
Önceki bölümleri okuyup okumadığınızı kontrol edin lütfen. Bölümler bazen atlanabiliyor. İyi okumalar.
Oy ve yorum yapmayı unutmayın lütfen. Her satırda sizden izler bekliyorum ☺️
_____
GÜNEŞİN ÇOCUKLARI
08.03.2025
28. BÖLÜM
İMKANSIZA İMKAN VER
"Üşüyorum abla..."
🍷
Toprak güzel kokmazdı. Yağmur yağdıktan sonrada güzel kokmazdı, kuruyken de. Kokan hiçbir zaman toprak olmamıştı çünkü. Toprak kokmazdı.
Yanılgıydı.
Kokan, toprağın bizden aldıklarından bize getirdiği kalıntılardı sadece. Bizden almıştı ve alıştırmak yerine aldığı kokuları bize bir armağan gibi verip yüzümüze çarpıyordu. Yokluğu içimizi sızlatan her ruhu, yağan yağmurlarda, medet umduğumuz toprak kokusunda arıyorduk.
Ama yoktu.
Kokular vardı.
Anılar vardı.
Geçmişimizde onlar vardı.
Ama şimdi yoktu.
Bedeni yoktu.
Gülen gözleri yoktu.
Anılar vardı ama sahibi yoktu.
Geçmişte vardı, geleceğe kader mani olmuştu.
Sözler bahaneydi.
Tek kelime ciltlerce kitaba eşdeğerdi.
Yoktu.
Ölü bile değildi, sadece yoktu.
Sıkıca yumdum gözlerimi. Akan yaşlar kendine yer edinip ıslak izler bırakırken düştüler yüzümden. Bir çömlek suyla, elimde bir buket çiçekle gelmemiştim buraya.
"Ben ölürsem üşürüm Güneş. Biliyorum. Geceleri senin battaniyeni bile ben alıyorum ama yetmiyor işte bana."
"Kansızsın oğlum sen." Dedim şakayla karışık hüzünle. Ama sesimde acı vardı. Üşüyordu. Hayır, benden gidiyordu...
"Hakaret mi ettin sen şimdi?"
"Aşk olsun be Muho'm. Hem ısıtırım ben seni. Benim batteniyem yetmiyorsa depoya girelim. Çalarız birkaç bir-"
"Şimdi değil Güneş. Ölünce..."
"Çok konuşuyorsun Muho'm." Dedim nefsimde emanet duran soluğumu verirken. Nefes almak ağır geliyordu. Kalbim isyan edip atmamak için direnirken yaşamak küçük bedenime ağır geliyordu.
"Üşürüm ama Güneş..." Boğazıma tırmanan yumruyla kalakaldım. Çocuk yaşım umrumda olmadı. Aldığım canlar gelmedi gözümün önüne. Öldürmek değil yaşatmak istedim bu defa ama gücüm yetmiyordu.
"Üşümezsin." Titredi sesim. Yalandı. Üşürdü. Üşüyordu. Üşüyorduk.
"Nereden biliyorsun? Kaç kere öldün sanki."
"Bırakmam ki." Dedim başımı yan çevirip ondan kaçırırken gözlerimi. Düşen göz yaşımı yere varmadan elimin tersiyle sildim. "Orada da yanında olurum ben."
"Güneş." Muhittin'in titrek sesi göğüs kafesimi delip geçerken hıçkırıklarımı tuttum. "Ağlıyorsan eğer, beraber ağlayalım mı? Sen uzakta durunca üşüyorum." Bu defa içime dökmedim göz yaşımı. Isırdığım dudaklarımı azad ederken "Çok mu?" Diye fısıldadım. "Çok mu üşüyorsun?"
Konuşmadı Muhittin. Yok demedi. İnkar etmedi. Bedeni üşüyordu belki ama buz tutan kalbi banada kışı getirmişti. Hıçkırığını duydum. Sonra iç çekişini. Yavaşça kaydım beton zeminde ona doğru. Bende konuşmadım. Başımı omzuna doğru yatırırken kollarım incecik kalan beline sarıldı.
"Muho?"
"Hmm?" Yutkunmak bile bu kadar zor gelmemeliydi ama geliyordu. İçin için ağlamak istiyordum. Bağırıp çağırmak, küçük kalbimin yandığı kadar, el misali bir parça kalmış bedeninin yandığı kadar yakmak istedim bu dünyayı. Bu şehir bu defa bize gülsün istedim. Ama gücüm yetmedi. Omuzlarım bir yükün daha altına girmekten acizdi.
Gelmez İstanbul'un iki yakası bir araya demişti babam. İki sevgilidir onlar. Varamazlar birbirlerine. Vuslat haram onlara. Onlar ayrı kaldıkça mecbur bu şehrin sevenleri hasrete. Şimdi dedim işte, şimdi. Ben bir yakası olayım, o diğer yakası. İstanbul bizi bize bıraksın dedim. Kardeşimi almasın benden dedim. Bu şehir bir kez güldürsün yüzümü istedim. Hasret koymasın araya dedim...
"Sende gidersen kimsem kalmaz ki?" Vuslat versin bize bu defa. Hep ağladık, gülelim bir kez de olsa. Beraber ağlamayı biliyorduk, birlikte gülmeyi de öğrenelim istedim.
"Üşüyorum abla..."
Bir ablanın en büyük feryadı kardeşine duyduğu çaresizlik olmalıydı...
Çaresizdim...
Çaresizdi...
Bu son olmuştu bize. Bittiğini biliyorduk. İçimiz yanıyordu ama gücümüz yetmiyordu işte. Canımız çıkıyordu ama sesimiz çıkmıyordu yine. Tutmadım kendimi, dayanamadım. Tuttuğum başını göğsüme bastırırken hıçkıra hıçkıra ağladım. Seslerimiz birbirine karıştı. Duvarlar imtina edipte utandı feryatlarımızdan ama çıplak ayaklarımızla arşınladığımız yollara eldivenli ellerle diken serenler uzak durdu bizden. Bir köşede oturup izlediler belkide. Bilemedik.
Ne onun umrundaydı başkaları, ne benim. Kimsem gidiyordu benden.
İşte asıl şimdi kimsesizdim ben.
Elim Muhittin'in sırtını karış karış gezip bedenini kendime daha çok çekerken bağıra çağıra ağladık. İsyan etmedik. Ahımız vardı bizim. İstanbul bizi bize vermemişti . Ne Allah onun iki yakasını yar etsindi, ne bizi bu hallere düşürenin yakasından ahımız gitseydi. Üşüyorduk biz. İçimiz alev alevdi ama üşüyorduk biz.
Kimse duyupta gelmedi. Derdimizin dermanı bizi hiç görmedi. Duyanlar kulağını tıkarken gözlerini kapadılar bize.
Kardeşim o gece kollarımda kan kusa kusa kendinden geçerken bir kapının diğer yüzünde başkaları vardı. Susup oturdular. Boğazımda ki her bir teli yırtacak kadar gürdü çığlıklarım. Onların insanlıklarıysa beni duyamayacak kadar körelmişti.
Ağlaya ağlaya kendimden geçerken saçlarımın beyazına kardeşimin alları bulaşmıştı. Kollarımda küçük bedeni vardı. Titriyordu. Anne diye sayıklıyordu. Yardım edin diye bağırıyordum. Ama bize sadece susun deniyordu.
Hayır, biz kötü insanlar değildik.
İki küçük çocuk dört duvar arasında birbirlerinin soluklarında can bulurken susanlar kötüydü.
Üç kuruşa bize bunu yaşatanlar kötü insanlardı.
Ama biz kötü değildik.
Biz çocukluğumuzu kötü olacak kadar bile yaşayamamıştık.
Daha çocuk olamamış ruhumuz kötü olamayacak kadar körpeydi.
O, o haliyle kalmıştı.
Ben allarımı kendim karalara
çalmıştım.
Ben kötü değildim.
Ben kötü olmak zorunda kalmıştım.
Şimdi soğuk bir toprağın altında, üstüme düşen yağmurla ağlarken ben kötüydüm. Ama o artık üşümüyordu.
"Bu nasıl bir derttir dermanı yoktur," dedim geceye karışan fısıltımla, nefes aldım içim gide gide... "Bedenimde değil ruhumda sızı," Gözlerimden usulca aktı yaşlar.
"Görünmez bir yara, acısı çoktur."
Bir tane daha. Onun almadığı nefesi bana veren kadere de ahım vardı.
"Bedenimde değil ruhumda sızı oy,oy, ruhumda sızı."
Artık üşümüyordu. Üşümezdi. Üşümesindi.
"Kurşunsuz hançersiz kansız bir yara,"
Hepsinden daha çok can yakanından ama.
"Hiçbir tabit buna bulamaz çara,"
Canım yanıyordu. Canım çok yanıyordu. Bu defa üşüyen bendim. Umudunun verdiği sıcaklığı yokluğu almıştı benden.
"Keşke Mansur gibi çekseler dara,"
Hıçkırığım geceye karışırken boş mezarlık sesimi geri verdi bana. Muho'mun üstüne serdiğim battaniyeyi dahada çektim. Üşümesin...
"Bedenimde değil ruhumda sızı oy, oy, ruhumda sızı..."
"Canım yanıyor be Muho. Şimdi kimse kalmadı." Burnumu soğuk toprağa yaslayıp derince soludum kokusunu. "Boşluğunu umutlarınla doldurmuştum. Yokluğun kokunla dinmez ki ama." Bacaklarımın arasında sıkıştırdığım ellerimi yumruk yaptım. Etime batan tırnaklarımı umursamadım. "Üşüyorum hem." Dedim güçlükle. Boğazıma taht kuran sızı nefesime geçit vermiyor gibiydi. Sözler bitmişti. Konuşulacak ne kalmıştı geriye.
"Üşüyorum Muho." Yüzümü toprağına yaslarken gözyaşlarıma ben müsade ettim. "İnanmayacaksın ama çok üşüyorum. Yemin ederim üşüyorum. Kalk Muho. Ben ısıttım seni, sen yatma şimdi. Kalk Allah aşkına Muho!"
Göğsüm sertçe inip kalkarken herşeyi boş verip ağladım sadece. Yüzüm Muho'nun göğsündeydi. Kolumu ona sardım. Ama o beni sarmadı. Bu defa kollarımızı dolayamadık birbirimize. İki mezarın arasındaydım. Arkamda üzerinde ismimi taşıyan bir mezar vardı. Önümde geçmişimi silip atan bir boşluğun en büyük kanıtı, son kalanı.
Yumruk yaptığım elimi ısırırken "Gitmeyecektin." dedim boğuk çıkan sesimle. Gözlerimden bir bir düşen yaşlar yüzüme izlerini bırakıp toprağa bulanıken hıçkırdım. "Seni benden alırken gitmeyecek dediler. Sende gitmeyeceğim dedin. Adam olup gelecektin. Hangi kitapta yazıyordu arkanı kardeşine dönüpte gitmek Muho!"
Tutmamıştı sözünü. Tutmamıştım sözümü.
"Ben gelmedim diye mi Muho?" Diye mırıldandım usulca. Ben ona gitmek istemiştim. Yolumu tıkamışlardı. "Ama izin vermediler ki... Ben istedim. Sana gelmek çok istedim. Yoktun ki. Aradım ben seni. Yatağını hiç bozmadım. Kimseyi koymadım kokun karışmasın diye. Kimseye senin gibi bakmadım. Zülküf bana seni sordu Muho. İyi olacak dedim. Şimdi ne yapacağım? Sensizlik yakışır mı?"
İç çektim.
"Kaç yağmur yattın bensiz burada? Benide alacaktın unuttun mu yanına?"
Kötüydüm ben... Hep kötü olmuştum. Öylesine veya birileri istedi diye değildi kötülüğüm. Ben ancak kötüyken değer verdiğim insanları koruyabilirdim ve bunu hep bildim. Ama kötülüğüm yetmemişti bize. Yetseydi şayet, kimse cesaret edemezi yakamızda taşıdığımız ahımıza el uzatmaya.
Ahımızda yanmıştık.
İstanbul bizede acımamıştı.
Bizi bize bırakmamıştı.
Bizden bizi söke söke almıştı.
İstanbul...
Hep can yakmıştı.
Canımız çok yanmıştı...
____________
Yüzüme vuran gün ışınlarıyla burnumu kırıştırırken elimin altında sıkıştırdığım battaniyeyi dahada sıkı kavradım. Yüzümü gömdüğüm toprağa iyice bastırıp gözlerimi sıkıca yumarken iç çektim. Gece camı açık unutmuş olmalıydım. Üzerim sırılsıklam hissettiriyordu. Her yer toprak kokuyordu. Üstelik deli gibi üşüyordum. Titreyen bedenimle kendimi iyice kabuğuma çekerken hapşurdum. Hapşururken ağzıma doluşan toprakla yüzümü daha da buruştururken öksürmeye başladım.
Yağmur.
Toprak.
Koku.
Soğuk.
Gece.
Gözlerim farkındalıkla olabildiğince açılırken öksürmeye devam ediyordum. Cam açık değildi. Ben dışarıdaydım. Yağmur yağmıştı ve sırılsıklam olmuştum, üstelik hala mezarlıkta Muho'nun yanındaydım. Yattığım yerde hızla doğrulurken yüzümü ovdum sertçe.
Derin bir nefes alırken elim nemli saçlarıma gitti. Islak saçlarım kafama haddinden fazla ağırlık yapıyordu. Dünden kalma örgü saçlarımı ellerimle kavrayıp sıkarken akan sulara bakıp iç çektim.
Arasında durduğum iki mezarada baktıktan sonra ellerimden destek alarak ayaklandım. Muhittin'in mezarının üzerinde dün gece örttüğüm battaniye duruyordu hala. Son bir kez mezar taşında yazan isimde göz gezdirdikten sonra sarsak adımlarla yürümeye başladım.
Veda etmeyecektim. Bizim hikayemiz bu defa bir vedayı hak etmiyordu. Tekrarı olacaktı. Yine gelecektim. Vedamız değil vuslatımız olurdu bundan sonra ancak...
Mezarlıktan çıktıktan sonra yol kenarına park ettiğim motoruma doğru yürüyüp direksiyonun yanına bıraktığım küçük pet şişeyi aldım. Suyla beraber ıslak bedenimi kaldırım kenarına bıraktığımda şişeyi büyük bir açlıkla yasladım dudaklarıma.
Hava fena esiyordu. Ben ıslaktım. Motorumun benden farkı yoktu. Ve kelimenin tam anlamıyla iliklerime kadar donuyordum...
Biten suyla şişeyi en yakındaki çöp kutusuna attıktan atarak aldığım kaskımı başıma geçirdim. Motora binip gitmek için hazırlanırken içimde baş gösteren huzursuzlukla daha az önce çıktığım çıktığım mezarlığa baktım bir kez daha. Gördüğüm mezarla bir kez daha gözlerim dolarken başımı çevirip gözlerimi etrafta gezdirdim gelişigüzel.
Sıkıntıyla şakaklarımı ovarken elimi cebime atıp telefonu yokladım. Kağan'ın işini halledip aradığımı bulduktan sonra herşeyi halledecektim. Can sıkıntım cebimde olması gereken telefonun yokluğuyla dahada katlanırken motordan indim tekrar. Ayaklarımın altındaki taşları sağa sola savururken söylene söylene tekrar girdim mezarlığa.
Ellerimi ıslak montumun ceplerine koyarken adımlarımı hızlandırıp mezarlara doğru yürüdüm. En azından aramama gerek olmadığını görünce rahat bir nefes aldım. Az önce uzandığım yerin biraz gerisinde parlayan ekran telefonuma aitti. Kısık melodisi kulaklarıma ulaşırken aradaki mesafeyi kapattım hızlıca ama ben gidemeden arayan kişi kapatmıştı.
Soğuktan morarmaya başlayan parmaklarım telefonu kavradığında oyalanmayıp geldiğim yolu tekrar yürümeye başladım. Yabancı bir numara vardı ekranda. Geri aramak için telefonla uğraştığım sırada ayağıma takılan taşla tökezlemem bir oldu. Yüz üstü düşmemek için ellerimi öne uzatıp toprağa yasladığımda zaten soğuktan bir hal olmuş ellerime batan taşlarla acıyla inledim.
Pekâlâ... Günüm harika başlamıştı... Yersen tabii...
Düştüğüm hallere lanet ederken sinirle güldüm. Evren içinde bulunduğum sefaleti daha güzel anlatamazdı bana... Düştüğüm yerden kalkıp ellerimi silkerken yerdeki telefonumuda elime aldım tekrar. Çamura bulanan ekrana sıkıntıyla bakarken kafamı kaldırıp etrafa bakındım.
O sırada gözüme biri takıldı. Gözlerimi kısıp daha iyi görmeye çalıştım. Bir adam. Bir mezarın başında dikiliyordu. Kaşlarım çatılırken ellerimi ceplerime sokuşturup ileriye doğru birkaç adım daha attım. En yanımdaki ağacın arkasına geçtiğimde dikkatlice adama bakmaya başladım. Kimseyi rahatsız etmek istemiyordum. Hele ki böyle bir yerde ama merakımı celbetmişti bir kere bu yabancı.
Üzerindeki pahalı takım elbisesi ve görünüşüyle buraya ait gibi gözükmüyordu hiçte. Eğik başı yüzünden simasını net bir şekilde göremiyordum ama elindeki buket ve bedeni göz önündeydi. İki elinin arasında tuttuğu buketi tek eline alırken diğer eli lacivert pantolonunun cebine gitti. Gözlerimi kısıp ne yaptığını izlerken o cebinden mendil çıkardı. Hayır, düzeltiyorum. Mendiller.
Merakla bir elindeki mendillere bir hala göremediğim kafasına bakarken yere eğildi. Elindeki mendillerin ikisini de dikkatlice yere serdiğinde iyice meraklanmıştım. Beni dahada şaşırtarak yere bıraktığı mendillerin üzerinde diz çöktüğünde kaşlarım şaşkınlıkla kalktı. Titiz biriydi anlaşılan.
Hem yüzünü, hem elinde tuttuğu buketin içini dolduran çiçekleri göremediğim için kabaran merak duygumla yan tarafımdaki mezarların etrafında dolaşıp aradaki mesafeyi elimden geldiğince azalttım. Şimdi yan profilden bakıyordum adama. Diz çökmesi başka bir dine ait bir tür ayin veya ibadet olabilir miydi?
Adamın özel alanına dalmış olduğum düşüncesiyle vazgeçip geri dönmek için hareketlendiğimle gördüklerimle kalakaldım. "Siktir ama ya!" Bedenimin benden bağımsız verdiği tepkiyle elimi dudaklarımın üzerine örterken yere yatıp mezarlardan birinin arkasına attım kendimi hızla. Aldığım soluklarla göğsüm sertçe inip kalkıyordu.
Mezar boştu! Adamın önünde diz çöktüğü mezar açıktı ve içi boştu. Daha da beteri mezarın bir kol uzunluğunda oluşu sahibininde kim olduğunu apaçık gösteriyordu. Bir bebek mezarıydı ve içi boştu. Önünde bir adam diz çöküyordu hemde ellerinde ölü bir buket gül taşıyordu.
Şansıma küfrederken adamdan ses çıkmamasına güvenerek yattığım yerden doğruldum. Gözlerim doğrudan hala dizlerinin üzerinde olan adamı bulduğunda rahat bir nefes alıp ayağa kalktım. Burayı aklıma kazırken gitmek için arkamı döndüm ama hayat bana bir kez daha ağzı hariç her yeriyle güldü.
Sesimi kısma zahmetine bile girmezken küfrederek cebimde çalan telefonu çıkardım öfkeyle. Ekranda beliren yabancı numarayla telefonu açıp kulağıma yaslarken ağır ağır arkamı döndüm. Beklediğimin aksine hala dizlerinin üzerinde olan adam deri eldivenlerinin sarmaladığı elleriyle buketi mezar taşını niyetine dikilen tahta levhanın önüne bıraktığında sakin bir tavırla yerden kalktı. Yerde bıraktığı mendillere bir kez bile bakmazken başını ağır ağır buraya çevirdi.
"Eve gelecek misin?"
Olduğu yerde durmaya devam ederken ceketiyle aynı hizalarda biten kısa kabanının ceplerine ellerini koyup bakışlarını yüzümde, yada en azından yüzümü saran kaskta dolaştırdı. Aynını ona yapmaktan gocunmazken ilk dikkatimi çeken şey yüz hatlarının keskinliği olmuştu. Ortalama uzunluğa sahip olan bir yüzü vardı. Kemikli çenesini ve büyük ihtimalle soğuktan kızaran belirgin elmacık kemiklerini buradan bile fark ediyordum. Belirgin yüz hatları vardı.
"Orada mısın Güneş?"
Biçimli kaşları yüzünde de yer edinen merakla çatılmış olmalıydı çünkü yüz ifadesi öfkeli olduğunu göstermiyordu. Kıstığı gözleri irislerinin rengini görmemi engellerken başımı yana doğru eğip tıpkı onun gibi gözlerimi kıstım. Bu defa merakına biraz da öfke ekilmiş gibiydi. Eh, birinin onu incelemesinden rahatsız oluyorsa o da aynı şekilde davranmalıydı.
"Duyuyor musun beni Güneş? Kağan, konumunu bulabilir misin sesi gelmiyor!"
Gözlerini göremeyeceğimi anladığımda bu saçma bakışmaya bir son vermek adına omuzlarımı dikleştirip kaskın cam penceresini kapattım. Artık tek görebildiği gözlerimle de bağını kesmiştim. Kaskı yüzümde unutup adama eşgal vermediğim için içten içe rahatlamıştım. Dolu dolu yaşadığım bu hayatta bir tımarhane kaçkınıyla uğraşan halim yoktu. Gözlerim bir kez daha arkasında kalan boş mezar ve ölü çiçeklere kaydığında"Güzel çiçekler." Diye mırıldandım kendimi daha fazla tutamayıp.
Dilimin kemiği yoktu.
"Sesini duydum bir dakika bekle, ne? Orada ne işi var? O mezarlığı bileniniz var mı?"
Başını varla yok arası sallarken çatık kaşları bir an olsun düzelmedi. Kıstığı gözleriyse ardında sakladığı irisleri hala perdeliyordu. "Bir mezar için fazla ölü değiller mi?" Vereceği cevabı beklerken yüzünü izlemeye devam ediyordum. Türk olduğunu düşünmüyordum. Bizim soyun genlerine benzemiyordu. Yabancıydı.
Buradan bile oynayan dudaklarını görüyordum ama sesi o kadar kısıktı ki duyamadım. Kaşlarım bu hareketiyle daha da çatılırken "Anlamadım. Ne dediniz?" Diye sordum. Adam sanki ona seslenmiyormuşum gibi arkasını dönüp yürümeye başladığında öfkeyle burnumdan soludum.
"Burası Güneş'in sahte mezarının olduğu yer değil mi? Kendi mezarına mı gitmiş? Kağan ve ben kontrole gidelim."
"Ses vermiyor mu?"
"Bir dakika Güneş'in mezarı burada mı?"
Adamın arkasından gitmek istesem bile kulağımda ki telefondan gelen seslerle bir delinin peşinden gitmektense onlara cevap vermemin daha iyi olacağını düşündüm. Bende arkamı döndüğümde tekrar çıkışa doğru yürümeye başladım. Tüm bu pisliklerden kurtulduktan sonra hep ertelediğim o psikolog randevusuna gidecektim. Bakırköy'e düşmeden önce kendi rızamla bir doktora görünmem iyi olurdu.
"Güneş, geliyoruz biz yanına. Sen beni duyabiliyor musun?"
"Araf?" Diye mırıldandım mezarlığın bahçesinden çıkarken. "Güneş?"
"Senin zamanlamanı sevsinler doktor!"
"Kağan, bekle çıkma evden... Cevap verdi... Evet o!" Araf arkada bir yerlere bağırırken ben çoktan motoruma binmiştim bile. "Kapat telefonu Araf. Motora bindim. Trafiğe çıkacağım."
"Bekle bir dakika Güneş. Eve gelmen gerekiyor. Kağan söylememi istedi. Bilgisayarla ilgiliymiş sanırım."
"İşlerim var." Dedim tek bir Allah'ın kulunun bile geçmediği yolları izlerken. "Önce onları halletmem gerekiyor. Akşama kadar gelirim."
"Daha erken olmaz mı?"
"Bulmam gereken bir motor var doktor." Dedim sıkıntıyla. "Önce onu halletmeliyim. Ha eğer Kağan vazgeçtiy-"
"O motoru bu eve getirmeden dosyayı alamazsın." Araya giren Kağan'ı duymamla göz devirirken"Duydun zilin sesini doktor." Dedim Araf'a. "Kapatıyorum. Akşam uğramaya çalışacağım."
"Çalışma Güneş. Akşam evde ol çünkü Azra kriz geçirmek üzere. En geç-" Ağrıyan başımın Araf'a daha fazla tahammül edemeyeceğini bildiğimden telefonu kapatıp ceketimin cebine attım. Önce gidip motoru halletmeli, sonra Kağan'ı ikna etmeli, dosyayı almalı ve bu deliler cehenneminden kendimi bir an önce kurtarmalıydım.
Motorun sesi boş yollarda yankılanırken gaza yüklenip İstanbul'a karıştım.
Vakit dardı ve yapmam gereken çok şey vardı.
_________
"Ferhat bey kadın ısrarla gitmeyi reddediyor. Güvenlik kulübesinin orada tutuyoruz kendilerini ama zor zapdettik. Sizi görmekte ısrarcı." Gittikçe yaklaşan seslerle gülümserken önümdeki çiçeğin yapraklarını sevmeye devam ettim. "Gönderin gitsin. Kimseyle görüşmek istemiyorum, ortada önemli bir mevzu varsa randevu alıp görüşmek için şirkete gelmesini söyle."
Adım sesleri kesildiğinde başımı kaldırıp salonun en az kendisi kadar büyük olan kapısına baktım. Ferhat karşısında duran korumasına bakarken korumasının şaşkın bakışları girmemem için kırk takla attığı evin içinde çiçeklerle ilgilenen benim üzerimde dolaşıyordu.
"Çıkabilirsin Salih." Ferhat'ın yorgun sesi kulaklarıma dolduğunda tekrar önümdeki çiçeğe kısa bir bakış atıp ikiliye döndüm. Adamın hala bekliyor oluşuyla Ferhat çıkmasını beklerken ben gülümseyerek ona el salladım. Benden güç bela ayırdığı gözleri önündeki patronunu bulduğunda sertçe yutkundu. Büyük ihtimalle biraz sonra son verilecek olan işini düşünüyordu. Oysa ilk konuşmamda beni içeriye alıp geçtiğimiz yarım saatimi çöp etmemiş olsaydı buradan güzelce de ayrılabilirdi.
Vakit, nakitti. Cömert bir insan olduğum da söylenemezdi.
Ayakta beklemeye bir son verip koltuklara doğru yöneldiğimde "Sen nereye bakıyorsun Salih?" Diyen Ferhat'ın sesini duydum. Ben kendimi ikili koltuğa bıraktığımda Ferhat'ta eş zamanlı olarak bana dönmüştü. Beni gören yüzü dumura uğrarken kaşları çatılmış, gözleri şaşkınlıkla açılmıştı.
Ayak ayak üstüne atıp tek kolumu da koltuğun üzerine bırakırken diğer elimi kaldırıp salladım. Yüzümde samimi olduğunu düşündüğüm bir gülümseme taşırken "Oturmaz mısın Fero?" Diye sordum arsızca. Başımı eğip artık Ferhat'ın arkasında durduğu için görüş açımdan çıkan korumaya baktım. Yüzündeki endişe elle tutulur cinstendi.
Karşımda sinirle yüzünü ovan adamın gözleri öfkeyle üzerimde dolaşırken "Salih!" Diye gürledi. "Evet efendim?" Salih'in titrek sesini duyduğumda yüzümdeki gülümseme hızla büyüdü. "Dışarıdakilerin hepsini kov!"
"E-emredersiniz efendim."
"Diğerlerini kovduktan sonra buraya gel. Bende seni kovacağım!"
"A-ama efendim-"
"Çık Salih!" Salih'in dehşetle açılan gözleri patronunun yüzünde karış karış gezindikten sonra arkasını dönüp salonu hızla terk etti. Dış kapının da sesini duyduğumda bahçedeki adamlarla ilgilenmeye gittiğini anlamıştım. Elimle karşımda ki tekli koltuğu gösterirken "Otursana." Dedim Ferhat'a. "Ayakta mı konuşacağız?"
"Bir şey mi konuşacaktık?" Ferhat çattığı kaşlarıyla yanıma geldiğinde gösterdiğim koltuğa değilde yanımdaki tekli koltuğa oturduğunda göz devirdim. "Evime gelişini neye borçluyum?" Diyen adamın öfkesini hissediyordum. Onun nazarında arkadaşının ölümüne sebep olan bir kadın olarak yer alıyor olmalıydım hala. Oysa ona babasının katilini vermiştim. Minnet duyması gerekirdi, nefret etmesi değil.
Sıkıntılı bir nefes verirken koltuğun kolçaklarına koyduğu eli çekti dikkatimi. Yüzük parmağında gördüğüm şeyle kaşlarım kalkarken "Bulmuş olmana sevindim." Diye mırıldandım. Bakışlarımı takip eden Ferhat'ta parmağındaki yüzüğe baktığında elleri çoktan yumruk halini almıştı.
"Vicdanımı susturmam gerekiyordu." Dişlerimi alt dudağıma bastırırken başımı salladım. "Yada arkadaşının gerçekten babanın katili olduğunu kendine kanıtlaman. Aksi olsaydı seni kandırarak arkadaşını öldürtmüş olurdum, sende peşime düşerdin, değil mi?" Adem elması ağır ağır hareket ederken "Niye geldin buraya?" Diye sordu. Omuz silkip rahat bir şekilde arkama yaslandım.
Arkadaşının sadist duygularla topladığı koleksiyonunu patlatıp oradan babasına ait bir uzvu çalmış olmasını sonrada konuşabilirdik.
"İhtiyacım olan bir şey var." Tek kaşını kaldırırken "Yani?" Dedi devam etmemi istediğini belirterek. "Yanisi, tesadüfen aynı şeyin sende de olduğunu öğrendim."
"Neymiş o şey?"
"Ferhat! Oğlum gel artık!" Cevap vermek için araladığım dudaklarımı duyduğum kadın sesiyle kapatırken bize doğru yaklaşan ayak sesleriyle Ferhat'a baktım. Kadının topukları sağlam olmalıydı çünkü bu kadar sesin basit bir topukludan çıkacağını düşünmüyordum.
Ferhat oturduğu yerden kalkarken ben istifimi bozmadan gelecek olan kişiyi bekliyordum. Neyseki bizi çok bekletmeden içeriye girmişti kadın. Ellilerinde rahat vardı. Boyunu giydiği topuklu ayakkabılarla dengeleyen kadın sarı saçlarını sıkı bir topuzla şekillendirmişti. Üzerine giyindiği siyah elbisesi ve omuzlarında ki siyah şala bakarken "Misafirin mi vardı?" Diyen ince sesini duydum. İlkine nazaran nazik çıkan sesiyle aynı kişi olup olmadığını anlamak için kadına baktım.
"Söyleseydin ya oğlum. Bende seni bekliyordum." kadın yüzündeki gülümsemeyle bize doğru yürüdüğünde bende oturduğum koltuktan kalktım. Doğrudan bana geliyordu hanım teyze.
Karşımda duran kadın üzerimde ki çamurları umursamadan bana sarılmak için hamle ettiğinde yana doğru bir adım atıp kollarından kaçtım. Kadın bozuldu mu bilemem ama bu halde bana sarılmasına izin veremezdim.
"Kusura bakmayın lütfen." Dedim rastgele tebessüm ederken. "Kıyafetlerim böyle bir karşılama için uygun değil."
"Ah, hiç sorun değil canım. Seçil ben, hoşgeldin. Karşılamaya gelmediğim için kusura bakma, misafirimiz olacağından haberim yoktu."
"Misafir değil anne. Rahat ol, eve gizlice girmiş." Ferhat'ın söyledikleriyle alayla güldüğümde kaşları çatılan kadının gözleri ben ve oğlu arasında gidip geliyordu. Ferhat rahat bir şekilde kalktığı koltuğa oturduğunda kadın bu defa da elini uzatmıştı bana. Sebepsiz ısrarına tebessüm ederken uzattığı elini tutup sıktım. Anlaşılan evine nereden girdiğimi umursamıyordu.
"Güneş ben." Dedim kendimi tanıtarak. "Ve evet, eve bodrum katın bahçeye açılan merdivenlerinden girdim." Söylediklerime tepki vermesini beklediğim kadın sevecen bir şekilde tebessüm ettiğinde pozitif hallerine neredeyse ağzım açık bakmak üzereydim.
"Hoşgeldin kızım," ifadesinde en ufak bir değişim bile olmamış, üstüne üstlük tebessümünü samimi bir gülüşe çevirmişti. "ben mutfağa kahve getirmelerini söyleyeyim."
"Gerek yok Seçil hanım, ben-"
"Cenazeye katılmamız gerekiyor anne. Buna vaktimiz yok." Diyerek sözlerimi bölen Ferhat'ın sesindeki tiksinen tınıya göz devirirken yüzümü buruşturdum. Kadının kınayıcı bakışları oğlunun üzerinde dolaşıyordu şimdi."Saygın'ın bir yere kaçmayacağından eminim oğlum." Cümlelerini sıralarken yüzündeki memnuniyetsiz ifadeyi fark etmemek elde değildi. Üstelik Saygın demişti. Anlaşılan Sametli'nin cenazesine gidiyorlardı anne-oğul. Gülümsedim. Kadına katılıyordum. Saygın o halde hiçbir yere kaçmazdı.
"Bir aile dostumuzun oğlu. Bu sabah vefat haberini aldık kendisinin." Bana açıklamaya girişen kadına bakarken iç çektim. Biraz fazla sevecendi sanki. Üstelik bu sevecenliği her bir yanını karamsarlık sarmış benim hiç hoşuma gitmiyordu. "Bir katile maktulünü anlattığının farkında mısın anne? Eminim Saygın'ı senden daha iyi tanıyordur." Alayla bana bakan adamın yüzünde kendinden emin bir sırıtış vardı şimdi. "Sahi ne zaman öldü? Gerçekten dün mü oldu?"
Ferhat'ın da konuşmaya dahil olmasıyla omuz silkerken kalktığım koltuğa geri oturdum. "Dün akşam. Altı yedi gibiydi galiba. Saate bakmak gelmedi aklıma."
"Ne yapmıştı merak ediyorum doğrusu. Poyraz abisiyle eve döndüğünde cenazenin içeri girmesine izin vermemiş diye duydum."
"Bende olsam annemin katilini yaşadığım eve sokmak istemezdim Bilen. Sende babanın katilinin yaşamasına izin vermemiştin unuttun mu?" Dişlerini sıkan Ferhat'ın rengi atarken "İkisi bir değil. Üstelik bunu ısıtıp ısıtıp önüme koyma." Diye tısladı sıktığı dişlerinin arasından. "Bu kadar şey yaşanmışken birde üstüne Gülay teyzeyi Saygın'ın öldürdüğünü mü söylüyorsun yani?" Diye sordu, tek kaşını kaldırmış bana bakıyordu. Seyit konusuna girmiyorduk anlaşılan. Bana uyardı.
"Öyle olmuş."
"Herkes Nilay teyzenin senin tehditlerin yüzünden arkadaşına sıktığını konuşuyor."
"Saygın yaptığı pisliğin altından kalkamayınca ihaleyi bana devretmiş." Bir hafta boyunca tüm şehir sebebi olduğum cinayetlerle çalkalanırken yaptığının akılsızca bir hamle olduğunu söyleyemezdim. Ama üzerine doğru dürüst düşünülmemiş bir plandı. Küçük oyunundaki açıkları, canını vererek kapatmak zorunda kalmıştı üstelik.
"Bunu kullanarak on yedi yaşında bir çocuğu katil mi yaptın? Hemde öz abisinin katili?!" Baygın bakışlarla Ferhat'a bakarken "Çocuklarda öldürürler." Dedim. Herşeyi yeni yeni idrak etsede büyük balığı gözden kaçırıyordu. Gözleri öfkeyle koyulaşan adam oturduğu yerden hışımla kalkarken "İnanamıyorum sana!" Diye bağırdı benden iğrenircesine. "Bir çocuğa cinayet mi işlettin gerçekten?! On yedi yaşında bir çocuk o!"
"Bir dakika bir dakika! Neler oluyor burada? Ferhat, ne demek bunlar?" Seçil hanımın endişeli gözleri ben ve oğlu arasında gidip gelirken sevecen halinden eser kalmamış gibiydi. Eh, bu hali daha katlanılır görünüyordu. Bakışmamızı bölen Ferhat"Bu kadın-" Diye bağırdı annesine bakarak. "Bir haftadır her gün eve gelen o kurşunların sahibi!" Anlaşılan bir çocuğun katil olabilme ihtimalini narin kişiliği kaldıramıyordu.
Seçil hanımın da oğlu gibi bağırıp çağırmasını beklerken salona geldiğimde gördüğüm ilk çiçekte dolaştı gözlerim. Çiçeklerin arasında solmuş birkaç dalı fark ettiğimde mezarlıkta ki adam tekrar gözümde canlanmıştı.
"Güneş'in kurşun olduğunu mu söylemeye çalışıyorsun?"
Boş bir bebek mezarına neden elinde ölü güllerle gidesin ki?
"Hayır anne, çalışmıyorum çünkü karşında gördüğün kadın zaten kurşun!" Ferhat'ın yeri döven adımları hemen karşımda son bulduğunda "Nasıl yapabildin?" Diye sordu. Sesindeki aşağılayıcı tonun farkındaydım. Gözlerimi kısarken "Silahla." Dedim. "Senin yaptığın gibi. İki kurşun."
"İkisi aynı şey değil!" Diye bağırdığında sinirle güldüm. "Ben on yedi yaşında bir ergen değilim!"
"Yaa." Dedim son heceyi uzatırken. Başımı omzuma doğru eğip gülümsedim. "Ne tesadüf. Bende on yedi yaşında bir ergen değilim."
"Konumuz senin sikik ergenliğin değil. Senin yüzünden katil olan bir çocuk var!" Öfkeyle yanan gözlerine bakarken "Abisi ölmeseydi kardeşi ölecekti." Dedim soğukkanlılıkla. "Oyumu kardeşinden yana kullandım." Bir çocuğa bunu yaptırmış olmamı düşünmesi komikti. Bunu aklımdan geçirdiğim an bile kendimden iğrenmiştim ben. Yaşadığımı yaşatmak huyum değildi benim. Bir çocuğun ruhunu yaralayamazdım. Yaşının on yedi veya yedi oluşu benim gözümde değersizdi. Hiçbir şey bir çocuk olduğu gerçeğini benim gözümde değiştirmezdi.
Çocuklar benim gözümde birçok şeydi. Ama hiçbir zaman onları tetiğe basmaya hazır kuklalar olarak görmemiştim.
"Poyraz'ı mı öldürmek istediğini söylüyorsun birde utanmadan."
"Hayır," omuzlarımı dikleştirip çenemi kaldırırken ellerimi kargo pantolonumun ceplerine soktum. "Poyraz'ı öldürmek üzere olan Saygın'ın kafasını dağıtanın ben olduğumu söylemeye çalışıyorum." Sözlerimden sonra salona çöken sessizlikten faydalanarak karşımdaki adamın dağılan ifadesini izledim zevkle. Buradan çıksam iyi olurdu. Ferhat'ın sesi bir kez daha yükseldiğinde o çenesini kırmayacağımın sözünü veremezdim çünkü.
"Bir Dodge Tomahawk." Dedim asıl geliş sebebime değinerek. "İngiltere'de ki malikanede bir koleksiyonun olduğunu duydum." Bakışlarımı Ferhat'tan çekip ifadesiz bir yüzle annesine baktığımda "Baş sağlığımı iletin lütfen." Dedim az önceye nazaran soğuk bir tavırla. Anne oğul sessizce birbirlerine bakmaya başladıklarında içinde ölü çiçeklerin olduğu vazoya doğru yürüdüm usulca.
Çamurlu postallarım beyaz zeminde adım izlerimi bırakırken konuşurken gözüme takılan vazonun önünde durdum. Diğer dalları görmezden gelirken solan çiçekleri vazodan alıp tek kelime daha etmeden çıktım salondan.
Seçil hanım ve Ferhat hareketlerimi sessiz kalarak izlemeyi tercih ederken elimdeki çiçeklerle bahçeye çıktım. Az önce karınca sürüsü gibi adam kaynayan bahçenin içinde şimdi in cin top oynarken yarım saat önce üzerime kapatılan büyük demir kapıya doğru yürüdüm kaygısız adımlarla.
Kağan'ın yanına gidip bir hafta sonraki işini de hallettikten sonra herşey yoluna girecekti. Son bir hafta diye tekrarladım. Bir hafta sonra herşey yoluna girecek, ve bende buradan gidecektim.
_________
Elimde tuttuğum kaskı tüm gücümle sıkarken titreyen elim yüzünden kalbim hızla çarpıyordu. Kaskı içten sıkı bir şekilde kavrayıp elimi kamufle etmeye çalışmıştım ama ne kadar başarılı olduğum tartışılırdı.
İçinde olduğum bahçeden hızlı adımlarla ilerlerken göğsüm hızla inip kalkıyordu. Kağan'ın yanına gelmiştim ama hesaba bile katmadığım titreyen elim bana nasıl bir hata yaptığımı gösteriyordu.
Geri dönemeyeceğimin farkındalığıyla ilerlemeye devam ederken tüm bedenim kasılıyordu. Sonunda önünde durduğum kapıya bakarken boştaki elimi yumruk yaparak tereddütle kaldırdım. Titrek bir nefes öylece dudaklarımın arasından sızıp havaya karıştığında kapıyı çalmak için kendimi telkin etmeye çalışıyordum.
Elim zoraki kapıya doğru ilerlediğinde daha ben çalmadan açılan kapı ve ardında bana endişeyle bakan bir çift göz olduğum yerde kalakalmamı sağlamıştı.
Azra'nın her zamanki endişesi yine üzerindeyken gözleri bedenimde hasar kontrolü yaptı önce. İyi olduğuma emin olan kadın "Ne bu halin Güneş?" Diye hesap sorduğunda derin bir nefes aldım. "Kağan çağırdı beni. Bilgisayar ile ilgili." Sorusunu görmezden gelerek verdiğim yanıtla beni salmasını istesem bile bunun mümkün olmayacağına emindim. Öylede oldu.
Öylede oldu.
"Üstün basın mahvolmuş Güneş." Uzanıp montumun üzerinden kolumdan tuttuğunda irkilerek geri çektiği eline baktım ne olduğunu anlamayarak. "Sırılsıklamsın Güneş! Gece neredeydin sen, nasıl bu kadar ıslanabildin? Kıyafetlerin hala nemli. Daha fazla üşümeden içeri geç hemen." Çekim yasasına artık inanıyordum. Kendisine sürekli anne diye hitap edilmesi kadının annelik duygularını ortaya çıkarmış olmalıydı. Zira Araf'ın hep dediği gibi anne moduna bürünen kadın beni kolumdan tutup içeriye çektiğinde postallarımı nasıl çıkardığımı bile şaşırmıştım.
Beni çekiştirerek salona götürüp ikili koltukta oturan Yiğit'in yanına savurduğunda şaşkınlıkla açılan gözlerle onu izliyordum. "Ben ıhlamur kaynatıp geliyorum Güneş. Sende o sırada yukarıda üzerini değiştir. Araf, Güneş'e benim kıyafetlerimden ver sende."
"Kıyafetlerle kurtulacağını sanmam annem. Saçları kararmış kızın bir gecede kirden." Yanımdaki Yiğit'e attığım tebessüm eşliğinde yardım et bakışlarını Araf'ın sözleriyle çektiğimde kıstığım gözlerle ona baktım. "Ne yaptın aynasız. Sokakta mı yattın diyeceğim ama yapmadığım şey değil. Ben senin kadar hasar almamıştım çünkü."
Şakayla karışık sözlerine sadece gülerken "Yok." Dedim sakince. "Mezarda yattım ben." Sözlerim önce salondaki sessizliği sağladı. Sonra yanımdaki üçlü sanki ben yokmuşum gibi kendi aralarında bakışmaya başladılar. Onları bölmek yerine sadece izlerken Araf'ın attığı sözde kahkahayla ne var dercesine başımı salladım.
"Şaka yapıyorsun değil mi?" Diyen adama bakarken "Bu mezarların etrafını mermerle yaptırmak için nereye gitmemiz gerektiğini biliyor musunuz?" Diye sordum tüm ciddiyetimle. "Mezar hala toprak haliyle duruyor. Yağmurda yağınca çamur oldu her tarafım." Benim sözde mezarımın bir önemi yoktu ama Muhittin'in mezarı içinde aynı şeyi söyleyemezdim. Dün gece mezarında yer edinen yabancı otların hepsini ellerimle sökmüştüm ama yinede mezarının bakıma ihtiyacı vardı, yaptırmak istiyordum. Hala ilk günkü gibi duruyor olması canımı sıkmıştı o mezarın. Belki de dün ben gidene kadar ziyaretçisi bile olmamıştı kardeşimin. Bir Zülküf'tü birde ben.
İç çektim. Kimi kandırıyordum ki? Birlikte geçirdiğimiz zamana rağmen benim mezarıma bile gelmeye cesaret edemeyen adam kardeşimizi de yalnız bırakmıştı. Üstelik kim bilir ne zamandır biliyordu da benden gizlemişti... Zaten kendinden mahrum ettiği kardeşimin elinden benide almıştı. En azından ben olabilirdim yanında. Ben sarardım onu olmasada toprağını. Mezarı yabani otlarla değil ektiğim çiçeklerle sarılırdı...
"Siktir! Sen ciddisin!" Araf verdiği tepkiyle oturduğu yerden kalkıp sinirle bana baktığında bu defa sessiz kalan ben oldum. "Mezarlıkta yatmak ne demek Güneş?! Ev mi yoktu Allah aşkına. O yüzden sabah seni aradığımda oradaydın değil mi? Ölü mölü bir şeyler dediğini de duydum ben zaten senin. Üstelik dün hava berbattı!" Araf'ın koruyucu tavrıyla derince iç çekerken gözlerimi kırıştıracak kadar büyük bir gülümseme yerleştirdim yüzüme.
Yüzümdeki ifadeye bakan Araf'ın kararlı tavrı kısa bir anlığına da olsa sekteye uğradığında bu defa ben kahkaha attım. "Şakaydı doktor." Dedim gülerek. "İşim vardı, dışarıdaydım sadece."
"Oradalarda ne işin olabilir Güneş? Sabahın o saatinde üstelik." Şüpheci tavrına göz devirirken "Abartıyorsun." Dedim. "Bunlar kıyafet vermemek içinse kendime yenilerini alabilirim."
"Konuyu değiştiriyorsun Güneş."
Omuz silktim sakince. "Sen bilirsin." Cebimdeki telefonu çıkarıp ekranını montumun koluyla temizledikten sonra navigasyona girip sesli klavyeyi açarak "En yakın giyim mağazası." Dedim ekrana doğru. Burnundan soluyan doktor yanıma gelip telefonu elimden aldığında gülümsedim. "Evde istemeyeceğin kadar kıyafet var. Paranı boşa harcama. Hala bulman gereken bir motor var." Başımı sallayarak ayağa kalkarken "O mesele..." Diye homurdandım. "Bir haftaya kalmadan gelecek." Umarım. "Diğer işide bir an önce halledebilirsek iyi olur."
"Atma, motoru bulmuş olamazsın." Araf'ın yüzündeki ciddiyetsiz ifadeye karşılık başımı yazık dercesine iki yana salladım. Beni tanımamış olmasını geçirdiğiiz kısa süreye yoruyordum. Motoru bulduğuma inanmamıştı. Gerçi teknik olarak doğru sayılırdı bu çıkarımı. Bulmamıştım. Buldurmuştum ve çalmak yerine gayet kibar bir şekilde istemiştim. En azından öyle olduğunu umuyordum.
Şimdi tek yapmam gereken tavrı yüzünden pişmanlık durup motoru bana getirecek olan Ferhat'ı beklemekti. "Ne yani, buldun mu?" Diyerek düşünce akışımı kesen Araf'ı görmezden gelirken "Biri bana şu odayı gösterebilir mi yoksa ben mi bulmalıyım?" Diye sordum hala ayakta bizi izleyen Azra'ya bakarak. Başını sallayıp "Yukarıdaki koridorda sağdan ilk oda." Diyerek bana yolu tarif eden kadını başımla onaylayıp elimde hala sıkı sıkıya tuttuğum kaskımla oturduğum koltuktan kalktım. "Banyoyu kullanabilir miyim?" Derken Azra'nın yanına gelmiştim bile.
"Odamda ebeveyn banyosu var. Rahatına bak."
Aldığım kısmi izinle başımı sallayıp hızlı adımlarla salondan çıkarak merdivenlere yöneldim. İkişer üçer merdivenleri çıktıktan sonra Azra'nın tarif ettiği odayı bulur bulmaz kendimi içeri attım. Açık mavi tonlarında, sade ama iç açıcı bir şekilde dizilmişti oda. Tek kişilik bir yatak, bir gardırop ve makyaj masası vardı.
Her ne kadar Azra kendi söylemiş olsa bile dolabını kurcalamak istemiyordum. Bu yüzden yatağın üzerine bırakılmış ve her hallerinden yıkanmış olduğu belli olan kıyafetler şu an gözümde benim için lütuftular.
Lacivert eşofman altını ve beyaz tişörtü elime alıp odadaki banyoya girdim. Üzerimdeki kıyafetleri hızlıca çıkardıktan sonra katlayıp bir kenara bırakarak musluğun önüne geçtim. Kağan işini bir an önce halledip kendime bu gecelik bir otel bulmalıydım. Uzun bir duş olmadan kendime gelemezdim. Kirden ten rengim bile ayırt edilemeyecek hâle gelmiştim. Nitekim çamur yüzünden renk değiştiren saçlarımı musluğun önünde hızlıca yıkayıp duruladıktan sonra ıslaklığını elimden geldiğince alıp diğer kıyafetleri giyindim.
Gözlerim kendi kıyafetlerime değdiğinde Azra'dan bir çanta almayı aklıma not ederek çıktım odadan. Girdiğim odadan tekrar çıktığımda rahat bir nefes aldım. Şimdi sırada Kağan'ı bulmak vardı.
Aşağı kata inen ahşap merdivene doğru yöneldiğimde gözlerimde kattaki diğer odaların kapılarında geziniyordu. Koridorun sonundaki oda ben vurulduktan sonra beni getirdikleri odaydı. Çaprazımda duran açık kapıda Kağan'a aitti. Bilgisayarları o odada görmüştüm. Geri kalan üç odada diğerlerine ait olmalıydı.
Kağan'ın açık kapısında gereğinden fazla oyalanan gözlerim aklıma bambaşka şeyler getirirken başımı iki yana sallayıp "Saçmalama." Dedim kendi kendime. "Yardım etmeyi kabul etti zaten. Odasına gizlice girerek güvenini sarsamazsın... Ama..." İç çektim. "Ya dosyayı açtıysa ve beni oyalıyorsa?" Kendi fikirlerime gülerken başımı salladım bir kez daha. "Açmış olsaydı bunu söylerdi. Yalan söylemek pekte onluk gibi durmuyor. Aşağı iniyoruz Güneş." Kendi sözlerimi yine kendim başımı sallayarak onaylarken merdivenin ilk basamağından indim.
Kağan, eğer o dosyalara çoktan ulaşmış olsaydı bana söylerdi. Buna şüphem yoktu. Benimle ilgili bir şey onları bağlamazdı. Altemur'un saçma ısrarına bir kulp uyduramamış olsam bile Kağan'ın benim hakkımda fazladan birkaç bilgiyle işi olmayacağını biliyordum. Üstelik dosyayı şu an bile verse benden istediği herşeyi alabilirdi. Ona bu imkanı veren yine bendim. Kağan'ın benden haz etmediği de ortadaydı üstelik. Bir süre daha etraflarında olmam en çok onu rahatsız ederdi. Kısacası zihnim ona güvenmemek için haklı bir sebep sunmuyordu bana. İç çektim. Güveniyordum.
"Güvenin gözlerimi yaşarttı doğrusu." Duyduğum alayvari sesle hışımla arkamı döndüğümde gördüğüm yüzle ellerimi belime yasladım. Harika. Zamanlama gerçekten harika. "Gerçi biraz daha o merdivenlerden inmezsen odaya dalacak gibi duruyorsun ama bilemedim." Kaşlarıyla hala ilk basamağında beklediğim merdivenleri işaret ettiğinde sağ elimi kaldırıp 'boş ver' dercesine salladım. "Neyse ki ilk adımı attım. Gerisi de gelecektir." İnanmadığını belli edercesine kaşlarını kaldırdığında ellerimi eşofmanın ceplerine sokuşturup "Ne var?" Dedim sıkıntıyla. "İlk adımı attıysam devamını da getiririm. İstikrarlı bir insanım ben."
"Kararlılığına hayran kaldım gerçekten. Ve..." Duraksayarak bana baktığında sıkıntıyla ofladım. İyi hoş, yakalanmıştık ama uzatmaya ne gerek vardı. "Kapıyı açık bıraktığına göre oda seni bekliyor olmalı." Duyduklarımla gözlerim hızlıca karşımdaki adamı bulduğunda"O ne demek?" Diye sordum. Omuz silkti. "Eminim, kattaki kameralardan koridorda durduğun her saniyeni izlemiştir. Sesinin de fazla alçak çıktığı söylenemez. Duyduğuna bahse varım." Gözlerim şüpheyle kısılırken bulunduğumuz koridorda bahsi geçen kameraları aramaya başladım. Çok zorlamaya gerek kalmadan tavanın iki ucuna yerleştirilen cihazları gördüğümde alayla güldüm.
Takıntılı manyak. Koridora kamera kurup odasına mı bağlamıştı?
Bakışlarımı tekrar Yiğit'e diktiğimde konuşmak istedim ama odasından hızla çıkıp yanımdan geçen adamın varlığı buna engel oldu. Kağan omzuma çarpıp merdivenlerden inmeye başladığında sendelemiştim. Refleksle tutunmak için trabzanlara uzattığım elim boşluğa gittiğinde neyse ki Yiğit hızlı davranıp tutmuştu beni.
Çoktan merdivenlerin sonuna ulaşan Kağan'ın arkasından çatık kaşlarla bakarken "Neye sinirlendi şimdi bu?" Diye homurdandım. Yiğit'te merdivenlerden inmeye başlamıştı. "Boşver." Gözlerimi devirirken önüme düşen saçlarımı geriye attım.
"Arada bir aklındakileri başkası anlayınca sinir oluyor. Bir tür kompleks. Eminim akşam yemeğinden sonra o kameraları nasıl gizler onu düşünüyordur şu an."
"Eğer böyle lanet kompleksleri varsa işimiz bitene kadar başımız belada!"
"Alışırsın." Diyerek gülen Yiğit'e göz devirirken bende merdivenlerden indim hızlıca. Doğrudan Yiğit'in arkasından giderken arka arkaya mutfağa girdik. Kağan bizden önce gelmiş, masaya oturmuştu bile. Araf'ta hemen yanındaki sandalyede otururken Altemur ve Azra'da masadaki yerlerini almıştılar. Bakışlarım doğrudan Kağan'a sabitlenirken "Konuşmak istediğini söyledi Araf." Dedim ifadesiz tutmaya özen gösterdiğim sesimle.
Oturduğu sandalyede başını eğmiş önündeki tabağına bakıyordu. Siyah bir tişört ve yine siyah bir eşofman altı giymişti. Siyah saçları en az benim saçlarım kadar ıslaktı ve önüne dökülüyordu. Tek eli masadaki çatalı tutarken diğer eli masanın altında duruyordu. Ve evet, öfkeli olduğu her halinden belliydi. Yüzünü görmesem bile kıracak gibi tuttuğu çataldan ne kadar öfkeli olduğunu az çok çıkarabiliyordum.
Masada dolaşan sessizlik ürpertici bir sessizlik aldığı sıralarda Azra'nın "Önce yemek yiyin Güneş." Diyen sesini duydum. İtiraz etmek için açılan ağzım, Azra'nın yanındaki boş sandalyeyi geriye çekmesi ve çatık kaşlarıyla masayı göstermesiyle kapanmıştı. Yinede bu masada oturamazdım. Onlarla yemek yiyecek değildim.
Azra'ya karşılık istemeden de olsa bende kaşlarımı çatarken bu defa Kağan'ın sesini duydum. "İsteklerimi boşver." Diyen kısık sesini duyduğumda bütün bedenim gerilmişti şimdi. "Bu ne demek oluyor?" Dediğimde birkaç adım atmıştım ileriye doğru. "İsteklerimi boşver çünkü ben senin istediğin hiçbir şeyi yapmayacağım! Benden birşey bekleme artık aynasız!" Diyerek bağıran Kağan'la neye uğradığımı şaşırırken ikinci şaşkınlığımı bana bakan gözlerini gördüğümde yaşadım.
Gözlerinin akı topladığı kanlardan gözükmezken şu an bile dolu dolu olduğu belli olan gözbebekleriyle bakıyordu yüzüme. Harelerine yerleşen bariz öfke tüylerimi diken diken ederken "Ne oluyor?" Dedim sinirle. Ağlamış mıydı? Ağlayacak mıydı? Neler dönüyordu bu evde?!
"Unut herşeyi, o bilgisayarı da! Dosya falan yok! MADEM BOK GİBİ PARAN VAR, GİT İŞİNİ YAPTIRACAK BAŞKA BİRİNİ BUL!" Tek elini açıp avuç içini sertçe masaya vurdu. Gittikçe yükselen sesiyle kaşlarımı çatarken"Neyin var senin?" Diye bağırdım bende. "Ağladın mı? Ne bu tavırlar Kağan? Aklına esince git esince kal diyemezsin bana! Çocuk oyuncağı mı bu iş?"
"Kağan, sakinleş lütfen." Diyerek sandalyesinden kalkan Azra'da ayaklanmıştı şimdi. "Bırak Azra Allah aşkına! Bu kızın bu evde ne işi var lan?! Cevap versenize ha!" Kağan tüm öfkesiyle karşımda dururken ben, dünden bugüne değişenin ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Öyle bir hırsla bağırıyordu ki kimse konuşmaya cesaret edemiyordu. Boynunda beliren damar ve öfkeyle kızaran yüzüne bakarken"Derdin ne senin?" Diye sordum tersçe.
Sorum onun susmasını sağladı önce. Sonra ağır ağır gülümsedi. Gülümsemesi kahkahaya dönüşürken ifadesizce karşımdaki adamı izliyordum. Ne olmuştu da bir gecede bu hale gelmişti. Benim geride bıraktığım adam bu değildi.
Yumruk yaptığı ellerini masanın üzerine bırakırken bedenide sandalyesinin üzerine yığılmıştı. Tek eliyle saçlarını çekiştirirken başını sandalyesinde geriye atıp gülmeye devam etti. Gözlerimi ondan çekip arkadaşlarına baktım. Altemur çattığı kaşlarıyla arkadaşını izlerken Azra ve Yiğit ne yapacağını bilemiyor gibi gözüküyordu. Araf'ın ise acıyan bakışları arkadaşının üzerinde geziniyordu. Her ne oluyorsa onlarda bilmiyor gibiydiler.
Derin bir nefes alırken masaya yaklaşıp "Kağan." Dedim sakin çıkmasına özen gösterdiğim sesimle. Yinede dişlerimi sıkmaktan geri duramamıştım. "Ne olduğunu anlat bana. Dünden bugüne değişen ne oldu? Tüm bunların bir açıklaması olmalı!" Sona doğru yükselen sesimle gözlerimi sinirle yumdum. Sağ elim doğrudan şakaklarıma çıktı her zaman ki gibi.
"Açıklama mı istiyorsun?" Kağan'ın hırıltılı sesini duyduğumda zorlukla açtım gözlerimi. Başımı kısaca sallayıp gözlerine baktım. "Açıklama yapması gereken sensin!" Demesiyle sıkıntılı bir nefes verirken ellerim yumruk olmuştu. "Bu lanet kavganın sebebi ne bilmiyorum Kağan ama beni bu saçmalıklarına dahil etmeye çalışma! Dün bu kahrolası evden çıktım ve şimdi yine buradayım. Beni sen çağırdın ve öylece bağırıp çağırıp gitmemi isteyemezsin!"
"Bu kız dün gece neredeydi biliyor musunuz?" Kağan'ın odağı bu defa masadaki diğerleri olurken kaşlarımı çattım bir kez daha. Dün tüm gece mezarlıktaydım ben.
Bu Kağan'ı ne ilgilendiriyordu ki? Bu öfkesi bundan mıydı?
"Açık açık konuş işte Kağan! Bağırıp çağırarak hiçbir yere varamazsın! Sakin olmak zorundasın." Göz ucuyla konuşan Araf'a baktım. Ben dahil mutfaktaki herkesin odağında Kağan'ı bu hale getiren sebep vardı şu an. Kağan işaret parmağını bana doğrulturken "Bu kız -" diye bağırdı bir kez daha. Sıktığı çenesi ve yaşlarla direnen göz bebekleri içler acısı bir görüntü sunuyordu. "Bu kız mezarlıktaydı! Lanet olsun bu kız örgütün mezarlığındaki çocuklardan birinin mezarında sabahladı bu gece!" Kağan'ın gözünde biriken yaşların ilki yüzünde ıslak bir iz bırakırken yerle buluştu.
Ne olduğunu anlamayarak yüzüne bakarken diğerlerinin gözleri de benim üstümdeydi şimdi. Bir mezarlıkta sabahlamam kimi ne ilgilendirirdi ki? Hem örgütün mezarlığındaki çocuklarda ne demek oluyordu? Mutfaktaki herkesin gözleri üzerime çevrildiğinde "Ne var bunda?" Dedim anlamayarak. "Ben sabahı kardeşimin mezarında ettiysem kime ne bundan?!" Sonlara doğru sesim iyice yükselirken "Sanane Kağan!" Diye bağırdım tekrar.
"Nerede ne yaptığımdan kime ne?"
"Kardeşim diyor birde!" Kağan'ın fısıltısı kulağıma dolduğunda gözlerim tekrar onu buldu. "Kardeşiymiş!" Bu defa bağırdığında önünde duran masanın örtüsünü tutup öfkeyle çekti. Masanın üzerinde ki tabaklar gürültüyle yeri boyladığında Azra çığlık atarak birkaç adım geriye kaçtı. Masanın bana yakın olan kısmında ki çorba kasesi çıplak ayaklarıma düştüğünde tırnaklarımı avuç içlerime sapladım sinirle.
Araf ve Yiğit'te masadan kalkmış, karşımda dikilmilerdi. "Şaka demiştin Güneş?" Diyerek ilk tepkisini koyan da Araf olmuştu. "Kimin mezarıydı?" Daha Araf'a cevap vermeden Yiğit'ten gelen soruyla sıkıntıyla şakaklarımı ovdum sertçe. "Kimin mezarıydı Kağan!" Diyerek bağıran Yiğit son nokta olurken"Size ne lan!" Diye bağırdım kendimi tutamayarak. "Kardeşimin yanına gitmişsem size ne! Nerede olduğumdan, mezarın kimin olduğundan, orada ne yaptığımdan size ne! Hesap mı vereceğim!"
"Eğer o mezarlığa adımını attıysan vereceksin Güneş! Orada, o-"
"Muhittin!" Diye bağırdım Kağan'dan daha yüksek çıkan sesimle. "Muhittin'in yanındaydım. Kardeşime gittim! Delirmeni gerektirecek hiçbir şey yok!" Bir kez daha herkes sustuğunda konuşmaya devam ettim. "Bir mezarda sabah etmiş olmamın bizim yaptığımız işle bir bağı yok! Bunu bahane edip girdiğin bu haller hiçbir şeyi açıklamaz!"
"Güneş, git!" Kağan'ın aniden alçalan ses tonu ve durgunlaşan yüzüyle neye uğradığımı şaşırırken gözlerimi en başından beri susan Altemur'a diktim. Ortada dönen herşeyden haberi vardı. Bu yüzden susuyordu. Aradığım herşeyin cevabı ondaydı. Susması değil konuşması gerekiyordu ama susuyordu. Bile isteye susuyordu. Ondan öğrenemediğim her ne varsa Kağan'dan duyacaktım şimdi.
"Ne demek git Kağan? Söz verdin bana!"
Kağan tek kelime etmeden mutfaktan çıktığında arkasından hayretle bakakaldım. "Bu neydi şimdi?" Sinirle gülerken diğerlerine döndüm. Bakışlarımın ilk hedefi Altemur oldu. "Her ne dönüyorsa sen hepsini biliyorsun!" Diye tısladım sıktığım dişlerimin arasından. "Bu yüzden sessizliğin. Her ne halt olup bitiyorsa sen biliyorsun!" Altemur benim aksime rahat bir şekilde kollarını göğsünde kavuşturup arkasına yaslandığında hayretle izledim onu.
"Eğer içini rahatlatacaksa aynasız..." Benden kısa bir anlığına çektiği bakışlarını arkadaşlarının üzerinde gezdirdi ama bana dönmesi de uzun sürmedi. Kızılları oyunbaz bir parıltıyla yanıyordu şimdi. "Evet. Ben herşeyi biliyorum çünkü kardeşimi tanıyorum." Anlamadım. O an Altemur'un ne demek istediğini anlamadım. Beynim işlevini yitirmiş gibiydi. O cümle aslında çok şey anlattı ama lanet olsun ki ben o an hiçbir şey anlamadım. Öfkem çağlayıp taşarken tek yaptığım karşımdaki adama bakmak oldu. Eğer ne dediğini anlayabilseydim herşey bambaşka olacaktı ama ben o gün orada aptal olmayı seçtim.
Gittiği hızla geriye dönen Kağan kollarımı kavradığında bakışlarım Altemur'dan ayrılıp karşımda kızarmış gözlerle bana bakan adamı buldu. Tuttuğu kollarımı sıkmayı bıraktığında tek eliyle avucumu açıp elinde tuttuğu ve benim yeni fark ettiğim telefonu avucumun içine bıraktı. Anlamayarak bir telefona bir ona bakarken buna dayanamamış gibi "Bak şuna!" Dedi kısık sesle.
Gözlerim yavaşça telefon ekranına kaydığında iki elimle cihazı tutup gözlerimi kıstım. Ekranda gördüğüm yazılarda, fotoğrafta oyalandı gözlerim uzun uzun. Gördüğüm isimde, verilen emirde gezindi gözlerim. Herkes susmuştu. Kağan çaresizce omuzlarımı düşürmüş önümde dururken onun bu hallerine anlam veremiyordum. Tekrar titreyen elim gözüme iliştiğinde elimi yanıma indirip gözlerimi Altemur'a çevirdim. Kendinden emin duruşu yıkılmış gibiydi. Anlaşılan bu kadarını oda beklemiyordu.
"Ne bu?" Diye mırıldandım Kağan'a hissizce bakarken. Avucumun içinde sıktığım telefonu diğerlerinin görüp görmediğini umursamadan hala daha deli gibi titreyen elimle masanın üzerine bıraktım. "Git buradan Gün -"
"NE BU KAĞAN!"
"Gün-"
"GÜNEŞ YOK KAĞAN! GİT DEME BANA! NE YAPTIĞINIZ, NE HALT YEDİĞİNİZ UMRUMDA BİLE DEĞİL! O DOSYAYI İSTİYORUM VE SENDE BUNU BANA VERECEKSİN!" Boğazım yırtılacakmışçasına bağırırken Kağan'ın yaptıklarına bir anlam vermeye çalışıyordum ama zordu. Yaptıklarını açıklayacak hiçbir şey yoktu.
"ANLAMIYORSUN GÜNEŞ!"
"ANLAT O ZAMAN KAĞAN! SENİ TUTAN NE!" Ayağımın artık beni taşıyacak gücü kalmadığını hissederken sağlam olan elimle masaya tutundum. Kağan elini sinirle ıslak saçlarının içinden geçirdiğinde Yiğit ona doğru birkaç adım atmıştı ki elimi uzatarak durdurdum onu. "Konuş Kağan. Anlat çünkü ben gitmeyeceğim." Başımı varla yok arası iki yana salladım. "Bunlar beni buradan göndermeye yetmez. Sen bu geceye kadar bunları sakladın. Bu gece patladıysa eğer içinde tuttukların, başka bir şey var demektir ortada Kağan."
Kağan söylediklerime inanamıyor gibi yüzüme bakarken güldü. Dudaklarına yer edinen gülümsemenin ne kadar alayvari olduğunun farkındaydım. Ama ses etmedim. Eteğinde dökmek istediği taşlar birikmişti belli ki. Bulunduğumuz durumda o taşların dökülmesi en çok benim işime yarardı.
Kağan bakışlarını benden çekip mutfakta dolaştırdıktan sonra aradığını bulmuş olacak ki tezgaha doğru hızlı ve bir o kadar sert adımlarla yürüdü. Ene yaptığını görmek için başımı çevirip ona baktığımda tezgahın üzerinde duran telefonu aldığını gördüm. Ben ifadesizce onu izlemeye devam ederken o eline aldığı telefonla karşımda dikildi. Telefondan yine aynı şeyleri açıp önüme koyduğunda bakmaya bile tenezzül etmedim. Ne göreceğimi iyi biliyordum çünkü.
"Bu mesajları görüyorsun değil mi?" Diye sordu kısık bir sesle. Sesinde yer alan o inanmaz tonun elbet farkındaydım. Bunların beni buradan göndermeye yetmeyeceğini söylemiştim ve o buna içten içe öfkeleniyordu. Kudurabilirdi.
"Hepimize geldi bu mesajlar. Hepimiz aldık bu emri. Bize seni öldürmemizi söylediler ve hepimiz bunu kabul ettik!" Bakışlarım gayri ihtiyari Araf ve hemen yanında dikilen Yiğit'i buldu.
"Sizde mi..." Sorumun devamını getiremeden gözlerimi onlardan çekip derin bir nefes aldım. Saklamaya lüzum yoktu. Kağan ve Altemur'un kim olduklarını biliyordum. Ama onların olduğu kefeye Araf ve Yiğit ikilisini koymamıştım. Hele ki otel bahçesinde yaşananlardan sonra.
"Onlarda Güneş. Onlarda. Hepimiz. Hatta Azra bile." Kağan'ın son cümlesiyle gözlerim hızla onu bulduğunda sertçe yutkundum.
Azra bile?
Azra'da mı onlarlaydı?
İyide...
Boğazıma kadar tırmanan hıçkırığı yutarken "Azra bile?" Diye mırıldandım devam etmesini isteyerek. "Bak..." Dedi Kağan bu gece belki de ilk kez sakince. Elleri tekrar bileklerimi bulduğunda iki bileğimi de kavradı. "Bu evde içindekilerde tekin değiller. İlk gün geldiğinde söylediklerini ne çabuk unuttun. Benim peşimde koca bir ülke var!"
"Bunlar bana verdiğin sözü tutmana engel değil Kağan." Dedim sohbetin rotasından şaşmasını engellemeye çalışarak. Ama Kağan'ın çabaları benimkinden daha baskın çıkacaktı bu gece.
"ANLAMIYORSUN GÜNEŞ!" Kağan'ın tekrar sesini yükselterek konuşması bende kayışları koparmıştı. Bileklerimi ondan kurtarırken tüm ağırlığımı sağlam olan ayağıma verip ellerimi tişörtünün yakasına geçirdim.
"Anlat o zaman! Karşıma geçip bağırıp çağırarak hiçbir şeyi çözemezsin! Dönüyor işte ortada birşeyler. En başından bilmene rağmen sustun. Mezarlığa gittiğimi duyman neyi değiştirdi? Orada sahte de olsa benim de bir mezarım var. "
"Sen cellatlarınla aynı çatının altındasın Güneş." Dedi Kağan başını sağa sola sallarken. "Hepimiz senin ölüm emrini aldık, hepimiz senin ölüm emrini kabul ettik. Biz senin için gönderilen onlarca infazcıdan yalnızca birkaçıyız." İfadesizce dinledim karşımda çaresizce çırpınan adamı. Altemur'un zaten bahsi geçen örgütten olduğunu biliyordum. Bunu ilk gün dile getirmiştim. Karayip'inse örgüt için çalıştığını bilmeyen kalmamıştı. Bu yüzden Kağan'ın gösterdiği telefonlarda gördüğüm resmim ve altındaki infaz emrim umrumda olmamıştı. Bunları yüzüme vurarak beni buradan uzaklaştırmaya çalışması fazla gülünçtü.
"Gideyim diye niye böyle çırpınıyorsun bilmiyorum ama unut bunu. Senden tek istediğim o lanet dosya. Sonrasında ne siz beni göreceksiniz nede ben sizi."
"Öleceksin çünkü!" Kağan'ın bedeni öfkeyle kasılırken fazla sabrı kalmamış gibiydi. "Üstelik bunu yapan içimizden biri bile olabilir. Anlamıyor musun, git buradan! Herşey tek bir kelimelik bir emirden ibaret. Şu an bir mesaj gelse burada sana dönecek beş namlu var Güneş Erna Baydemir! Ne yapabilirsin ki beşimize karşı?!" Beni aşağılamak için söylediği sözleri duymazdan geldim. Ondan çektiğim gözlerim Araf ve Yiğit'e çevrildi önce. Boğazımda ki yumruyu göndermek istemedim çünkü gitmeyeceğini biliyordum.
Altemur ve Kağan'ın örgütten olduğunu başından beri biliyordum ama Araf onlar gibi olmamıştı gözümde. Samimiyeti gerçekti. Bunu hissettiriyordu. En önemlisi ben buna emindim. Arada duvar yoktu. Onu bir yabancı olarak görmüyordum. Yinede bana yanlış yapmış olma ihtimali öfkelendiriyordu beni. İç çekerken"Sende mi arkamdan kuyumu kazdın doktor?" Diye sordum ifadesizce.
Araf konuşmak yerine susmayı tercih ettiğinde gözlerini kaçırdı benden. Onun yerine cevap veren yanında dikilen Yiğit olmuştu.
"Sana yanlış yapmadı. Tek yaptığı susmaktı."
"Yaaa." Dedim uzatarak. Boğazım düğüm düğümdü. "Ne iyi, sadece susmuş." Başımı omzuma yatırıp gözlerimi kısarak baktım Yiğit'e. Yüzümde iğreti bir gülümseme vardı şimdi. "En son sustuğumda benden giden çocuğun mezarında gördüm ben bu sabah güneşi." Sesim soğuk çıksa da içimde sebep olduğu yangınları en iyi ben biliyordum. "Sen ne yaptın peki?" Diye sordum beklemeden. "Onun sustuğu yerde sen mi konuştun?" Yiğit'in kaşları çatıldığında istediği şeyin susmam olduğunu biliyordum. Umursamadım. "Eğer öyleyse ne iyi. Ben sustuğumda yerime konuşacak biri bile yoktu yanımda çünkü."
"Ortalığa yayılan fotoğrafı Yiğit çekti." Kağan'ın cevabıyla başımı aşağı yukarı salladım ağırca. "O gece. Barda. Seni ifşa edende Yiğit'ti. Fotoğrafı o yaydı."
"Ne tesadüf." Diye mırıldandım derince nefes alırken. "Bar çıkışında vuruldum."
"Basit bir sokak kavgası değildi. İlk dakikadan senin için alarma geçmiştiler. Zaten senin için oradaydılar."
Gözlerim histerik bir şekilde Azra'ya değdiğinde konuşmadım. Dişlerim alt dudağımı sertçe ezerken sustum. Konuşsam ağlardım. Dert yanmak haddime değildi bu yüzden sustum. Kağan benim yerime de konuşuyordu. Gözlerimi kapatmak istedim ama onuda yapamadım. Kapatsam zincire vurduğum gözyaşlarım akardı.
"Azra vurulacağını biliyordu. Bilerek dışarı çıkardı seni."
"Gün-"
"Yani!" Dedim sertçe Azra'nın sözünü keserken. "Baştan beri tek taraflı oynanan sadece Altemur ve sendin. Diğerleri ekibin iki yüzlüleri öyle mi?" Kağan itiraz etmedi. Niyeti neydi bilmiyorum. Sadece başıyla onayladı beni. Bu kadarı yeterliydi. Omuz silkerken "Bunun o mezarlıkla ne ilgisi var peki?" Diye sordum.
"O mezarlıkta yatanlar bizim kardeşlerimiz Güneş. Onlar umrumda değil ama ben kardeşim dediğim birinin sevdiğine zarar verecek değilim." Kağan'ın fısıltısı kulağıma dolduğunda gözlerim karardı sanki. O mezar Muhittin'e aitti. Örgütle alakası yoktu. Muhittin kimsesiz bir çocuktu. Onlarla ne işi olurdu ki?
"Yalan söyleme." Diye mırıldandım usulca. "Muhittin benim kardeşim. Benden başka kimsesi yok onun. Örgütle ne işi olur benim kardeşimin. Akıllı çocuktur o. İşi olmaz böyle şeylerle."
"Onun ne düşündüğü pekte mühim olmuyor böyle durumlarda." Gece boyunca ilk kez konuşan Altemur'un gözleri doğrudan Kağan'ın üzerindeydi. "Nereden tanıyorsunuz o halde onu?" Diye sordum. Mezarı ilk gördüğüm andan beri kardeşimi araştırıyordum ama elime geçen hiçbir şey yoktu. Eğer bu evden herhangi biri onunla ilgili bir şey biliyorsa canımı bile verebilirdim. "Bakın." Dedim ruhumda ki muhtaçlık sesimede yansırken. "Eğer Muhittin'le ilgili en ufak bir şey biliyorsa-"
"O mezarlıkta onlarca kişi var. Yarısından çoğu çocuk mezarı. Senin kardeşini nasıl tanıyabiliriz ki?" Altemur sakince bana cevap verirken sertçe yutkundum. Aklıma akın akın gelen ihtimaller boğazıma saplanıp nefesimi çalıyordu benden sanki.
"O halde sizinle bir bağı olduğunu ne diye ima ediyorsunuz?" Cevabım karşısında Altemur tek kaşını kaldırırken "Bizimle değil."dedi net bir ifadeyle. "Örgütle." Evet. Onlarla bir ilgisi olmadığına inanmak için Altemur'un yüz ifadesi bile yeterliydi benim için. "Örgütle bağlantılısınız. Dolaylı yoldan sizinlede oluyor."
"O mezarlıkta ki herkes bizden biri sayılır. Önünde palavra atıp kendimi küçük düşürecek değilim. Buraya gelmeden önce beni depolardan birinden çıkarken gördün. Bildiğini söylemekten ilk geldiğin gün söylemektende çekinmemiştin." Altında yatan imaları duymazdan gelirken "Çekineceğim bir şey olmadı." Dedim çenemi dikleştirerek. Altemur'u şans eseri örgüte ait olan depolardan birinde görmem kârlı bir tesadüf olmuştu benim için. Aslında Ömür olayından sonra kim olduklarını öğrenmek için peşlerine düşmüştüm ama örgütten olduğunu öğrenmek en başından haneme artılar kazandırmıştı.
"Şimdide arkadaşlarımın da benimle beraber olduğunu öğreniyorsun. Senin için çokta beklenmedik olsa gerek." Sıkkın bir nefes verip omuzlarımı indirip kaldırdım umursamaz bir şekilde. "Kardeşimi tanımıyorsunuz yani öyle mi?" Diye sordum son bir umut Altemur'a bakarken. Mezarlıktaki çocukları neden sahiplendiklerini anlıyordum. Yıllar önce aynısı yapmam bendende istenmişti. Büyük ihtimalle birlikte eğitim görmüş, birlikte yaşamış ve son nefeslerini yan yana vermişlerdi. Yetimhane geçmişleri de bir palavra olmalıydı. Derin bir nefes verirken Muhittin meselesini rafa kaldırmam gerektiğinin farkındaydım artık. Nede olsa oturup ölüm emrimi bekleyen adamlara kardeşimi anlatacak değildim.
"Kardeş kavramımız her ne kadar kalabalık olsada hayır, kardeşini birebir tanımadık. Tek bildiğimiz kardeş olduğuydu." Altemur'un cevabıyla bir kez daha iç çektiğimde sakince en yakınımdaki sandalyeye oturdum. Yeterli olmuştu bu cümleler...Bedenim yorgunlukla sandalyeyle bütünleştiğinde tek elimi masanın üzerine koyup işaret parmağımla karşımdaki sandalyeyi işaret ettim usulca. Herkesin gözleri üzerimdeyken "Otur Karayip." Dedim az önce olanları görmezden gelerek. "Çünkü ben hiçbir yere gitmeyeceğim."
Kağan'ın bakışları benden önce arkadaşlarının üzerinde dolaştığında "Anlattıklarımı duymadın mı?" Diye mırıldandı. Sonunda beni bulan bakışlarına aynı kararlılıkla bakarken "Gördüklerin yeterli gelmedi mi?" Diye sordum ifadesizce. Yüzüme gülüp arkamdan kuyu kazmış olabilirdiler ama hala brnim Kağan'a ihtiyacım vardı. Köprüyü geçene kadar pek tabii birlikte ilerleyebilirdik. Bunu sorun etmezdim.
"Ölüm bana düşündüğün kadar uzak değil." Dedim Kağan hala beni izlerken. "En son dün gece bir silah vardı elimde. En son dün gece katil oldum. Ölmek bu kadar kolay olsaydı o gece oradan arkamda iki cesetle çıkamazdım." Seyit'in öldüğü gece mekanda birçok adamları vardı. Üstelik Kağan ve diğerleri de o gece oradaydılar ve ben arkamda iki cesetle elimi kolumu sallayarak çıkmıştım.
"Şimdi..." Dedim uzanıp masanın üzerine bıraktığım telefonu alarak. Avucumun içindeki telefona son bir kez baktıktan sonra Kağan'a döndüm. "Otur buraya Kağan çünkü size o mesajın gelmesine sebep olan adamların hepsinin son gördüğü yüz bana ait. Tekrarı olmayacak. İşimiz bittikten sonra buradan çekip gideceğim." Kağan'ın bıkkın bakışları üzerimde dolaşırken bende düşünceli bir şekilde onu izlemeye başladım. Ne diye beni arkadaşlarına karşı uyarıyordu ki? Üstelik başından beri üstüme oynayan kendisiyken.
Benim bakışlarımla eşliğinde karşımdaki sandalyeye oturduğunda derin bir nefes aldım. "O dosya bu kadar önemli mi gerçekten?" Başımı salladım.
"Benim için öyle."
"O dosyayı almak için infazcılarınla aynı masada oturuyorsun." Omuz silktim. "İnfazcılarımın potansiyel cellatlarıyım." Konu benken başkasına müsamaha gösterecek değildim. Bunu en başından bilmelilerdi. "Demek iste-"
Başımı hızlıca yan tarafa çevirip Yiğit'e bakarken cümlesini tamamlamasına izin vermeden ben konuştum. "Demek istediğim olası bir durumda sizi sizi öldürüp öldürme ihtimalin olması mı?" Alt dudağımı büzüp yüzüme mahcup bir ifade yerleştirerek başımı salladım. "Evet, olası bir ihtimalde yaşayan ben olmak isterim. Kısaca sizi öldürmekten geri durmam." Tekrar başımı çevirip Kağan'a baktım. "Anlaşmam seninle. Kendimi korumaktan geri durmam. Sonucunda arkadaşlarından birine veda etmen gerekse bile."
"Bizimle kal." Söylediklerimin üzerine Kağan'ın verdiği cevapla gözüm seğirirken anlamayarak "Ne?" Diye mırıldandım. Kızarmış gözlerini benden çekip yerdeki enkaza bakarken bir kez daha konuştu.
"Duydun. Bir hafta sonraya kadar bizimle kal. Sen benim istediğimi ver, ben de bir hafta sonra senin istediğini."
🤍🖤
Uzun uzun ve fazla uzun bir zaman sonra benden hepinize merhaba.
Umarım görüşmeyeli hepiniz iyisinizdir.
Bölümü uzatacağım diye kaç gündür taslakları girip duruyordum sonunda bitti. Bir haftadır internet ulaşımım yok. Wattpad premium denilen illet sayesindede iki yüz küsur çevrimdışı kitabım olunca yazmakla pek uğraşamadım doğrusu. Okumaktan yazmaya vaktim kalmadı. Neyse ki bitti bölüm.
Doğal olarak yorumlara da bakamadım ,dönemedim şimdi gidip hepsini okuyup bakacağım 🤭🤍
Şimdi,
Favori sahneniz¿
Karakterlerimiz¿
Ve siz¿
Seviliyorsunuz.
Oy ve düşüncelerinizden mahrum etmezseniz
sevinirim.
👋🏻
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 6.75k Okunma |
874 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |