
GÜNEŞİN ÇOCUKLARI
06.01.2025
(Tarihler birbirine girdi;))))
12. BÖLÜM
"Çünkü ben bir yurt odasında sıcak bir çorbanın ne demek olduğunu unutturdukları o çocuktum..."
KİRLİ OYUN
🎬
HOŞGELDİN🥰
YENİ BÖLÜMLE YİNE BURADAYIZ...
BÖLÜM OY VE YORUM SAYISI ELLİYE ULAŞIRSA EĞER YARIN DAHA ERKEN BİR SAATTE YÜKLEYECEĞİM.
ŞİMDİ...
Güneş Erna şerefine bir kadeh kaldıralım 🍷
........
Rol modeller olurdu. Ben bunun gibi olacağım,onu örnek alıyorum veya hedefim onunla aynı statüye gelmek dediğiniz insanlar. Hayatınızın bir bölümünde rolleri olurdu. Bu kişilerin kimlikleri hiç fark etmezdi. Bir okurun ki kitap karakteriydi belki. Yada müzik dinlemeyi seven gencin ki bir müzik grubu. Bir tıp öğrencisi için başarılı bir cerrah, yada bir hız tutkunu için bir ralli pilotu.
Birde insanların parmaklarıyla gösterip "Evlerden uzak"ibaresiyle andıkları insanlar olurdu. Rol modelleri üstte tutmak için basamağın altını dolduran alt tabakalar. Ve o alt tabakayı kendine rol model edinip basamakları tekrar inşa edenler.
Benim hayatımdan böyle biri geçmişti işte. Hem bir rol model olacak kadar mükemmel, hemde nefret etmek için ideal. Kendi basamağını kendi inşa eden, üzerinde durduğu basamağın altını kendi dolduran bir adam. Façacı. Geçmişimden küçük bir parça. Şimdiyse tekrar buradaydı. Belki de artık geleceğime temel atacaktı.
Derin bir nefes verip kahvemden son bir yudum daha aldım.Elimdeki kahve fincanını yanımdaki ahşap sehpaya bırakırken içinde bulunduğum küçük kulübeyi izliyordum. Elimde hala emniyeti açık duran ve en az benim kadar tetikte olan silahım, kolumun altında ise iki gündür gözüm gibi baktığım sandık vardı.
Façacı en sonunda ahşap kapının girişinde gözüktüğünde derin bir nefes aldım. Küçük kapıdan başını eğip geçtiğinde kısa bir an duraksadı. Gözleri sahpenin üzerinde ki boş fincanı bulduğunda dudaklarında yer edinen küçük tebessümü yakalamıştım. "İçmişsin. Bana bu kadar güveniyor muydun sen?" derken oda karşımdaki tekli sallanan sandalyeye oturdu. Dilimi damağıma vurup "Cınk"diye bir ses çıkardım.
"Sana değil,burnuma güveniyorum façacı. Zihnim seni tanıyor." Façacı kirli oyunlarıyla nam salan bir adamdı. İhtiyar olabilirdi ama huylarından vazgeçmezdi. Onun elinden birşeyler yiyip içen sayılıydı. Karşıdaki adamın zihniyle oynar zehri gözlerinin önüne sererdi. Onunla konuşacaksan eğer önce sana sunduğu ölümü canlı atlatman gerekirdi.
"Zehirlerin hakkında çalışmalısın. Koku veya renk değişimleri kendini hemen ele veriyor." Omuz silkerken eğilip yanındaki sobaya köşedeki sepetten aldığı odunlardan birini attı. "Öyle de eğlencesi kalmıyor. Göz göre göre ölüme giden bir aptaldan daha eğlencelisi var mı?"
Sorusunu görmezden gelirken "Neden burada olduğumu biliyor musun?"diye sordum. Adres bana onu verdiğine göre geleceğimi zaten biliyor olmalıydı. "Birde sen anlat, ziyanı yok."
Tek elimle sandığın ahşap kapağını açıp gözlerimi gözlerine sabitledim. "Beni sana getirdi. Kılıç Baydemir'in buradaki mezarlarından birinden çıkardım."
"Ne istiyorsun?"
"Birşey istediğimi biliyorsun yani?"
"Birşey isteyeceğin zaman bana geleceğini biliyordum. Beklediğim sendin."
"Neyi bekliyordun façacı?"
"Kılıç Baydemir'in küçük varisini. Buraya geldiğine göre birşeyler değişmiş olmalı."
"Geleceğimi bildiğine göre istediğim şeylerde hazırdır diye umuyorum." Başını omzuna doğru yatırıp gözlerini iki kez açıp kapattı. "Her zaman. Ne istediğini söyle."
"Bilgi." Derken arkamdaki ayı postu koltuğa yasladım sırtımı. "Sadece bilgi."
"Orası kolay. Ne öğrenmek istiyorsun?"
Cebimdeki buruşmuş kağıdı ikimizin tam ortasında duran sehpaya atıp tekrar geri yaslandım. Gözleri kısaca beni süzdükten sonra uzanıp kağıdı aldı. Açtığı kağıdı okurken kaşları yavaş yavaş çatılmıştı. "Bu ne için?" diye sordu gözleri tekrar beni bulduğunda.
"İstediğim şey bu. Bu adam ve içinde bulunduğu kamp ile ilgili ne bulabiliyorsan hepsi. Sonrada beni o adamın inine sokacaksın."
"Orada duracaksın Baydemir!" derken gerginliği yüzünden okunuyordu. "Görevim seni ölüme yollamak değil. Bu adamın inine sokamam seni. Hesabın neyse kapatırız."
"Ne yapacağımı ben bilirim façacı. Sen dediğimi yap yeter."
"Göz göre göre ölüme gitmene izin verecek değilim. İyi bir tim çıkarırız sahaya."
"Sizin paralı itlerinizi istemiyorum façacı. Sen bana istediğimi verdikten sonra görevin başlayacak. Ben istediğimi alacağım ve Kılıç Baydemir'de öyle."
"Onun istediği sensin."dediğinde şüpheyle beni süzüyordu. Kafamı ağır ağır salladım. "Biliyorum."
"Ona istediğini vermezsin."
"Vereceğim."
"Buna inanmamı mı bekliyorsun benden?"
"Senden tek beklentim isteklerim. Ne istiyorsam yapacaksın. Bana vaad edilen buydu. Kılıç Baydemir bana istediğim şeyi verecek. Sonrada ben nereye gerekiyorsa oraya oturacağım. Kimse dahil olmayacak. Üç günün var. Nasıl yaptığınla ilgilenmiyorum. Hemen hallet."
Kafasını sağa sola sallayarak beni reddetti tekrar. "Sen çıldırmışsın!"
Arsız bir gülümseme yerleşirken dudaklarıma"Ne o?"diye sordum. "Baydemir'in deli olanı ehil olanıdır diyen sen değil mıydın façacı? Kriterlere en uygun benim işte." Sandığın kapağını kapatırken öne eğilip onuda masaya bıraktım. "Bununla işim bitti diye umuyorum. Sende kalsın emanet. Lazım olursa ulaşırım. Hadi eyvallah." Oturduğum koltuktan ayaklanırken façacıda arkamdan kalkmıştı.
Küçük kapıdan geçip dışarı attım kendimi. Façacı kulübenin kapısının önünde beklerken gözleriyle hala beni sorguluyordu. Yaşlı kurdun dert ettiği fazla belliydi. "Ölmeyeceğim. Benden alınan bir hayat var façacı." Nefesimi azad ederken gözlerimi tekrar büyük bahçede gezdirdim. "Onlardan hayatlarını alıp geleceğim. Beni iyi bilirsin, istemedikçe ölmüyorum. Huyum kurusun, Baydemir kanı işte."
Gitmek için yeltendiğimde bu defa duyduğum façacının sesiyle tekrar durdum. "Göz göre göre ölüme giden bir aptaldan daha eğlencelisi nedir demiştim ya?" Devam et der gibi salladım başımı. "Bir Baydemir'in cellat olduğu oyunda mahkum olmak yeni fark ettiğim bir şey. Gözlerin vahşete kapı açmış gibi duruyor."
"Bir Baydemir değil."diyerek yanıtladım onu. "Ben façacı. Benim cellat olduğum bir oyun."
Sıkıntılı yüzünde ufakta olsa bir tebessüm oluşturmayı başardığımda kafasını varla yok arası salladı. Fazla birşey konuşmaya gerek duymadım. Tek yaptığım geldiğim yolu geri dönmek oldu.
Façacı, benim eğitmenimdi. Kılıç Baydemir'in yanında bir kukla gibi oradan oraya taşındığım zamanlarda façacıda her yerde bize eşlik etmiş, benimle ilgilenmişti. Yediğimle içtiğimle değil ama. Aldığım ve verdiğim nefeslerle.
Bana bulduğum canlı olan herşeyi bir zehire çevirmeyi öğreten façacıydı. Zehrin kendisiyle panzehir yapmayı öğretende öyle. İlk bombamı façacıyla beraber uyduruk, merdiven altı bir yerde yapmıştım. Façacıyla beraber imha ettiğim ilk bomba otuz katlı bir rezidansın çatıdıydı. Bedenime giren ilk kurşunu bile yine façacı bir kamyonet kasasında çıkarmıştı.
Façacı daha önce hiç tanımadığım annemin dadısıydı. Babam onu benim için ne niyetle kullandıysa büyük babamda onu aynı niyetle annem için kullanmıştı. Ama façacı bana yaptıklarını anneme yapmayı becerememişti. Babamın anlattığına göre annem yırtıcı bir kuş olmayı değil, büyülü bir anka olmayı seçmişti.Baydemir ailesinden nefret ederdi façacı. Öyle ki annem babamla evlendiğinde annemi terk etmişti. Manevi kızını. Büyük ihtimalle bir daha dönmezdi. Tabii ölen manevî kızı öz kızını ona emanet etmeseydi.
Gözlerimin önünde canlanan geçmişime sadece gülerek geçerken bahçeden çıkıp dışarıda bıraktığım arabama bindim. Motoru çalıştırıp geldiğim yolları giderken hava iyiden iyiye kararıyordu. Sonunda orman yolundan çıktığımda anayola girmem çok sürmemişti. Yapacak başka bir işim kalmadığından evime sürdüm. Konuşmam ve veda etmem gereken bir kardeşim kalmıştı hala.
..........,...
Arabanın üzerini bagaja koyduğum muşambayla örterken bir yandan da mahalleye göz atıyordum. Göze çarpan hiçbir şey yoktu. İlerideki parkta birkaç genç toplanmış konuşurken karşıdaki, daha bu sabah Memo'ya ait olduğunu öğrendiğim kahvedeki insanların gürültüsü mahalleyi sarıyordu.
Evime giden merdivenleri ağır ağır çıkıp kapıyı çaldım. Tek olduğum zamanlarda kapım kilitli olmazdı ama Ömür'ün kapıyı kilitlemeden evde oturacağını düşünmüyordum. Birkaç saniye içinde Ömür kapıyı açtığında başımla kısaca selamlayıp içeri girdim. Postallarımı girişteki ayakkabılığa bırakırken üzerimdeki ceketide portmantoya astım.
Burnuma dolan yemek kokularıyla "Gece yemek mi yaptı?"diye sorduğumda olduğum yerde duraksadım. Gözlerim benden bağımsız çoktan evde Gehenna'yı aramaya başlamıştı. Benim evim yemek kokmazdı. Bu evi böyle yemek kokutacak tek kişi Gece'ydi ve oda yoktu. Yutkunurken bakışlarım Ömür'ü buldu. "Aklım karıştı bir an. Genelde onlar yapardı böyle şeyleri."
Genelde...
Eskiden...
Hala onlardan biri olduğum zamanlarda...
Gözlerini kaçırken "Kusura bakma abla."diye yanıtladı beni. "Sen geç gelirim diyince bende işin var yemek yemeye vaktin olmaz diye birşeyler hazırlayayım dedim. Mutfağı çok karıştırmadım ama-" Özür dilemeye doğru giden cümlelerini kesip ben konuştum.
"Ne anlatıyorsun Ömür akşam akşam Allah aşkına?" Ömür'ün halıda ki bakışları en sonunda bende durduğunda "Yemeği abla"diye cevapladı. "Onu anladım zaten. Ben burada yokum diye bekleyecek değildin. Mutfaksa senin mutfağın. Ne yaptın onu söyle sen. Yemedim ben birşey."
Ömür'ü arkamda bırakıp mutfağa girdiğimde gördüğüm masayla gülümsedim. Ömür masa kurmuş, üstelik beni beklemişti. Birçok oksan için böyle bir şeye gülümsemem absürt kaçsada aslında iki kişilik bu küçük masa benim için birçok şeye değerdi. Çünkü ben bir yurt odasında sıcak bir çorbanın ne demek olduğunu unutturdukları o çocuktum.
Masanın bir ucuna ben geçtiğimde Ömür önümdeki boş kaseyi alıp ocağın üzerindeki tencereye doğru gitti. Kapağını açtığı yemeğin kokusu tüm mutfağı sararken Ömür yemeği dolduruyordu. "Tarhana çorbası abla. Sever misin?"
Tarhana çorbası...
Tarhana çorbası...
Tıpkı eskisi gibi...
Bir tabak tarhana çorbası...
Yüzümdeki gülümsemem olduğu yerde donup kalırken öylece Ömür'e baktım. Usul usul duyduğum ufak seslerle masaya kaydı bakışlarım zoraki bir şekilde. Masanın üzerine koyduğum elim titriyordu. Hemde delicesine. Masaya çarpan tırnaklarım ses çıkarırken elimi kendime çekmeye çalıştım ama hareket ettiremedim. Ömür'ün arkasını döneceğini fark ettiğim an diğer elimle masanın üzerindeki elimi sıkıca tutup geri çektim. Dizlerimin üzerine bıraktığım elim hala titremeye devam ederken buğulanan gözlerime lanet ettim. Elim titrememeliydi. Hiçbir zaman titrememişti.
"Eliniz titreyebilir. Yıpranan sinir-"
Zihnimde yankılanan kadın doktorun sesini Ömür'ün "Abla"diyen sesi böldüğünde kısık bir sesle"Efendim?" diye sordum. "Tarhanayı sevmez misin yoksa?"
"Yoo"dedim gözlerim ocağın üzerindeki tencereye kitlendiğinde. "Severim. Çok severim."
Yalan. Nefret ederim.
"Hazır tarhana ama ben marketteyken baktım. Kokusu falanda çok güzel." Ömür benim tabağımı önüme bıraktığında kendi çorbasını da doldurup karşımdaki yerine geçti. Herşey saniyeler içinde olmuş gibiydi. Ama hayır, aylar sürmüştü. Yaşananlar hala sayısını bilmediğim kadar çok ay sürmüştü.
Kaşığını alıp çorbasını içmek yerine beni izlediğinde beklediği şeyin çorba hakkındaki fikrimi almak olduğunu biliyordum. Önce benim yememi, beğenip beğenmediğimi sormayı bekliyordu.
Boğazımdaki yumruyu yutkunarak yok etmeye çalışsamda bir işe yaramamıştı. Ömür'ün hevesle parlayan gözleri içimdeki çocuğun çığlıklarından daha ağır bastığında elim, titreyen elimi yavaşça bıraktı. Kimsesiz başka bir çocuğun hevesi, kimsesiz Güneş'in feryadından daha önemliydi benim için. Bir ayağımı diğerinin üzerine atarak titreyen elimi ikisi arasında sıkıştırıp diğer elimle masanın üzerindeki kaşığa doğru uzandım zoraki. Gülümsemeye çalışsamda kıvrılmayan dudaklarımı daha fazla zorlamayıp elime aldığım kaşığı kaseye daldırdım.
"Hadi yine iyisin velet. Ben olmasam aç kalacaksın." Karşımda bana gülümseyen adama en boş bakışlarımı sunarken elindeki tepsiye iştahla bakmaktan kendimi alamıyordum. İki gündür tuz ve su dışında doğru dürüst hiçbir şey yiyememiştim. Aylardır bana verdikleri tek yemek olan adını bilmediğim o çorbayı vermeyide bırakmışlardı üstelik. Fazla hevesli gözükmek istemediğim için ne getirdiğini sormadım. Çünkü ben birşeye heves edersem kaybederdim. Hayat bana istediğim şeyleri vermemekte ısrarcıydı. "Sıcak sıcak getirdim birde."diyen adam içtiği sigaradan sararan bıyıklarını okşadı tek eliyle. "Ev yapımı bu. Tarhana gibisi yoktur. Sana verdiklerini marketten alıyorlar, değerimi bil."
Aldığım kaşığı ağzıma götürürken başımı önüme eğmiş, gözlerimi masaya dikmiştim. Sağ elim hala iki bacağımın arasında tir tir titriyordu.
Önüme bıraktığı tabağa bakmayı bile unutacak kadar çok acıkmıştım. Kaşık getirmeyi unutan adamın zekasını sorgulamayı bir kenara bırakıp kaseyi ellerimle kavrayıp dudaklarıma dayadım. İçtiğim çorba neydi bilmiyordum ama umursamıyordum da. Açtım ve şu an başka hiçbir şey umrumda değildi. Aylardır bana verdikleri çorba, iki gün önce kaçmaya çalıştığım için elimden alınmıştı ama şimdi yine ellerimin arasında sıcak bir şekilde duruyordu. Ben çorbayı hızlı hızlı içerken başımda bekleyen adam yüzüne iğreti duran iğrenç gülümsemesiyle beni izliyordu. Nefeslenmek için dudaklarımdan ayırdığım kaseyi bir kez daha içmek için kavradığımda adam, elimi bileğimden yakaladı."Yeter içtin. Birazda işimiz bittikten sonra."
Kaşıktaki çorbayı güçlükle içtiğimde çorba sanki yemek borumdan aşağı inmemek için kat ediyordu. Boğazıma takılan çorbayla sahte bir tebessüm oluştu yüzümde. Ömür'e kısa bir an bakıp tebessümümü görmesini sağladıktan sonra tekrar eğdim başımı.
Gözlerim buğulanırken etrafımdaki hiçbir şeyi algılayamıyordum. Ne bedenimde hudutsuzca gezinen ele tepki verecek haldeydim nede canlanacak. Bedenim uyuşurken gözlerim az önce elimden kayarak yeri boylayan çorba kasesini buldu. Kulaklarım uğuldarken zihnimdeki onca sesin arasından façacıya ait olanı bulup çıkardım.
"Zehirin türüne aklın ermez. Ama erdirmek zorundasın. Zaten senin çevrendeki zehirlerin çok bir çeşidi olmaz. Yediğin yada içtiğin şeyin kokusunu ve rengini tartacaksın önce. Eğer yemeğin üzerinde garip bir koku alıyorsan tehlike. Ama eğer yemeğin kokusunu alamıyorsan bu daha büyük tehlike..."
O an kafamda şimşekler çakarken zihnimde kendini tekrar eden tek bir kelime vardı.
Zehir...
Bedenimdeki eller sınırlarını aşıp kıyafetimin fermuarına uzandığında kasıklarıma inen yabancı ağrıyla acı içinde inledim...
Gözümden akan yaş önümdeki çorba kasesine düşerken kaşığı tutan ellerimi sıktım. Bunlar normal değildi. Şimdi burada bunları hatırlayamazdım. Lanet olası bir çorba tüm geçmişimi önüme seremezdi.
"Alışırsın yavrum, dayan az."diyen sesini duyduğumda ellerini itmeye çalıştım ama beceremedim. Kollarımı bile kaldıracak gücüm yoktu. Karşımdaki iğrenç dudaklar bana her geçen saniye daha da yaklaşırken arkadaki demir kapı büyük bir gürültüyle açıldı. Duvara çarpıp kulakları sağır edecek türden bir ses yükseldiğinde bedenimdeki eller çekilmişti. Rahat bir nefes alsamda hangisi daha iyiydi bilmiyorum.
Giden eller mi?
Yoksa ikiye çıkmış olma ihtimali mi?
Her gün bana su ve tuz getiren adam odanın içinde belirdiğinde önümdeki adamı yakasından kavrayıp geriye savurdu."Ne yapıyorsun lan sen?! Ne verdin kıza!" Tek dizinin üzerine çöküp çenemi sertçe kavradı. Yüzüme kısa bir süre baktıktan sonra gözleri yerdeki çorba kasesini buldu. "Siktir! Ne verdin diyorum lan kıza?!" Diğer adama sağlam bir yumruk geçirdiğinde içim azda olsa rahatlamıştı. Niyetleri aynı olsaydı ona zarar vermezdi. Diğer adam geriye çekilirken "Ne celalleniyorsum oğlum!" diye bağırdı. "Deli etme adamı Mahmut! Kıza ne verdin, ne vardı o çorbada!"
"Ne vereceğim oğlum, çorba işte!"
"Başlatma lan çorbana! Kızın gözleri gitmiş resmen. Titriyor oğlum. Bugün tuzu yutmuştu zaten!"
"Hap kattım çorbaya oldu mu?! Çok mu koydu oğlum! Zaten her gün zehirliyorsunuz uyduruk bir çorbayla, bari bir işe yarasın!"
"Sikerler lan böyle işi! Sen el kadar kıza afrodizyak mı verdin oğlum?!"
"Siz her gün zehirlemiyor musunuz zaten? Bugünde ben el attım işte!"
"Defol git Mahmut! Ben senin canını almadan çık şuradan! Kız ölürse sende ölürsün!"
Geçmişim masadaki boş sandalyelerden birine oturup ellerini çenesinin altında birleştirdi. Siyah saçları omuzlarından aşağı akarken bana gülümsedi. Gözlerinden akan yaşlar, dudaklarında ki yapay gülümsemeye kinliydi. Gülümseyerek beni izleyen geçmişim önce gözlerimdeki yaşlarda takılı kaldı. Sonrada önümdeki çorbada.
Yavaş yavaş silindi yüzündeki tebessüm. Gözündeki yaşlar artarken dudaklarının kenarından ince bir kan süzüldü aşağıya."İçme..."diye fısıldadı bana."içme... Ya yine gelirse? Bu defa yalnızsın. İçme..." Başımı yavaşça omuzuma doğru eğdim. "İçmezsem üzülür. Bize yapmış. Bize çorba yapmış Erna. İçelim."
Gözleri benden ayrılıp Ömür'e uğradığında yutkundum. Ömür'de benim gibi onu görüyor muydu? "O mu yapmış?"Diye sordu gözleri hala Ömür'deyken. "O yapmış. Bize. Oda bizim gibi Erna. Zarar vermez bize." Bakışları tekrar beni bulduğunda kanlı dudaklarıyla gülümsedi bana. Yiyelim Güneş. O yapmış. Bizim gibi..." Erna gülümseyerek beni izlerken tekrra önüme döndüm.
Önümdeki çorbadan ardı ardına kaşıklar alırken gözümden akan her yaş çorbayı önümde büyütüyordu sanki. Başım hala önüme eğik olduğundan Ömür beni görüyor muydu bilmiyorum ama titreyen bedenim bana onun varlığını bile unutturmuştu. Çorbayı en sonunda bitirmeyi başardığımda nefesimin tıklandığını hissettim. Bu böyle olmayacaktı.
Elimdeki kaşığı sertçe masanın üzerine bırakıp oturduğum sandalyeden hızlıca kalkarak banyoya koştum. Kapıyı ardımdan kilitlerken gözüm hızlı hızlı etrafta dolanıyordu.
Ömür kapının diğer tarafından bana bağırırken rafta gördüğüm tarağı aldım elime. "Abla! Abla iyi misin, ne oldu?!" Tarağı hemen önüme bırakırken titreyen elimi diğer elimle tutup lavabonun tezgahına bıraktım. Tarağı tekrar elime aldığımda dudaklarımı sertçe ısırıp kaldırdığım tarağı hiç düşünmeden vurdum elime. Bu lanet titreme artık durmalıydı!
Hiçbir zaman travmalar altında ezilen bir çocuk olmamıştım ve şimdi siktiri boktan bir kazanın buna sebep olmasına izin verecek değildim. Ruhsal bir çöküşü kaldıracak kadar bile vaktim yoktu. Buna zaman ayıranazdım. Ben yalnızdım ve girdiğim herhangi bir travmadan yalnız başıma çıkmayı başaramazdım. Madem bedenim bana itaat etmiyordu o halde travmalarıma kapı aralamasına da ben izin vermiyordum.
Ömür bana bağırıp dururken kaçıncı olduğunu bilmediğim bir darbe daha indirdim elime. Canım yanıyor muydu onu bile anlayamıyordum çünkü zihnim şu an elimdeki acıyla değil zihnimdeki anılarla boğuşuyordu. Parmak boğumlarım kanla dolarken yavaş yavaş titremesi durulan elime baktım. Beklediğim olmuştu. Acı, anıları def etmişti.
Tarağı rastgele bir köşeye fırlatırken elimi musluğun altına atıp kanları duruladım. Bulduğum beyaz sabunu kanlı ellerime döküp ovaladım. Parmak uçlarım buruşana kadar duruladığım ellerimi çekip kenarda duran havluyla kuruladım ellerimi.
Kapının kilidini açıp koridora çıktığımda Ömür'ü koridorda yere çökmüş beklerken bulmuştum. Ona bakmadan salona girdiğimde oda arkamdan beni takip ediyordu. Televizyon ünitesinin altından aldığım ilk yardım çantasıyla birlikte koltuğa oturduğumda Ömür'de karşımdaki koltuğa oturmuştu.
"Ben yapayım mı abla?" Başımla reddettim onu. "Ben hallediyorum. Yedin mi yemeğini?" Tarazlı çıkan sesime lanet ederken Ömür'e baktım hızlıca.
"İyi misin abla sen?"
"Bir şey yok Ömür. Kanadı biraz sadece."
Gazlı bezle elimdeki yaraları gelişigüzel temizleyip sargı bezini çıkardım. "Abla?" Başımı kaldırmasamda Ömür'ün beni izlediğinin farkındaydım. "Hmm?"
"Konuşalım mı biraz abla?"
"Dinliyorum Ömür."
"Neden birden öyle oldun sen? Eve geldiğinde iyiydin."
"Sinirsel birşey. Antin kuntin bir şey işte. Kazadan kalma."
"Kaza?" Kısa bir an Ömür'e baktığımda hiçbir şey bilmediği gerçeği doldu zihnime. Zaten benimle ilgili ne biliyordu ki? "Dokuz ay önce yaralandığım patlama. Görevdeyken oldu."
"Patlamadan sonra mı emekli oldun abla?" Sargıyı bitirip ilk yardım çantasını kenara bırakırken başımla onayladım onu. "Öyle oldu. Biraz patladık, sonra ordudan olduk. Önemsenecek birşey yok. Olacak artık arada böyle."
"Daha iyi misin abla?"
"İyiyim ben. Yemeğin bittiyse konuşalım seninle Ömür."
Ömür oturduğu yerde dikleşirken "Dinliyorum abla."dedi az önce benim dediğim gibi. "Bugün ziyarete gittiğim yerde az çok birşeyler kesinleşti. Üç gün sonra ben yokum."
"Nereye abla?"
"Orasını karıştırma. Ben yokken bizimkiler seni bulup darlarlar. Onları başına sarmaya gerek yok. Gideceğimi bil yeter. Yokluğumda yalnız kal istemiyorum. Madem yurttan çıktın bir yere ayrılma, burada kal. Giderken birkaç arkadaşıma haber vereceğim, yokluğumda onlara emanetsin. Ben neysem onlarda o."
"Gelecek misin abla?"
"Geleceğim." derken başımı da sallıyorum sözlerime destek olarak. "Ama ne zaman gelirim bilmem. Gelince ben seni bulurum. Ama senin haberin olmaz benden."
"Neyin içindesin sen abla?" diyen Ömür kaşlarını çatmış kendince bir cevap arıyordu. "Temiz ayakkabı değiliz dedik ya Ömür. Sen beni boşver." Konuyu ışık hızıyla değiştirirken konuştum."Aşağı katı gördüm mü sen hiç?"
"Evin altındaki daireden bahsediyorsan eğer fark ettim abla,ama hiç bakmadım. Orası da mı senin?"
"İyi. Orası da benim. Oranın kapısı açık Ömür. Sakın kilitleme. Partmantonun üzerindeki kırmızı kutuda mavi bir banka kartı var. Benim adıma. O kartla alışveriş yapıp aşağıdaki dairenin dolabını doldurursun. Sakın boş bırakma dolabı. Arada birde battaniye yastık falan alıp bırak o eve."
"Kime bunlar abla?"
"Sahibi alır, sen dediğimi yap yeter. Kendi ihtiyaçlarında oradan halledilecek itiraz yok. Evdende çıkma. Kal burada. Okulu işi falanda seni yanına bıraktıklarımla beraber halledin. Vaktim olsa ben ilgilenecektim ama olmadı. Arabayı da aşağıya bırakacağım. Arabama iyi bak Ömür ona göre. Evi yaksan laf etmem ama arabama çizik olmasın."
"Öyle bir konuşuyorsun ki abla sanki bir daha gelmeyecek gibisin."
"Gelmeyecek olsam arabayı bırakırım herhalde. Arkamda arabam varsa her zaman dönerim ben." Ömür söylediklerime gülerek karşılık verirken ben kahve almak için ayaklanmıştım. Ama tam o sırada çalan kapı dikkatimizi dağıttığından kapıya gittim. Mercekten kimseyi göremediğimde belimdeki silahı yoklayıp kapıyı usulca aralayarak başımı çıkardım. Görünürde kimse yoktu.
Ayaklarımda hissettiğim baskıyla gözlerim yere kaydığında gördüğüm çantayla kaşlarım çatıldı. Çantaya doğru eğilip bakarken cebimdeki telefonu çıkarıp flaşını yaktım. Işık çantanın siyah yüzeyine vurduğunda üzerindeki amblemi gördüm.
Lavinya.
Çantanın üstündeki amblem buydu.
Ölüm çiçeği. Façacı. Telefonu tekrar cebime sokarken çantayı alıp son bir kez sokağa baktım. Gelen giden yoktu. Aldığım çantayla salona döndüğümde konuşmadan tekrar koltuğa oturup kenardaki masayı önüme çektim.
"Kimmiş gelen abla?"
Çantayı bir çırpıda açıp kenara koyduğumda içindeki bilgisayarı çıkarıp dikkatli bir şekilde masanın üzerine bıraktım. Bilgisayarın açma tuşuna basıp beklerken Ömür'de oturduğu koltuktan kalkıp yanıma gelmişti. Bilgisayarın açılmasını beklerken karşıma çıkan ve ekrandan hızla akan kırmızı yazılarla kaşlarım çatıldı.
"Bu ne şimdi?" derken klavyedeki tuşlara rasgele basıyordum. Façacı bana şifreli bir bilgisayar mı göndermişti? Birde bunu kırmakla mı uğraşacaktım şimdi. Ekranla kısa bir süre uğraşsamda bir işe yaramamıştı. Tek bir kod bile yazamıyordum ekrana. Sıkkın bir nefes verirken telefonumu tekrar aldım elime. Yardım almanın bana zararı olmazdı. Numaralara girip aradığım ismi bulduğumda hızlıca arayıp telefonu açmasını bekledim. Çok geçmeden açılmıştı da zaten.
"Aradığınız Ökten'e şu anda ulaşılamıyor. Lütfen uzun bir süre boyunca bunu-"
"Ökten, Güneş ben."
"Siktir lan noluyor?!" Telefonun diğer tarafından duyduğum yıkılma sesiyle gözlerimi devirirken "Hangi Güneş'sin sen tam olarak?" diye sordu Ökten. Yediği şey her neyse boğazında kalmıştı. Öksürük sesleri kulağımın ırzına geçerken sinirle saçlarımı geriye attım.
"Ebeni belleyen hani Ökten!" Dişlerimin arasında verdiğim cevapla Ökten'in çığlığını duydum. "Sen hala yaşıyor musun? Canına yandığımın dünyası?! Kızım deli olduk meraktan. Aram, lan-"
"Ökten, kimseye birşey deme."diye atladım hemen. Geldiğimi herkese ilan etmesine gerek yoktu."Seninle konuşmam lazım. Yardımına ihtiyacım var." Kısa bir sessizlikten sonra Ökten'in"Bekle"diyen sesi doldurdu kulaklarımı.
Ökten eski tanıdıklardan biriydi. Kılıç Baydemir'in sağ kolunun oğlu. Teknolojide üstüne tanımazdım. Bana Kılıç Baydemir'in miraslarından biriydi Ökten. Çünkü Kılıç Baydemir için maddiyattan önemli olan tek şey zekaydı. Tüm birimlerin deli divane olup aradığı hacker telefonun diğer ucundaki adamın ta kendisiydi. "Konuş, dinliyorum seni."
"Yardımın lazım."
"Onu anladık kızım herhalde? Sen kaç zamandır nerelerdesin? Senden haber alamayınca aklımız çıktı bizim."
"Şimdi sırası değil Ökten. Yarın uğrarım yanına. Önce bana yardım etmen lazım." Ökten sessizliğe büründüğünde kendi içinde mukayese ettiğini anlamıştım. Ama ne kadar düşünürse düşünsün sonucu biliyordum. Beklediğim gibi olduğundan "Dökül"dedi.
"Façacı bana bir bilgisayar gönderdi. Bildiğisayar şifreli."
"Façacı sana neden bilgisayar göndersin ki? Sen façacıyla görüşüyor musun?"
"Şifre Ökten. Şu an odaklanmamız gereken şey bu."
"Ekranı anlat bana Güneş. Ama yarın buraya geldiğinde bunların hepsini dökülmek zorunda kalacaksın." Onu cevapsız bırakırken telefonu hoparlöre alıp masanın üzerine bıraktım. Bilgisayarın ekranına bakarken kısaca"Ekran açılır açılmaz karşıma çıkan ilk şey kırmızı yazılar oldu."diye cevap verdim."Bu yazıların yeşil olması gerekmiyor muydu?"
"Sağ üst köşeye bak. Ne görüyorsun?" Dediğini yapıp bilgisayarın sağ üst köşesine bakınca gördüğüm şeye anlam vermeye çalıştım kısa bir süre. "Burada bir harf var. Sanırım 'K' ama harfe bir sürüngen birleştirilmiş sanırım tam anlaşılmıyor."
"Karayip kodlaması." Yanımda yükselen sesle bakışlarım Ömür'ü bulduğunda "Nasıl yani?"dedim."O ne?"
"Tam olarak doğru. Karayip kodlaması Güneş. Bilgisayarı böyle şifrelemiş." Ökten'den aldığım cevapla kaşlarım çatılırken"Hala ne olduğunu anlamadım?"diye soludum. "Bu ne demek ve sen bunu nereden biliyorsun Ömür?"
Odağım tamamen Ömür haline geldiğinde Ömür sanki çok normal birşeymiş gibi omuz silkti. "Bir tür korsan yazılım. Kendilerine Karayip korsanları diyen birkaç hackerin yazdığı bir program. İllegal olarak kullanılıyor. Kısa bir zamana kadar kendi ekiplerinden başkaları kullanamıyor diye biliyordum ama yayılmış anlaşılan."
"Bu senin bunu nereden bildiğini açıklamıyor."
"Bende çok temiz değilim demek ki abla."diyen Ömür bir kez daha omuz silktiğinde Ökten"Çocuk doğru diyor."dedi. "Kod Karayip korsanlarına ait. Simge onları temsil ediyor. Yanındaki eğer güvenilir biriyse telefonu ona ver. Onunla devam edelim." Tereddütsüz bir şekilde telefonu Ömür'e uzattığımda Ömür gülümsedi. Ama bunu dudaklarıyla değil gözleriyle yapmıştı. Ona telefonu uzatmam ona güvendiğimin göstergesiydi ve bu bile onu mutlu etmeye yetiyordu. Telefonu alıp kısaca "Dinliyorum."dediğinde Ökten ona anlamadığım birkaç terim sıraladı.
Ömür, Ökten'in söylediği şeyleri yapmakla meşgulken benim tek yaptığım salonda volta atmak ve bunun hallolunmasını beklemekten ibaretti. Babamın dayatmaları yüzünden Ökten'in babası, Emir amcadan bende bilişim dersleri almıştım ama kendimi hiçbir zaman Ökten kadar geliştirmemiştim çünkü buna hiçbir zaman gerek görmemiştim. Benim bildiğim bana yetiyordu netice de o zamanlar.
Ömür ve Ökten'in hummalı çalışması yaklaşık yarım saat sonra etki edip bilgisayarın şifresini çözdüğünde Ökten kısa bir nasihat konuşamasından sonra telefonu kapatmıştı. Ömür'ün bildiklerini sorgulamayı sonraya bırakırken açılan bilgisayara baktım.
Façacı istediklerimi bana ulaştırmıştı. Dosyaları teker teker gezerken ona verdiğim adamın bilgilerinde durdum.
Matthe Swift
İsmini aklıma kazırken fotoğraflarından birinde durdum. Matthew Swift. Düşmanım. Caner'i esir eden, beremi elimden alan adam. Bütün bedenim sinirle gerilirken önümdeki fotoğrafa baktım kinle.
Matthew Swift dedim bir kez daha.
Sıradaki kurbanım.
Düşmanım.
Hedef.
Matthew Swift eceli olmak için ecelimi göze aldığım o adamdı.
Ve ben sonu ne olursa olsun o adama cellat olmadan Azrail'e eyvallah etmeyecektim...
....
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Buraya kadar okuduğun için teşekkür ederim ☺️ ❤️
Umarım beğenmişsindir.
Geçmeden önce oy verip gönlünden geçen herhangi bir düşünceni benimle paylaşırsan beni çok mutlu edersin 🤗
Birde senden küçük bir ricam var. Şarkı stoğum tükendi. Eğer senin için bu bölümü veya bu kitabı çağrıştıran bir şarkı varsa benimle paylaşır mısın?
Sevgiliyorsun ❤️
Bir sonra ki bölümde görüşürüz.
Yarın, aynı saatte
🦋
Instagram|Prenseslerdeokur
Spoiler için t
akip edebilirsiniz.
Hoşçakalın.
"
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 6.75k Okunma |
874 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |