
GÜNEŞİN ÇOCUKLARI
05.02.2025
24. BÖLÜM
İHANET
"Yeni bir yara açma demek için çırpındı içimdeki çocuk ama dışımdaki katil bir kez daha içimdeki çocuğu susturdu..."
🍷
https://open.spotify.com/playlist/2bsXO1RcwVJE920mmQrD6x?si=mn11vVWLR82CCzyqgb0-6Q
Güneşin Çocukları yazmanız yeterli
🍷
Milat...
Bugünü kelimelere dökmem istense kullanacağım tek kelime bu olurdu. Milat. Bugün benim miladımdı çünkü. Aylardır yapmak istediğim ama kendimi sürekli geri ittiğim isteği sonunda kabullenmiş, zihnimdeki şeyleri hiç vakit kaybetmeden uygulamıştım.
Kendimce aylardır bir hapishaneden farksız olarak gördüğüm yetimhaneden kaçmıştım bugün. İlk kaçışımdı. Birçok şeyi kabullenmiştim en sonunda. Yetimhanede ki tek kardeşim olan Zülküf'ün sözleri beni daldığım derin bir uykudan uyandırmıştı sanki.
Öncesi demişti bana...
Hayatının öncesinde, senin öncen kimse ailen onlar demişti bana. Gücün yetiyorsa gitmen gerekende onlardan başkası değil demişti.
Herşeyi göze alıp çıkmıştım bugün o duvarların ardından. Zülküf'ün yüzüme doğru haykırıp bana bağlanma demesi bir bahaneden ibaretti benim için. Kardeşlerimi bulacaktım. Ökten'i, Aram'ı hatta Mazhar'ı. Tek istediğim sadece yıllardır birlikte olduğum insanlara kavuşmaktı.
Ama hiçbir şeyin böyle olacağını düşünmemiştim. Hiçbir şey beklediğim gibi değildi. Olması gerektiği gibi gitmiyordu. Zira ben şu an kardeşlerimi aramak yerine bir ağacın gölgesinde saklanmış, bir çocuk parkını izliyordum.
Ben çocuk parklarından nefret ederdim...
Ben annesi olan çocuklardan nefret ederdim...
Ben çocuklarının yanında olan annelerden nefret ederdim...
Zihnimdeki kirli düşüncelere sinirle gülerken ellerimle saçlarımı dağıttım. Kendimi nefret denilen bu duyguyla avutmaya çalışsamda aslında herşey alelen ortadaydı.
Hepsini kıskanıyordum...
Sıkkın bir nefes vererek etrafıma baktım kısaca. Gelen giden yoktu. Tekrar önüme dönüp karşımdaki görüntüyü izlerken kendimce bu durumu yorumlayıp duruyordum. Anlam veremiyordum. Anlam vermek istemiyordum.
Yetimhaneden çıkar çıkmaz yapmam gereken ilk şey Ökten'leri bulmaktı ama nereye gideceğimi bilmiyordum. Bunun farkına varır varmaz da şu an olduğum yerde dikilmiş, karşımdaki parkı uzaktan uzağa izliyordum. Görmemek için aynı sokaktan geçmeyeceğim bir parkın karşısında dikilmiş, saatlerimi harcamıştım.
Bir çocuk için...
Aldığım nefes ciğerlerimin ağırmasına sebep olurken yolu kontrol edip hızlı adımlarla yürüyerek karşı kaldırıma geçtim. Beklemek yoruyordu. Yanımda kızıyla beraber kum havuzunda oynayan kadını görmezden gelirken ayaklarımın önüne düşen oyuncak kovayı ayağımla itekleyip bir kez daha onlara bakmadan yürümeye devam ettim. Hedef belliydi.
Aramızda on adım kadar mesafe bıraktıktan sonra onun beni fark etmemiş olmasından cesaret alarak karşımdaki çocuğu izlemeye devam ettim. Oturduğu ahşap bankın en ucuna ilişmiş, omuzlarını düşürmüştü. Dokunsam banktan düşecek gibi duruyordu ama anlaşılan o bunu umursamıyordu.
Simsiyahtı. Üzerine giyindiği siyah kumaş pantolon ve siyah sweatshirt ile tamamen siyahlara bürünmüştü. Sweatshirtin boğazında ki küçük fermuar kısmından gördüğüm kadarıyla beyaz tişörtü haricinde herhangi bir renk yoktu üzerinde.
Kulaklarına taktığı kulaklığın kablosunu zar zor fark edebildiğimde gözlerim bu defa yüzünde gördüğüm siyah maskeyle istemsizce homurdandım. Bu çocuk ne diye bu kadar karalara bürünmüştü ki yani?
Uzaktan uzağa onu izlemeye son verip kalan adımları da hızlıca bitirip bankın diğer ucuna bıraktım küçük bedenimi. Oturmamıştım. Tıpkı o gibi bir fazlalıktım çünkü bende burada. Tek bacağım banktan taşarken kalçamın bile sadece yarısı bankın tahta yüzeyine temas ediyordu.
Konuşmak yerine yüzümü ona doğru çevirip yan profilden onu izlemeye devam ettim. Büyük ihtimalle onu izlediğimin farkındaydı ben buraya gelmeden öncede. Bu yüzden beni yadırgamıyordu. Bunun bilincinde olarak tasasızca izlemeye devam ettim.
Siyah saçları alnından aşağı dökülürken bana bakmasını bekledim ama gözleri inatla beni bulmadı sanki. Benim yerime izleyecek başka bir şeye sahipti çünkü. Tıpkı geçtiğimiz bir saatte olduğu gibi. Onun izlediklerini görmezden gelip ona bakmaya devam ederken gözlerimi kısıp onu baştan aşağı süzdüm.
Garip bir şekilde onu burada bırakıp gitmek istemiyordum. Gözlerinde ki kırgınlığı fark etmiştim çünkü. Kimsesiz olduğunu dili olmasa bile gözleri acıyla anlatmıştı bana. Yolun diğer karşısında onu izlerken birkaç kezde olsa bana kayan bakışları şimdi benden kaçıp kendini gizlerken derin bir nefes alıp elimi yüzüne doğru uzattım.
Gözleri ona doğru uzanan elimi bulduğunda bedenimi öne doğru eğip kulaklıklardan birini aldım. Eğdiği başından elimin her hareketini dikkatle izlediğini biliyordum. Aldığım siyah kulaklığı düşünmeden kulağıma taktıktan sonra tekrar eski pozisyonuma geçip sırtımı banka yasladım.
Şarkı dinlemezdim ben. Bildiğim tek şarkılar dadım Evelyn ile ettiğimiz danslarda belli bir ritim tutturabilmek için çalınan melodilerden, parçalardan ibaretti. Şimdide ne kulağımda can bulan şarkının melodisini tanıyordum, nede o melodiye eşlik eden sesi. Söylediği kelimler içime işlerken yanımdaki çocuğa bakmayı keserek onun baktığı yere çevirdim gözlerimi.
"... Uçurtmam tel örgülere takıldı,
Hani benim gençliğim anne..."
Şen kahkahalarıyla parkı dolduran kadının yanındaki çocukla nasıl ilgilendiğini izledim buruk bir şekilde. İzlemezdim. Bakmazdım. Tenezzül dahi etmezdim görmeye ama izledim. Kulağımdaki şarkıyı seslendiren adam her anne dediğinde yanımda oturan çocukla beraber iç çekerken izledim sadece.
Bir annenin, evladını nasıl sevdiğini.
Annenin nasıl olduğunu...
Annesi olan bir çocuğun yüzündeki gülümsemeyi...
"Hani benim sevincim nerede?
Bilyelerim topacım?
Kiraz ağacında yırtılan gömleğim,
Çaldılar çocukluğumu habersiz..."
"Acıyor..." Duyduğum sesle transtan çıkmış gibi irkildiğimde yanımda oturan çocuğa baktım. Doğru duyup duymadığımı anlamaya çalışırken maskenin altından çıkan tarazlı sesi bir kez daha "Acıyor..." Diye fısıldadı. "Geçer mi?" Gözleri ilk kez beni bulduğunda 'Evet'dememi ne kadar istediğini gördüm kızıl harelerinde. Konuşmadan sadece gözlerini izlerken tek odağım gözlerindeki eşsiz renk tonuydu. O karşımda bana bakıp geçer dememi beklerken gözlerimi ondan bir an bile çekmeden "Geçmez..." Dedim olduğu gibi.
Kimseye boş umutlar verip geçer diyemezdim. Yüzündeki acıyı görmüştüm belki ama gözlerindeki acıda can verir gibiydim. Acısı ruhunu kemirirken geçer deyipte kimsenin acısını teselli edecek değildim. Zira karşımdaki çocuğun gerçeklere değil, yalan bir teselliye ihtiyacı vardı.
"Geçmiyor." Diye devam ettim sözüme. "Hiç geçmedi. Geçmez de. Bekleme boşuna." Dedim omuz silkerken. Canını yaksam bile susacak değildim. Acıda olsa makbul olan ger zaman gerçekler olmalıydı. Ona yalan söylemek için şimdikinden dahada acımasız olurdum ama basit bir yalanla ondan olanı saklayamazdım. Birinin ona bunu söylemesi gerekirdi.
Mesela biride bana yalan tesellliler yerine acı gerçekleri verseydi burada tanımadığım bir çocuğun acısını bölüşmek yerine kardeşlerimin kolları arasında olurdum.
"Alışırım." Deyip omuz silktiğinde alayla güldüm. "Kandırma kendini, alışamazsın. Alışacak olsaydın alışırdın." Dediklerime cevap vermek yerine gözlerini kaçırdı benden. Gözleri tekrar kaydırakta ki küçük çocuğa ve annesine gittiğinde canının nasıl yandığını anbean izledim. Yaşına rağmen kendine yer edinen adem elması boğazında ağır ağır hareket ederken "Alışamıyorum." Diyen fısıltısı doldu bu defa kulaklarıma.
Gözleri tekrar beni bulduğunda dolu dolu bakan gözleriyle iç çektim. Fazla hüzün vardı sanki. Bu kadarı ona fazla değil miydi? Nasıl dayanıyordu buna?
"...Kurtlar sofrasına düştüm,
Hani benim gençliğim anne?"
"Kanıyor." Dediğinde gülümsedim. "Kanamaya devam edecek." Başını varla yok arası salladı. "Bilmiyorum. Durmaz mı?" Başımı iki yana salladım ağırca. "Durmuyor, izin vermezler."
"Sararım."
"Üstü kapanmaz." Omuz silkip kollarımı göğsümde kavuşturdum. Sırtımı rahat bir şekilde arkamdaki banka yasladığımda gözlerimi ondan çekip ayakkabılarıma baktım. Yanımdaki çocuk kadar temiz değildim. Üzerimdeki lacivert tişörtün her yeri toz toprak olmuştu. Dün akşam yediğim tokattan sonra patlayan dudağımdan akan kan bile tişörtümde duruyordu. Altıma geçirdiğim mavi kotsa paramparça olmuştu. Ama yinede beni idare ediyordu.
Siyah saçlarımın birbirine girdiğini görmesem bile tahmin ediyordum. Üstelik yırtık ayakkabım yüzünden parmak uçlarım aşağıdan bana göz kırpıyor gibiydi. Derin bir nefes alıp göğsümü şişirirken "Kendi yaranı sen kapatamazsın. Kendinden başka da kimsen yok gibi." Dedim acımasızca. Sustu. Cevap vermedi. Bende sustum. Aynı şarkı, aynı anda ikimizinde ruhunda yeni yaralara zemin hazırlarken sadece sustuk.
Gözlerim bir kez daha aynı anne ve çocuğu buldu. Sıkı sıkıya giyindiği kıyafetleri ve yüzünü kapatan şapka ve atkı ikilisi yüzünden cinsiyetini anlamamıştım. Onlar oynarken bir-iki metre kadar uzaklarında takım elbiseli bir adam ellerini önünde birleştirmiş etrafı izliyordu. Karşı kaldırımın önüne park edilen siyah Passatlar ve hemen önünde bekleyen kalabalığın da bu kadının yanında olduğunu anlamak zor olmadı. Anlaşılan nüfuslu bir ailedendi. Belki tanıyorumdur diye kadını dikkatle incelerken yanımda duyduğum sesle irkildim.
"Sen sarsan olmaz mı?"
Boğazım düğümlenirken gülümsemeden edemedim. "Ben." Diye mırıldandım güler gibi. Elimi yüzüme çıkarıp şakaklarımı ovdum. "Benden olmaz o." Dedim beklemeden. "Ben daha kendi yaramı bile saramadım. Seninkiler aşar benim boyumu." Kaşları havaya kalkarken "Kendi yaranı sen kapatamazsın." Dedi az önce benim ona dediğim gibi. Gülümsedim. Buruktu ama. "Kimsende yok gibi." O benim kadar acımasız değildi.
"Ben yetiyorum bana." Başını iki yana sallarken "Sen..." Dedi yavaşça. "Sende sen bile yoksun. Kendinden bile mahrumsun sen. Sadece farkında değilsin." O bendende acımasızdı... Gülümsemem yüzümde donarken gözlerimi sıkıca yumdum. Gerçekler fırsatını buldukları ilk anda yüzüme bir tokat gibi çarpmaktan geri durmuyordu. Tekrar açtığımda bana bakan kızıl harelerine bir parça merhametin ekildiğini gördüm."İki muhabbetle mi anladın bunu sen?"
"Yarandan tanıdım seni. Muhabbetin seni anlatacak kadar cömert değil."
"Yaram yok benim. İyiyim."
"Var. Kimsesizsin."
"Yanımda kimseyi aramıyorum."
"Belki de bulamamaktan korkuyorsun?" Cevap vermek yerine boş boş yüzüne baksamda onun iç çekişiyle hareketlenen omuzlarıyla dikkatim başka yöne kaydı. Karşı yoldan uzakta olsa yürüyen kalabalığı görebiliyordum. Yurttan gelenler olmalıydılar. Endişe tüm bedenimi sararken ne yapacağımı düşünmeye çalıştım. Ama sadece çalışmakla kaldım çünkü yapacak hiçbir şeyim yoktu. Çaresizlik bir perde gibi önüme inip gözlerimi kapattığında sessizce zamanın geçmesini bekledim. Saçlarımın arasında hissettiğim elle irkildim ama hareket bile etmedim. Gözlerim tekrar yanımdaki çocuğun kızıllarını buldu. Kaşlarını çatmış elinde tuttuğu saç tutamıma bakıyordu.
Siyah saçlarımın arasında bıraktığım beyaz tutamlarımdan biri onun elindeydi. Öfkelenerek kendimi geriye çekmek istedim ama onun yaptığı hareketle kalbim yerinde kuş gibi çırpınıp dururken bende yerimde kalakaldım. Saçlarımın üzerindeki parmaklar onları okşuyordu. Siyah kumaş pantolonunun cebinden çıkardığı beyaz ipek mendili saçlarıma yaklaştırırken ben sadece onu izliyordum.
Benim bile fark etmediğim kan lekesini elindeki mendille temizleyip saçımı benim kanımdan arındırırken ciddiyetle işini yapıyordu.
İçimde hiç endişe kalmamıştı sanki. Yapmam gerekenin farkındaydım. Bu yabancıyı hemen kendimden uzaklaştırmalı, arkama bile bakmadan kaçmalıydım. Kardeşlerimi bulmadan yakalanıp yurda geri dönmek istemiyordum. Ama yine de yerimden hareket edemedim. Tek bir milim bile kıpırdamadı asi bedenim. Bana bile karşı koyuyordu sanki iradem şu an.
"Akına al bulaştırmışsın. Yakışmamış."
Söylenmelerini duymazdan gelirken birkez daha omzunun arkasından görünen kalabalığa baktım. Hala vaktimiz var sayılırdı. İçim garip bir duyguyla dolup taşarken karşımdaki çocuğun elleri saçlarımdan hiç ayrılmasın istedim.
"Akına..." Gözlerim ondan ayrılmazken onunda gözleri en sonunda benim mavilerime tutundu. Ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. Sustu bir an. Bir kez daha yutkundu ve ben adem elmasının nasıl hareket ettiğini izledim. "Al bulaştırma... Ben sana hiç yakıştıramadım..." Gözlerim ağır ağır tekrar yüzüne tırmandığında amacım gözlerine bir kez daha bakmaktı ama başaramadım.
Tiz bir kadın sesi aramıza girip bir şeyler bağırdığında odağım hala karşımdaki çocuktu ama onun odağı bize doğru hızla yaklaşan kadındı. Oturduğumuz banktan alelacele kalktığında"Anne..." Dedi. Sadece bunu diyebildi. Çünkü devamında yüzüne inen sert tokat sesini kesmişti. Ne olduğunu anlamaya çalıştım bir an. Kadının kim olduğu artık netlik kazanmıştı zihnimde. Annesiydi. Bu yüzdendi gözlerindeki o hasret. O kimsesizlik. Annesi vardı ama aslında yoktu. Az önce parkta kadınla beraber oyanayan çocuk ayakta dikilmiş bizi izlerken takım elbiseli adamlar yerlerinden kıpırdamamışlardı bile.
"Her önüne gelene dokunuyor musun?! Bir sokak köpeğinden farksız, şu hâle bak!" Kadının sesi beni içine daldığım dünyadan uyandırdığında bu defa kızılın yediği tokadın sebebinin bana dokunması olduğunu fark ettim. O an istemsiz bir kahkaha dudaklarımdan firar ederken sadece izlemekle yetindikleri için bizden uzak kalan korumalarla aramızda kalan mesafeye güvenerek aklımdan geçirdiğim tek şeyi yaptım.
Kadının üstüne atılıp hiç vakit kaybetmeden kaldırdığım elimi sertçe yüzüne indirdiğimde beklemediği darbe yüzünden bedeni yeri boyladığında ayaklarımı iki yana açarak üzerine çöküp benimkinin aksine bakımlı olan saçlarını kavradım.
"Bak şimdi bu sokak köpeği bu süs köpeğini nasıl ısırıyor!"
Dişlerimin arasından konuşurken diğer elimle bir tokat daha attım. Bana ettiği hakaretle bir derdim yoktu ama kızıla attığı tokat bana sebepsiz dert olmuştu. Acısını çıkaracaktım.
Adamlar bize doğru koşuyordu ama yanımdaki çocuğun bizi ayırmak için tek bir hamlesi bile olmamıştı. Biri beni belimden kavrayıp yere savurana kadar kadına vurmaya devam ettim.
Etrafa boş boş bakıyordum şimdi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Herkes yerdeki kadının başına toplanırken ben parkın girişinde tüm öfkesiyle bana doğru yürüyen yurt müdürüne baktım. Buradan dönemeyeceğimi anladığımda dirseklerimi dizlerime yaslayıp oturduğum toprak zemine iyice yayıldım. Kalabalık az önce yerde bıraktığım eseri kazımaya çalıştığı için beni fark etmemişlerdi hala.
Sonra yurt müdürüm geldi. Yaptığı ilk şey bir tokat atmak olmuştu. Cevap vermedim. Karşılıkta. Sadece karşısında sessizce bekledim. İnsanların ortasında bağırıp çağırdı. Yetim olduğumdan yurttan kaçtığımdan, nasıl sorunlu bir çocuk olduğumdan bir parkın ortasında bağıra bağıra yakındı. Bize bakan insanları umursamadım. Bana acıyanları da öyle. Gözlerim kızılları aradı ama bulamadım.
Müdür beni kolumdan tutup yurda götürmek istediğinde ortaya çıkan kızılla yüzümde benden bağımsız bir gülümseme oluştu. Gitmeden onu görmem iyiydi. İsmini öğrenebilirdim. Yurttan çıktığımda onu bulabilirdim. Kısa bir süre bakışsakta gözleri hızla kolumdaki ele indi. Sinirli adımlarla bize yürüyüp müdürü benden uzaklaştırmaya çalıştı. Yurttan görevliler ve birkaç polis gelmişti parka. Az önce ayakta dikilen adamlar çocuğu benden uzaklaştırmaya çalışırken "Küçük bey!" Diyen bir ses duydum. Anlaşılan bu çocukta öyle basit biri değildi. Ben sadece olduğum yerde durmakla yetinirken o kolumu sıkıca kavrayıp beni yurda göndermeyeceğini söyledi. Cevap vermedim. Hiçbiri kızılı benden uzaklaştıramadı ama siyah giyinen adamlardan biri elini omzuna koyarak onu geri çekti. Ne dedi bilmiyorum ama tek bir cümlesi onu benden uzaklaştırmaya yeterli olmuştu.
Tüm bunları ifadesiz bir şekilde izledim sadece. Yurda öyle yada böyle döneceğimi bildiğim için itiraz ederek enerjimi harcamak istemiyordum. Dönünce bana fazlasıyla lazım olacağının bilincindeydim.
Beni çekiştire çekiştire çıkardılar o parktan. Kimse son kez konuşmama izin vermedi. Kızıllara bir kez daha bakamadım. İsmini soramadım. Hiç öğrenemeyeceğim korkusu benimle birlikte içimde alev alırken ben o darmadağın halimle yurda geri döndüm. O gün akşama kadar yurt bahçesinde dizlerimin üzerine çöküp diğer çocuklara ibret olarak bekletildim. Beni diğerlerine gösterip kaçmanın sonucu budur demek istediler. Akşam müdürün odasına taşınan bedenim dayak yerken ses çıkarmadım. Hademeler beni taşıyamayıp tekerlekli kovalarla sürükleyerek bodruma indirdiğinde de hiç ses etmedim.
Ama ilk gece hiç uyumadım. Elim usulca eski kotumun cebine gitti. O hemgamede cebime nasıl koyduğunu anlamadığım küçük cihazı çıkarıp kulaklığı kulaklarıma taktım. Yüzümde istemsiz bir gülümseme peyda olurken tek ayağımı uzatıp diğer ayağımı kendime çektim. Çalan şarkıyı dinledim sadece. Tek bir şarkı çaldı sabaha kadar ve ben bir tek onu dinledim.
Ben uyumadım.
Kulağımda şarkı söyleyen adamda öyle.
Kızıldan haberim bile yoktu.
O bodrumda kaç gün kaldığımı saymadım.
Ama o bodrumda çok şey öğrendim.
Duvarlar konuşmuyordu...
Hiç konuşmadılar...
Hiç konuşmayacaktılar...
Ben duvarların konuşmadığını önce Ahmet Kaya'dan öğrenmiştim.
Sonra etrafımı çevreleyen taş duvarların kendilerinden.
Ama asıl duvarın yıllar sonra kızılın kendi ördüğü duvarlar olacağını hiç bilmiyordum.
......
İhanet... Asla yadırgadığım bir şey olmamıştı hayatımda. Her anımda vardı çünkü. Karnını doyurmak için beni satan arkadaşlarım olmuştu. Yaşamak için beni öldürmeye çalışanlar yada. Bazende birkaç kuruş için arkasını dönüp yaktıkları yangından koşa koşa kaçanları görmüştüm. Bizim büyüdüğümüz yerde yaşamak için canım dediğini canından edenler olurdu. Kabulümdü bu yüzden. Karşı çıkmaz veya inkar etmezdim. Yaptığım tek şey bana yapılan ihaneti mert bir şekilde kabullenmek olurdu hep.
Tıpkı şimdide olacağı gibi.
Yıllar önce içime işleyen kızıllara yıllar sonra tekrar bakarken onu bana hatırlatanın yıllar sonra kaderin bana verdiği bir ihanetle geleceğini bilemezdim. Ama mutluydum. Herşeye rağmen itiraz etmiyordum içinde bulunduğum bu duruma çünkü herşeye rağmen hayat yıllar sonra bana geçmişten birini vermişti.
Karşımda belki yıllar önceki o kimsesiz, korumasız çocuk yoktu ama içimden bir parça hala eskiden bir şeyler taşıdığını söyleyip duruyordu bana. Altemur, karşımda gözlerini kısmış beni izlerken büyük ihtimalle benim onu nereden tanıyor olabileceğimi düşünüyordu. Elinde tuttuğu bilgisayarıma kaydı kısa bir an bakışlarım. İsteme sebebini bilmesem bile benim için önemli olmasının onun bilgisayarı almayı istemesinde etkili olduğunu düşünüyordum.
Arkamdaki iki adamın kimin nesi olduklarını bilmiyordum ama bir an önce pençelerinden kurtulsam iyi ederdim. Altemur ile aramda bulunan ve taş çatlasa on adımlık olan mesafeyi kullanarak kızıl gözlerine baktım bir kez daha. Bakışlarım benden bağımsız bir şekilde kirpiklerine kaydığında kaşlarım çatıldı. Herşeye rağmen ne olduğunu öğrenecektim. Canının yanmasına sebep olan şeyi öğrenmeliydim.
"Bilgisayarı da bize veriyorsun." Diyen ses gözlerimi ondan çekmeme sebep olurken hemen sağımda konuşan adama baktım. Kollarıma öyle bir asılmıştı ki hiçte bırakacak gibi durmuyordu. Altemur onu duymazdan gelmeyi seçerken diğer adam "Kızda, bilgisayarda bizimle geliyor!" Dedi. Gülümsedim. Ne ben ne de bilgisayarım onlarla hiçbir yere gitmiyorduk.
Altemur konuşmak yerine baygın bakışlarla yanımdaki adamlara baktığında sıkkın bir nefes verdi. Onun aksine ben gayet rahat bir ifadeyle iki yanımdaki adamlara bakıp gülümsedim. "Bu adam mı söyledi size burada olduğumu?" Eğer beni onların kucağına atan Altemur'sa herşey çok farklı olurdu. İhaneti kabulleniyor olmam, unutacağım anlamına gelmezdi hiçbir zaman. Yanımdaki üçlü beni duymazdan gelirken bakışlarım tekrar Altemur'u buldu.
"Sen mi söyledin içeride olduğumu?" Diye sordum sesimdeki neşeden taviz vermezken. Altemur'un beni izleyen yüzü dumura uğrarken kaşları çatıldı. "Senin burada olduğunu söyleyecek olsaydım eğer odaya onlarla girerdim." Söyledikleri içimde garip bir rahatlama hissi uyandırırken tekrar kolumu mengene gibi sıkan adama döndüm. "Siz benim burada olduğumu nereden anladınız? Tırmanırken kimseyi görmediğime eminim."
Adam beni cevaplamak yerine boş boş yüzüme bakarken boş bir çabaya girdiğimi anlamıştım. Bana cevap vermeyecekti. Olsundu. "Bilgisayarı ver ve uza. Ne sen bizi gördün nede biz seni." Diğer yanımdaki adam konuştuğunda gözlerim onu buldu bu defa. Öfkeli gözlerle Altemur'u izliyordu. Onun bakışlarını takip ederken benim gözlerimde Altemur'da durdu. Zaten beni bu adamlara bırakmıştı. Bilgisayarı da bırakır mıydı? Bırakabilirdi. Söke söke almasını bilirdim. Beni şaşırtmadan "Kız zaten sizde. Bilgisayar bende kalıyor." Dediğinde genzimden gülmeye benzer bir ses çıktı. Şu an gülmemeliydim. En azından şimdi değil. Üzerime toplanan gözlerle sinirlerim iyice bozulurken kendimi tutamayıp kahkaha attım.
Etrafımda duran üç erkeğin de bakışları bende toplanırken boşta ki elimi ileriye doğru götürüp hızlı hızlı salladım. Sinirlerim bozulmuştu. "Kusura bakmayın." Dedim kahkahalarımın arasında. "Biraz sinirlerim bozuldu da. Sonuçta her zaman birileri bana kazık atmıyor, normaldir bu durumda değil mi?" Gözlerim kısa bir an Altemur'un gözlerini buldu ama hemen çektim gözlerimi ondan. Gayette her fırsatta kazık yiyordum oysa. Elimi sallamaya son verip gülmekten ağrıyan karnıma yasladım. Gözlerimden akan yaşları elimin tersiyle silerken kafamı gökyüzüne çevirdim. Ağlamak istemiyordum. Gülmekse bana yaramıyordu.
Bana delirmişim gibi bakan üç adamın da şaşkınlığını fayda bilerek ayağımı hızlıca kaldırıp yanımdaki adamın bacak arasına sağlam bir tekme geçirdim. Boşta ki elim yanımdaki adamın beline uzanıp kemerindeki silahı kavradığında kendime düşünmek için zaman tanımadım. Önümde duran adamın ayağına doğru eğilip namluyu ayakkabısına bastırıp sıktığımda silah patladı. Ses ayakkabıya olan baskısı yüzünden fazla olmasa da duyulabilecek kadar gürültülüydü. Vurulan adam acıyla haykırıp beni bıraktığında kendimi onlardan birkaç adım geriye çektim.
Kavga edemezdim. Yumruk atmaya bile çalışsam bu adamlar beni burada dümdüz ederlerdi. Bedenim bir yıldır görmediği işkence kalmadığı için bitap haldeydi ve ben bu kavgadan sağ çıkamazdım. Gözlerim hızla Altemur'u bulduğunda alayla beni izleyen adama burukça baktım. Acaba o gün görevlilere vermemek için çırpınıp yaramı sar dediği kızın ben olduğumu bilse yine aynını yapar mıydı?
Ayaklanıp bana doğru gelen adamla gözlerimi ondan çekmek zorunda kalırken namluyu önümdeki adama çevirip "Gelme!" Diye bağırdım. "Vurmaktan çekinmem. Bir adım daha atma sakın!"
"O silahı indirmezsen bir sonraki kurşun senin beynine girecek! Silahı bırak, paşa paşa gel buraya!"
"Hadi ya!" Dedim alayla gülerken. "Başka isteğin var mı? Yukarıdan çayda söyleyeyim mi sana?!" Beni zerre ciddiye almayan adam sözlerime karşılık kendi silahını çıkarıp hedefe büyük ihtimalle biricik kafamı oturttuğunda sıkkın bir nefes verdim. Olaysız bir gün her insan gibi benimde hakkımdı. Fazla değil, sadece sıradan geçen tek bir gün istiyordum kurban olduğum Yaradandan.
"Son duanı etsen iyi olur kaltak!" Diyen adamla nefesimi verdim. Altemur kılını bile kıpırdatmadan bizi izliyordu hala. Gözlerim birşey yapmasını ister gibi ona kaydığında karşımdaki adamı boş verip onu izledim. Birşeyler yapmalıydı. Belkide birşeyler söylemeliydi. Kusura bakma bile diyebilirdi şu an. Öylece kusura bakma ama senin yüzünden kendimi tehlikeye atamam deseydi. Birşeyler saçmalasaydı gerekirse. Ama ben buradan çıktıktan sonra yüzüne bakabileceğim birşeyler vermeliydi bana. Ama yapmadı. Hiçbir şey yapmadı. Tek yaptığı ifadesiz bir şekilde beni izlemeye devam etmek olurken bir süre sonra bunuda yapmaktan sıkılmış olacak ki arka bahçenin kapısına doğru yürümeye başladı.
Gitme demek istedim her bir adımında. Bırakma beni. Yeni bir yara açma demek için çırpındı içimdeki çocuk ama dışımdaki katil bir kez daha içimdeki çocuğu susturdu. Ağlamak için yalvaran gözlerime set çektim. Ağlamayacaktım. Şimdi olmazdı. Sonrada olmazdı. Ağlayamazdım. Kendimi bırakamazdım.
Benden uzaklaşmak için attığı her adım kalbimi ezip geçerken artık onu tanıyacak bir şey daha vermişti bana. Belleğimde ona ait bir şey daha vardı. Artık ayak izlerini tanıyordum. Ayak seslerini de öyle. Ben bugünden sonra ne Altemur'un kalbimi ezip geçerken bıraktığı ayak izlerini unuturdum nede benden giderken geride kalan adım seslerini.
Karşımdaki adam Altemur'un gidişinden cesaret alarak gülerken "Önce eğlencemize bakalım, sonra seni sahibine teslim ederiz." Dedi alayla. Altemur'un duraksadığını gördüm kısa bir an ama bu sürenin toplamı bir dakika bile etmedi. Bahçeden çıkıp sessizce uzaklaştı bizden. Gidişini izlerken ezildim ama belli etmeye hiç niyetim yoktu. Orada kapanan kapı sadece basit bir bahçe kapısı olmamıştı. O kapı bir ömür benim peşimi bırakmayacaktı. Buradan çıktığım zaman bile benim için açık olacaktı. Altemur'un bugün bana kapattığı bu kapı benim içimde ona birçok kapıyı kapatıp set vurmasını sağlamıştı. Hayır, kapanan asla basit bir kapı değildi.
Şimdi ağlamayalım. Sonra ağlarız...
Kapının kulak tırmalayan sesi kulaklarıma ulaştığında yutkundum. Kırılmıştım. Üzülmüştüm. Ve en önemlisi canım yanmıştı. Bunuda diğer kırgınlıklarımın yanına attım. Bir gün bu kırıkların beni delip geçeceğini bilmeme rağmen onuda eskilerin yanında sakladım.
Gözlerim ağır ağır önümdeki adamı bulurken köşedeki adamın öfkeli sesini duydum. "Sağ kalırsa onunla beraber senide öldürürüm!" Diye bağırdı arkadaşına. Güçsüzce güldüm. Beni öldürmek mi istiyordu? Gayet yerinde bir istekti. Vurmuştum nede olsa onu. Silahı tutan elimin titrediğini fark ettiğimde ağlanacak halime rağmen bir tebessüm kondurdum dudaklarıma.
Ben kimseye arkamı dönmemiştim aslında. Ama yine birileri arkamdan gelip beni sırtımdan vurmayı başarmıştı. Elim titriyordu. Beni ayakta tutan ayağımda ki sızıyı hissediyorum. Sanki her bir uzvum bu anı bekliyormuş gibi bana meydan okuduğunda gözlerim karşımdaki adamlara kaydı. Önümde, elinde silahla bana bakan adamın bakışlarını hiç beğenmemiştim. Tüm pis niyetini sadece yüzündeki ifadeyle bile haykırıyor gibiydi. Vurduğum adamın nefret dolu bakışlarını ise görmezden geliyordum. Onu vurmuştum. Silah sesini büyük ihtimalle çoğu insan duymuştu. Ama ne gelen vardı ne giden.
Kimse polisi aramamış mıydı? Kimse burada ne olduğunu merak etmiyor muydu? Niye kimse gelmiyordu? Niye ben yine yalnızdım? Nerede yanlış yapmıştım?
Karşımdaki adamın bana doğru attığı adımı gördüğümde herşeye rağmen elimdeki silahı daha sıkı kavradım. "Canım yanarsa eğer ikinizi de burada öldürürüm!" Dedim sıktığım dişlerimin arasından. Ne olduğu umrumda değildi, kimse bana dokunamazdı. Buna canım pahasına izin vermezdim. Ben herşeye rağmen hala bendim. Birkaç kimlik veya sahte haber beni değiştiremezdi. Boyun eğeceğimi düşünüyorlarsa eğer yanılıyorlardı.
"Hadi ya! Onu nasıl yapıyorsun?"
"Benimle oynama!" Diye bağırdım gür bir sesle. Karşımdaki adam beni alaya alıyor olabilirdi ama ben gayet ciddiydim. "Tek bir mermiye bakar herşey! Sıkarım kafana!"
"Sen bu işi oyun sandın herhalde! Tek başına ikimize yatebileceğini mi düşünüyorsun? Arkadaşın seni bizim kucağımıza bırakıp defolup gitti! Ya şimdi akıllı akıllı kendin bırak o silahı -"
"Yada ne?! Ne yapabilirsiniz lan?!"
Adamın attığı kahkaha sinirlerimi bozarken "Babam..." Diye soludum. "Babam mı gönderdi sizi?" Eğer bu adamlar Kılıç Baydemir'in adamlarıysa herşey dahada sarpa sarardı. "Bak kızım!" Diyen adam bir adım daha attığında sinirle güldüm. Fark etmediğimi falan mı sanıyordu? "Tek bir adım daha atarsan arkadaşına elveda demek zorunda kalırsın!" Başını iki yana eğip kütleten adamın sabrı taşmış gibi gözüküyordu. Ne tesadüf benimde sabrım kalmamıştı.
"Bana bak orospu, şansını zorluyorsun! Ya güzellikle geleceksin yada ben seni sike sike-"
"Sen önce bir yavaş gel orospu evladı!" Duyduğum sesle tüm bedenim ürperirken gözlerim hızla az önce Altemur'un çıktığı bahçe kapısını buldu. Gördüğüm tanıdık simalar dizlerimin bağını çözmüştü sanki. Onların gelişi benim için son nokta gibiydi.
Altemur gitmişti belki ama onlar gelmişti. İçimde hangi ara filizlendiğini bilmediğim korku buhar olup uçarken dudaklarımın arasından titrek bir nefes bıraktım. Artık güvendeydim. En azından buna kendimi inandırıyordum çünkü şu an buna ihtiyacım vardı.
Araf hiç beklemeden karşımda konuşan adamın üzerine atıldığında boğazımdan kaçan hıçkırığın ben bile farkında değildim. Gözlerimde biriken yaşları inatla geriye yollarken Yiğit hızlı adımlarla bana doğru yürüdü. Bitmişti. En azından şimdi yalnız değildim. Yiğit'in elleri silah tutan elimin üzerine kapandığında kendimi daha fazla tutmadım. Artık dayanmama gerek yoktu.
Beni güç bela ayakta tutan dizlerim yanımda beni kaldıracak birilerinin olması bilinciyle beni terk ettiklerinde dizlerimin üzerine yığıldım. Yiğit benimle beraber yere diz çökerken Araf'ın arkadaki adamı dövdüğünü gördüm göz ucuyla. Ağlamıyordum. Konuşmuyordum da. Gözlerim karşımdaki sahneyi anbean zihnime kazırken hareketsizce eski püskü bir motelin arka bahçesinde dizlerimin üzerinde yığılıp kalmıştım sadece. Yiğit başımda adımı söyleyip dururken elimde sıkı sıkıya tuttuğum silaha sarıldım.
Beni koruyacak tek şey bu metal parçasıydı. Ondan başkasına güvenemezdim. Ama artık ellerim titrerken ona bile güvenmek güç geliyordu bana. Yiğit kollarımdan tutup beni tüm gücüyle sarsarken dudaklarından dökülen adımı duyuyordum. Ama nasıl cevap vereceğimi bilmiyordum. Ne soruyordu bana? Ne diyebilirdim ki?
Yiğit'in ellerinin yanında başka eller beni sıkıca kavradığında Araf'ın kahvelerini gördüm bu defa. Her zaman alayla bakan gözleri bu defa hiç istenmeyecek kadar ciddiydi. Endişeyle bana bakarken gözleri iyi olduğumu anlamak istercesine tüm bedenimde hızla dolaşıyordu. Bedenimin iyi olduğunu fark ettiği ilk an yaptığı şey kollarını bana dolamak olmuştu. Bedenim bu yabancı temasla kasılsa bile iki yanıma güçsüzce düşen ellerimi yumruk yapıp nefesimi tuttum. Araf'ın ellerinden biri saçlarımı bulurken güçsüz fısıltısını duydum.
"Aynasız?"
Ağlamak için direnen benliğim yüzünden ard arda yutkunarak boğazımdaki yumrudan kurtulmaya çalışıyordum. Sonunda sesimi bulduğumda "Doktor?" Dedim güç bela. "İyi misin Güneş?" İki eli beni kollarımdan tutup kendinden uzaklaştırdığı da yüzüme baktı endişeyle. "Bilgisayar..." Dedim gözlerimi karşımdaki adamlardan kaçırırken. "Bilgisayarı almam lazım." Onlara Altemur'un burada olduğunu söyleyemezdim. Beni bırakıp gittiğini de öyle. Araf'ın gözleri öfkeyle kararırken "Şimdi bilgisayarın sırası mı Güneş?!" Diye soludu öfkeyle. Gözlerimi ondan kaçırırken bahçedeki adamlara baktım.
Yiğit beni sakinleştirmek için ne kadar uğraşmıştı bilmiyorum ama anlaşılan bu süre Araf'ın bu adamlar üzerinde sanatını konuşturması için yeterli olmuştu. Benim vurduğum adam duvar dibinde baygın dururken diğeri yerde boylu boyunca yatıyordu. Aklıma gelenlerle kendimi Araf'ın kollarından kurtarıp tek elimi toprak zemine yasladım. Elimden destek alıp ayağa kalktığımda Araf ve Yiğit'te benimle beraber hareketlenmişlerdi.
Neredeyse yerinde olmadığını düşünmeye başladığım sağ bacağım yüzünden topallarken yerde yatan adama doğru yürüdüm. Diğer elimde tuttuğum silahın kabzasını tüm gücümle kavradığımda parmak boğumlarım uyguladığım kuvvet yüzünden bembeyaz kesilmişti.
"Güneş şimdi sırası değil bunun, eve dönmeliyiz. Yarana bakmalıyım." Araf'ı duymazdan gelirken tek dizimin üzerine yere çöküp elimdeki silahı ayaklarımın dibinde yatan adamın dudaklarına bastırdım tüm gücümle. Yarı baygın olan adam bu hareketiyle irkilirken dudaklarını örten silahı gördüğünde olduğu yerde çırpınmaya başladı.
Yüzümde tek bir mimik bile oynamazken ifadesiz gözlerle yerde çırpınan adamı izledim. Benim aksime ilk dakikadan dolan gözleri tatlı canını nasıl da sevdiğini gösteriyordu bana. Elimde tuttuğum silaha uyguladığım kuvveti artırırken "Şimdi..." Diye mırıldandım. "Ben sana sorular soracağım, sende paşa paşa bana cevap vereceksin." Adamın gözlerinden akan yaşlar yüzümü buruşturmama sebep olurken bulunduğumuz duruma rağmen başını hızlı hızlı sağa sola salladı. İtiraz etmek için açtığı ağzına elimde tuttuğum silahın namlusunu soktuğumda boğuk bir çığlık koptu dudaklarının arasından.
"Bana bak orospu çocuğu," Dedim az önce bana söylediği şeylere atıfta bulunarak. "Ya şimdi güzel güzel konuşursun, yada gerekirse ben seni sike sike konuştururum!"
"Yapamam!" Diyen boğuk ses kulaklarıma ulaştığında sinirle kafasına vurdum yumruk yaptığım elimi. Ben durmadan kafasını yumruklamaya devam ederken yerde çırpınan adamın ağzı kan dolmuştu. Silaha çarptığı için kırılan dişini gördüğümde alt üst olan midemle "Şimdi konuş!" Dedim. "Şimdi konuş çünkü senin bir sonran olmayacak!"
Araf omzuma dokunup hafifçe sıktığında "Güneş..." Diye mırıldandı. "Konuşacağı yok gibi. Hadi gidelim. İyi değilsin." Silahı tutan elimi kendime doğru çektiğimde Araf onu dinlediğimi düşünmüş olacak ki benden uzaklaştı. Ama benim öyle bir niyetim yoktu. Bu adamlar bugün buraya hangi niyetle geldilerse öğrenecektim. Ya güzellikle yada zorla. Benim için hiçbiri birşey ifade etmiyordu. Bu gün buradan bir cevap almadan uzaklaşmayacaktım.
Adamın ağzından çıkardığım silahı birkaç milim çevirip tetiği çektiğimde sokakta yankılanan silah sesini duyduk. Kulağının hemen dibinde zemine saplanan kurşunla irkilen adam hareket etmeye çalıştı ama ellerimi boğazına sarıp kafasını sertçe tekrar zemine yapıştırdım. "Şimdi!" Dedim gür bir sesle. "Konuş çünkü ikinci bir kurşun karavana olmayacak!"
Elimin altında çırpınan adam çaresiz gözlerle bana bakarken belkide sadece birkaç dakika önce bana ahkam kesen adamdan çok farklıydı. Gözlerindeki tereddüt beni öfkelendirirken "Kim!" Diye bağırdım. "Sizi bana gönderen kim?! Kimin itisiniz lan siz?!" Silahın namlusunu çevirip duvar dibinde baygın yatan adamın omuzuna ateş ettiğimde adam acılı bir iniltiye uyandı. Ne olduğunu anlama fırsatı bulamadan bedenindeki acıyla "Ne oluyor lan?!" Diye bağırdı. Omzundaki yarayı görmesi çok gecikmezken "Sikeyim!" Diye bağırdı. "Ne istiyorsunuz lan bizden?!"
Sorusuyla samimiyetsizce gülerken"Onu siz söyleyeceksiniz!" Dedim. Bakışlarım tekrar ayağımın dibinde yatan adamdaydı. "Eğer konuşmazsan önce arkadaşının kafasına sıkarım. Bu, üçüncü kurşun. Gelen giden yok. Eminim önleminizi aldınız değil mi? Akşama kadar silah sıksam gelen giden olmaz değil mi lan?!" Önlem almadan bu mahalleye gelmiş olmaları imkansızdı. Büyük ihtimalle mahallede ne olursa olsun kimse polise haber vermeyecekti. Bir şekilde herkesi susturmuş olmalıydılar. Adam çaresizce bana bakarken söylediklerimi kabullendiğini anlayabiliyordum.
"Güneş yapma, yeter artık!" Diye bağıran Araf'ın sesi beni bölerken öfkeli gözlerimi ona çevirdim. "Ne yeter doktor!" Diye patladım gözlerim alev alev yanarken. "NEYE YETER! NEYE GÖRE, KİME GÖRE!" Araf'ın gözleri geldiğinden beri ifadesiz bir şekilde bizi izleyen Yiğit'i buldu ama Yiğit'ten beklediği desteği alamamıştı çünkü Yiğit sessizliğini koruyordu.
Araf'ın omuzları çöktüğünde bundan fırsat bulup tekrar yerdeki adama baktım. "Madem konuşmayacaksın, senide tasmanı tutanıda ben bulurum elbet!" Arka cebimden çıkardığım telefonu çıkarıp yerdeki adamın fotoğrafını çektikten sonra telefonu tekrar cebime koydum. Adam endişeyle beni izlerken "Ne?" Diye sordu. "Ne-neydi bu şimdi? Fotoğrafı ne yapacaksın?!" Kana bulanmış yüzüne alayla bakarken "Kızıl kurşunun sahibiyim ben." Dedim gözlerinin içine bakarak. Atan rengi beni anladığını gösteriyordu. "İstanbul'un sokağında bana susacak kimse yok. Sen konuşmazsın, seni tanıyanlar konuşur. Ben peşimdekini bulup kafasına sıkarım, seni tanıyanlar cenazende saf tutar!" Ayağa kalkıp namluyu yüzüne çevirdiğimde "Dur!" Diye bağırdı var gücüyle. Aynı anda Araf'ta birkaç adım öne çıkıp yanıma gelmişti. "Gidelim Güneş artık!" Diyen Araf'ı duymazdan gelip yerdeki adama diktim gözlerimi.
"Konuş!"
"Güneş, gidelim!"
"Konuş diyorum sana!"
"Güneş lütfen -"
"Doktor! Ne diye konuşmamı istemiyorsun? Bilmem gereken birşey varsa sende şimdi konuşsan iyi edersin!" Gözlerim tekrar Araf'ı bulduğunda sert bir nefes verdim. Ellerim bir kez daha şakaklarımı bulduğunda sertçe ovdum. Baş ağrılarım dayanılmaz bir hal almaya başlıyordu. Araf'ın üzerine fazla gittiğimin farkındalığyla derin bir nefes alıp daha sakin bir şekilde konuşmaya devam ettim. "Gideceksen git! Ben beni bu hale düşüreni bulamadan gelmeyeceğim peşinden!" Yerdeki adama diktim gözlerimi. "Son bir mermi. Ya konuş,yada-"
"Ehvenişer!" Kaşlarım kalkarken Araf'ta dikkatini yerdeki adama verdi. Yiğit'te oturduğu yerden kalkıp bizim yanımıza gelmişti. Adamın söylediği isimle Araf ve Yiğit'e dikkatle baktım. Ortamdaki gerginlik hissedilmeye ek gibi değildi. İsim ben hariç kimseye de yabancı gelmemiş gibiydi. Sinirle soludum. "O kim?" Derken adamın yüzünü inceleyip bana yalan söylediğini gösterecek herhangi bir mimiğini görmek için bekliyordum. "Ehvenişer, masanın sahibi. Diğer sahibi." Diye şakıyan adamla kaşlarım çatılırken "Kim bu adam?" Diye sordum. Hızla aldığı soluklarla "Bilmiyorum." Dedi. "Kimse tanımaz onu. Sadece birkaç gün önce onun adamlarından bir mesaj aldık."
"Ne mesajı, kim aldı?" Önüme düşen saçlarımı sinirle geriye atarken nefesimi verdim.
"Herkes." Nefesi konuşmaya yetmeyen adam kısa bir an sessizliğe büründüğünde aklım karman çorman olmuştu. "Herkesten kastın kim? Adamakıllı anlat şunu!"
"Aklınıza gelecek herkes! Tüm sokak çeteleri, teşkilat, polis, herkes! Senin fotoğrafın vardı. Fotoğraf herkese ulaştı, teşkilat bile kırmızı kodla peşinde senin, ölüm emrin verildi. Kim olduğun mühim değil artık. Kızıl kurşunun sahibi olman bile kurtarmaz seni. Ehvenişer ölünü istiyorsa, alacaktır!"
Gözlerim anlık olarak Araf'lara kaydığında onlarında pür dikkat yerdeki adamı dinlediklerini gördüm. Büyük ihtimalle evlerine aldıkları kadının nasıl bir bela olduğunu sindirmeye çalışıyorlardı. Tekrar yerdeki adama baktım. "Ben nereden bulurum bu şeri?"
Adam bu haline rağmen alayla güldü. Kanın kızıla boyadığı yüzünde peyda olan sırıtış sinirlerimi altüst ederken omuzlarımı dikleştirip karşımdaki adama öfkeyle baktım. "Bulamazsın onu. Kimse tanımıyor, ismi var cismi yok bu adamın! Bugün bizden kurtuldun ama tek gelenler biz olmayacağız!" Tekrar tek ayağımın üstüne çöktüğümde ellerimle yerdeki adamın ceplerini yokladım. Bulduğum telefonu çekip çıkardıktan sonra yerdeki adamın parmağını alıp sensöre bastım. Ekran kilidi açılan telefonda sohbet sayfasına girerken adam hala konuşmaya devam ediyordu.
"Kurtulamazsın o adamdan. Bırak bizi. Biz olmazsak başkası gelecek sana. Sokaktaki ayyaş bile senin peşinde artık. Rahat yok seni, buldukları yerde enselerler seni. Polise, askerede sığınamazsın. Bu ülkede rahat yok sana!"
Sohbet sayfasında bulduğum ilk isme girdikten sonra gördüklerimle kısa bir an yerdeki adama baksamda dikkatimi takrar ekrana verdim. Birileri gerçekten de benim fotoğrafımı yaymıştı. Karşımda bir barda ayakta dikilen ben vardım. Yarısı olmayan fotoğrafta birinin kolumu tuttuğunu görüyordum ama kim olduğu gözükmüyordu. Benim yüzümse ayan beyan ortadaydı.
Tek bir mesaj vardı.
Bul ve öldür.
Anlaşılan düşmanlarım ölüyken bile peşimi bırakmıyorlardı. Bu adamı bulmalıydım. Öldürmek istemesinin sebebini öğrenmeli ve gerekirse bu adamı ortadan kaldırmalıydım. Kim olduğumu ve en önemlisi yaşadığımı biliyorsa bana tehlikeden başka bir şey getirmezdi. Olay Kılıç Baydemir'in kulağına gitmeden sorunu çözmeliydim.
Sıkkın bir nefes verip hala yerde iki seksen yatan adama baktım. Hala konuşup kendini sıyırmaya çalışıyordu. Ama onunki nafile bir çabaydı. Artık susması gerekiyordu. Derin bir nefes alıp cevapladım onu.
"İyi, onların da kafasına sıkarım bende."
Daha fazla konuşmasına izin vermezken elimdeki silahı el çabukluğuyla ters çevirip namlusundan sıkıca tuttum. Kabzayı hızlıca önümdeki adamın boynuna geçirip bayılmasına sebep olurken oturduğum yerden ağırca kalktım. Silahı tekrar ters çevirdiğimde önce kaç mermim kaldığını kontrol ettim. Üç mermi vardı şarjörde. Yeterliydi.
İlk mermi karşımda yatan adamın mabedini delip geçtiğinde duvar kenarında olan biteni izleyen adam olduğu yerde kendini geriye doğru sürümeye başladı. Onun korkak haline gülmek istesemde yapamadım. Benim ona baktığımı gören adam iki elini bacak arasına kapattığında alayla göz devirdim. Şarjörü çıkarıp mermilerden birini avucumun içine aldım. Şarjörü tekrar yerine yerleştirdikten sonra bir kez daha diz çöktüm. Elimdeki kurşunu yerde yatan adamın kanlı yüzüyle kızıla boyadıktan sorma hiç çekinmeden kanlı kurşunu beyaz gömlek giydiği gövdesine bıraktım. Beyaz gömleğin üzeride parlayan kızıl kurşun herşeye rağmen gülümsemeni sağlarken bir kaz daha duvar köşesinde ki adama baktım.
"Senin bu arkadaşın anlattıklarına eklemek istediğin bir şey var mı?" Konuşmadı. Bunun yerine panikle başını iki yana hızlı hızlı sağladığında alt dudağımı ısırıp "İyi..." Diye mırıldandım. Bir iki adımda adamın yanına varıp silahın kabzasını bu kez de onun ensesine geçirdim. Gözleri son kez beni bulamadan kapandığında beni izleyen ikiliye döndü bakışlarım.
Hala aksayan ayağımla birkaç adım atıp öne çıktım. Gözlerim hala Araf ve Yiğit'teydi. Birilerinden birşey isterken ilk kez bu kadar geriliyor olmak canımı sıkmıştı. Aldığım nefes göğüs kafesimi şişirirken "Beni size götürür müsün doktor?" Dedim usulca. Bunu Yiğit'ten isteyemezdim. Neden bilmiyorum ama Araf'ın tavırları bana hep daha samimi, daha içten geliyordu. Evlerine ölüm emri verilmiş, tüm teşkilatın peşinde olduğu birini almak istemeyebilirlerdi. Onları bu konuda zorlamazdım veya başlarına kalacak değildim ama bilgisayarı almam gerekiyordu ve oda Altemur'daydı. Araf başıyla beni onaylayıp yürümeye başladığında Yiğit'te sessizce onu takip etti. Bunu sessiz bir onay olarak kabul ederken bende ağır ve sarsak adımlarla peşlerine takıldım.
Gün daha bitmemişti ve benim alınacak bir hesabım vardı.
Hem geçmişe, hem geleceğe.
Ama en çokta beni bugünle vuran geçmişime.
_____________
Karşımda duran açık kapıdan gözüken evin antresine bakarken içeriye girmek için tek bir adım bile atamıyordum. Oysa içeriye girmek için ihtiyacım olan tek şey birkaç adımdı. Ama yaşanan herşeye rağmen bu kapının, benim için açık kalan tek kapı olduğunu bilmek zoruma gidiyordu bir yerde. Tanımıyor olabilirdim, karşılıklı olarak birbirimiz için ifade ettiğimiz şeyler yok denilebilecek kadar azdı, hatta yoktu. Ama bir yerde o kapının ardında bana iyi davranan birilerinin olduğunu bilmek bana iyi hissettiriyordu.
Altemur'a rağmen.
"Güneş?" Kulağıma ilişen ismimle gözlerimi antreye serili halıdan çekip bana seslenen kişiye, Araf'a çevirdim. Tek eli kapıda dururken diğer eliyle evin içini gösteriyordu. "Gel hadi, içeriye geçelim." Başımı varla yok arası sallarken topallayan ayağımla çekine çekine ilk adımı attım içeriye.
İlk adımdan evin içindeki sıcak hava beni sarıp sarmalarken Araf arkamdan kapıyı kapattı. Sessizlik yankılanıp dahada büyüyor gibiydi sanki. Üzerimdeki ceketi partmantoya bırakırken göz ucuyla Araf'ın hareketlerini izliyordum. Koridorda Yiğit ve Araf'la beraber öylece duruyorduk.
Yiğit başından beri yaptığı gibi susmakla yetinirken Araf yüzünden eksik olmayan gülümsemesini kuşanıp önden yürümeye başladı. Salonun kapısından geçerken evin içinden gelen gülüşme sesleri tüm evin içinde yankılanırken nefesimi tuttum.
Yiğit fark etmiş gibi bana döndüğünde gülümsedi. Göz kenarlarını kırıştıracak kadar çok gülümsemiş olması benimde yüzümde yer edinen tebessüme sebep olurken onlar salona girmeyip sesin geldiği yöne doğru yürümeye devam ettiler. Yolu bilen onlar oldukları için sessizce arkalarından yürümeye devam ettim.
Uzun koridordan döndüğümüzde bizi karşılayan geniş mutfak seslerin kaynağıydı. Masada oturan Kağan ve Altemur'u gayet net bir şekilde görebiliyordum. Tezgahta, elinde büyük ihtimalle yemek yaptığı tepside ki şeyleri servis tabaklarına yerleştiren Azra'yı da öyle. Ama onlar, arkasında durduğum Araf ve Yiğit ikilisi yüzünden beni göremiyorlardı. Şayet ikiside benim birkaç katım ettikleri için görünmemi engelliyorlardı.
Bizi fark eden ilk Azra olduğunda önünde durduğu tezgaha kalçasını dayayıp gülümsedi. "Az kalsın yemeği kaçırıyordunuz. Kuzu incik yapmıştım. Ellerinizi yıkayıp hemen masaya gelin ikinizde." Azra'nın neşeli sesi benimde gülümsememe sebep olurken yerimde rahatsızca kıpırdandım. Burada olmak beni geriyordu. Hiç olmadığım kadar çekiniyordum bu insanların yanında.
Araf'ın gerilen bedeni ardında olduğum için net bir şekilde gözümün önüne serildiğinde yanında yumruk yaptığı ellerini görebiliyordum. Büyük ihtimalle koca bir ülke tarafından aranan bir kadını evlerine soktuğunu nasıl söyleyeceğini düşünüyordu.
Ben Araf veya masadakilerden birinin konuşmasını beklerken Yiğit beni şaşırtarak sessizlik orucunu bozdu. "Altemur, sen hangi ara geldin? Azra seni Güneş'in peşinden göndermemiş miydi?" Ardında olduğum adamın ne yapmaya çalıştığını anlamamıştım ama yeni bir oyuna kurban gitmeye niyetim yoktu. Öne çıkıp kendimi göstermek istedim ama bu hamlem Araf ve Yiğit'in aynı anda hareket edip beni arkalarında tamamen kıstırmalarıyla boşa çıktı. Yiğit her ne yapıyorsa Araf'ta ona ayak uyduruyordu.
"Güneş bugün bize katılamıyor." Sonunda Altemur beklenen cevabı verdiğinde Yiğit'in alaylı gülüşünü duydum. "Öyle bir evden fırlayıp çıktın ki sana yetişemedik." Amacı neydi şimdi bu adamın? Ben hemen arkasında duruyordum ya işte! "Üstelik otele geldiğimizde ne sen vardın ne Güneş. Resepsiyonist çocukta gelmediğinizi söyleyince otele gitmediniz sandık. Siz nerede karşılaştınız Güneş'le?"
Altemur'un yüz ifadesini görmek için yanıp tutuşurken bu iki iri yarı adamın arkasında sessizce beklemek fazla sıkıcıydı. Yinede vereceği cevabı merak ettiğimden susmaya devam ettim. Yiğit'in sessizlik orucunu ben devralmıştım. "Ben otele gittiğimde oradan çıkıyordu. Yarın yanımıza uğrayacağını söyledi. Üstüne düşmedim. Üstelik," kısa bir sessizlik olduğunda Araf'a dahada yaklaşıp masayı görmeye çalıştım ama hayır, görüşüm tamamen kapatılmıştı.
"Güneş'in bu gece yemekte bize katılmasını çok isterdim. Yemeğe de özenmiştim o kadar." Diyerek konuya dahil olan Azra içimde bir yerlerde ılık bir şeylerin akmasına sebep olmuştu. Birilerinin beni düşünüyor oluşu güzel bir histi. Gülümsedim ."O kadının bu evde olmasını istemediğimi söylemiştim." Diyerek yüzümdeki gülümsemeyi alıp götüren adamla aldığım nefes boğazıma takılı kaldı. "Bunu sürekli tekrarlama gerek olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca o kızda hoşuma gitmeyen bir şeyler olduğunu söylediğimi hatırlıyorum."
"Bu konuyu daha ne kadar konuşmak istiyorsun Altemur inan bilmiyorum ama senin fikirlerini konu Güneş'ken dinlemeyeceğim. O kız burada kalacak, kendi de istediği sürece tabii. Eğer istemiyorsan gidebilirsin ama sürekli bir yerlerden çıkıp kızın moralini bozmanı istemiyorum."
"İyi. Yarın gelebilirse eğer eminim kalacaktır."
"Bu ne demek?" Ne demek olduğu Azra ve diğerleri için olmasa da benim için gayet netti. Bugün beni ellerine bıraktığı adamlardan kurtulabileceğimi düşünmüyordu. Acıyla gülümsedim. Benim bildiğim o çocuk bu kadar acımasız olamazdı. Büyük ihtimalle şu an o adamların yanında olduğuma inanarak bu kadar net konuşuyordu. Burukça tebessüm ederken "Bu şu demek oluyor Azra,"Diyen Altemur'un sesini duydum. "Biz daha dün o kızın infaz-"
"Bence sende yolunda gitmeyen şeyler var Altemur. Çünkü son zamanlarda hiçte sen gibi değilsin." Diyerek sinirle Altemur'un sözünü bölen Araf'la kaşlarım çatıldı. Altemur'un sözünün devamı neydi? İnfaz derken neyi kastediyordu? Ölüm emrimin verildiğinden haberi var mıydı? Tüm bu sorular zihnimde dört dönerken Altemur "Neyi beğendiremedik sana Araf?" Diye sordu. "Güneş'e karşı tutumunu." Doktorun cevabı netti. İstemsizce içimdeki güven dahada büyüdü. Kendimi Araf'ın ardında gülümserken buldum.
"O ne demek?" Diyen Altemur'un yüzünü görmesem bile kaşlarını çattığı hali gözlerimin önünde yer edindi kendine. "Bu şu demek." Diyerek bu defa sohbete katılan Yiğit olmuştu. "Biz senin aksine otele gittiğimizde Güneş'i tamda olması gerektiği gibi orada bulduk."
"Nasıl yani o otele geri mi dönmüş? Güvenli olmadığını bildiği halde hemde?"
"Hayır Azra. Güneş o otele geri dönmemiş, tam aksine o otelden hiç çıkmamış." Altemur'un aldığı nefesin sesini buradan bile duyarken aslında varlığımın onu rahatsız ettiği bir kez daha yüzüme çarptı. "Birileri ne olduğunu bana anlatabilir mi?" Diyen Azra'nın sabırsız sesi salondaki kısa sessizliği bıçak gibi bölerken Yiğit konuşmaya devam etti. "O otele gittik. Altemur'dan sonra oraya ulaştık ama Güneş'i odasında bulamadık."
"Evet çünkü Güneş'i tenha bir bahçede, eli silahlı iki adamın karşısında, yaralarıyla bulduk." Araf'ın kısa ve öz açıklamasıyla tok bir metal sesi duyduğumda Azra'nın birşeyleri tezgaha düşürdüğünü tahmin ettim. Kısa bir sessizlik oldu. Ne kadar sürdüğünü anlayamadım. Çok sonra tekrar Azra'nın sesi doldurdu kulaklarımı. "Bunun sorumlusu sen misin Altemur?" Diyen Azra'nın sesi hiç duymadığım kadar sert geliyordu. Sanki onu bir kaşık suda boğacakmış gibi bir hissiyat oluşturmuştu sesi bende. "Bunun cevabı neyi değiştirir?"
"Birçok şeyi Altemur!" Diyen Azra'nın sesi bir hayli yüksek çıkıyordu. Öfkelenmişti. Araf bu öfkesini körüklemek ister gibi konuşmaya devam ettiğinde gözlerimi sıkıca yumdum. "Üstelik adamların kim olduğu belli bile değildi! Kız belkide iki tecavüzcünün arasında sıkışıp kalmıştı. O adamın ettiği lafları duydum ben! Biz olmasaydık ne olacaktı?!"
"İnanamıyorum sana Altemur! Bunu cidden yaptın mı?"
"Olayları dramatize etmeye bir son verin." Diyen Altemur'un bıkkın sesi hiç durmadan beni yaralamaya devam ediyordu sanki. "Masum bir kız gibi lanse ettiğiniz o kız eski bir asker. Ordudandı o kadın. İki adamı halledemeyecek değil."
"Hiçbir şey onun bir kadın olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Lanet olsun! Üstelik yaralıydı! Araf, Güneş nerede, hemen ona götür beni, haydi gidelim." Azra'nın endişeli sesi vicdanımı körüklerken kalbim pişmanlıkla kavruldu. Bu kadının üzmeye hakkım yoktu.
Derin bir nefes alıp omuzlarımı indirdim. Gözlerimi açıp kendimi göreceğim yüzlere hazırlarken Araf'ın başını aşağı yukarı salladığını gördüm. Biraz sonra Araf ve Yiğit kenara çekildiğinde ikisinin arasında, kabak gibi ortadaydım. Elinde tahta bir kaşıkla mutfağın ortasında dikilen Azra'yı gördüm ilk önce. Tıpkı Araf gibi gözleri tüm bedenimde dolaşıp gözle görülür bir hasar ararken hemen arkasında oturan Kağan'ı gördüm. Kollarını göğsünde kavuşturup Altemur'un hemen sağındaki masaya kurulmuştu ama onun gözleri bende değil, yanında oturan Altemur'daydı. Yan profilden bile çatık kaşlarını görebiliyordum. Anlaşılan Altemur'un yaptıkları onunda hoşuna gitmemişti.
Gözlerim usul usul masanın başındaki adama kaydığında engel olamadığım buruk bir tebessüm yerleşti dudaklarıma. Oysa şu an bağırmam gerekiyordu. Belkide sesim bu evi inletmeliydi. Az önce bu üçlünün kahkahalarıyla çalkalanan bu ev şimdi benim sesimi dinlemeli, duvarları benim sorduğum hesaplara şahit olmalıydı. Oysa tek yaptığım basit, masum bir tebessümdü.
Azra kendini kollarıma atıp endişeyle bana sarılırken hala benim farkımda olmayan Kağan'ın "Bunu yapmış olma." Diyen fısıltısını duydum. Kısık sesi, sessizliğin hüküm sürdüğü mutfakta adeta yankı yapmıştı. Altemur'un gerilen omuzlarını gördüm ama yinede kızıllarını benden saklamadı.
Kollarımda ki kadını hatırladığımda en azından ona bu kadarını borçlu olduğumu düşünüp iki yanımda boşu boşuna salınan ellerimi ona sarmak istedim. Ama beklemediğim birşey oldu. Otelden beri elimde olduğunu fark etmediğim silahın soğuk metali Azra'ya sarılan elimde kendini belli ederken utançla kasıldı tüm bedenim. Belkide korkuyla. Kimin nasıl tepki vereceğini bilmiyordum. Bugün bir doktorun ve bir sivilin önünde iki adama sıkmıştım.
Şimdide bir oda dolusu siville, elimde belkide hatta büyük bir ihtimalle sabıka kaydı olan bir silahla dikiliyordum. Utançla kendimi geriye çektiğimde silah tuttuğum elimi usulca arkama çektim. Duygularım benimle alay ediyor olabilirlerdi ama tek güvencem olan silahı bırakacak değildim. Herşeye rağmen içindeki son kurşuna güveniyordum.
Kağan'ın gözleri en sonunda beni bulduğunda gözlerindeki bariz rahatlamayı görmüştüm. Bu beni rahatlatmak yerine dahada gerilmeme sebep olmuştu. Son konuşulanlardan snra haberleri var mı yok mu tartışılırdı belki ama benim ölüm emrim çıkmıştı. Mevzu bahis adamın kim olduğunu bilmiyordum ama sokaktaki herkes için infaz emri verilmiş bir mahkumdan farkım yoktu şu an. Kimsenin yanında görülüp tehlikeye atmak istemiyordum. Özellikle bu evden her hangi birini.
Kağan'dan gözlerimi çekmeden önce son kez iyi olduğumu göstermek ister gibi küçük bir tebessüm kondurdum dudaklarıma. Kağan bana bakmak yerine gözlerini masaya çevirdiğinde onun bu hareketiyle bende rahat bir nefes verip yüzümdeki arsız tebessümü def ettim hızla.
Azra sanki hiçbir şey olmamış gibi beni çekiştirip sandalyelerden birine oturturken masadaki iki adamın nasıl gerildiğini gözlerimle fark ettim. Yinede Azra'nın bu hareketine itiraz etmedim. Sağ ayağım hala ağrıyordu ve topallamamı Araf ve Yiğit bile fark ettiğine göre kendimi gerçekten fazla zorlamış olmalıydım. Daha fazla ayakta dikilip uzuvlarıma işkence etmeyecektim.
Altemur'un bakışlarını üzerimde hissetsem bile kendimle inatlaşıp Azra'ya bakmaya devam ettim. Azra eline geçirdiği bir bardak soğuk suyu önüme bıraktığında birkaç yudumda bardağı diklemiştim. Araf Kağan'ın yanındaki boş sandalyeye otururken Yiğit benim yanıma, masanın diğer baş köşesine oturmuştu. Azra elimdeki boş bardağı alıp tezgahın üzerine bıraktıktan sonra tekrar yanımdaki sandalyeye bıraktı kendini. Onun bu anaç tavırlarına ister istemez içim ısırırken her bir hareketini yüzümdeki tebessümle izledim. Belki bencilceydi ama benim için böylesi endişelenmiş olması beni mutlu etmişti.
Elleri hiç yabancılık çekmeden saçlarımı bulup okşadığında ürperdim. Kendimi hızla geri çekerken gözlerimi kaçırdım. "İyi misin Güneş? Birşeyin yok değil mi?" Yüzüne bakmak yerine başımla kısaca onayladım onu. "Buraya..." Dedim içime kaçmış gibi çıkan sesimle. "Bilgisayar için geldim."
"Bilgisayar yanında mı yani?" Diyen Araf masanın üzerinden bize doğru eğildiğinde gözlerim tekrar Altemur'u buldu. Kollarını göğsünde kavuşturmuş ifadesiz bir şekilde beni izliyordu. Vereceğim cevapları, göstereceğim tepkileri bekliyordu. Sebebini bilmesm bile doğrusunun bu olduğundan emindim. "Hayır." Dedim Araf'ın sorusuna emin bir şekilde. "Bilgisayar benim yanımda değil."
"Nasıl yani?" Diyen Yiğit'te çatık kaşlarla bana bakarken olanları anlamaya çalışıyordu. Nasıl olduğunu bilmesemde Altemur'un yanımda olduğunu anlamıştı. O halde Altemur'un bilgisayarı alıp beni orada bıraktığını da ben anlatmadan pekâlâ anlayabilirdi değil mi? Omuz silkip sanki umrumda değilmiş gibi arkamdaki sandalyeye yasladım. "Bilgisayar benim yanidms değil çünkü onu getirme kısmı Altemur'daydı. Değil mi?" Başımı omzuma doğru eğip kısık gözlerle karşımda ifadesiz bir şekilde beni izleyen adama baktım.
Yüzündeki sarsılmaz ifade ufak ufak çatlamaya başlarken dudağının kenarı usulca yukarı kıvrıldı. "Ne yapıyorsun?" Diye sordu tıpkı benim gibi başını omzuna yatırırken. "Benim olanı istiyorum." Dedim umursamaz bir ifadeyle. "Beni orada o adamların yanında bırakmak pahasına alıp gittiğin bilgisayarımı istiyorum." Kaşları her bir sözümle yukarı doğru kalkarken bu kadar açık sözlü olmamı beklemediğini anlamıştım.
Ben yalan söylemezdim ama. Şansına küssündü. "Ne demek seni o adamların arasında bırakmak?!" Azra'nın sorusuyla yüzüme sinir bozucu olduğunu düşündüğüm bir gülümseme yerleştirip Altemur'a bakmaya devam ettim. "Ben süper kahramanım ya hani Azra?" Dedim alayla. "Adamlar birden başımıza üşüşünce bilgisayarı korumak için Altemur'la birlikte önden yolladım onu."
Gülüyordum. Sahte bir gülümseme değildi yüzümdeki. Ama asıl sebebi mutlulukta değildi. Kimse görmüyordu. Asıl sorunda buydu belkide. Asker demişti bana. Ordudan demişti. Bakar başının çaresine diye düşünmüştü belkide. Kim bilir belkide iki yumruk atıp işi kapatacağımı düşünmüştü belkide. Ama unuttuğu bir şey vardı. Ben kadınım. Erkeğin kemiğinden yaratılan, doğası gereği korunmak isteyen bir varlıktım. Buna ihtiyacım olmaması veya diğer kadınlar gibi narin bir yapım olmaması bir şey değiştirmezdi.
Benimde gücümün yetmediği şeyler vardı. Hiçbir şey basite indirgenemezdi. Evet belkide gerçekten bakar başının çaresine deyip geçmişti, çıkmıştı o bahçenin içinden ama bu beni orada iki adamın arasında savunmasız bir şekilde bıraktığı gerçeğini değiştirmiyordu. Üstelik o adamın imasını duymuştu. Çirkin düşüncelerine şahit olmuştu. Kendimi koruyabilirdim belki ever ama ya aksi olsaydı. Ya herşeye rağmen aksi olsaydı? Yiğit ve Araf gelmeseydi? Silah benim elimde olmasaydı? O sikik krizlerden biri beni tutsaydı? O zaman bana yaşadığım şeyleri karşımdaki bu adam telafi edebilecek miydi?
Yüzümdeki gülümseme anbean zihnimden geçen düşüncelerle beraber silinip giderken zorlukla yutkundum. Konuşmak istemiyordum. Daha fazla burada duramazdım. Artık yüzümde emaresi bile bulunmayan tebessüm dudaklarımı terk ettiğinde karşımdaki adamında kaşları çatılmıştı. Onun yüzündeki alaylı gülümseme de benjmle beraber silinip gitmişti. Gözlerimi ondan çekip Azra'ya bakarken "Bilgisayarı getir lütfen." Diye fısıldadım güçsüz bir sesle. Bendeki ani değişim gözünden kaçmazken "Sen iyi misin?" Diye sordu. "Azra..." Diye mırıldandım gözlerimi halsizce açıp kapatırken. "Bilgisayarı buraya getirdiğini biliyorum. Lütfen, getir ve gideyim..."
Azra'nın, Araf'ınkileri andıran kahve gözleri kısa bir süre yüzümde gezinsede masadan kalkıp koridora doğru yürüdü. Yokluğuyla başımı geriye atıp sertçe yutkundum. Göz pınarlarımda biriken yaşlar beni deli gibi zorlarken bir kez daha yutkundum. Bugün hiç olmaması gereken şeyler olmuştu. Çok fazla şey yaşamıştım. Yapmam gereken onca şey vardı ama arpa boyu kadar bile yol alamamıştım. Ama buna rağmen yara almaya devam ediyordum.
Gözlerimi kapattığım sırada sol gözümden usulca akan yaşa engel olamadım ama saklama gereği de duymadım. Tanımadığım dört erkeğin yanında yaptığım bu aciz hareketi yalnızken tekrar düşünürdüm. Ağırca yutkunduğumda Kağan'ın "Bilgisayara henüz bakmadım." Diyen kısık sesini duydum. Gözlerimi istemeye istemeye açarken başımı yana doğru yatırıp gözlerimi ona çevirdim. "Ben seni bulurum. Senin için sorun olur mu?" Bu evde daha fazla sabredip o bilgisayarı bekleyebileceğimi düşünmüyordum şu an. Yüzüme bakmaktan kaçınırken "Söz bir kez verilir." Diye mırıldandı. Üstelemeyip tekrar yumdum gözlerimi. Yanlışlıkla bile olsa kimseyle göz göze gelmek istemiyordum.
Denizlerimi kızıllarda ateşe vermeye hiç niyetim yoktu bu gece...
Mutfakta sessizce oturup Azra'nın gelmesini bekledim. Ne kadar geçti, Azra kaç dakika sonra yanımıza geldi bilmiyorum ama gözlerimi onun "Güneş?" Diyen sesini duyana kadar açmadım. Başımı kapıya doğru çevirdiğimde elinde bir çantayla kapıda bekleyen Azra'yı görmemle ayaklandım. Doğrudan yanına gidip elindeki çantayı alıp içini kontrol ettim. Bir yanlışlık olmadığına emin olduğumda Azra'ya bakıp "Hoşçakal." Dedim. Kalmayacağımı bildiği için beni üstelemedi ve bende yapabildiğim en hızlı şekilde vedalaşıp arkamda bıraktığım erkeklerden hiçbirine bakmadım. Mutfaktan çıkmak için hareketlendiğimde Azra'nın son bir umut "Kimsen yok." Demesiyle duraksadım. "Öyle dedin değil mi?" Diye devam etti sözlerine gözlerim onunkileri bulduğunda. "Bir sen varsın madem kal işte burada." Sözleri bana geçmişten birkaç cümle hatırlatırken acıyla yutkundum. Gözlerim ona bakabilmek için can attılar ama izin vermedim. Gülümseyerek baktım Azra'ya. Dilimi damağıma vururken onaylamayan bir ses çıkardım. "Yanlışın var Azra." Dedim sözlerine karşılık. "Bende ben bile yokum." Acıyla yutkundum ama bu defa o yumru olduğu yerde takılıp kaldı. Milim oynamadı sanki yerinden. "Kendimden bile mahrumum ben..." Yıllar önce bir bankta onun sıraladığı cümleleri onun önünde bir başkasına söylerken bir yanım tanısın istedi beni. Bir yanınsa bırak dedi. Kalsın. Önceden olduğu gibi, bir yabancı gibi kalsın öylece.
Arkamı dönüp o evden çıkarken bir kez bile bakmadım yüzüne. Kendimi dışarı atar atmaz göz yaşlarım beni dinlemedi belki ama gözlerim beni yok sayıp bir kez daha bakmadılar ona. Geçmişi öylece yok sayamayacaktım belki ama canımı her yakana eyvallah diyip geçmeyecektim.
Hiç tanımadığım annem ardında çok bereketli bir evlat bırakmıştı. İnsanlar ne tükettikleri ömrümden sıkılıyorlardı zira, nede bir hiç gibi ezip geçtikleri ümitlerimden.
Arkamda bıraktığım adamın beni benim bilmediğim bir maziyle andığını bilmiyordum o sıralar.
O eve girmenin yaptığım en büyük hatam olduğunu da öyle.
Ama en güzel pişmanlığımın o evde olduğunu o sıralar bile anlamıştım belkide...
Bu defa yasaklı meyveyi yiyen Adem değil Havva'ydı.
Ama ben cennetten beraber kovulmamız için herşeyi yapacaktım...
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Uzun zaman sonra merhabayın. Çok beklettim biliyorum ama bu günler berbatttttt geçtiler. Şu an bile gece yarısını geçiyor. Anca vakit buldum.
Favori sahnenizi bırakın hadi bakalım¿
Bu arada bölümün başına bıraktığım link kitabın Spotify listesi. Okurken arkadan birşeyler çalsın istiyorsanız dinleyebilirsiniz.
Epeyde uzun bir bölüm oldu bu defa. Düşüncelerinizi alırım artık.
Neyse neyse,,,,
Bölümü nasıl buldunuz?
Oy?
Yorum?
Bölüm?
Altemur?
Araf?
Yiğit?
Azra?
Kağan?
Güneş?
Yeni karakter 🔓
Ehvenişer¿‽¿
Siz nasılsınız?
Sohbet muhabbet varsa alırım.
Ben uzun uzun konuşmak isterdim ama çok üşendiğim için atlıyorum. Seviliyorsunuz ❤️ 🤗
Bir sonraki bölümde artık ne zaman Allah bilir görüşürüz
☺️❤️
Ben artık yavaştan kaçar, baybay👋🏻👋🏻👋🏻
Yazım yanlışı görürseniz bir nokta birşey bırakın lütfen dönüp düzeltirim.
Hoşçakalın iki gözüm 👋🏻
.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 6.75k Okunma |
874 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |