlaka benimle paylaşın.

 

NOT: Yıldızlarınız ve yorumlarınız benim için çok değerli. Lütfen yorum yapmaktan ve fikirlerinizi paylaşmaktan çekinmeyin. 😇😇(Birisi çok merak ediyormuşda...)

 

Diğer bölüme kadar sağlıcakla kalın

 

Birsürü kalpppp ❤️❤️❤️❤️❤️

 

Seviliyoresinizzzz

 

Bana Insgram hesabımdan ulaşabilirsiniz canlarım

 

Hesabım= sadecesu4_

 

Bölüm : 14.07.2025 16:26 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...