
Bakışlarım ona döndü, yüzünü bir süre inceledim. Evet, halim yoktu. Bacaklarım bedenimi taşımakta zorlanıyordu, sargılı tenim hala sızlıyor fiziksel ağrılardan çok kanayan ruhum beni yoruyordu ama hala dikkatim açık, şuurum yerindeydi. "Eksik anlattın." Dedim, gözlerine bakarak, dolmayan bir boşluk vardı. "Evet, dediklerin doğru ama eksik anlattın. Bir şeyleri, bazı yerleri atladın. Neden?" Bu sefer şaşıran taraf o oldu.
"Bazen ölülerin de susması gereken yerler olur, Eva." Güldüm. Toprağa düşmüşler konuşamazdı zaten.
"Hani ölüler özgürdü? Neden susuyorsun o zaman?"
"Bazen ölüler de tutsak olur." Yavaşça mezarının olduğu yere doğru adımladım.
"Peki ya ölüye tutsak olursan?" Dediğim de başını yana yatırıp gülümsedi.
"Ya ölür tutsak olursun ya da ölüye tutsak olursun, Kırcalı prensesi. Eğer ikisine de mahkum değilsen işte gerçekten yaşayanlardansın demek." Son kez ona baktıktan sonra mezarların içinden geçip uzaklaşmaya başladım. Bir şeyler söylediler, konuştular, aşağıladılar mı yoksa övdüler mi bilmiyorum lakin yine kalbimin ortasında bir sızıyla mezarlığın kapısına geldim. Kan yoktu bu sefer ama öyle bir boşluk vardı ki sanki ben doldurmak istedikçe o eksiliyordu, ben çabaladıkça o kaçıyordu... Kapının paslı demirine tutunduğumda derin bir nefes verdim.
"Neden her seferinde aynı yer acıyor..." Diyen sesimi kulaklarım duyunca farkına vardım, söylediğimin. O kadar gürültünün içinde küçük bir mezardan gelen sesi işitmeyi kabul etti zihnim
“Çünkü oradan kaybettin.”
Büyük demir kapıyı açtığımda ay bile artık bulutların ardına gizlenmişti. Sanki o bile yolumu aydınlatmak istemiyordu. Etrafta uçuşup duran perilerin kanatlarından dökülen ışıklı tozlar, yolumu görmemi sağlıyordu.
Başımı gökyüzüne çevirdim.
Ay bile ışığını çekse, aydınlığı bulacaktım.
Karanlık zift de olsa yolumdan şaşmayacaktım.
Yol çok uzun ve zor olacaktı ama ben yapacaktım. Sadece bunu biliyordum; nasıl yapacaktım, nasıl olacaktı bilmiyorum ama bir şekilde olacaktı.
“Eva,” dedi, kapıdan çıkmadan önce.
“Kırcalı’ların sarayına yolun düşecek ama onlara güvenme. Arkalarından git ama önlerinde durma, sırtına bıçak saplarlar. Kanları seninle bir ama asla sen değil, bunu sakın unutma. Sağına ve soluna kimi alacağını sen iyi bilirsin. Ayvaz’a ve Kasırga’ya güven. Onlardan zarar gelmez.”
Arkamı dönmedim ama onu dinlediğimi biliyordu. Hiçbir şey söylemeden, tüm gürültünün içinden mezarlığın kapısını kapatıp tekrardan yıkılmış olan köyün içinde yol aldım.
Kafamı her şeye kapattım, tüm düşüncelerime rest çektim tek bir kelime bile düşünmek istemiyordum.
Tek bir plan ya da oynadığım kumarın ihtimallerini düşünmek istemiyordum.
İpsiz, sapsız, yolsuz gibi, sadece köyün içindeki eski parkelerden döşenmiş olan yoldan yürümek istiyordum. Onların bile ahı gitmiş, vahı kalmıştı. Birkaç peri etrafımda uçuşuyor, bir şeyler söylüyor, farkında olmadan yolumu aydınlatıyorlardı; fakat buna bile tepki vermiyordum. Köyün meydanına geldiğimde bakışlarım etrafımda oyalanıp durdu. Eski esnaf rafları, parçalanmış, eskimiş tenteler, devrilmiş bakır taslar, tepsiler, seyyar satıcıların kırık dökük ekmek tekneleri… Hepsi bir zamanlar birilerine aitti, lakin artık yerle bir olmuştu. Meydanın ortasında olan, içi oyulmuş kütüğe bakarken hatıralarımdan sisli, buğulu şeyler yükseliyordu; ama tam olarak seçemedim. Kütüğün içi çürümüştü; lakin bir zamanlar pınardan içine su dolduğu ve köyün ortasında güzel bir görüntü verdiğini hayal edebiliyordum.
Sargılarımın altında ki tenim sızlasa da umursamadan meydanın ortasından uzanan hafif yokuş yola doğru ilerledim.
Tamamen yok olmamış ama bitik bir yerdi. Acaba hangi hatıralara ev sahipliği yapıyordu. Bu yollardan hangi çocuklar, hangi aileler, hangi aşıklar geçip gitmişti. Belki de mezarda yatanların bir çoğu buradan amansızca geçip gitmiş, kimisi kafasını kaldırıp güzelliğiyle mest olurken kimisi sadece bakıp geçmişti.
Yan yana duran ahşaptan esnaf dükkanlarını benzeyen küçük kulübelerin yanına gelince duraksadım. Zihnimde ki toz tutmuş raflara birisi üfledi sanki ve o toz rüzgara karışıp yitip gitti. Bakışlarım iki dükkan arasından geçen o küçük boşluğa takıldı, yukarıdan aşağıya sarkan çürümüş, pul pul olup dökülmüş olan halıya bakarken yine bir kıpırtı oldu içimde.
Duraksadım, ben neden sanki daha önce bu yollardan yürümüş gibi hissediyordum.
Çürümüş halı ve kopup aşağıya sarkan halatların, iplerin arasından geçip o küçük boşluğa girdim. Her yer çok karanlıktı; lakin merakla arkamdan gelen perilerin kanadından dökülen toz bana bir aydınlık veriyordu, ama yeterli değildi. Yine karanlıktı.
Etrafa baktıkça başıma giren ağrının sebebini anlayamadım. Sanki çok derinlerde gömülü bir şeyler var ve onlar çıkıp kendini göstermek için bana acı veriyordu. Ne yaparsam yapayım, tek bir parça bile kopup gelmedi; ne hatırlamam gerektiğini bile bilmeden zihnimi zorladım. Bakışlarım nedensizce ahşapta dolaşmaya başladı; bulutların arasından çıkan ay ışığı, bana bir şeyler göstermek ister gibi, tahta kırıklarının, yıkık dökük molozların arasından kulübenin ahşap duvarına doğru yansıdı.
Perilerin sadece önümü gösteren ışığı bana net bir görüntü sunmuyordu lakin ayın vurduğu ahşap duvarın üzerinde bir şeyler yazıyordu.
Yavaşça oraya ilerlediğim de bakışlarım yazılarda takılı kaldı. Olduğum yerde taş kesildim.
Bıçakla ya da çiviyle, bilmiyorum fakat bir şeylerle kazınmış bir kaç kelime vardı.
Kan gözlü kız
Kralın oğlu
♡
Kan gözlü kız...
Kralın oğlu...
Altında da minik bir kalp.
Elim ben farkında olmadan minik kalbin üzerine doğru çıktığında göğüs kafesimde ki sargının bile titrediğini hissettim hızından.
...
Köyün çarşısına doğru ilerlerken yanımda sürekli söylenen Toprak’tan kaçmak için o farkına varmadan yönümü değiştirmiştim.
Başımı beynimi yiyordu!
Sebebi ne? Kıskançlık!
Dayım resmen kıskançlık krizinin eşiğindeydi, inanılır gibi değil!
Adımlarım eski parkelerin üstünde sakince ilerlerken köyün çoğunluğu pınarın başında kavga ediyordu. Burada su savaşları vardı. Kıkırdadım. Aslında yoktu lakin çok değişik bir köydü ve sürekli birbirlerine giriyorlardı lakin en ufak bir şeyde nasıl kenetlenmesi gerektiğini iyi biliyorlardı.
Sakince ilerlerken kolumun üstünde hissettiğim elle hızla döndüm lakin beni tutan kişi daha hızlıydı, iki kulübenin arasında ki kuytu boşluğa çekildim. Yüzüme çarpan halının ardından öfkeyle kaşlarım çatıldı ve beni çeken kişi görüş açıma girdi. Keşke girmeseydi!
Okyanus gözleri gözlerime değdiği ilk an kalbim yerinden sıçradı. Hadi ama! Bunları konuşmuştuk kalbim, salak salak iş yapmak yoktu!
Ama dinlemedi, anında ritminden şaştığında kolumu tutan eli hızla kendimden uzaklaştırıp ona çatık kaşla baktım.
"Siz!" Dedim sinirle, sırıttı. Arsızdı!
"Biz?" Deme yüzünü gösterdi bir de utanmadan.
"Sizin yüzünüzden saatlerdir Yosunla uğraşmak zorunda olduğumu görmüyor gibi davranmayın!" Başını yana yatırıp gülüşünü genişletti. Bu adam millete nemrut gibi bakarken niye sürekli bana gülümsüyordu!
"Neden uğraşıyorsun ki? Kocaman adam sonuçta?" Ellerim sinirden titrerken ne diyeceğimi bilmiyordum artık. Bana gülümsüyordu, yakındı, iyi davranıyordu, hiç çekinmeden bana iltifat edebiliyordu ve Toprak'ın çıldırmasını umursamadan beni düşünüyordu!
Biz buraya bunun için gelmemiştik!
Derin bir nefes aldım, çenemi dikip ona baktım "Neden böyle davranıyorsunuz!" Diye çıkıştım.
"Nasıl davranıyormuşuz?" Dedi, utanmadan dalga geçerek! Son zamanlarda bana karşı aşırı rahat oluşu ve açık sözlü hali sürekli beni bozguna uğratıyordu. En kötüsü buradan arşa çıkan dilim o konuştuğunda lâl oluyor, bir de üstüne kızarıp kalıyordum. Üzerime doğru bir iki adım attığına kalbim bir kere daha yerinden sıçradı. Farkında olmadan gerileyen vücudumu gördüğünde dudağının kenarında oluşan kıvrım elimi ayağımı birbirine dolaşmasına sebep oluyordu.
"İşte böyle." Dedim, o üzerime geldikçe geriye kaçarak. Toprak çıldırmakta haklıydı!
Bizi burada basarsa olacakları düşünemiyorum!
"Nasıl?" Dedi gözlerime yoğun bir ifadeyle bakarken. Hipnoz olmuş gibi derin okyanuslarından başka yere bakamıyordu gözlerim.
"Yakın..." diye fısıldadım, sırtım arkamda ki satıcının ahşap tahtadan olan duvarına çarptı. Kuytu köşe sayılırdı olduğumuz yer, insanlar gelip geçiyordu lakin bu tarafı görmüyordu. Birisi var mı diye başımı çevirmiştim lakin bir anda kokusu başımı döndürecek kadar yakınımdan geldiğinde iki elimi de arkaya yapıştırıp şaşkın gözlerle dibimde ki adama baktım.
"Böyle bir yakınlıktan mı bahsediyorsunuz, Kırcalı prensesi?" Dediğin de sesinde ki tını tüylerimi diken diken etti. Bu adam beni nasıl etkileyeceğini çok iyi biliyordu!
"Dayım sizi öldürecek." Dedim zorlukla konuşurken. Gözlerinden kaçmak için başımı eğdiğim de çenemin altında hissettiğim sıcacık teniyle, karnıma kramplar girdi heyecandan. Parmağıyla başımı kaldırıp üzerime doğru eğildi, yüzlerimiz aynı hizaya geldiğinde dilimi yuttum sandım.
"Öyle mi dersin?" Dedi etkileyici bir sesle. "Başımı bu denli döndürüyor oluşunuza da bir ceza verir mi sizce?" Birisi sana sizli bizli konuştuğunda alev alev yanacaksın dese inanmazdım lakin şu an yanıyordum.
"Siz bana asılıyorsunuz?" Dedim sinirle, güldü.
"Bunun neresi yanlış?" İnkar da etmiyor, çıldıracağım!
"Neresi doğru!" Sitemkar sesimle, başını yana eğerek sadece bana bakarken yüzünden eksik olmayan gülüşünü derinleştirdi. Bakışları bir an dudaklarıma kaydığında nabzım şahlanıp bedenimi terk edecek sandım, şükür öyle olmadı.
"Neresinin doğru olduğunu göstermemi ister misin, Kan gözlü kız?"
"Neresinin doğru olduğunu ben zaten çok iyi biliyorum, Kralın oğlu!" Elinin birisini başımın yanında ki ahşaba yasladığında üzerime biraz daha eğildi, yutkunup ona kocaman olmuş gözlerle baktım. Ne uzak dur diyebiliyordum ne de ben uzak durabiliyordum. Aramızda olan lanet çekim bir türlü son bulmuyordu. Teni tenime dokunduğunda oluşan elektriği tüm hücrelerimde hissediyordum. Yoğun bakışları yüzümün her bir miliminde dolaşırken arkadan bağıran Toprak'ın sesiyle alt dudağımı ısırdım, bizi bu halde basarsa gerçekten onu öldürürdü!
"Amına koyduğumun iti neredesin!" Diye çok kibar bir çağırı da bulunan dayıma kıkırdadım. Arsal ters ters sesin geldiği yöne baktı.
"Sanırım sizi çağırıyor."
"Fark ettim." Dedi aynı terslikle. Kıkırtım büyüdüğünde bakışları bir bana bir yan tarafa kayıyordu. Şüpheyle gözlerimi kıstığımda dudaklarını büzüp omuz silkti suçsuz bir çocuk gibi.
Bir adım öne çıktığımda ona daha çok yaklaştığımın farkındaydım fakat merakım her seferinde ağır basıyordu.
Ahşap tahtanın üstüne kazınmış olan isimleri gördüğümde ise gözlerim şokla irileşti.
Kan gözlü kız
Kralın oğlu
♡
Bunu az önce elini oraya götürdüğünde yapmıştı! Yuh. Şaşkın gözlerle bir ona bir yazanlara bakıyor olmam onu oldukça eğlendiriyor olmalı ki gözlerine keyifli bir ifade yerleşti.
Bir de kalp koymuştu! Sanırım benimki aşırı atmaktan yerinden düşmüştü, orada olan kalp bana ait olmalıydı! Kalbimi istiyordum, başlarım böyle işe!
Nabzım son hız attığında yanaklarıma oturan pembeliğin farkında olmak çok kötüydü.
Küçücük bir hareketti lakin içimi kıpır kıpır etmeye yetiyordu.
"Kralın oğlu, kan gözlü kız. Lâl gülü, vicdansız prens. Efnan, Karahan." Bakışları yüzümün her zerresinde dolaştı. "Sıfatlar hep değişiyor lakin kişiler değişmiyor, güzel Eva." Yüzüme gelen saçımın bir tutamını kulağımın arkasına sıkıştırırken üzerime doğru eğildi.
"Fark ettin mi? İsimler dönüşüyor ama kalp de ruh da hep aynı."
...
Zihnimin dibinde bucağında saklı olan bir şeyler vardı. Neydi bilmiyorum ama sürekli pusun ardından bir şeyler görüyordum ama hiçbiri net değildi.
Yutkundum.
Tek bildiğim ve emin olduğum bir şey varsa, ben bir zamanlar yine bu topraklara ayak basmış, yine aynı kişilere düşman olmuş ve yine aynı adama tutulmuştum...
Senaryo değişiyordu lakin kader hep aynıydı.
Neden...
🦋🦋🦋
Bir kaç gün sonra bölüm sizlerle bebeklerim❤️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.79k Okunma |
548 Oy |
0 Takip |
24 Bölümlü Kitap |