6. Bölüm

4.OKYANUS VE KANIN SAVAŞI

sadeceSU4
sadecesu4

 

 

 

 

 

Satır aralarına yorum bırakmayı sakın unutmayın canlarım unutmayın düşüncelerimiz benim için çok değerli😊🥰

 

Yıldızın üzerine basarak oynarsanız sevinirim. Emek veriyorum ve karşılıksız kalmasına üzülüyorum🌹

 

Hepinizi çok seviyorum ve sizleri yeni bölümle baş başa bırakıyorum keyifli okumalar

 

 

 

○♡○♡○♡○♡○

 

 

Her şey kelebeğin bir kanat çırpışı kadar küçük ama geride bıraktığı etkisi kadar geniş bir çerçevede meydana geldi.

 

İnsan oğlunun kalıplaşmış duygularından mütevellit, tek istikameti çetrefilli bir hayat ve onu yaşayan pervasız bir kuldan ibaret olur

 

Acılarla dolu bir geçmişin insana neler susturduğunu, üzerine toprak serpilmiş bir geleceğin insana neler konuşturduğunu, yegane acıların, mutlulukların sarıp sarmaladığı kaderin sizlere neler sunacağını asla bilemezsiniz.

 

Tıpkı bir zamanlar kardeşim dediğin insana vakti gelince düşmanım diyeceğinizi bilemediğimiz gibi.

 

Tüm olanları gururuna yedirebilirdi Toprak. Bileklerine bağlanan zincirleri, onu hayvan gibi sürüklemelerini hatta derisinden içeriye gömülen bıçağa kadar ama en ağırı herkesin önünde kırılan dizleriydi.

 

Daha ağırı ise bir zamanlar birbirlerine ne olursa olsun düşman olmayacaklarına söz veren adamın ona düşman gözlerle bakmasıydı.

 

Kendisinin ondan bir farkı yoktu. Arsal ona ne kadar ifadesiz bakıyorsa o da ona o kadar ruhsuz bakıyordu. Biliyordu ama, okyanuslarının içine gömdüğü, karanlığında sakladığı öfkeyi en net belki de Toprak görüyordu.

 

Birbirlerinde mazisi olan adamların belki de en çok birbirlerinde can borçları vardı. Belki de en çok onlar birbirlerini küçük de olsalar ölümün kıyısından almışlardı.

 

Şimdi ise her şey çok farklıydı. Bıçak kemiğe dayanmış, damardaki her damla kan akacağı günü bekliyordu.

 

Ve eski dosttan düşman olur mu sorusunun en büyük cevabını Arsal Karahan ve Toprak Kırcalı veriyordu.

 

Oluyormuş...

 

Toprak, kanın en net tonu olan kızıl gözlere yosun yeşili irislerini dikti. Kabul etmişti..

 

Yeğeni birinin esareti altına girmeyi, esir olmayı kabul etmişti.

 

Öleceğini bilse kimsenin hakimiyeti altına girmeyecek olan yeğeni kendisi yüzünden buna mecbur kaldı. Canını bile ortaya koyduğuna emindi oysa esir olmamak için.

 

Çünkü onu çok iyi tanıyordu.

 

Mahkum olmak ölmekten çok daha zordu onun için.

 

Kızıl gözlerinde ona söyledikleri o kadar netti ki anlayabiliyordu Toprak. Sustukları kadar konuşabiliyordu onlar, bu konuşma için de seslere ve harflere gerek yoktu.

 

Ablası onun canıydı, Eva ise canının canı.

 

Derman olmayan dizleri, sızım sızım sızlayan bıçak yarası yüzünden vücuduna öyle ağrılar nüks ediyordu ki tarifi zor. Dişlerini sıkarak acısını kimseye belli etmiyordu. Yüzü sert, acıya dair bir iz yoktu.

 

Ona bakan hiç kimse acı çektiğini anlamazdı ama biri hariç...

 

Dizlerinden firar eden kana ifadesizce bakan kızıl gözler yeşil irislerine tırmandı.

 

Biliyorum demekti acı çekiyorsun ama belli etmemeye çalışıyorsun biliyorum. Diyordu ona bakan kızıl irisler

 

Başını hafif bir şekilde iki tarafa salladı Toprak. Acımıyor demekti ama inanmadı ona Eva. Gözlerinde sakladığı derin acıyı görüyordu yeğeni. Beraber büyümüşlerdi. Onu Toprak büyütmüştü. Düşse kaldırmış, yemeğini yedirmiş kimse onun arkasında olmasa bile hep arkasında olmuş, bir iş çevirse anlamış, başı sıkışsa yardımına koşmuştu. Aynı şekilde Eva da. Toprağı çoğu tehlikeden çekip almış her sıkıntısında yanında olmuştu.

 

Onlar birlikte büyümüştü.

 

Onlar birlikte eğlenip birlikte gülmüştü. Kavga edip tartışmış ama birbirlerinden hiç kopmamışlardı. Ne

Eva bir abi yokluğu çekmişti ne de Toprak bir aile yokluğu.

 

Onu götüreceklerini anlayınca son kez kızıl gözlerini ona çevirip baktı. Kızıl gözlerini yere indiremeyecek kadar başı dik, birisinin gözüne bakamayacak kadar öfkesi pekti.

 

O an ne Toprak bir şey yapabildi ne de Eva.

 

Eva tam arkasını dönmüştü ki kralın sesiyle herkes şaşırmış, Toprak ise beyninden vurulmuşa dönmüştü

 

"İtaat eden herkes benim önümde diz çöker, kızıl şeytan." Arkasını dönmüş olan Eva olduğu yerde buz kesti.

 

"Sende az önce itaat ettiğini dile getirdin. Şimdi göstermek zorundasın."

Eva duyduklarının şokuyla yerinden bile kıpırdayamadı ama Toprak bileklerindeki zincirleri umursamadan öne atıldı.

 

"SAKIN!" Diye öyle bir kükredi ki az önce çektiği acıya rağmen sesi böyle çıkmamıştı. "ASLA ÖYLE BİR ŞEY YAPMAYACAKSIN! GÖZÜNÜN ÖNÜNDE BENİ DİRİ DİRİ YAKSALAR DAHİ BÖYLE BİR ŞEY YAPMAYACAKSIN! DUYDUN MU BENİ KIZIL!" Boğazı parçalanırcasına bağırıp kendisini ileriye itti. Ne kanlar içindeki dizleri ne de bileğindeki o sikik zincirler, şu an ayağa kalkamamasının en büyük sebebi üzerinde hakimiyet kuran o büyüydü. Ne ayağa kalkabiliyor ne de Evaya bu emri veren o kralın elini kolunu kırabiliyordu! Olduğu yerde kendini parçalamaktan başka hiçbir şey yapamıyordu!

 

İzin veremezdi.

 

Asla.

 

Evet, kendisi diz çökmüştü ama mecburdu ve şu an hiçbir mecburiyet sikinde değildi. Eva hiç kimsenin önünde diz çökemezdi. Bunun olma ihtimali bile Toprak'ı olduğu yerde delirtirken kimse yeğenine böyle alçakça bir emir veremezdi.

 

Eva yavaşça arkasını döndü.

 

Lanet olsun ki biliyordu!

 

Ne gururunun üstüne basıp geçebilirdi ne de onun ölümüne dayanabilirdi.

 

Oysa ne çok isterdi ölümüyle baş gelebilmesini. Böylesi onun için daha kolay olurdu diye düşündü Toprak. Bilmiyordu ki her iki yol da Eva'nın sonuna varıyordu.

 

"Böyle bir şeye yeltenirsen kimseye bırakmam, ben öldürürüm kendimi gözlerin önünde!" Çıldırmış gibi bağırdı. Evet, bunu söylemişti.

Yapar mıydı peki? Toprak Kırcalı'nın dile getirip de yapmadığı hiçbir şey olmamıştı şimdiye dek.

 

Fakat şu an durumu ne denli yokuşa sürdüğünü bilmiyordu. Her yolun sonu Eva'nın ölümüne çıkıyordu. Diz çökmek ise Eva için ölümle eş değerdi. Ne yapacağını düşünen yeğenine dikti yosun yeşili gözlerini. Eva farkında olmadan başını eğip derin düşüncelerin içine daldığında Toprak buna bile tahammül edemedi.

 

"Kaldır başını!" Dedi sert sesiyle. Kurtulacaktı buradan. Ne yapıp ne edip kurtulacaktı. Hiçbir şey için değil yeğeninin bu cehennem katından almak için kurtulacaktı.

 

Eva bir kere daha gözlerini sabitlediğinde o kadar boş bakıyordu ki dışarıdan bakan hiç kimse onun ne denli zor bir durumda olduğunu anlayamazdı. Kızıl gözlerinin irislerinde varlığını sürdüren kan o kadar donmuş duruyordu ki şu an bir katilin sessizliği vardı üzerinde. Gururunu ve onurunu öldürmeye çalışıyor ama bu savaşın içinde zarar görerek çıkan tek kişi kendisi oluyordu.

 

"İtaatini göstermek zorundasın, Eva!"

Kralın sesi bir kere daha sarayda can bulduğunda artık Toprak sabır konusunda sonlardaydı. Üzerinde hakimiyet kuran büyü olmasaydı şu an nefes alan tek bir varlık bile bırakmazdı burada.

 

Alnından süzülen terler boynuna dokunup yaralarını yakarak geçti. Açık olan yaralarını mı yoksa ciğerini mi yaktı emin değildi, Toprak. Yosun yeşili gözleri bir kere daha ölümü içinde yatıran mavilikleri bulduğunda dişlerini sıktı. Arsal'ın mavi irisleri önce Evaya sonra tekrardan kendisine dokundu. En az yeğeni kadar ne hissettiği belirsiz bir herifti. Evayı tanıyordu, ifadesiz kızıllarının arkasında duran tüm öfkeyi nefreti görüyordu. Arsalı da tanıyordu, istese de istemese de bir zamanlar arkadaşım dediği adamı da çok iyi tanıyordu.

 

Toprak gözlerini kalabalığa çevirdi. Herkesin gözleri pür dikkat Evadaydı. İrisleri tekrardan Arsal'ı bulduğunda başını çok hafif şekilde "hayır" anlamında salladı. Bunu kimse görmedi Arsal haricinde.

 

Oysa görseler bile anlamazlardı çünkü eski dostun yeni düşmandan ilk değil ama son isteğiydi bu. Birbirlerine dost olarak son, düşman olarak ilk istekleriydi.

 

Boş bakışlara ev sahipliği yapan Arsal gözlerini ondan kopardı.

 

Kabul edecekti.

 

Her ne olursa olsun eski dostundan istediği son isteği yeni düşmanı kabul edecekti. Sebebini bile düşünmeden kabul etti. Neden yaptığının mantıklı bir açıklaması yokken bile kabul etti.

 

Arsal Karahan ve Toprak Kırcalı'nın bakışları arasında olan o anlaşmayı gören kimse olmadı.

 

Ne yapacağını düşünen Eva kolunu tutan buz gibi bir teni beklemediği için şaşkın gözlerle, ona ne ara yaklaştığını bilmediği Arsal'a baktı. Arsal'ın gözleri ise babası, kral Asrın da idi.

 

"Benim hakimiyetim altına giren bir esir bütün asker ve saray hizmetlerinin yanında diz çökemez Efendim." Arsalın mekanik sesiyle şoka uğrayan tek kişi Eva değildi. Salondaki herkes irice açtığı gözlerle ona bakıyordu.

 

Aslında bilindikti, Arsal Karahanın her şeyi kendi anayasasına göre yaptığı.

 

Her zaman bildiğini yapar doğrularından şüphe etmez, kafasındaki tilkilerin bir kuyruğu bile diğerine değmezdi.

 

Fakat hiçbir zaman halkın önünde babasının söylediği sözün üstüne söz söylemezdi. Asrın'ın öfkeli gözleri oğlunun ölüm mavilerini bulduğunda sesini çıkarmadı. İlk defa oğlu böyle bir saygısızlık yapmıştı ki vardır bir bildiği dedi kendince.

 

"O artık bana ait bir esir. Ona ne olacağına ben karar vermek isterim efendim." Bu cümleler her ne kadar Toprak'ın hoşuna gitmese de Evanın bu durumdan kurtulması onu rahatlatmıştı.

 

"Onu zindana götürün ve ikinci bir emre kadar kimsenin kapısının önünde dahi geçmesine izin vermeyin."

 

Tüm bakışlar eşliğinde Eva tekrardan kapıdan çıkarılırken Toprak'ın içinde kalan tek ukde yeğeninin sesini son kez duymak istemekti. Aynı bakışlarla iki tarafındaki muhafızlar da onu kaldırdı ve Eva'nın tam tersi çıkışa doğru sürüklenmeye başladı.

 

Kapıdan dışarıya çıkmadan içinde kalan ukde parçası bir anda yok oldu çünkü onun sesi tam uzaklaşmadığı koridordan büyük salona doldu.

 

"Annemin kardeşi!" Dedi yüksek bir sesle Eva. Onu çekiştiren muhafızlar bile durdu.

 

"Sence yapmalı mıyım?" Bu kadar olan şeye rağmen Eva sesine her zamanki o haylaz ve muzip çocuksu tonunu eklemişti. Bilirdi bu tonu, Toprak. Bir halt yemeden önceki küçük bir sinyal verişti bu.

 

Buraya geldi geleli ilk defa gerçek bir tebessüm belirdi dudaklarında ve yeğenine cevabı her zamanki gibi oldu.

 

"Yap ablamın kızı, yap." Ve Toprak'ın onayının ardından önce kırılan bir cam sesi ve devamında muhafızların birinden yükselen acı bir inilti. Gülüşü genişledi Toprak'ın. Yanılmıyorsa yeğeni bulduğu ilk cama muhafızın birinin kafasını gömmüştü. Gururluydu. Kendisi yetiştirmişti.

 

Kral öfkeyle bağırdı."Birkaç adam daha gitsin şu şeytanın yanına!" Evanın ruh hastası kahkahası ve Toprağın sırıtışı herkesi deli etti.3

 

 

Kaybetmek büyük yenilgilerin insan egosunda yarattığı büyük bir sarsıntıdır. Yenilmişlik ve geri dönmeyecek olan hataların tek bir kelimede birleşmesidir, kaybetmek.

 

İnsanı yıkan ama en çokta ayakta tutan bu kelime her ruhta ayrı izler bırakır.

 

Kimi için geri çekilmenin en büyük sebebi.

 

Kimi için ise savaşın başlamasının en büyük nedeni.

 

Bakış açısına, insan karakterine ve yarattığı etkiye göre her ruhta ayrı emaresi vardır.

 

Anıların altında ezilmek geçmişteki mağlubiyet. Anın altında yok olmak ise şimdinin mağlubiyetidir.

 

Bunun için illaki bir savaş veya dövüş olması gerekmez. Bazen bir mektup bazen ise sadece bir kaç cümleyle anlardı insan kaybettiğini.

 

"Benim hakimiyetim altına giren bir esir bütün asker ve saray hizmetlerinin yanında diz çökemez Efendim."

 

"O artık bana ait bir esir. Ona ne olacağına ben karar vermek isterim efendim."

 

Benim en büyük mağlubiyetim ise düşmanıma karşılık düşmanım tarafından korunmaktı.

 

Hiçbir zaman kendimi koruyamayacak kadar aciz ve zayıf olmamıştım. Ama bu başıma gelenler...

 

Önümde ateş vardı, bir adım atsam yanar kül olurdum. Arkamda okyanus vardı, bir düşsem boğulur telef olurdum. Her iki türlü de bu araftan çıkışım yoktu.

 

İki büklüm olmuş bedenimle bir kere daha aşağı eğilip öğürerek kustuğumda ağzımda hissettiğim safra tadıyla vücudumu nefes nefese yere bıraktım.

 

İki gün mü olmuştu bilmiyorum ama sık aralıklarla kusmaktan midemde kırıntı bile bırakmamıştım.

 

Kusmaktan kastım da mide özsuyumdan başka bir şey değildi. Umarım yokluktan organlarımı da kusmazdım. Elimin tersiyle dudaklarımı silip tekrardan pürüzlü duvara yaslandım.

 

Toprak'a seslenip o muhafızın kafasını cama geçireli iki günden fazla olmuştu. Beni buraya fırlatıp gitmişler ve o günden sonra hiç kimse gelmemişti.

 

Tek başıma aç susuz bu zindanda kalıyordum!

 

Tamam o piçlerin yüzüne hevesli değildim ama acıkmıştım. Kusmaktan midemde hiçbir şey bırakmamıştım.

 

Oflayarak kendimi kokladım, iğrenç kokuyordum hatta leş gibi kokuyordum, kaç gündür su yüzü görüp, banyo yapamadığımdan mikrop yuvasına dönmeme az kalmıştı.

 

Artık sabrımın sonuna geliyordu. Kapı kilitli değildi. Daha doğrusu geldiğim ilk dakika kapıyı açmış ama çıkmamıştım. Onların yüzünü görmektense burada o kuru kafa gibi ölüp, çürüyebilirdim. Aslında içimde beni dürten şeytan git hepsinin iflahını sök at sonra da otur zıkkımlan diye vesvese verip duruyordu. Ona uymama çok az kalmıştı çünkü çok açım.

 

Evet açım!

 

Ben açlık isyanları içerisinde kafayı yemek üzereyken iki gündür çıt ses gelmeyen, zindanın siktir edilen köşesindeki koğuşuma doğru gelen minik adım seslerini işittim. Kulaklarım iyi duyardı ama buraya geldiğimden beri en küçük adım seslerine kadar duyabiliyordum ve buraya gelen sese bakılırsa gelen kişi küçüktü.

 

"Sende yarasa kesildin başımıza. Duyduğun sesten seceresini de dökmezsin inşallah önümüze." Boş konuşan iç sesime kulak asmadım.

 

Minik adımlar ve sızlanarak yükselen sesle beraber dört ya da beş yaşında olduğunu düşündüğüm küçük bir kız görüş açıma girdi. Altın sarısı saçları iki tane kelebekli tokayla bağlanmış ve diplerine de aynı renk kırmızı kelebekli çıtçıtlı toka takılmıştı. Tombul yanakları ve minik burnu kızarmış etrafa ürkek adımlar atarak ilerliyordu. Üzerindeki beyaz tişört kirlenmiş, pileli eteklerinin altında ki dizleri yaralanmıştı. Toz içindeki ellerini birbirine vurarak temizledi. Beni henüz görmemişti.

 

"Ama bulanın çıkışı yok ki yaağğğğ." Titrek ince sesiyle söylenerek etrafa bakındı. Zindan karanlıktı ama göz gözü görmeyecek kadar değil.

 

Ve bu küçük kızın burada olmaması gerekiyordu. Burası onun gibi küçük çocuklar için çok tehlikeliydi.

 

"Hey?" Dedim korkmaması adına nasıl bir ses vereceğimi bilmediğim için. "Senin burada ne işin var?"

 

Karanlığın arasında gözleri köşede yaslanan beni bulunca irkilerek birkaç adım geri atacakken ayağına takılan bir şeyle kalçasının üstüne yere düştü.

 

"Ama yine düştüm ki ben." Dedi en sonunda ağlayarak. Garip garip baktım ona.

 

"Düştüysen düştün, ne ağlıyorsun? Kalksana ayağa." Gözlerini ovuşturan eli durdu ve minik öfkeli gözlerle bana baktı.

 

"Kaç kele düstüm senin habelin val mı?" Dedi peltek peltek. Gülmek istedim çünkü çok tatlı görünüyordu.

 

"Küçük bir beceriksizsin. Ayağa kalk." Küçük ellerini yere bastırıp öfkeli öfkeli ayağa kalktı. Demir parmaklıkların yanına yaklaştı.

 

"Ben beceliksiz değilim!" Dedi elindeki tozları silkeleyerek. Titiz duruyordu.

 

"Eğer sürekli düşüyorsan bu senin beceriksiz olduğun anlamına gelir bacaksız." Yüzü gözü kurumuş çamur lekeleriyle kaplıydı, az önce silkelediği elleri de.

 

"Çamurla mı oynadın sen?" Dedim üstüne başına bakarak. "Her yerin pislik içinde." Minik bakışları kısaca üzerine düştü. Bacaklarını ve ellerini bir kere daha birbirine sürterek silkelemeye çalıştığında gerçekten titiz bir çocuk olduğuna kanaat getirdim.

 

"Senin burada ne işin var Küçük şey?" Dudağını öne doğru büzdü.

 

"Ben oyun oynuyoldum sonla baktım kaybolmusum." Açıklaması bile en az kendisi kadar tatlıydı. Olduğum yerden doğrulup parmaklıkların yanına yaklaştım. Mideme saplanan krampları görmezden gelmeye çalıştım ama ikinci bir kusma nöbeti yakın gibi hissediyordum.

 

"Adın ne senin?" Öne doğru büzüşmüş minik kırmızı dudaklarını aralayacakken bir an duraksar gibi oldu. Gözlerini yukarıya kaldırıp düşünüyor gibi yaptı bende kaşlarımı kaldırarak onu izlemeye devam ettim.

 

"Ben.. şeyyyy." Dedi düşünceli bir sesle. "Of anne yaa! Niye değişik bir isim koydun ki bana." Sitemi annesineydi sanırım.

 

"Annene olan sisteminin sebebi nedir?" Tıpkı inatçı bir keçi gibi ayağının birisini yere vurarak ofladı.

 

"Yine unuttum adımı, hep unutuyolum." Kafamı geriye doğru yatırıp kahkaha attım. Buraya geldim geleli ilk defa bu kadar keyifli bir vakit geçirdiğimi söyleyebilirdim. Bu küçül şey çok tatlıydı.

 

"Sen şu an bana kendi adını unuttuğunu mu söylüyorsun?" Gülüşlerime karşılık kaşları çatıldı.

 

"Gülmesene yağğ. Unutuyolum hep." İnanılır gibi değildi bu küçük kız.

 

"İnsan kendi adını unutur mu hiç küçük şey?" Omuz silkti.

 

"Senin adın ne?" Bakışları parmaklıklara indiğinde bir şeyleri daha yeni fark ediyormuş gibi baktı. "Hem sen neden bu pis ve kolkunç yelde kalıyolsun?" İstemsizce kaşlarım çatıldı.

 

Neden olacak ülkenizin adi kralı ve yavşak prensi yüzünden deme isteği dilimin ucuna gelse de geri yuttum.

 

"Adım Eva küçük şey ve seninkini de öğrenmek isterdim." Dedim elimi öne doğru uzatarak. Tatlı tatlı gülümseyip minik eliyle elimi sıktı. İçime doluşan garip hisle kızıl gözlerimi kaldırıp etrafa bakındım. Görünürde bir gariplik yoktu ama içimde tuhaf ve hiç hoşuma gitmeyen bir his büyüyüp yer edinmişti.

 

Aniden içime düşen bu kurt gerçekten hiç hoşuma gitmemişti.

 

"Gitmen gerekiyor küçük şey. Burası senin için tehlikeli. Annen baban nerede?"

 

"Gidemem ki yolu bilmiyolum." Dedi dudaklarını büzerek "Ama onlalı çağılabililim. Biz küçüklele büyü yasak ama onlalı çağılabilme güçlelimiz val." Dedi kendisini över bir edada.

 

Zaten kilidi açık olan kapıyı aralayıp yanına eğildim. Etrafa bir bakış daha attığımda gerçekten içimdeki his hayra alamet değildi. Etrafta birileri veya da bir şeyler vardı. Bu her ne ise tehlike olduğunu söylüyordu içimi doldura o garip his.

 

Ve gerçek şu ki ben hiçbir zaman altıncı hissimde yanılmazdım.

 

Ses geliyordu. O kadar kısık o kadar azdı ki ne hissedecek kadar büyük ne de duyulacak kadar yüksek, ama tüm algılarım o yöndeydi. Yaklaşan bir düşman vardı ve içimdeki Eva bana bunu yüksek bir sesle nefes nefese bağırıyordu. Küçük kızı kollarımla siper aldığımda o bunun farkında olamadı.

 

"Küçük şey bence artık aileni çağırma vaktin geldi." Gözlerim gözlerinde tüm algılarım ise etraftaydı.

 

"Ama daha yeni tanıştık. Hemen gitmemi mi istiyolsun?" Dedi üzgün sesiyle.

 

"Lütfen aileni çağır burası senin için güvenli deği-" demeye kalmadan arkadan gelen saldırıyla önünde olduğum küçük kızın üzerine daha da abanıp gözlerini kapattım.

 

"Napıyoolsuun!" Diye bağırmasına aldırış etmedim çünkü tam kolumu sardığım omzunu ısırmak için atılan yılanın keskin dişleri etime saplandı. Acıyla inlesem de küçük kızı sarmayı bırakmadım. Bir elim onun gözünde diğeri ise ona yapılan hamlenin önünde yara almış durumdaydı. Küçük sayılamayacak olan yılan dişlerini daha da etime gömdüğünde ayağımda onu uzaklaştırmaya çalıştım fakat bir anda yükselen bir diğer başı görünce şok içinde kaldım.

 

Çift başlıydı! Biri ayağıma dolanırken diğeri koluma zehrini akıtıyordu. Zehrin hedefi ben değil bu küçük kız olduğu çok açıktı.

 

Diğer başı kızı ısırmak için uzanırken gözünü kapattığım elimi çekmek zorunda kaldım çünkü onu da sokacaktı. Sıkıldığım için parmaklıkların dibine fırlattığım taşlardan minnettardım zira ayağımın dibinde oluşları şükür sebebimdi. Elime geçen taşı aynı saniye içinde yılanın diğer kafasına vurdum ve küçük kız o an yılanları gördü. Yüksek bir çığlık ve beraberinde gelen ağlamaya daha da yakama yapıştı. Onu kendimden ve yılanlardan uzaklaştırmaya çalıştıkça o korkudan daha çok ağlayıp bana yapıştı. Kolumu ısıran yılan bir türlü zehrini akıtmaktan vaz geçmiyordu.

 

Küçük kız benden biraz uzaklaşsa belki onlarla uğraşmak biraz daha kolaylaşırdı benim için ama mümkün değil bırakmıyordu. Gözlerimin önü puslanırken başımı iki tarafa sallayarak bunu durdurmaya çalıştım. Eğer bayılırsam küçük şey yalnız kalırdı.

 

İki yılanı da kendimden uzaklaşmaya uğraşırken kıza uzanan diğer baş bu sefer de bana saldırmaya hedef almıştı ki bir anda araya giren bir kara yılanın kolumdaki yılanın kafasını ısırıp onu benden uzaklaştırması o kadar hızlı olmuştu ki buna afallama fırsatı vermeden kendime gelip hemen küçük kızı kucağıma aldım.

 

Aldığım an arkaya doğru birkaç adım sendeledim düşer gibi, tekrardan pus inen gözlerimi ovalayarak kendine getirmeye çalıştım ama bulanıklık bir artıp bir azalırken aniden basan terle alnımdan boncuk boncuk akmaya başladı. Zehirleniyordum.

 

"Sen ne yaptığını sanıyorsun! Krallıktan alınacak bir intikamımız vardı!" Diye bağırdı çift başlı yılanın kafasından biri öne doğru çatal dilini uzatarak.

 

"İntikamı daha süt içen bir çocuktan mı alacaksınız?" Dedi kara yılan tısıltılı sert sesiyle.

 

"O da krallıktan, emin ol hiçbir şey fark etmez." Kara yılan kuyruğunun üzerinde dikildi ve bu kucağımdaki kızı daha da titreyerek ağlamasına neden oldu.

 

"Onun ne suçu var?"

 

"Bizim suçumuz olmadığı gibi mi!" Çift başlı yılanın ikisi de aynı anda tıslayıp kara yılana doğru dikilince kucağımdaki kızın ağlayan sesi daha da yükseldi. Bizi kurtaran kara yılan dikildiği yerden göz ucuyla bana ve kucağımdaki kıza döndü. Olmayan kaşları belli belirsiz çatılır gibi olurken homurdandı. "Şurada sizin için uğraşıyorum küçük hanım biraz sessiz ağlarsanız sevinirim. Dikkatim dağılıyor." Yılandı ama inanılır gibi değildi. Bizi azarladıktan sonra tekrardan çift başlı yılana döndü.

 

"Sizde defolun gidin birazdan muhafızlar burayı basacak."

 

"Ne yaptığını sanıyorsun sen şemsi! Onlar gelmeden kızın işini bitirmeliyiz."4

 

"Ne yaptığım sizi ilgilendirmez ikizler! Dediğimi yapıp çekip gideceksiniz, şimdi." Dedi şemsi.

 

"Sen öyle san!" Diye tıslayan çift başlı yılan tekrardan üzerimize atılacakken şoka girmiş biçimde titreyerek ağlayan kıza "Aileni çağır küçük şey çabuk!" Dedim ama sesim iniltiden farksız çıkmıştı. Damarlarımdaki kan tersine akıyormuş gibi yılanın zehri de onlara uyuyor ve aynı şekilde vücuduma dağılıyordu. Ensemden başlayıp omur iliğime kadar inen titremeyi yumruklarımı sıkarak durdurmaya çalıştım. Aniden hızlanan nefesimin kesilip soluklarımın tıkanması zehirlendiğimin en büyük kanıtı olabilirdi.

 

Bize doğru atılan çift başlı yılanın önüne atılan kara yılana bağırdım.

 

"Git buradan şemsi! Birazdan ailesi gelecek." Dedim kara yılana. Onları durdurmaya çalışsa da kulağının burada olduğunu biliyordum. Bir anda zindanın ortasında beliren toz dumanı insanın boğazını yakan cinsten değildi ama benim boğazım parçalanıyormuş gibi hissettim.

 

Yılanlar bir anda o kadar hızlı ortadan kayboldu ki hızla dağılan tozun ardanda beliren kadın endişe ve panikle bağırdı.

 

"Nevsal kızım." Hızla kucağımdan aldığı kızı bağrına bastı ama onlara bakacak kadar iyi durumda değildim çünkü bacaklarıma kadar yayılan titreme hissiyle elimin birini duvara yaslayarak tutunma ihtiyacı hissettim.

 

Gözlerimin önüne inen pus varla yok arası kara perdelere dönerken yumruğumu ve dişlerimi sıkarak geçmesini bekledim.

 

"Eva?" Dedi küçük kız bana doğru uzanarak ama annesi onu kendisine daha çok çekip bana gelmesine engel oldu.

 

"O kızdan uzak dur! Seni zorla alıkoyuyordu! "Diye bağırdı kadın sesindeki yoğun endişeyle. "Onun idam edilmesini istiyorum, Arsal! Kimse kızıma böyle davranamaz."

 

Titreyen ellerimi duvara bastırdığımda midemden yükselen bulantı genzime kadar tırmanıp soluk borumu yaktı. Acı tat boğazıma kadar dolduğunda kendimi zindanın içine atıp her zaman istifa ettiğim yere kusmaya başladım.

 

Midemden yükselen acı sıvı boğazımı yakarak dışarıya attı kendini. Eğildiğim yerde düşmemek için elimin birisini duvara bastırdım. Kanla karışık çıkan sıvı midemi daha da bulandırdı midem bulandıkça istifam daha da arttı. Kusmaktan yorgun düşen bedenimi yere atarak duvara yaslandım ağzımı elimin tersiyle sildim. Karanlığı bile çift görmeye başladığımda kendi kendime halsizce güldüm.

 

Evet adam akıllı zehirlendiğimin resmiydi.

 

"Silyan hemen Nevsali götür." Arsal'ın tok sesini duysam da gözlerimin önündeki o perde karabasan gibi üzerime çökmüştü. Algılayabildiğim tek şey sesler ve midemdeki derin bulantıydı.

 

Karnıma saplanan ağrıyla bir kere daha iki büklüm oldum ve boğazımı yakan o sıvıyı öğürerek çıkardım.

 

"Ona ne oluyor!" Akın'ın sesi buharlaşıp havaya karışmış bir su damlasından farksızdı.

 

"Zehirleniyor." Sakin sesin sahibi yanına diz çöktü. Bir kere daha öğürdüğümde midemde boşalacak bir şey kalmadığı için ağzımda kalan acı tatla yüzümü buruşturdum.

 

"Maviyi çağır Akın. Onu revire götüreceğiz." Arsal'ın sesi artık hayal ve gerçek arasında olan araftan gelir gibiydi. Vücuduma yayılan zehrin damarlarımdaki kana açtığı savaşa şahit olamadım. Bilimcim araftan kayıp gittiğinde bir uçuruma yuvarlanmışcasına her tarafıma saplana ağrıyla gözlerim kapandı.

 

Son hatırladığım birisinin beni kucağına aldığı ve belli belirsiz gelen seslerdi.

 

👣🕸👣

 

Uykuyla uyanıklık arasında olan o zaman diliminde gerçek ve rüya birbirine girmiş durumdaydı. Kolumda hissettiğim baskı başımın üstüne konulan ıslak bez ve sesini bile duymak istemediğim o insanların sesi. Varla yok arası kirpiklerimi kıpırdatmaya çalıştım ama bilincim beni öyle derin bir uykunun içine çekiyordu ki ona dur diyecek gücüm yoktu. Bana sunduğu uyku şu an olan her şeyden daha cazip ve tatlıydı.

 

"Çift başlı yılan tarafından ısırılmış kurtulması imkansız." Sesler vardı ama kime aitti? Birisi konuşuyordu ama kime konuşuyordu?

 

Her şey bulanıktı ama net değildi.

 

Uyuyordum ama uyanıktım da.

 

Sesler vardı ama aynı zamanda yoktu da.

 

"Hekim değil misin sen Mavi!" O kadar derinlerden geliyordu ki ses hafızamda kime ait olduğunu seçemeyecek kadar yorgun ve bitkindim.

 

"Zehir yılandan geldi Elya, panzehride de onda. O yılanı bulmak zorundasınız."

 

Ve sonrası yine içine çekildiğim bir kara delik, vücuduma yayılan bir ağrı ve kapanan bir bilinç.

 

🌬

 

Kulağıma dolan 'dit dit dit' sesiyle ağırlaşmış göz kapaklarımı açmak için kendimi zorladım. Bulanık görüntüyle nerede olduğumu anlamasam da yavaş yavaş her şey netleşti. Beyaz tavanla birkaç saniye bakıştıktan sonra etrafa baktım. Hastane odasına benziyordu. Yattığım hastane yatağı, odadaki tıbbi cihazlar ve medikal aletler, evet bayağı bayağı hastane odasıydı.

 

Bir an içime dolan 'lan acaba delirdim de tımarhaneye mi yatırdılar' hissine engel olamadım. Olur mu olurdu. Sonuçta başıma gelenler normal şeyler değildi ve kesinlikle delirdiğim için beni hastaneye yatırmışlardı. Bir an bunun olabilme olasılığıyla olduğum yerden doğrulacaktım ki kolumda takılı olan seruma ve diğer kolumdaki sargıya bakakaldım ve anlık olarak unuttuğum hatıralar zihnimin duvarlarına yansıdı. Yılanın ısırdığı yer sarılmıştı.

 

Doğrulmamla başımda beklediğini yeni gördüğüm Nar bir anda uyuduğu sandalyeden kendine gelerek ayaklandı.

 

"Tanrıya şükürler olsun. Uyandın." O telaşlı gözlerle bana bakarken çatık kaşlarımla kolumdaki serumu çekip çıkartacaktım ki kolumu tutarak buna engel oldu.

 

"Ne yapıyorsun! Niyetin damarını parçalamak mı?" Ellerimi tutup beni geriye doğru tekrardan yasladı yatmam için. Bana dokunan ellerine ve gözlerine tam iki kere baktım ve genizden gelen sesimle,

 

"Nar yerinden olsam elini üzerimden çekerdim." Sakince söylediklerime karşılık elektrik çarpmış gibi elini üzerimden çekerek uzaklaştı.

 

"Be- ben çok özür dilerim. Şey- şey yani kendine zarar vermemen içindi. Çok özür dilerim." Derin bir nefes verdim. Arkamdaki yastığı düzelterek oturur pozisyonda yaslandım. Ağzımdaki acı tat ve midemde ki geçmeyen bulantı hissiyle yüzümü buruşturdum.

 

"Kendini nasıl hissediyorsun?"

 

"Bok gibi." Gayet netti.

 

"Canını acıyor mu?" Dediğinde yalan söyleyerek başımı iki yana salladım zira kafam kazan gibiydi ve yılanın dişini geçirdiği etim sızlıyordu. Boğazımdan yukarıya doğru tırmanan yanma hissini saymıyordum bile.

 

"Çift başlı yılanın zehri çok kuvvetlidir. Isırdığı herhangi bir insanı zehriyle tam beş dakikada öldürebilir."

 

Tek kaşım alayla kavislendi. "İnsan olmadığımı mı söylüyorsun?" Dediğimde aceleye dikleşerek hızlı hızlı konuşmaya başladı.

 

"Hayır ben öyle bir şey demek istemedim yanlış anladı-"

 

"Aslın da dışarıdan bakıldığında ben değil, siz insan değilsiniz." Dedim sakin sesimle. Kakülleri irice açtığı gözlerinin biraz üzerinde bitiyordu. Eliyle saçlarını geri ittirip kırgın gözlerle baktı bu sefer.

 

"Aşk olsun ama ya, ben burada senin için uğraşıyorum sen bana insan değilsin diyorsun." Küskün sesine şaşırsam da ifademde bir değişim olmadı. "Zaten kaç gündür kıvranıp duruyorum zindana yanına gelebilmek için."

 

"Neden yanıma gelmek istiyorsun?" Sesim o kadar ruhsuz ve sakin çıkmıştı ki karşımda konuşmakta zorlanan kız isteksiz ses tonum yüzünden daha da çekiniyordu konuşmakta.

 

Bakışlarını kaçırıp elleriyle oynayarak konuşmaya devam etti. "Ben sana teşekkür etmek istemiştim. Beni o insanların elinden kurtardığın için." Yeşil gözleri doldu "Eğer sen gelmeseydin." Bir anda yeşillerine akın eden yaşlar yanaklarından süzüldüğünde nasıl bu kadar çabuk ağladığına anlam veremedim. Ama haklıydı.

 

Her kadının böyle travmaları vardı. Taciz edilmek zorla alıkoymak hatta tecavüz edilip yakılarak öldürmeye kadar gidiyordu. Etrafta bunları yapıp özgürce dolaşabilen o kadar çok orospu çocuğu vardı ki onlar özgürce dolaşırken bazı kadınlar bir ekmek almak için bile dışarıya gönderilmiyordu.

 

Oysa haksızlık değil miydi bu?

 

Adalet gerekmiyor muydu böyle bir duruma. Değiştirilmesi mümkün değilmiş gibi davranılmıyor muydu.

 

Böyle bir durumla karşılaşmayan kadın yoktu bence. Benim başımada gelmişti ama sonu hastanede ve onun hemen arkasından karakolda bitmişti.

 

Hayır hayır hastaneye giden ben değilim.

 

Beni taciz eden adamdı.

 

Ve evet doğru, adamı öldürmeye teşebbüsten Toprakla ikimizde nezarete girmiştik.

 

"Geçti ve bitti. Ağlama Nar." Dedim sadece.

 

"O kadar duygulu ve teselli edici bir şekilde söyledin ki bunu, kızın ağlaması şu an durmuştur kesin." Odun gibi çıkan sesime karşılık iç sesimin isyanı normaldi ama ben insan teselli etmekte pek iyi değildim.

 

"Teşekkür ederim." Dedi yanaklarındaki yaşları silerek.

 

"Teşekkürü gerektiren bir şey yok ortada. Orada sen olsan da bunu yapardım başka biri olsa da." Dedim normalce. Yeni ağladığının göstergesi olan kızarmış gözlerle kocaman gülümsedi.

 

"İşte bu yüzden teşekkür ediyorum ya." Yüzümde yorgun bir gülümseme belirdiğinde rahatlamış bir nefes kaçtı dudaklarından. Elini öne doğru uzattı.

 

"Resmi olarak tanışmadık." Dedi heyecanla. "Ben Nar. Nar Balca."

Onun kadar heyecanlı olmasam da sakince uzattığı elini sıktım. "Eva Efnan. Duymuşsundur." Dedim hava atan bir sesle. Güldü. Gülümsedim ama uzun sürmedi. Midemden yukarıya yükselen yakıcı sıvıyla yerimden aceleyle kalkmaya çalıştım.

 

"Neler oluyor?" Nar'ın telaşlı sesiyle elimi ağzıma götürüp ayaklandım. Serum poşetiyle peşimden gelen Nar'a "Tuvalet nerede?" Sorduğumda odanın içindeki beyaz kapıya doğru yönlendirdi. Aceleyel tuvalete koşup klozetin önüne eğilerek öğürdüm.

Elimle Nar'a git işareti yaptım.

 

"Git buradan midenin bulanmasını istemiyorum." Hiddetle karşı çıktı Nar

 

"Saçmalama gitmem." Bir kere daha şiddetle öğürüp boğazımı tırmalayıp dışarıya çıkan mide öz suyumu klozete boşalttım. Yanıma eğilen Nar bir eliyle koluma bağlı olan serumu tutarken diğeriyle saçlarımı ensemde toplayıp önüme gelmesine engel oldu.

 

Bir kaç şiddetli öğüme ve boş sıvıdan başka bir şey olmadığı için midemde, nefes nefese klozetin önüne oturdum.

 

"İyi misin?" Dedi yanıma diz çöken Nar endişeyle. Başımı sallayabildim ancak şakaklarımdaki zonklayan damar başımdaki olan tüm ağrıyı oraya toplamış gibi atıyordu. Kolumdan tutup bana yardım etmeye çalışan Nar'a ne kadar gerek olmadığını söylesem de bana yardım ederek tekrardan içeriye yatağa götürdü. Yürüyebilirdim. Evet halim yoktu ama o kadar da düşmüş sayılmazdım. Kendimi yatağa oturur pozisyonda atarak ters ters serum poşetine baktım. Bu halim Nar'ı güldürdü.

 

"Az kaldı, sabret." Omuz silktim.

 

"Çıkar şunu. Sinirlerimi bozuyor."

 

"Şu an onun sayesinde ayaktasın. İki gün on yedi saattir vücuduna hiçbir gıda veya sıvı girmemiş. Bu ne kadar tehlikeli ve direnci düşüren bir şey haberin var mı?" Dedi sanki keyfimden aç kalmışım gibi. Ve öncesinde de aç kaldığımdan habersizdi.

 

"Şahınıza ve sevgili oğluna söyleseydin keşke bu nutuklarını." Diye homurdandım. "Kaç saattir uyuyorum?"

 

"Üç saat on iki dakika elli saniye." Dediğinde şaşkın şaşkın yüzüne baktım. Gerçekten saniyesine kadar hesaplamış mıydı? Uyumuyor muydu bu kız?

 

"Nar," Dedim sakince.

 

"Hıı?" Diye garip bir ses çıkardı.

 

"Sen deli misin?"

 

"Yoo. Neden öyle dedin?" Dedi masumca.

 

"Uyuyordun ben uyandığımda."

 

"Sen beni uyandırdığında üç saat on dört dakika on saniye geçmişti. Gözlerindeki uyku mahmurluğuna bakılırsa uyanalı kaba bir tahmin olarak iki dakika kırk saniye olmuş oluyordu ve bu da sen buraya gelip yattıktan sonra tam tamına üç saat on iki dakika elli saniye uyuduğunu gösteriyor." Dediğinde bir an ağzım şaşkınlıktan açık kalacak sandım ama bu olmadı. "O zaman gerçekten takıntılı bir ruh hastası olmalısın."

 

Bana cevap vermek için aralanan dudakları açılan kapıyla kapanmak zorunda kaldı. İçeriye giren dörtlüye gözlerimi devirerek selamladım.

 

Arsal ve melekleri bizlerleydi.1

 

Dudaklarında gevşek bir sırıtışla yanıma yaklaşan mavi 'Mukaddes hanım, nasılsınız, haa?' Der gibi bir ifadeyle "Kızıl şeytan, nasılsın, ha?" Dediğinde bir kere daha göz devirdim.1

 

"Yıkılmadım ayaktayım sarı çıyan." Dedim ters ters. Onun ardından odaya girmiş olan insanlara bakmak istemesem de delici bakışları üzerimde olan maviliklere bakmak mecburiyetinde kaldım. Gözleri önce yılanın ısırdığı sargıda sonra kolumdaki serumu ve en sonda kızıl gözlerimde son buldu. Bakışları ifadesiz yüzü donuktu.

 

İstediğim zaman istediğim ifadeye girer, beni görmesini istemediğim hiç kimseye kendimi açıkça göstermezdim ama bu adam çok farklıydı. Sanki doğdu doğalı böyle ifadesiz ruhsuz ve bakışları donuktu.

 

"Ananın karnından da mı bu mahkeme duvarı suratla çıktın acaba? Sadece merak?" İç sesime aldırış etmedim. Ama haklı olduğu gerçeğini yok sayamazdım.

 

"Laflarına dikkat et, oyarım şeytan gözlerini." Mavi'nin lafıyla bulanan mideme ve çatlayacak kadar çok ağrıyan başıma rağmen dudaklarıma alayın en koyu tonu olan bir gülüş kondurdum. "Oysana." Ciddiyetsiz tavrım onları deli ediyordu.

 

"Dışardan kendini gördün mü sen hiç?" Dedi Elysa öfkeli sesine alay katarak. Sırtını duvara yaslamış kolları önde bağlıydı "O kadar rezil ve berbat bir durumdasın ki hâlâ bize ahkam kesmeye çalışıyorsun. Kolunu kıpırdatmaya dahi halin yok."

 

Bakışlarımda bir değişim veya bir öfke geçmedi. Sakince kolumdaki seruma uzandı elim. Nar gelip çıkartmak istese de kendim çıkartıp yatağın yanında bulunan çekmeceyi açtım. Aldığım pamuğu serumu çıkarttığım yere bastırdım. Adımlarım Elyesa'nın olduğu tarafa doğru döndüğünde Akın beni durdurmak için bir anda Maviyle aynı anda önüme geçtiklerinde sakin yüzümde belli belirsiz bir kıvrım belirdi.

 

Elyesa'nın bakışlarında ufak bir tedirginlik geçti. O kadar kısa sürmüştü ki ben görmeyeyim diye hemen yüzünden silmişti. Ortamda sessiz bir gerginlik vardı ve bunu, benim tek bir adımımın yaratmış olması bana sadist bir zevk veriyordu. Korkuyorlardı. Belli etmiyor ama içten içe her hareketimden öyle bir korkuyorlardı ki, ne zaman nereye nasıl bir hamle yapacağımı kestiremedikleri için sürekli temkinli davranıyorlardı. Gerginlerdi ve bunu bana belli etmemeye çalışıyorlardı.

 

Biri hariç.

 

Yerinden bile kıpırdamadan beni izleyen Arsal sakin ve rahattı. Diğerlerinin gözünde rastladığım tedirginlik onda yoktu. Umursamaz yüzü okunmaz ifadesiyle ne düşündüğünü ancak tanrı bilirdi.

 

Bir adım daha ileri attığımda Akın ve Mavi kolumdan tuttular ama serum ve sargı olduğu için yavaş tutuyorlardı.

 

"Lavaboya benimle birlikte mi gelmeyi düşünüyorsunuz?" İkisinin gözleri önce birbirlerine sonra da Elyesa ve Arsala dokunduğunda yine aralarında olan o garip mesajlaşmayı anlayamadım.

 

Arsal başını aşağı yukarı salladığında kolumu bıraktılar. Sırtını duvardan ayırmış olan Elyesanın gözleri ellerimdeydi. Yine bir bıçak vakası olacağına emindi. Bilerek omuzumu omuzuna dokundurdum ama çok yavaş ve netti. Omzu gerildi ama geri çekmedi. Dudaklarım düz bir çizgide buluştuğunda ona sadece şunları söyledim.

 

"Hiçbir şey yapmıyorken bile çok şey yaptığımın farkındasın Elya." Devamını bilerek kısık ama herkesin duyabileceği bir seste tamamladım. "Rezilliğin içine batsam bile her zaman kan akıtabilecek kadar halim vardır. İstersen deneyebiliriz." Ve başka hiçbir şey yapmadan lavaboya girdim ama arkamdan duyulan yutkunuşu beni tatmin etmeye yetmişti.

 

Lavaboya girip kapıyı ardından kapattım. Aynanın karışına geçtiğimde 'bu ben değilim ki' diye bağırıp feryat etmemek için zor tuttum kendimi. Feriha sakin ol diye sakinleştirecek kimsem de yoktu kahrolasıca.

 

Göz altlarım ve çevresi morarmış ve sürekli kusmaktan beti benzim atmış yüzüm sararmıştı. Halsiz görünmeme rağmen hep meydan okuyarak bakan kızıl gözlerim kendiyle baş başa kaldığında kalkanlarını indirmiş ve tamamen çıplak şekilde maske takmadan kendisiyle yüzleşiyordu.

 

Yorgundu ama güçlüydü de

 

Düşmüştü ama kalkmıştı da

 

Yara almış ama kabuk bağlamıştı da

 

Deniz taşmış tüm duygular akıp giden dalgaların arasında boğulmuştu. Kalanlar ise harlanıp yükselen öfkem.

Dallanıp budaklanan kinim.

 

Ve boğazımı urgan misali sıkıp beni öldürmek istercesine boğan intikam ateşim.

 

Beni ayakta tutacak olan bu üç duyguyu kimseye fark ettirmeden kızıl gözlerime gömdüm ki zamanı geldiğinde dirilip ruhumda can bulsun diye.

 

"Elyesa'nın dediği kadar rezil bir durumdayım." Söylenerek yüzümü yıkadım. Şu an kendimi yanlışlıkla yuvarlanıp çöpün içine düştü diye alınmayan, oradaki mikropların içinde kaldığı için çürüyen bir elma gibi hissediyordum.

 

Kolumdaki sargıyı çıkartıp çöpe attım. Yılanın dişlerinin izi tenimde hatıra misali kazınmıştı. Bende ona güzel bir hatıra kazıyacaktım ama şimdilik beklemede kalabilirdi. Tüm rahatlığımla girdiğim lavabodan aynı rahatlıkla çıkmama çıldıran Mavi adındaki sarı renkli adam bana öldürücü bakışlar atarken yatağıma gidip sırtımın arkasındaki yastığı düzelttim. Aynı umutsuzlukla sanki beni hiç yılan sokmamış ta neredeyse ölmeyecekmişim gibi tüm rahatlığımla yaslanıp ayağımı diğerinin üzerine koyarak bana şaşkınca bakan insanlara baktım.

 

"Ee sıradaki gösteriniz ne?" Dedim elimi enseme atarak geriye daha da yaslandım. "El ele tutuşup selenayı mı çağıracaksınız?" Rahat tavrım ve lakayt sesim hepsini delirtse de Akın sakin çıkartmaya çalıştığı şaşkın sesiyle konuştu.3

 

"Kendi dünyanda zorla getirilip bu ülkeye öldürülmen veya da esir olup sürünmen için sürgün edildin. Dayın neredeyse gözünün önünde öldürülecekti ve çift başlı yılan tarafından sokuldun." Dediğinde dudaklarımı aşağı sarkıtıp düşünür gibi yaptım.

 

"Tüh görüyor musun kaf dağının ardındaki ejderyayla savaşmayı unutmuşum. Bir o eksik." Bilerek ejderhayı ejderya diye vurgu yaptığımda sinirden kırmızıya dönen Mavi ecza çekmecelerini karıştırıp içinden şırınga ve ucuna yerleştirdiği hipotermik iğne ucunu birbirine yerleştiriş ilaçların olduğu dolaptan küçük bir şişe çıkarttı. Bir yandan da sinirden söyleniyordu.

 

"Kızdaki gamsızlığa bak amına koyayım. Sanki kocasının evinden babasının evine gelmiş rahatlığa gel." Şişedeki ilacı dikkatle şırıngaya çekerken gözlerim oklava yutmuş gibi hazır ol da dikilen Nar'a kaydı. Yeşil gözleri bir bana bir de dikkatle beni izleyen Arsal'da ve arada Akın'a kayıyordu. Bana ve Akın'a bakışları pek olmasa da normaldi ama Arsal'a bakarken gözlerinde olan o bariz korku ve çekinme görülmeyecek gibi değildi.

 

Burada yanımızdaydı ama birinin çıkabilirsin lafını dört gözle beklediği belliydi.

 

Mavi elindeki şırıngayla yanıma geldi. "Ne yaparsak yapalım ölmüyorsun ama şunu sana yapmam gerekiyor. Ölümsüz müsün nesin bir ölmedin gitti." Söylenmesini götüme bile takmazken yaramaz bir çocuk gibi sırıttım elindeki şırıngaya bakıp.

 

"Açayım mı?" Dedim haylazca. Boş boş bakan Mavi ne dediğimi anlamadığı için bir an malımsı bir ifade geçti yüzünde.

 

"Neyi?" Demesine kahkaha attım. Ela gözleri öfkeyle büyüdüğünde gülüşümün onu sinir etmesi önceliğimdi.

 

"Alaya almadığın tek bir konu var mı?" Elyesa'nın sert sesine sinir bozucu bir gülümseme hediye ettim.

 

"Olduğunu sanmıyorum." Akın'ın umutsuz sesini göz ardı edip tekrardan Maviye baktım. Yanıma yaklaşıp yılanın ısırdığı koluma baktı.

 

"Açmayayım mı?" Dedim aynı haylaz pırıltıyla. Jetonu düşen Mavi bana ters bakışlar attı. Neyden bahsettiğimi biliyordu. Kalçadan vurulan iğneyi kast ediyordum.

 

"Aç desem açacak mısın? Herkesin içinde"

 

"Deneyelim mi istersen?" Ne kadar ciddi göründüm bilmiyorum ama öfkeli bakışları, şaşkınlığın ve salaklığın getirisiyle karıştığında bir kere daha kahkaha attım.

 

"Mavi iğneyi sen yapmıyorsun."

 

Geldiğinden beri sessizliğe gömülen Arsal'ın sesiyle herkes o yöne baktı. "Nar yapacak." İsmi Arsal'ın dudaklarından dökülen Nar korkuyla sıçrayıp bir anda kendisini toparlamaya çalıştı. "Siz nasıl isterseniz efendim." Diyerek elini önde birleştirip eğildi.

 

"Biraz daha eğilip Nar biraz daha!" Diye çıldırdı iç sesim "Hatta o da kesmez önüne uzan istersen."

 

"Diğerleri dışarıya çıksın." Lafını ikiletmeden Mavi, Akın ve Elyesa peş peşe odadan çıktılar. İçerde sadece Nar Arsal ve ben kaldığımızda kaşlarımı çatmak istedim ama yapmadım.

 

"Yapabilirsin Nar." Dediğinde Nar Mavinin giderken eline verdiği şırıngayla bana doğru gelecekti ki elimi kaldırıp onu durdurdum.

 

"Çık dışarıya." Dedim sakin tutmaya çalıştığım sesimle. Birkaç adım atıp yatağımın önünde durdu. Bakışları baştan aşağı beni süzdüğünde vücuduma garip bir elektrik akımı sarsıp kaçtı.

 

"Niye?" Dedi benim aksime kendisine hakim olmaya çalışıyormuş gibi değildi

 

"Senin önünde kalçamı açıp iğne vurulmayacağım."

 

Tek kaşı alayla kavis aldı.

 

"Neden? Az önce pek meraklıydın göstermeye."

 

Sıktığım dişlerimle mavi gözlerine baktım. Oynuyordu. Ben nasıl onların sinirlerine dokunup rahatlığımla onları hasta ediyorsam o da aynı şeyi bana yapıyordu.

 

Zoru oynuyordu ve ben kolay galibiyetlerin insanı değildim.

 

"Sen görmeye meraklıysan demek ki?" Meydan okuyan gözlerimi gözlerine diktim. Mavi gözlerinden küçük bir anlam aktı gitti ama benim anlayamayacağım kadar hızlı olup bitmişti her şey.

 

"Nar." Dedim gözlerim onun okyanuslarındayken. "Efendin çıkmadığı sürece o iğneyi yaptırmayacağım." Nar cevap veremedi. Endişeli gözleri Arsal ve benim aramda mekik dokuyordu.

 

"Senin değil, benim emrime uymak zorunda. Bir esire gösterilen toleransın iki katını gösterdik sana. Konumuna baksan iyi edersin. Herkes kendi yerini bilsin ki tatsızlık çıkmasın." Sesi nötr gözleri tehdidi barındırıyordu.

 

Göz temasımı ondan çekmeden elimi Nar'a uzattım. İlk başta ne dediğimi anlamadığı için ürkek gözlerle gözlerime baktı. Gerçekten Arsaldan çok çekiniyor olmalıydı. Elindeki iğneyi alıp omuzumu sıyırdım. Nar' ın "Eva ne yapıyorsun?" Demesine bırakmadan sıvıyı vücuduma enjekte ettim. Kırmızı irislerimi Arsal'ın donmuş maviliklerinden çekmeden şırıngayı çöpe attım.

 

"Ne yaptığını sanıyorsun!" Diye aniden yükseldi Nar şokunu kenara bırakıp. "Yanlış bölgeye yapılan iğne sonucu felç bile kalabilirsin, delirdim mi?" Nar' ın korku dolu sesi bilinçsiz hareket ettiğim içindi. Ama hayır sandığı kadar tıp alanında bilgisiz değildim.

 

Yanına yaklaşıp elindeki eldiveni işaret ettim. "Ders bir, önceden kullanılmış veya da zaten elinde olan bir eldivenle hastaya asla bir işlemde bulunma. Ders iki, iğne sadece kalça kasına değil; baldır uyluk ve deltoit bölgesine de yapılabilir. Ders üç," Dediğimde bu sefer eldivenlerini değil titreyen ellerini gösterdim. "Baskı altında yaptığın her işlem hastanın sağlığını tehlikeye atma oranını yüzde elliden yukarıya taşır." Yutkunarak bana bakan kız bu kadar tıp bilgim olmasına mı şaşırmıştı yoksa yapısı mı buydu bilmiyorum ama alık alık suratıma baktı.

 

"Dışarıya çıkabilirsin Nar." Arsal'ın sesiyle bakışlarını benden ayırıp önünde eğildikten sonra koşar adım dışarıya çıktığında içerde sadece ikimiz kaldık. Mideme saplanan krampları yok saymak zordu ama başardım. Yatağın yanındaki koltuğa kendimi atıp karşımdaki adamı tıpkı onun beni süzdüğü gibi süzdüm. Bakışları ilk önce üst üste attığım çıplak bacaklarımda ve geriye doğru rahatça savunduğum saçlarımda oyalandı. Kısa şortum yer yer yırtılıp kirlenmiş kan içinde olan tişörtüm değiştirilmişti. Kimin değiştirdiğini sorgulamaya gerek yoktu. Nar.

 

Bana üstten bakışlar atan heybetli vücudun sahibi birkaç adım atarak karşımda durdu.

 

"Tüm bu olanları beni ve bu ülkeyi tanımamış olmana veriyorum, Efnan." Soy ismim dudaklarından buzdan bir kütle gibi yere düşüp parçalara ayrılmıştı.

 

"Aksi taktirde her hareketinin bir bedeli olduğunu bilirdin." Başımı biraz daha geriye yaslayıp ona dik dik baktım.

 

"Ne bekliyorsun kralın oğlu? Beni dayımla tehdit eden bir adamın önünde reverans yapmamı mı?" Kuru sesim önemsiz bir şeyden bahseder gibi çıkmıştı. Ruhumun derinlerine kadar kazıp içine gördüğüm o duyguyu görmesi veya duyması imkansızdı.

 

Bir adım daha attığında artık tam önümde dikiliyordu. Yavaşça üzerime eğilip ellerini tekli koltuğun iki tarafına bastırarak beni etten bir kafese aldı. Başımı daha da dikip meydan okuyan gözlerimi derin maviliklerine sapladım. Gözlerimin kanı okyanusunu kirlemeye yetecek kadar koyuydu şu an. Üzerime biraz daha eğilip yüzlerimiz arasına bir karşılık bir mesafe bıraktı.

 

O kadar yakınımda değildi ama burnuma dolan denizin ve baharın birleşmiş olan kokusu ciğerlerime nüfus etti. İstifimi bozmadan bakışlarımı sürdürdüm.

 

"Öyle bir şeytansın ki insanları manipüle edip kendi bildiklerinden şaşırtıyor, rahat tavırların ve insana meydan okuyan bakışlarınla hislerini gizlediğini sanıyorsun." Biraz daha eğilip devamını daha kısık ve net bir şekilde bitirdi. "Ama şunu bil şeytanın kızı, kazıp üstüne toprak atarak sakladığın her şey gün gibi ortada. Senin gizlediğini sandığın her bir kırıntı dahi benim gözümde, ortada." Yutkunmak için boğazıma takılı kalan hissi geriye ittim.

 

"Şu an ne görüyorsun kralın oğlu?" Buzdan mavilerinden esen soğuk rüzgar omurgamdan aşağı bir ürperti indirdi.

 

"Saklayamadığın her şeyin öfkesini gömdüğün kızıl gözlerinden başka mı?" Dediğinde göğsünden iterek onu kendimden uzaklaştırdım. Tam karşısına dikilip saklama gereği duymadığım öfkemle baktın.

 

"Benim gömdüğüm toprağımın tozu bile senin soğuk rüzgarlarından daha şereflidir Arsal Karahan." Yüksek ses tonum duvarlara çarparak tekrardan kulaklarında can buldu.

 

"Sesini alçalt yoksa kendi yöntemlerimle sesini kısarım."

 

Küçümseyici bir 'Hah' nidası döküldü dudaklarımdan. "Kıssana." Dedim başımı yukarıya doğru kaldırarak. "Hadi kıs kralın oğlu. Merak ediyorum yöntemlerini."

 

"Yöntemlerim o güzel aklının almayacağı cinsten yöntemler şeytanın kızı. Yerinde olsam merak etmezdim."

 

"Umarım tanışma fırsatım olur Karahan. Olur da beceremezsen sen benim cici yöntemlerimle tanışırsın. Emin ol benim yöntemlerim o kalın kafanın alacağı cinsten olur."

 

Şakaklarında atan damarın ince dokusu sert vuruşlarla atarken dişinin gıcırtısını duyabiliyordum. Gözlerinde kor gibi yanan öfke beni her an burada öldürebileceğinin habercisiydi.

 

Sessizlik ortamı ele geçirdiğinde en büyük gürültü onun gözlerinden benim gözlerime, benim kan kırmızılarımdan onun okyanus mavilerine açılan savaştan gelen kılıç kalkan sesleriydi. Hiçbir şey yapmıyor sadece gözlerimizle birbirimize kana boğacak kadar düşmanca bakıyorduk.

 

Tek ses okyanusa dökülen kanların sesiydi. Tek ses birbirimize açtığımız ama kimsenin yara almadığı o savaştan yükselen sesti. O savaştan yara alacak olanlar sadece ruhlardı.

 

Buhranın can bulup dile geleceği ortamı aniden ve aceleyle açılan kapıyla dağıldı.

 

"Nevsal! Kızım dur." Arkadan bağıran kadın ve içeriye soluk soluğa dalan küçük şeyle etrafa sis gibi çöken gerginlik bir anda yok oldu

 

"Evaa!" Diye bağıran kız koşarak bana kollarını açtığında gülümseyerek onun için eğildim. "O canaval seni ısıldığında uf olacaksın diye çok kolktum, Eva." Boynuma sarıldığında onu kucağıma aldım.1

 

"Bak bakalım bu kızda uf olacak göz var mı?" Dedim ona gözlerimi işaret ederek. Ve Küçük şey gözlerimi ilk defa görmüş gibi irkilerek bir an geri çekildi.

Beklediğim tepki ağlayarak annesine gitmesiydi çünkü küçük çocuklar gözlerimin tonundan korkardı. Küçük şey ise zindan karanlıktı olduğu için gözlerimi tam görememiş olmalıydı.

 

Bana bakan kahvenin en koyu tonu olan gözleri siyaha yakındı. Yüz siması garip bir şekilde Arsalı andırsa da aslında tam benzemiyordu da. Siyaha yakın irice gözleri o kadar güzel görünüyordu ki büyüyünce hiç şüphesiz çok güzel bir kız olacaktı.

 

İrisleri önce şaşkınlıkla irileşti ve devamında beklemediğim bir şekilde hayranlık tohumları serpitildi. Tombul yanakları birden gülümsemesiyle daha da tombik olurken küçük elleri yanaklarımı buldu. "Senin gözlelin çok güzelmiş Eva." Demesini o kadar beklemiyordum ki bir anda şaşkınca baka kaldım Nevsale.

 

"Teşekkür ederim, Nevsal." Dediğimde utanarak bakışlarını kısa bir an kaçırıp tekrardan bana döndü.

 

"Teklaldan tanışalım mı?" Dedi hevesle. Hevesini kırmak istemediğim için onu yere indirdim ve elimi uzattım.

 

"Ben Eva Efnan küçük hanım. Tanıştığımıza memnun oldum." Biz bu konuşmaları yaparken Arsal ve Nevsalin annesi olduğunu düşündüğüm kadın bizi izliyordu.

 

Nevsal minik elini bana doğru uzattı. Elini sıktığımda dudaklarından dökülenlerle istemeden de olsa duraksadım. "Bende Nevsal Kalahan." Dediğinde neden Arsalj andırdığını anladım. Küçük şeyin abisi uyuz prensti. Elim elindeyken bakışlarım bizi izleyen kadını buldu.

 

Bakışları kir pas içindeki üstümü yüzünü hafifçe buruşturarak dolaştı. Açık açık tiksindiğini gizleme gereği duymayan kadın bana ağzının ucuyla

"Seni idam ettirmek istediğim için senden özür dilemeyeceğim ama kızımın hayatını kurtardığın için teşekkür ederim." Dedi mesafeli bir tonda.

 

"O kadar iyisin ki, saol." Dedi iç sesim göz devirirken.

 

Yaşına rağmen güzel ve alımlı olan kadına bakarken gözlerim bir onda bir Arsalda gidip geliyordu.

 

Nevsalin yanağına bir öpücük kondurup tekrardan dikleşip karşımdaki kadına baktım. "Sizi tanımıyorum ama ne özürünüzü isteyen oldu ne de teşekkürünüzü. Yapmak istediğim için yaptım." Tanımasamda elbet fikrim vardı. Kraliçe. Yani Arsalın annesi.

 

"Ben Ateş ülkesinin kraliçesi Aksel Karahan. Sende sürgün kızı olmalısın. Hatsizliğin ülkenin diğer yakasından duymuştum. Dedikleri kadar varmışsın." Dedi önemsiz biriyle konuşuyormuş gibi umursamaz bir sesle.

 

"Burada çok insan var ama aynı zamanda hiç insan yok." Dedi iç sesim. Evet o kadar çok insan kalıbına girmeye çalışan karaktersiz vardı ki çok eğreti duruyordu

 

İstifimi hiçbir şekilde bozmadım. Bana küçümser bakan kraliçeye küçümser bakmadım ama hürmet göstermedim de. Sadece bir kere süzdüm onu. Alımlı ve güzel bir kadındı. Her halükarda kraliçe olduğumu belli eden bir duruşu vardı.

 

"Bende Eva Efnan, Aksel Hanım. Ben sizin hakkınızda pek bir şey duymadım. Gerçi öğrenilemeye değer bir karakteriniz de yokmuş." Dedim buz gibi sesimle. Kraliçe öyle bir şaşırdı ki şaşkınca aralanan gözleri ve beraberinde hızla çatılan kaşları öfkeyle aydınlandı. Herkes önünde diz çöküp saygıyla reverans yaparken benim tam tersini yapmam onu bozguna uğratmış olmalıydı.

 

"Haddini bil de konuş sürgün kızı. Karşında kraliçe var senin. Söylediğin tek bir kelime bile seni ölümün yoluna kadar götürür." Tehdidine karşılık sevimsiz bir tebessüm belirdi yüzümde.

 

"O yola kadar size eşlik etmeye hazırım kraliçem." Samimiyetle yakından uzaktan alakası olmayan alaysı sesim kraliçeyi sinirden kudurtuyor ama yanımızda küçük kızı olduğu için bir şey yapamıyordu. Bakışları Arsal'a döndüğünde "Onun icabına bakacağınızı düşünüyorum prensim." Dedi dişlerini sıka sıka "Nevsal, kızım hadi gidelim." Nevsal annesini ikiletmeden arkasından gittiğinde kraliçenin arkasından göz devirdim.

 

"Madem kraliçesin burada ne halt ediyorsun git tahtına otur!"

 

"Nereye düştüm amına koyayım." Diye kendi kendime homurdandım. Bana düz bakışlar atan Arsal kapıyı çarpıp gitmeden önce "Yerinde olsam üslubuma bir ayar çekerdim yoksa uzun süre hayatta kalamazsın buralarda." Kapı yüzüme kapanırken oda da bu sefer sadece ben kaldım.

 

"Sende benim yerimde olabilecek meziyet nerede acaba prens efendi!" Diye bağırdım arkasından.

 

"Siktir olup giden gidiyor! Biri de sormuyor ki Eva aç mısın tok musun bir şey ister misin diye. Sizin misafir perverliğinize tüküreyim, görgüsüzler." Sövme eylemime tüm vasıfları dahil ederek devam edecektim ki içeriye giren orta yaşlı bir kadın yüzünden yarım kaldı.

 

"Eva hanım benimle gelmeniz istendi." Dedi saygılı ve mesafeli bir sesle.

 

"Nereye?"

 

"Sizin için ayrılan odaya. Eminim yıkanıp temizlenmek istiyorsunuzdur."

 

"Şu an sadece aç karnımı doyurmak istiyorum ablacım, açım aç." Dedim sinirle.

 

"Ulu kralımız Asrın sizi yemekte görmek ister. Onun karşısına böyle çıkmak yakışmaz." Dedi. Niye nerenin Allah'ı bu ulu kralları?

 

"Yakışır yakışır. Hem kralı bekleyen kim?" Dediğimde kadının gözündeki o şaşkınlık artık alışılmıştı benim için. Buradaki herkes bana şaşırıyordu.

 

"Efendimizin karşısına böyle çıkamazsınız Eva Hanım. Banyo yapıp üzerinize değiştirip en temiz halinizle yemeğe geçebilirsiniz."

 

"Eşek ölecek ters dönecek de siki güneş görecek, Ohooo." Homurdanarak kadının peşine düştüğümde sarayın en üst katına kadar çıktık sanırım çünkü çık çık ayaklarımda derman kalmamıştı.

 

"Ne biçim krallıksınız siz ya ne misafir perverlikten bir halt anlıyorlar ne de bin beş yüz katlı saraylarına bir asansör yapıyorlar. Ömrümüzde hiç mi para görmediniz de böyle harcamaya kıyamıyorsunuz? Görgüsüzün oğlu olmuş çekmiş şeyini kopartmış sizinki ondan farksız. Görgüsüzler." Ben söylenirken kadın gına gelmiş gibi ofladı.

 

"Eva Hanım iki saattir söyleniyorsunuz. Konuştuğunuz kadar çıksaydınız şimdiye odanıza varmıştık." Dedi bıkkınca.

 

"Bak ağzınla dedin iki saattir. İki saattir bu lanet merdivenleri maymun gibi tırmanıyorum ama sonu gelmiyor!" Zıvanadan çıkmıştım "Siz nasıl çıkıyorsunuz her gün ya?"1

 

"Büyü Eva Hanım. Bu ülkenin yönetiminin en büyük temeli büyü."

 

"Gözünüze çakılsın o büyüleriniz." Homurdanarak çıkmaya devam ettim. Sonunda bir kapıya vardığımızda kadın benim için kapıyı araladı ve içeriye girdim.

 

Girmemle donup kalmam bir olmuştu.

 

Fakir bir ailenin kızı değildim. Babam savcı olabilir ama sadece savcılığın getirdiği getirisi yoktu. Babamın dedemler tarafından ortak olduğu şirket ve sayılı mekanların sahibiydi. Belirli bir düzeyin üstünde bir zenginliğimiz vardı ama böyle bir odayı ilk defa gördüğüme yemin edebilirdim.

 

Tarihin modernizmin ellerinden tutup dansa kaldırmışcasına ortaya çıkan ahenk öyle güzel dekore edilmişti ki hem geçmişin hem de geleceğin izleriyle tamamlanmış bir odaydı. Büyük yatağın başlığında olan döşemeler ve detaylı işlemeler, yatağın yanındaki odanın estetiğine uygun iki komedin yatağın karşısındaki büyük ahşap dolap onun biraz yanındaki makyaj masasının üstünde, bir kadının kullanabileceği kadar, hatta fazlası bile olan kozmetik ürünler. Büyük pencerenin yanındaki karşılıklı tekli koltuklar...

 

Muazzamdı. Her detayıyla muazzamdı. Kadın kısaca bana neyin nerde olduğunu anlattıktan sonra dışarıya çıktı ve iki saat içinde hazır olup yemeğe inmem gerektiğinden bahsetti. Son kısmı dinliyormuş gibi yapıp kadını gönderdiğim gibi banyoya koştum. Kokmuştum, çürümüştüm hatta!

 

Banyoya girip kendimi küvetin içine atmam iki dakikamı bile bulmamıştı. Ve devamında derim buruşana kadar suyun içinde kaldım. Bana koyulan sürenin iki katı kadarını banyoda geçirme ihtimalim vardı. Tamam abartmayayım ama net üç saati bulmuştur. Ne yapabilirdim. Kaç gündür banyoya girmemiş su görmemiş bir insan olarak kusmak dışında ve başıma gelen bin bir çeşit saçma sapan uçuk şeyle uğramıştım.

 

Banyodan arınmış ve derimin yarısını oraya bırakmış şekilde mutlu mesut çıkıp üzerimi giyinmek için dolabın önüne geldim.

 

"Umarım Osmanlı devrinden kalma kıyafetler yoktur ya." Diyerek dolabı endişeyle açtım ama çok şükür ki düşündüğüm şey olmamıştı.

 

Kot bir pantolon ve üzerine siyah bir tişörtü geçirdim. Makyaj aynasının önüne gelip saçlarımı taradıktan sonra hafifi bir makyaj yaptım, sırf kireç gibi olan suratıma biraz renk gelsin diye.

 

Maskaramı sürerken kapı çaldı.

 

"Hayret kapı çalma nezaketinden haberleri varmış. Gel." İçeriye giren Akın ve ardındaki iki muhafızı görmezden gelip maskarayı kaldırıp ruju elime aldım.

 

"İki saat sonra olacak olan yemeğe hazırlanışının dördüncü saatindesin." Dedi Akın sakince.

 

İstifimi asla bozmadım. Ruju yavaşça alt dudağıma sürerken "Ee, nolmuş?" Dedim rahat rahat. Aynadan Akın'ın bana inanmayan bakışlar attığını görüyordum ama aldırış etmedim.

 

"Sana iki saat sonra gel demek bir saat elli dokuzuncu dakikasında aşağıda olman gerek demek, farkında mısın?" Dediğinde rujumu dudaklarıma yedirmekle meşguldüm.

 

Buradakilerin saatle dakikayla dertleri neydi?

 

"Beni o sıçan deliğine tıkarken içeride çürümüş olduğumu unuttun sanırım, Akın."

 

"Sana verilen süre bu Eva. Kendi kafana estiği gibi davranamazsın." Rujun kapağını kapatıp bakışlarımı tırnaklarıma indirdim. Mahvolmuşlardı. Banyoda biraz törpülemiştim ama iyi bir bakım şarttı. Makyaj masasının çekmecesini karıştırırken Akına da cevap veriyordum.

 

"Davranırım. Bak çok güzel de davrandım. Daha güzellerini de davranacağım siz bana emir vermeye devam edin." Aradığım oje kırmızıydı ama zedelenmiş tırnaklarımı gizlemek için siyahı seçtim. Siyah beyazın aksine kötülüğü ve kusuru saklamakta ustaydı.

 

Tabi bu her durumda aynı olmasa da.

 

Elime aldığım ojeye garip garip bakan Akın "Ne yapıyorsun?" Dedi. Tüm dikkatimi vererek eğildiğim tırnağıma ojeyi özenle sürmeye başladım. Beni dışarıdan izleyen birisi bomba imha ettiğimi sanırdı, öyle bir ciddiyet kuşanmıştım, ama sadece oje sürüyordum.2

 

"Gözlerinde problem var sanırım?" Dedim kibarlıkla alakası olmasa da kibarca.

 

"Benim gözlerimde bir problem yok ama sanırım senin aklında var?" Tüm dikkatimi yaptığım işe verdiğim için ona dönmedim ama dilim boş duracak değildi.

 

"Benim en azından kafamda problem olacak bir aklım var. Sizde o da yok tespitlerime göre." Elim yatkın olduğu için çabucak diğer elime geçmiştim ama tersime geldiği için biraz zorlanıyordum. Ayrıca elim açlıktan titriyordu ama şu an önemli olan ojemdi.

 

"Senin tespitlerinde bir sıkıntı var o zaman Eva, çünkü başına gelen o kadar şeye rağmen hiçbir şey olmamış gibi oje mi süreceksin?" Dedi şaşkınlığını gizleyemediği sesiyle.

 

"Sürüyorum." Son olarak serçe parmağıma geldiğimde elim çok fazla titremeye başladı. Zaten yüzük parmağımdaki biraz taşmıştı! Taşmış ojeye asla sabrım yoktu. Akın'ın yanındaki muhafıza bakıp, "İki dakika gelir misin?" Dediğimde adam gerildi. Sanki gel iki dakika kafana sıkacağım demişim gibi bir tepki verdi. Bakışları Akını bulduğunda Akın ne yapmak isteğimi merak ettiği için onay verircesine başını salladı. Yanıma gelen muhafıza ojeyi uzattım.

 

"Benim elim titriyor ve taştığında sinirlerim bozuluyor şunu serçe parmağıma sürer misin?" Normalce söylediğime karşılık muhafızın ifadesinde dehşet dolu bir sahne geçti. Hayır, bunda bu kadar şaşılacak ne vardı anlamıyordum. Ojeyi eline tutuşturup parmağımı uzattım.

 

"Eğer taşıyacak olursan seni oje şişesine sokarım, duydun mu?" Muhafız hâlâ bana şaşkoloz gibi bakarken Akın'ın sinirden güldüğünü duydun.

 

"Sen cidden tertemiz delisin. Saatler önce ölümün ucundan kıl payı kurtuldun ve şu an hiçbir şey olmamış gibi tek derdin oje mi?" Onu umursamadan başımda dikilip alık alık bana bakan muhafıza uyarı dolu bir bakış attım.

 

"Bir kere daha tekrar edersem dile döktüklerimi hayata geçiririm." Buz gibi sesimle muhafız bir anda elindeki ojeyle hızlıca önümde eğildi ve dikkatle ojeyi tırnağıma dokundurdu. Nasırlı ellerine yakışmayan ojeyi tutan parmakları benimkinden daha çok titriyordu.

 

"Sen hiç silah tutup ok atmadın mı?" Dedim ters ters. Başını kaldırıp bana bakan adam hem şaşkınlık içerisindeydi hem de öfke.

 

"Ben komutanım." Dediğinde az kalsın kahkaha atacaktım. Koskoca komutana oje sürdüremezsin be Eva.

 

"Eee, o zaman ellerin niye titriyor? Eğitim almadın mı sen?" Kehribar rengi gözleri öfkeyle harlanırken dişlerini sıktığını çene kemiklerinden anlayabiliyordum.

 

"Silah tutmak için aldım o eğitimi oje sürmek için değil!"

 

"Sonuç olarak yetersizsin bebeğim."

 

"Eva Hanım kıpırdamayın şunu süreyim de bitsin bu işkence." Sıkıntıyla ofladım. Becer edip bir parmağıma oje sürememişti bir de kalkmış ben komutanım diyor.

 

Bu olanlara şaşkınca baka kalan Akın ve yanındaki diğer muhafız şok içindeydi. Muhafız Akına doğru eğilip.

 

"O kafadan bir kaçık olabilir mi?" Diye sordu Akın'a duyulabilir bir fısıltıyla.

 

"Vallahi şüphelerim vardı ama artık eminim. Kesinlikle bir kaçık." Dedi aynı fısıltıyla Akın.

 

"Sandığınız gibi sessiz konuşmuyorsunuz. Ve ayrıca siz varken bana delilik de kaçıklık da düşmüyor." Dediğimde tüm dikkatini serçe parmağıma vermiş olan Muhafız kaşlarını çalarak kafasını kaldırdı.

 

"Hareket edip durmaz mısınız Eva Hanım. Süremiyorum." Dediğinde başımı eğip küçük tırnağımda yarattığı kocaman rezalete baktım. Taşırmıştı. Elindeki ojeyi alıp ona ters ters baktım.

 

"Defol git gözümün önünden. Bir de komutanım diye geçiniyor." Homurdanıp ojeyi dikkatle tekrardan parmağıma sürdüm ve kapağını kapatıp yönümü bana öldürücü bakışlar atan üç adama çevirdim. Tüm umursamazlığımla sürdüğüm ojelerimi kurutmak için hafifi hafif tırnaklarımı üfledim.

 

Ayağa kalkıp onların olduğu tarafa döndüğümde dudağının kenarında oluşan kıvrıma anlam veremedim.

 

"Hadi yemeğe iniyoruz." Dedi Akın.

 

"İki saat önce olan yemeğe mi?" Dedim alayla "İtinayla beni bekleyeceğinizi biliyordum. Tabi benim gibi muhteşem bir vasfın yemeğinizi şeref vermesi mükafatını kaçıramazdınız." Akın'ın ve yanındaki iki muhafızın bilmem kaçıncı kez bana uzaylı görmüş gibi bakmasını yok sayarak ayağa kalkıp kapıya yöneldim.1

 

Şaşkınlıklarının dehşete döndüğü o sahneyi arkamda bırakıp yürümeye başladığımda birkaç dakika sonra peşimden geldiklerini duydum.

 

"Biraz olsun kendinden ödün verip en azından saygı duyuyor muşş gibi yapsan ne olur?" Akın'ın sesiyle göz ucuyla arkamdan gelen adamlara baktım.

 

"Vallaha hiç düşünmedim, ne olur?" Derken cehennemin en alt katına kadar inen merdivenleri inmeye başladık.

 

"Her şeyi böyle alaya mı alırsınız?" Dedi muhafızlardan birisi.

 

"Sizi ciddiye almamı beklemiyordunuz her halde?" Bir katı geride bıraktığımızda bir alt katın merdivenine ayak basacakken Akın bizi durdurdu.

 

"Siz aşağı iniyorsunuz. Ben kızı getiririm." Muhafızlar emiri ikiletmedi. Bizden ayrıldıklarında merdivene tekrardan inmeye başlayacaktım ki bileğime dolanmak üzere olan Akın'ın elleriyle kaşlarımı çattım. Ani bir refleksle bileğimi yakalayacak olan eli bileğinden kavradığım gibi hafifçe burktum ama bu canını yakmak için değil onu kendimden uzaklaştırmak içindi. Canını yakmak istesem yakardım zaten.

 

"Akın mısın akar mısın her ne haltsan bilmem ama bana dokunmadan önce iki kere düşün yoksa kemiklerini kırarım." Bileğini yana savurduğum adam bana şaşkınca baktı.

 

"Seni taciz etmek gibi bir derdim yok Eva. Sadece konuşacaktım."

 

"Sınırı aşma, ne yaparsan yap." Akın derince bir nefes çekerek sabır dilercesine başını iki tarafa salladı.

 

"Zarar görmemen için uğraşıyorum ama sen beni çok zorluyorsun." Dediğinde Akın'a doğru döndüm.

 

"Köleniz olmadığım için beni idam edecek olup sonra da dayımla tehdit eden sizler," Dedim ifadesiz tuttuğum yüzüme rağmen sakin çıkmayan sesimle "sizler mi benim zarar görmem için uğraşıyorsunuz? Buna kargalar bile güler Akın."

 

"Zarar görmemen için tek bir sebep vermiyorsun ki bize, Eva? Gözünün biri yere düşse, eğilip almamak için ömür boyu tek gözünle yaşayabilecek bir potansiyelin varken çok zor." Dedi bir şeyleri yola koymaya çalışan bir teşvikle.

 

"Ne yapma mı bekliyorsun benden?"

 

"Sadece dinle." Dedi sormamı isteği şeyi sormuşum gibi aceleyle. "Dinle Eva, yargısız infaz kesme. Ve en önemlisi Afran ve Mihraya karşı söyleyeceğin sözleri önceden düşün ki sonrasında pişman olma."

 

Etrafıma baktım. Sakindi. Kimse yoktu, zaten birisi olsa Akın konuşmak için burayı tercih etmez diye düşünüyorum. Bir adım atıp kafamı dikerek baktım Akına.

 

"Ben pişman olacağım hiçbir şey yapmam Akın."

 

"Ama canını yakacak birçok şey yapabilirsin." Dediğinde alaysı bir gülüş belirdi dudaklarımda.

 

"Sende buraya düşmüş olan zavallı ve korunmaya muhtaç olan o kızın koca yürekli koruyucusu musun?" Alaysı ifademi bozdum.

 

Yüzünde yalana dair bir belirti yoktu ama buradaki nefes alan bir sineğe bile güvencim yoktu. "Canımın yandığı yere kadar varım zaten Akın. Sonrasında beni ararsınız da yerimde yeller esiyor olur." Omuzuna çarparak aşağı inmeye başladığımda derin bir of çekerek arkamdan geldi. Etrafı inceleyerek inmeye devam ettim basamakları.

 

Çok büyüktü burası kesin kaybolurdum.

 

Büyük sarayın içinde nereye geldiğimizi bilmiyordum. Büyük bir kapının önüne geldiğimizde iki tarafında dikilen iki tane muhafız vardı, bizi görünce geri çekildiler ve kapı açıldı. Büyük görkemli bir yemek masasının olduğu oldukça geniş bir odaya adımımı attığımda masanın etrafı kalabalıktı.

 

En baş köşede oturan kişi elbette Arsalın babası Asrındı.

 

Karşılıklı oturan iki kadının yaşı vardı fakat makyajı da vardı. Birbirine kötü kötü bakarlarken benim gelmemle odaklar bana döndü. Karşılıklı oturan kadınlardan birisi Nevsalin annesi olan kraliçeydi. Karşındakinin kim olduğunu anlamak için müneccim olmaya gerek yoktu. İki kadın ve asla birbirini sevmeyen iki kuma görüyordum. Tanımadığım bir adam ve bir kadın daha vardı ama kim olduklarıyla ilgilenmiyorum. Tabi ki masada olmazsa olmazımız. Arsal ve ekibi hepsi oturmuş bana bakıyorlardı. Kralın başında bekçilik eden iki muhafızı saymazsak koca masada bu kadar insan vardı.

 

Arsalın karşısında boş bir sandalye vardı orası da bana ait olmalıydı.

 

Duygu barındırmayan suratıma hiçbir ifade yerleştirme gereği duymadan masadaki boş yere yerleştim. Konuşmadan önümde duran bir bardak suyu tek seferde kafama diktim. Herkes bana bakarken ben yemeğimi yemeye başlamıştım bile. Onları mı bekleyecektim birde? Önümdeki çeşit çeşit yemeklerden kimseye tek kelime etmeden tıkınmaya devam ettim. Bazı yemekler bizim orada da var ama bazılarını kesinlikle ömrü hayatımda görmemiştim. Şüpheli et yememek adına sadece bildiklerimden yedim. Umarım midemin bulantısı ve kusma hissinden bir an önce kurtuldum.

 

Masadaki herkesin bana baktığını hissediyordum ama takmadım. Şu an tek derdim yemek yemekti.

 

Tüm bakışlar eşliğinde karnımı doyurduktan sonra mutlu mesut arkama yaslandım ve hâlâ bana bakan kralımıza rahat bir tavırla döndüm.

 

"Dinliyorum." Tahmin ettiğim gibi masadaki herkes antenlerim varmış garip garip bakıyordu. Hayır ne vardı bu kadar şaşıracak. Hiç mi yemek yiyen insan görmediniz?

 

"Yaptığın saygısızlık cezasız kalmayacak." Yemek yemem neden saygısızlık olduysa?

 

İstifimi bozmadan elimi masanın üzerine koyup eğildim. "Kızımı kurtar kurtar diye bir ton dil döktükten sonra beni o deliğe tıktırmanız kadar mı saygısızlık? Hiç sanmıyorum." Dediğimde arkamdaki hareketlenme muhtemelen bana vurmak için gelen muhafızlardan birine aitti. Karşımdaki Arsal elini kaldırıp arkama bir işaret verdiğinde muhafız el mecbur uzaklaşmak zorunda kaldı.

 

Vurabilir tabi sonrasında elini kullanmak istemiyorsa

 

"Saygı çerçevesinde konuşmanı tavsiye ederim Efnan. Yerini bil." Karşımda gözleriyle ateş saçan adama sakince baktım. Sakindim çünkü insanları asıl delirten sakinliğim ve rahatlığımdı ve ben bunun pek âlâ farkındaydım.

 

"Saygıdan bahsetmek sizin gibi saygısını nereye koyduğunu bilmeyen insanların ağzına asla yakışmıyor, Karahan. Bana karşı olan tavırlarınıza saygı katmadığınız müddetçe benden alacağınız saygı bana verdiğiniz kadar olacak." Boynunda atan damar ve seğiren çenesine bakılırsa dişlerini sıkıyordu arkadaş.

 

Ne kadar umurumdaydı? Hiç.

 

Tekrardan krala döndüm, "Dinliyorum" dedim yeniden.

 

Kralın başında bekleyen adamlardan birisi izin isteyip konuşmaya başladı. "Afran efendimizin kızı Mihra ise kardeşinin. 3 yıl önce Afran ve Mihra saraya gelirken yolda bir saldırıya uğradılar ve Puskan tarafından kaçırıldılar-" lafının yarıda kesmesinin sebebi benim araya atlamamdı.

 

"Milyon tane askeriniz var, bana mı kaldı onları kurtarmak?" Haklıydım yani, adamın bir saray dolusu muhafızı var gelmiş bana kızımı kurtar diyor.

 

"3 yıldır onların uğruna kaç bin tane büyücüyü, muhafızı, ve daha bir çok adamımızı kaybettik. En büyük kayıplarımızdan birisi de Mihranın abisi Arın oldu." İlk defa kuşandığım alaydan sıyrılıp dinledim onları ama bunu fark etmeyecekleri kadar ifadem düzdü.

 

"Üç yıldır belli bir yerde mi alıkoyuluyorlar?" Soruma Arsal cevap verdi.

 

"Sürekli yer değişimi yapıyorlar." Bunu söylerken masadaki eli yumruk olup sıktığını gördüm.

 

"Başaramazsam?" Sonuçta kaç kişi gitmiş kurtaramamıştı.

 

"Baş büyücü kostan ihtimaller üzerinden gidip de kralımızın hükmüne baş kaldıracak birisi değil. Eğer gelip bunu söylediyse vardır bir bildiği. Bu güne kadar giden herkesin başaramayacağını o kızları kurtaracak kişinin bu dünyada var olmadığını söylemişti." dedi Akın.

 

Allahım yine dünyayı kurtarmak bana kaldı. Boku yemiştim bir kere yemeye bari işime geldiği gibi olacaklara ön göreyim.

 

"Şöyle anlaşalım o zaman." Diyecek oldum Mavi sözümü kesene kadar.

 

"Anlaşma yapabilecek bir konumda değilsin kızıl şeytan." Tek kaşım engel olamadığım bir şekilde havalandı.

 

"Söz konusu senin kanından olan birisi değilse, bana hangi konumda olduğumu söyleyecek konumda olmayan kişi de sen olursun, sarı." Dedim ve bakışlarımı karşımda pür dikkat bana bakan adama diktim.

 

"Eğer beni tekrardan o deliğe tıkmaya kalkarsanız istediğiniz hiçbir zaman olmaz ve o iki kız orada ölse bile kılımı kıpırdatmam. Eğer bir kere daha koşul olarak Yosunu önüme sürerseniz önünüze serilecek olan tek şey koltuğunuzun altında taşıdığınız kafalarınız olur." Dirseğimi dayadığım masada herkes bana öyle garip öyle şaşırmış bakıyordu ki bir an açıkta kalan bir yerim mi var diye üzerime bakmak istedim.

 

"Bizi bizim ülkemizde kendi sarayımızda ve yemek masamızda tehdit edebilecek kadar ileri giden birisi ya kanına susamıştır ya da yürek yemiştir. Yürek mi yedin?" Nevsalin annesi öfkeyle konuştuğunda düşünür gibi yaptım.

 

"Aslında bakarsanız yürek sevmem et dışında hayvanın diğer organlarıyla ilgilenmiyorum." Millet bir kere daha bana uzaylı görmüş gibi baktığında masadan tüm rahatlığımla kalktım.

 

Onlara göre haddimi aşıyor olabilirdim ama benim gözümde onların bir haddi yoktu ki aşacak bir şey yapayım. Çıkış kapısına tek başıma ilerlerken arkama dahi bakmadım fakat sırtımı delip geçen öfkeli bakışların pek âlâ farkındaydım.

 

"Bu kız ağır bir cezayı hak ederken elini kolunu sallaya sallaya kalkıp gidiyor." Sesi tanımıyordum ama büyük ihtimal kralın kumalarından biriydi.

 

"Resmen ipin ucunu bize takmış istediği gibi sizi yönetebileceğini sanıyor. Kralım bu kızı öldüremeyiz ama böylece bize ahkam kesmesine göz mü yumacaksınız." Kralı dolduran kumalara göz devirdim. Hangisi Arsalın annesi bilmiyorum ama az kalmıştı

"Lan şu ananı sustur gelip silerim ha-" dememe.

 

"Tövbe tövbe tövbe. İmana dön putperest pezevenk!" İç sesime kaşlarımı çattın.

 

"Silerim dedim ha, sikerim mi dedim sanki!"

 

"Şu an ne dedin?" Sabır dileyerek iç sesimi bastırıp kapının önüne gelmiştim ki bu tarafta da bekleyen iki muhafız vardı. Tamam diğer tarafta var da bu tarafta niye var? Resmen bir kapıyı önlü arkalı dört muhafız koruyordu. Onlara baktığımda hiç kıpırdamadan karşıya bakıyorlardı.

 

"Vay amına koyayım iş ciddiyeti işte." Diye homurdandım. Birisi kolumdan tuttuğunda şaşkınca arkamı döndüm çünkü kimin çıt ses çıkarmadan bu kadar hızlı peşimden geldiğini görmek istedim. Kolumu tutan adam diplerinde ölümü gizlediği okyanuslarını kan gözlerime mıhladığında yutkunma ihtiyacıyla boğazım karıncalandı ama kendimi tuttum.

 

"Canın her istediğinde postayı koyup kıçını dönerek gidemezsin." Dedi sakin sesine gözlerindeki ölüm yansıyordu.

 

Adamın bakışlarından bile tir tir bacağı titreyenlerin aksine başımı dikip meydan okuyan gözlerimi gözlerine sabitledim.

 

Geri adım mı?

 

Mümkün değildi.

 

"Şu an yaptığım gibi mi?" Dedim samimiyetin emaresi olmayan bir gülümsemeyle.

 

"Sana tanıyacağım tek bir tolerans bile kalmadı. Şansını daha fazla zorlayıp beni yapmak istemediğim şeylere teşvik etme." Üzerime doğru eğilip yüzlerimizi hizaladığında tüm gözler üzerimizdeydi ama biz sadece nefretle bakıyorduk

 

Onun gözlerinden benim kızıllarıma dökülen öfke ve nefret.

 

Benim gözlerimden onun okyanuslarına karışan nefret ve kin. Evet ona karşı içimde oluşan kin gün gün değil saatin içinde sakladığı dakikalar kadar çabuk geçip büyüyordu.

 

Beni buna iten ise sözlerinin yanı sıra bir suç işlemişim gibi bakan gözleriydi.

 

"Hiç kimse kimseyi istemediği bir davranışa teşvik etmez kralın oğlu. Eğer istiyorsan yaparsın." Dedim gözlerinden daha donuk bir sesle. Kişisel alanımı ihlal eden sıcak nefesi yüzüme tatlı bir rüzgar gibi çarpmaya başladığında bile bakışlarım değişmedi.

 

"İstediğim şeyi yapsaydım şu an nerede olurdun kim bilir?" Bakışlarım alayla kısıldı. Üzerimizdeki meraklı bakışlar şu an silinmiş gibi yoktu. Aslında vardı ama şu an sadece ben o nefret ve kin vardık. Sadece biz dördümüz.

 

"İster sultan ol ister kral ister Şah ol ister padişah ama şunu bil Karahan kız kardeşinin canının sende bir değeri varsa benimle iyi geçinmek zorundasın." Elimi kaldırıp işaret parmağımla göğsüne bastırdım. "Mecbursun kralın oğlu, bana mecbursun."

 

Her şey çok saçmaydı. Buraya düşmem sürgün edilmem esir alınmam Toprak'ın olmaması annem ve babamın bir anda toz bulutları içinde yok olması, büyücüler, krallar, vezirler, konuşan hayvanlar ve bitkiler her şey o kadar akla mantığa ters, gerçek hayatta olanaksızdı ki başıma gelmese de biri gelip bana sen birkaç gün sonra bunları yaşayacaksın dese yemin ederim yedi ceddine baştan ayağa giydirirdim ama şu an her şey gerçekti!

 

Başka bir ülkedeydim. Başka bir evrendeydim. Sürgün edilip esir olmuştum. Otla bitkiye konuşmuştum. Şu an bir saraydaydım.

 

Her şey, herkes karşımdaydı. Eğer olanlar aklımın bana oynadığı zalimce bir oyun değilse her şey kanlı canlı karşımda nefes alıyordu

 

Hepsi gerçekti.

 

En çokta bakışlarıyla bana ifadesizliğin tehdidini sezdiren adam... o gerçekti.

 

Gerçek olamayacak kadar acımasız.

 

Hayal edilemeyecek kadar güzel.

 

Eğri oturup doğru konuşalım çünkü bu adamdan her ne kadar nefret etsem de göz ardı edemeyeceğim bir yakışıklılığı vardı.

 

O kibirliydi, o vicdansızdı o ilk defa tanıyıp birkaç saat içinde hüküm verip nefret beslediğim tek insandı.

 

Parmağımı göğsünden indirip bakışlarımı sonsuz gibi olan okyanuslarına daldırdım. Kokusu burnuma nüfus ediyor ciğerlerimde can buluyordu. Denizin ferahlatıcı kokusu dört bir yanımı sardığında dudakları bana karşılık konuşmak için aralandı.

 

"Birbirine mecbur olan insanlar birbiriyle iyi geçinmek zorundadır Efnan. Hele ki korku duygusunu dahi bilmemesine rağmen canı kadar sevdiği birisine zarar gelmesini istemiyorsa." Toprak'ın canına karşı alttan alta imayla verdiği tehdidine bozulmadım.

 

Hatta aynı ayarda ona geri iade ettim

 

"Biriside kaybettiği vicdanına rağmen canından çok sevdiği kişiye zarar gelmesini istemiyorsa eğer."

 

Gözlerimden gözlerine atılan ok okyanuslarında boğuldu, onun kan kırmızısı irisime vurduğu hançer ise kanımda kayboldu.

 

Mavinin kırmızıyla çarpıştığı bu savaşta en büyük yarayı ruhlarımız aldı ama biz bunun farkına o an için varamadık.

 

Herkesin bildiği ateşin suya karşı, suyun ateşe karşı olan düşmanlığından daha büyük bir nefret doğacak diye efsanelerde bahsedilir

 

İşte doğdu.

 

Öfke kine, kin ise nefrete gebe kaldı.

 

Hepsi ön görüleni doğurdu ama kim derdi ki bir gün okyanusun kana savaş açacağını?

 

Kim bilebilirdi ki suyun ateşle birleşip öfke doğuracağını ve kanın karşısına bir düşman gibi dikileceğini?

 

Ateş ve su birbirine yenilmiş iki element en sonunda birleşmiş birlik olmuşlardı.

 

Peki okyanus ve kan?1

 

Onların savaşı?

 

İşte orası meçhul, cevabı bilinmeyen bir akıntıydı.

 

○🤍Bölüm sonu🤍○

 

Bölümü nasıl buldunuz canlarım?

 

En sevdiğiniz sahne hangisi oldu?

 

Sizi en çok üzen kısım hangisiydi?

 

Eva ve Arsal arasındaki gerilim sizce daha ne kadar büyüyecek?

 

Akın hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Mavi ve Elyesa hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Nar için düşünceleriniz neler?

 

Yıldızın üzerine basmayı unutmayın canlarım.🌹

 

Instagram hesabım sadecesu4_ 'ü takip ederek gelecek bölümler ve gelişmeler hakkında daha fazla bilgi sahibi olabilirsiniz canlarım🥰

 

Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi ve fikirlerinizi mutlaka yorumlarda, satır 🌹aralarında bekliyor olacağım🌹3

 

🤍Hepinizi çok seviyorum🤍

 

🌹Kendinize dikkat edin🌹

 

❤Çokça kalpp❤

 

 

Bölüm : 13.12.2024 02:06 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...