16. Bölüm

KUM SAATİ

Sılanur Çınar
sadeceyaziyorumist

 

 

 

 

 

 

@diclenarinn_ adlı kullanıcıya ithaf edilmiştir...

 

 

 

 

 

GÜNEŞİN ÇOCUKLARI

 

 

 

 

 

 

 

22.12.2024

 

 

 

 

 

 

 

 

5. BÖLÜM

 

 

 

 

 

 

 

KUM SAATİ

 

 

 

 

 

 

 

"O an o küçük çocuğa arkamı dönüp gitmek istedim..."

 

 

 

 

 

Gökalp çırpınıp bağırırken herkes ne yapacağını bilmez halde yıkılmıştı. İşin ucunda cananlarının canı vardı ama kimsenin gücü bir şey yapmaya yetmiyordu. Gökalp sinirle bağırırken gözü kimseyi görmüyordu. Kimse ondan ablasına arkasını dönüp gitmesini isteyemezdi.

 

 

"Bırak Allah aşkına rütbeyi komutanı Mehmet abi?! Şu an mühim olan bu mu?! Sanki oyuncakmış gibi ablamın hayatı tartışılıyor burada sen gelmiş komutan diyorsun! O kadın o odadan çıkmayacak duydunuz mu lan beni?! O kadını kimse oradan çıkaramaz!"

 

 

Mehmet sinirle Eray ve Gökalp'in yanına geldiğinde Gökalp'i yakalarından sıkı sıkı kavradı. Onlar burada kendi dertleri ile kavrulurken Bahtiyar'ın yanında başından beri olan biteni izleyen adam resepsiyonda dikilmiş kendilerini izleyen hemşirelerden birini eliyle çağırdı. Dertleri başlarından aşkın olan adamların hiçbiri yabancının bu hareketini fark etmemişti.

 

 

"Gök-"

 

 

Adam, kısaca koridordaki kalabalığa baktıktan sonra yanına gelen hemşireye bakıp "Kadını çıkarın"dedi tek nefeste. Onun bu cümlesi herkesin dermanını keserken diğerleri onun orada olduğunu yeni fark ediyor gibiydi. Bahtiyar aldığı destekle adama bakıp "Merak etmeyin gereği hemen yapılacak"dedi vakit kaybetmeden.

 

 

Burada dönen muhabbet askerlerin yüreğine bir karabasan gibi çökmüştü. Hepsi korkuyordu. Koskoca adamlar utanmasalar şu an şu dakka yere çöker bağıra bağıra ağlarlardı. İçlerinden birini kaybetmeye daha önce hiç bu kadar yakın olmamışlardı.

 

 

Yakut çöktüğü yerden kalkarken "Ne demen kadını çıkarın?! Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz?!"diye bağırdı. Şu an hepsinin kendilerini frenleme sebepleri hiç şüphesiz meslekleriydi. Hiçbiri üzerinde taşıdığı üniformaya ihanet etmek istemiyordu. "Öderiz lan parasını! Kimse dokunmayacak komutanıma?! Şu kadar adam bir hastanenin para-"

 

 

"Sizin paranız bu tedaviye yeter mi sanıyorsunuz! Bu kadın hastanemize geldiğinden beri kaç operasyon atlattı biliyor msuunuz? Hekimlerimiz artık zamanını diğer hastalara ayırmalı. Toplanın ve hemen hastanemizi terk edin. Huzuru -"

 

 

"Doğru, onların parası yetmez." Adam çenesini dikleştirirken askerlere kısaca bakıp gözlerini Bahtiyar'ın üzerine dikti tekrar. "Ama benim yeter. "

 

 

"Demir Han bey-"

 

 

Demir Han yanındaki adamı görmezden gelirken hemşireye bakmaya devam etti. "Yüzbaşını nakil için hazırlayın. Ben gerekli işlemleri halledip onu alması için bir ambulans ayarlayacağım." Demir Han 'ın gözleri Mehmet'i buldu bu defa. "Kardeşinizin tedavisi Özel Soykıran Hastanesi'nde devam edecek. Tabi sizin içinde bir sorun olmazsa."

 

 

Mehmet üzerindeki şoku atlatamamış, adamın ne dediğini anlamamıştı. Mehmet'in sessizliğini bir onay olarak gören Demir Han bu defa Bahtiyar'a baktı tekrar. "Başhekimine iletirsin, Soykıran'lar düşündü ve reddetti."

 

 

"Ama efendi-"

 

 

"Aması yok. Biz herşeyden önce iş yapacağımız insanların kişiliğine önem veririz. Ama burada bırak kişiliği, kâle alınacak tek bir adam dahi yok. Yüzbaşının bütün masrafları şahsım tarafından ödenecek. Bu hastaneyle tek bir ilişiği bile kalmayacak. Faturalar bu akşama kadar şirketime gönderilmiş olsun."

 

 

Bahtiyar'ı yok sayarken Mehmet'e elini uzattı. Mehmet başta şaşırsada ona uzanan eli tutup minnetle sıktı. "Ben Demir Han Soykıran. Tanıştığıma memnun oldum-" Mehmet'in üniformasında ki armaya bakıp "teğmenim"diye ekledi.

 

 

"Teğmen Mehmet Maden. Tanıştığıma memnun oldum Demir bey."

 

 

"Ben Ilgaz Merzat Soykıran'ın oğluyum. Babam yüzbaşının ameliyatına girmişti." Mehmet'in yüzü hemen aydınlanmıştı. Komutanını hayata bağlayan adamı elbet tanıyordu. Onu unutmak ne mümkündü. "Yüzbaşının naklini en hızlı şekilde gerçekleştireceğimden şüpheniz olmasın. Herşeyiyle bizzat ilgileneceğim. "

 

 

"Buna gerek yok. Ücret neyse öder-"

 

 

"Gerek var. Borcumu ödüyorum. Yüzbaşının hazırlanmasına yardım ederseniz iyi olur. Bende hastaneyi hazırlamak için oraya geçeceğim. Ambulansı bir saate kadar yollarım."

 

 

Tim can suyu bulmuş gibi dikelirken Bahtiyar kaybettiği paralara yanıyordu. Demir Han minnet dolu bakışlarla hastaneden çıktığında tim büyük bir heyecenla yüzbaşının naklini beklemeye başladı.

 

 

Mucize bu defa onları bulmuştu. Mucize bu defa cehhennemi unutmamıştı.

 

 

🚬🚬🚬🚬🚬🚬

 

 

 

 

 

Güneş Erna Baydemir

 

 

Kafamda keskin bir sızı, zihnimdeyse büyük bir boşluk var gibiydi. Etraf karanlıktı. Çok karanlık. Hiçbir şey göremiyor, hiçbir şey hissedemiyordum. Karanlığa alışmıştım. Gözlerim alışmıştı. Ben alışmıştım. İçimdeki o kimsesiz çocuk alışmıştı. Biz alışmıştık.

 

 

Alışmıştık çünkü karanlık bize ihanet etmeyen tek dostumuzdu.

 

 

Bizi koşulsuz saklayan, bize en aydın günde bile mesken olan dostumuzdu.

 

 

Sonra yavaş yavaş dağıldı o karanlık.

 

 

Biri belirdi önümde. Bir çocuk. Karanlığa mahkum bir Güneş.

 

 

Yutkundum. Tam karşısında duruyordum ama beni görmüyor gibiydi.

 

 

Yağmur yağıyordu.

 

 

Tek sığınağı.

 

 

Ağlıyordu.

 

 

Ağlıyordu ama kimse görmüyordu. Onun hıçkırıklarına eşlik eden boğuk sesler duyuyordum. Çocuk sesleri. Ne dediklerini anlamıyordum ama duyuyordum. Ama onlar Güneş'i görmüyor veya duymuyorlardı. Kimse duymuyordu. Benden başka. Çünkü ben onu tanıyordum. O küçük çocuk her gün yağmurun yağmasını hevesle beklerdi. Çünkü o tüm dertlerini gökyüzüyle birlikte boşaltırdı. Yalnızken ağlayamazdı. Ağlarken bile birine ihtiyaç duyardı ve o kişi çoğu zaman yağmur olurdu.

 

 

O an o küçük çocuğa arkamı dönüp gitmek istedim. Onun ben olduğumu biliyordum ama yinede onunla ilgilenmek veya onu teselli etmek istemedim. Tıpkı diğer insanlar gibi kendimi görmezden gelmek istedim.

 

 

Ama olmadı.

 

 

Ben bana arkamı dönemedim.

 

 

Ben daha o yaşta hayatın sillesini yiyen o çocuğa arkamı dönemedim.

 

 

İçimde koca bir ağırlık hissederken ağır ağır ona doğru yürüdüm. Bu gördüklerimin bilinçaltımın bir oyunu olduğunun farkındaydım ama yinede bir kez olsun kendime güvenmek istedim...

 

 

Yaklaştıkça kulaklarıma dolan titrek ses yutkunma isteğimi uyandırıyordu.

 

 

"Hani benim sevincim nerede?

 

Bilyelerim, topacım

 

Kiraz ağacında yırtılan gömleğim

 

Çaldılar çocukluğumu habersiz..."

 

 

Şarkı söylüyordu küçük Güneş. Yakınıyor, isyan ediyordu. Kaç yaşındaydı Güneş? Niyeydi bu yakınma? Hiç tanımadığı annesine dert yanmaya hakkı var mıydı Güneş'in?

 

 

"Penceresiz kaldım anne

 

Penceresiz kaldım anne

 

Uçurtmam tel örgülere takıldı

 

Hani benim gençliğim anne?"

 

 

Her adımımda sesi daha gür daha net geliyirdu. Ama sanki titriyordu sesi...

 

 

"Bu ne yaman çelişki annem

 

Bu ne yaman çelişki annem

 

Kurtlar sofrasına düştüm

 

Hani benim gençliğim nerede?"

 

 

Nefesimi bana haram kılındığını hissederken adım atmayı bıraktım. Şarkı söylemeye devam etmedi. Ağzından tek bir cümle çıktı. "Hani benim sevincim nerede?" Sanki soru sorar gibiydi. Olmayan bir şeyi mi arıyordu. Bulamazdı.

 

 

Ona olan yakınlığım içimin ürpermesine sebep olurken bu defa ben konuştum.

 

 

Küçükken dilimden hiç düşmeyen o cümleler döküldü bir kez daha dudaklarımdan...

 

 

" Duvarlar konuşmuyor anne

 

Duvarlar konuşmuyor anne

 

Açık kalmıyor hiçbir kapı

 

Hani benim gençliğim anne "

 

 

Küçük Güneş yavaşça kafasını kaldırdı. Sanki orada olduğumu biliyor ama başından beri bakmamak için direniyor gibiydi. Benim konuşmamı mı beklemişti?

 

 

Kafasını omzuna doğru yatırıp nemli gözleriyle bana baktı. Buz mavisi gözleri içine dolan yaşlar yüzünden cam gibi parlıyordu. İçim yandı o an. Canım acıdı. Nefesimi tuttum. O an ben yaşamak istemedim. Güneş ağlamak istiyordu. O küçük Güneş yaşamak istemiyordu.

 

 

Bir çocuk bunu kak ediyor muydu peki?

 

 

Boğazımda bir el hissettim. Nefessiz bir şekilde beni sıkıyordu sanki.

 

 

Güneş, hayır ben. Ben böyle mi bakıyordum. Bakışlarım bu kadar acı dolu muydu? Peki buna rağmen nasıl kimse görmemişti o bakışlarda ki kırıklığı.

 

 

Kollarını iki yana açıp kimsenin görmediği o kırıklıkla baktı bana. "Sarılalım mı?" Bu kadardı işte. Küçük Güneş'i mutlu etmek hu kadardı işte. Ama kimse bunu anlamamıştı. Başımı aşağı yukarı sallarken gözümden akan yaşları daha yeni fark ediyordum. Ağlamamak için dudaklarımı ısırdım ama bir hayli geç kalmıştım.

 

 

Kollarımı Güneş'in boynuna doladığımda hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Başını okşamam gerekiyordu bu küçük çocuğun. Onu teselli etmeliydim. Ama yapmadım. Çünkü bunu benim yerime yapan oydu. Küçük elleri usul usul saçlarımın arasında dolaşırken kulağıma birşeyler söylüyordu ama hıçkırık seslerim onu bastırıyordu.

 

 

Ne kadar olduğunu bilmiyordum. Ama bir süre sonra ağlamam yavaşladığında "Yaptın mı?"diye sordu."Başardın mı?" Neyi sorduğunu biliyordum. Yüzümde gurur dolu bir gülümseme belirirken başımla onayladım onu. "Yaptım. Başardım. Yüzbaşı oldum. Hayallerimiz artık bizim. Biz başardık. Birlikte."

 

 

Küçük parmakları gözyaşlarını sildiğinde "O halde ağlama" diye fısıldadı. "Ağlama çünkü şu an yapmam gereken bu değil. Ben bunu zaten bizim yerinize yapıyorum." Kaşlarım çatılırken "Ne yapmam gerekiyor?"diye sordum. Güldü. "Gülümse ve ayağa kalk Güneş." İki eli yanağımda yüzümü okşarken gözlerimin kapanmaması için direniyordum.

 

 

"Hayallerimizi bizden almaya çalışıyorlar Güneş. Onlara izin verme. Bizden, bizi alamazlar. Bizden hayatımızı çalamazlar. Buna hakları yok. Unutma, senin hayatında benim hayallerimin hakkım var." Kaşlarım dahada çatılırken" Ne demek bu?"diye sordum.

 

 

"Erna..." Dudaklarından dökülen ismimle soluğumu tuttum. Güneş'ken neden birden Erna olmuştum ki? "Senin hayatında benim hayallerimin hakkı var." Kafasını ağır ağır sağa sola salladı. "Eğer hayallerimi hayatına ezdirirsen sana hakkımı helal etmem!" Şimdi onunda kaşları çatıktı. "Biz sana hakkımızı helal etmeyiz! Şimdi git ve yapman gerekeni yap. Bizi, hayallerimizi, hayatını koru."

 

 

Güneş ellerini yüzümden çekerken ben hala ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Ne demek istemişti? Hayallerimi almaya çalışan kimdi? Ne oluyordu? Ben neredeydim? Neler dönüyordu bu lanet yerde?!

 

 

Güneş'in benden uzaklaştığını fark ettiğimde bende ayağa kalkıp deliler gibi bağırmaya çalıştım. Karanlık geri geliyordu ağır ağır. Başım tekrar ağrımaya başlamıştı. Uğultular duyuyordum. Neredeydim ben?

 

 

Gözlerimin ağır ağır açıldığını hissederken gözüme hücum eden ışıkla. Gözlerimi birkaç kez açıp kapattım. Bu ışıklar, bu ambiyans tanıdıktı. Bir hastanedeydim ama hastane odası olamayacak kadar lüks, bir ev olamayacak kadar tıbbi bir ortamdaydım.

 

 

"Ne demek emeklilik komutanım! Ne demek oluyor bunlar?!" Eray'ın yüksek çıkan sesi başımın daha da ağrımasına sebep olurken yüzümü buruşturdum. Umarım kulak zarım patlamamıştır.

 

 

"Dokuz aydır uyuyor asker?! Ne yapabilirim ki? Doktoru duymadın mı? Devam edemez. Herşey onun iyiliği için." Ne oluyor lan?! .

 

 

"Komutanım-" Gece'nin sesini duyduğumda ona bakmak için hareketlendim ama bedenim fazlasıyla uyuşuktu. Kafamı çevirerek ona taraf baktığımda gördüklerimle gülümsedim. Buradalardı. Bedenimde hissettiğim acıyla yüzümü buruşturup gözlerimi kısa bir süreliğine kapatıp açtım.

 

 

Bana yaşadığım cehennemde cenneti yaşatan insanlar oradalardı. Hepsi birer birer ayaklandığında Eray Gece'yi umursamadan Cengiz albayla konuşmaya devam etti. "Bir dur Gece!"

 

 

"Komu-"

 

 

"Durun dedim lan bir!"

 

 

"Komutanım, ablam!" Gece ve diğerleri bana doğru yürüyüp yatağın başına toplandıklarında kuruyan dudaklarımı ıslatıp yutkundum. "Uyandı komutanım! Ablam uyandı!" Kaşlarım çatıldı. Ne kadar zamandır uyuyordum ki ben?

 

 

"Gece, hemen doktoru çağır!"

 

 

"Emredersiniz komutanım!" Eray'da hemen yatağın başındaki yerini alırken zorda olsa gülümseyerek onlara baktım. Hepsi yüzlerindeki tebessümle beni izliyordu. Ama buruk bir tebessümle. Onların yüzündeki kırgın ifade benim yüzümdeki gülümsemeyi de yavaş yavaş alıp götürürken ne olduğunu anlamak için onlara baktım.

 

 

"Ağrınız var mı komutanım?" diyen Eren'i başımı sağa sola sallayarak yanıtladım. "Nasıl hissediyorsunuz komutanım?"

 

 

"İyiyim Gökalp, merak etmeyin."

 

 

"Ağrınız yok değil mi komutanım, eminsiniz?"

 

 

"Yok dedim ya Caner. Asıl sen nasılsın? Umarım ağrın yoktur. Anneni görmeye gittin değil mi?" Timdekiler konuşmadan bana bakarken yattığım yataktan yavaşça doğruldum. Uyuşan bedenimle ağzımdan küçük bir inilti kaçtığında gözlerimi yumdum. Eray hızla arkama bir yastık koyup bana destek olurken kardeşlerimin yüzünde gördüğüm ciddiyet beni korkutmuştu.

 

 

"Caner!"

 

 

"Emret komutanım?"

 

 

"Annene, evine gittin mi asker?" Kaşlarımı çatarak sorduğum soruyla Caner kafasını çevirip yanındaki arkadaşlarına baktı yardım ister gibi. Görende ne sordum sanki derdi.

 

 

O an gözüme bir şey ilişti. Caner'in esir tutulduğu süre içersinde aldığı yaralar vardı. Onu gördüğüm o beş dakika içerisinde yaralarına bakmıştım ve şimdi karşımda çoktan yerini yeni bir tene bırakmış bir yara vardı. İzi bile yok denilecek kadar azdı.

 

 

Nefesimin daraldığını hissederken Mehmet abiye baktım. O yaranın kapanması için birkaç günlük bir uyku kâfi gelmezdi. Abime sorsam bana cevap vermezdi. Ama benim askerimin bana cevap vermeme gibi bir lüksü yoktu. "Asker?"

 

 

"Emret komutanım?!"

 

 

"Ben ne zamandır uyuyorum asker?"

 

 

Herkes sustu o an. Anlamıştım. Vardı bu işte bir iş. "Asker! Sana bir soru sordum!"

 

 

"Komutanım..."

 

 

"ASKER! YA ŞİMDİ BANA CEVAP VER YADA-" Boğazım yırtılırcasına bağırdığımda araya giren başka bir erkek sesiyle susmak zorunda kaldım.

 

 

"Uyanır uyanmaz bu kadar bağırmak sağlığın için pekte iyi olmaz sanki ha? Ne dersin?"

 

 

Kapıda dikilmiş bana bakan doktoru gördüğümde diğerlerine bakmayı kesip doktora baktım. "Benimle ilgilenen doktor siz misiniz?"

 

 

Doktor odaya girip büyük ihtimalle sürekli yaptığı gibi önce serumumu sonrada ayağımın ucundaki masada duran kabarık dosyayı inceledi. Bunu yaparken başını aşağı yukarı sallayıp beni onaylamıştı. "Evet." Yanıma gelip "Ağrın var mı?"diye sorduğunda kısaca"Hayır "deyip ben sordum. "Ne zamandır buradayım ben?"

 

 

Elleriyle gözlerimi muayene ettiğinde gözüme doğrulttuğu küçük ışık beni rahatsız ettiği için kafamı hızlıca çevirdim. "Bizim hastanemizde olduğun süreyi mi soruyorsun? Yoksa toplam uyduğun süreyi mi?"

 

 

Kaşlarım çatılırken "O ne demek?"diye sordum. Boğazım ağrıyordu. Hemde çok ağrıyordu. Doktor sahte bir kızgınlıkla bana bakarken "Çok konuşup kendini yormanı istemiyorum Güneş Erna. Sende beni dinle lütfen. Daha uzunca bir süre birbirimize tahammül etmeliyiz ve aramız bozulsun istemeyiz değil mi?"

 

 

Cevap vermeyip boş boş yüzüne baktığımda konuşmaya devam etti. "Soruna gelirsek eğer, bizim hastanemize geleli dört aydan biraz fazla oluyor. Ama uyuduğun süre yaklaşık dokuz ay." Nefesim boğazıma takılı kaldı o an sanki.Duyduklarımla ayaklanmaya çalıştığımda kemiklerimde ki sızı yüzünden ağzımdan bir inilti kaçtı.

 

Dokuz aydır uyuyor olamazdım!

 

Ben askerdim. Benim görevlerim, sorumluluklarım vardı!

 

"Heyecen yapma lütfen. Ayrıca kalkmayada çalışma. Bedenin daha yeni uzun bir uykudan uyandı. Öyle hemen ayaklanamazsın. Herşey yavaş yavaş olacak. Ayrıca bedenin için de fizik tedavi alman gerekiyor."

 

Gözleri Mehmet'i bulduğunda konuşmasına devam etti." Artık uyandığında göre birkaç gün daha serumla beslenebilir. Daha sonra kemik suyu ve bardakta çorba içireceğiz. Midesinin alışması gerekiyor. Nede olsa uzun zamandır besin kullanmadı. Gücünü topladığı ilk an fizik tedaviye başlayacak. Doktoruyla şimdiden iletişime geçip onun için bir plan hazırlamasını isteyeceğim."

 

Mehmet kafasını aşağı yukarı sallarken"Teşekkürler Demir Han bey." dedi. Konuşmak için açtığım ağzımı öksürerek kapatmak zorunda kaldığımda herkesin bakışları bana dönmüştü. Demir Han olduğunu öğrendiğim doktor yanıma gelip durumumu kontrol ettiğinde"Boğazına bakmak gerekiyor. Ağzını açabilir misin?"diye sordu. Kafamı sağa sola sallayıp"Önce almam gereken cevaplar var."dedim.

 

Sesim kuru ve halsizdi. "İnat etme yüzbaşı "diyen Demir Han'ın sesinde sahte bir kızgınlık ve endişe vardı. "Hayır. Sorularıma cevap istiyorum." Kollarını göğsünde bağlarken alayla kaşlarını çatıp bana doğru yaklaştı. Yüzlerimiz arasında bir karışlık mesafe anca vardı. "Tamam, sor. Cevaplayacağım." dediğinde halsizce gülümsedim.

 

"Be-" Ağzımı açar açmaz içine giren tahta çubukla neye uğradığımı şaşırmıştım. Demir Han sinsice bana bakıp gülümserken "Kasların bana karşı koyacak kadar güçlü değil. Zorlarsan çenen ağırır. Deneme bile."dedi. Yüzündeki gülümsemeye alayla karşılık versemde bu çocukça harekletlerle zaman kaybetmek istemiyordum.. Ağzımı biraz daha açıp çubuğun gevşemesini sağlarken çubuğu dilimle yan çevirip başımı hızlıca havaya kaldırarak çubuğu dişlerimle kırdım.

 

Demir Han'ın yüzü kırılan çubukla bana iyice yaklaştığında burnu çeneme sürtüyordu. Odada yankılanan öksürük seslerini umursamadan üstten üstten ona bakmaya devam ettim ve çubuğun ağzımda kalan parçasını elime alıp yanımdaki komidinin üzerine bıraktım. Bütün kaslarım, sanki koparılıyor gibi ağrıyordu.Demir Han şaşkınlıkla bana bakarken ben hızlı davranıp "Önce benim sorularım" dedim.

 

"Teğmenim?" Demir Han'ın gözleri tekrar Mehmet'e kaydı. "Doktor bey?" Mehmet kaşları çatık bir şekilde Demir Han'a bakarken bunun sebebinin az önceki yakınlığımız olduğunun farkındaydım.

 

"Bugün kendisine kemik suyu içirebilirsiniz. İsterse çorba bile içebilir hatta. Hanımefendi formundan pek bir şey kaybetmemiş gibi duruyor."

 

"Kardeşimle ilgilenirim doktor bey. Merak etmeyin." Mehmet'in dişlerini sıkarak söylediklerine Demir Han gülerken bana bakıp "Tamam, sor. Bu defa ciddiyim."dedi.

  

Yüzümdeki soluk tebessüm hızla silinirlenirken ciddiyetimi yüzüme bir maske gibi kuşanıp "Ben yüzbaşı Güneş Erna Baydemir'im." Soru bunun neresinde dercesine bana bakarken gözlerimi inatla ondan çekmeyip "Hala öyleyim değil mi?"diye sordum. Sesim bir fısıltıdan farksızdı.

 

Sert bir soluk sesi duyduğum da Cengiz albayı gördüm. Odada olduğunu bile fark etmemiştim. Bana bir kez bile bakmadan odadan çıkıp gitti. Eray'da özür diler gibi bana bakarken oda albayın ardından çıkıp gitti. Onların gidişi içime koca bir taş koyarken bir şeyler döndüğü az çok belliydi.

 

"Babam?" derken gözlerim tekrar Mehmet abiyi buldu. "Babam nereye gidiyor abi? Niye konuşmadı benimle?"Mehmet abi konuşmak yerine susmayı tercih ettiğinde gözlerim hızla Yörük'ü buldu. "Yörük? Ne oluyor, birşey desenize? Madem bu kadar zamandır uyuyorum, niye şimdi çıkıp gitti?"

 

"Şimdi bunun sırası değil Güneş. Önce tedavin. Buradan çıktıktan sonra konuşulur bunlar."

 

"Yörük, dokuz ay yattım diye beni evimden etmezler değil mi?" Sertçe yutkunduğumda diğerlerine baktım. Yanımdaki doktor ve diğerleri anlamasada, bizimkiler ne demek istediğimi anlıyorlardı.

 

"Güneş, şimdi zamanı değil. Gerçekten."

 

"Bana bir cevap ver Yörük?! Ne oluyor burada Allah aşkına!"

 

"Emir, Güneş Erna. Demiri kesiyor."

 

Bu cümle bana almak istediğim ve almaktan deliler gibi korktuğum cevabı verirken buğulanan gözlerimle kardeşim dediğim adamlara baktım. Benden bir farkları yoktu. Büyük ihtimalle uyanmamı aylardır bekliyorlardı ve ilk günün böyle geçmesini hiçbiri istemezdi.

 

Odanın köşesinde bizi izleyen doktor olduğunu düşündüğüm üç adam ve iki kadın hemşire vardı. Kadınların yüzünde buruk bir tebessüm oluşurken ben ifademi bozmadan "Odadan çıkın"dedim. Gökalp itiraz etmek ister gibi ağzını açtığında konuşmasına izin vermeden "Odadan çık as-"

Dilimin ucuna gelen cümleyi yutup gözlerimi sıkıca kapattım.

 

Hayatında hayallerimin hakkı var. Onları bizden alırsan hakkımız sana helal değil.

Gözlerimi açtığımda kimse itiraz istemediğimi anlamış gibiydi. Tim birer birer odayı terk ederken doktor ve hemşirelerde Demir Han'dan aldıkları izinle odadan çıkmışlardı. Her bir kardeşimin yüzü asıktı. Yüzlerinde endişe vardı.

Gözlerindeyse mahcubiyet.

Onlar uğurlarında hayatını feda eden kız çocuğunun hayallerine sahip çıkamamanın hüznünü taşıyorlardı.

 

Bu defa onları teselli edecek hiçbir şey söylemedim. Konuşmadım. Susutum. Daha sonra konuşmak için şimdi sustum. Odada Demir Han ve ben vardık sadece.

 

Tekli koltuğu yerde sürüyüp yanıma kadar getirdiğinde çıkan ses yüzünden yüzümü buruştursamda ses etmedim. Kısık bir gülüş sesi duydum ama ona bakacak halim yok gibiydim. Uyumak istiyordum. Tekrar. Hiç uyanmayağım bir uykuya dalmaktı şu an tek isteğim.

 

"Konuşacak mısın?"

Sessizlik.

"Nasıl hissediyorsun?"

Sessizlik.

"Bu kadar erken öğrenmeni istemezdim. Odana girmelerine izin vermek benim hatam. Üzgünüm."

Sessizlik.

"Konuşmak isteyeceğini düşünüyorum. Alanım olmasada mesleki olarak psikolojiden anlarım."

 

Benim sessizliğime inat konuşmaya devam ederken gözlerim ona değmek yerine camdan süzülen gökyüzündeydi. Ne hissedeceğimi bilmiyordum. Askerdim neticede. Bilirdim ilerleme şeklini. Anlamamak için aptal olamk gerekirdi. Konuşurken duyduğum Eray'ın kelimeleri zihnimde bir bir can buldu.

Ne demek emeklilik?!

 

Dokuz aydır uyuyor asker?

 

Ne demek oluyor bunlar?!

"Konuşulanlardan az çok anladın sanırım."

Anlamıştım. Fazlasıyla. Gereksiz bir şekilde anlamıştım. İlk kez aptal olmam gereken bir yerde hemde.

 

Malulen emekli olmuştum ben. 27 yaşında emekli olmuştum ben. Hayatımın her anını Adana'ya hazır olduğum, ölmek için kuşandığım bu meslekte hemde.

"Zorunlu emeklilik. Detayları sana anlatacaklardır bana düşmez. Ama senden istediğim şey şu an kendini bırakmaman Güneş. Tedavi olman gerekiyor. Konuşmamakta kararlı mısın? İyi bir dinleyiciyimdir."

 

"Ben iyi konuşmam ama."

 

"Dinleyecek olan benim. Sorun yok."

 

"Konuşmak istemiyorum doktor. Düşünmek kâfi. Odadan çıkar mısın?"

 

"Hayhay." Ayaklanan doktora kısa bir an baksamda tekrar çevirdim kafamı. "Ben bir kahve bir kemik suyu alıp geliyorum o zaman."

 

Odadan çıkan doktorun ardından alık alık bakarken ne yaşayacağımı bilemiyordum. Tepki verecek halim yoktu. Babam yüzüme bile bakmadan çıkıp gitmişti. Üstelik kardeşimde ardından terk etmişti odayı.

 

Beni zaruri bir emekliliğe itmek için haklı bir sebebe ihtiyaçları vardı. Elim silah tutmamalıydı. Elim silah tutardı. Çoğu çocuğun altına ettiği yaşlarda ben silah parçalarını söker takardım. Çarşafın altındaki ellerime kısa bir an baktıktan sonra ellerimle dizlerimi ve bacaklarımı yokladım. Ayaklarımı hissediyordum. His kaybım yoktu. Yani yürüyebilirdim. Sebep neydi o hâlde?

 

Gidip konuşmam gerekiyordu. Herşeyi konuşarak halledebilirdim. Çözebilirdik. Sonu böyle bitmemeliydi.

 

Uyuşan ayaklarımı ellerimle sıkıca kavrayıp yataktan aşağı bıraktım. Elimin tersinde hissettiğim ince sızıyla açık olan damaryolumu farkettiğimde bandajları tutup ayırdım bedenimden. Kan, kendine ince bir yol çizip aşağıya doğru süzülürken güç bela kalktım yataktan. İlk adımdan sarsılan bedenimle yanımdaki yatağa sıkıca tutundum ama nafileydi. Dönen başım yüzünden yere kapaklandığımda dizlerim soğuk zemin yüzünden ürperdi.

 

Destek almak için tutunduğum komidin sert tutuşum yüzünden hareket ederken üzerindeki ne olduğunu anlamadığım cam eşyalar yere devrildi. Cam sesleri kulağıma dolarken yerden destek almak için ellerimi zemine yasladığımda hissettiğim acıyla çığlık attım. Yere düşen cam parçalarından biri elime batmıştı. Kan akan elime bakarken acıyla inliyordum. Cam bir hayli büyüktü ve hatrı sayılır bir kısmı elime gömülmüştü. Bir anlık gafletle sağlam olan elimle ağzımı kapatırken diğer elimi destek almak için tekrar zemine yasladığımda bu defa sesim daha gür çıkmıştı.

 

Dudaklarımı ısırıp sesimin çıkmaması için çabalarken kapının açılan sesini duydum önce. Sonrada ayak seslerini. Yere çökmüş halde durduğumdan yatağın altındaki boşluktan odanın diğer tarafını görebiliyordum. Birçok kişi girdi odama. Ama benim gözlerim sadece üçüne takılı kaldı.

Üç postal vardı...

 

Odamda halihazırda vazifede olan üç asker vardı...

Sertçe yutkunurken önce duraksadıklarını gördüm. Beni en mantıklı olanı yapıp önce yatakta aramışlardı. Gözlerimi sıkıca yumduğumda birinin bana doğru geldiğini hissettim. Biri koltuk altlarımdan tutup beni kavradığında tanıdık kokuya sığındım. Gözlerim açılmamak için direnirken kollarımda ki elin sahibi beni az önce kalktığım yatağa oturmamı sağladıktan sonra herşeye rağmen direnen gözlerimi açtım. Yörük, önümde diz çökmüş bana bakıyordu. Benim bedenimdeki acı onun gözlerine yansırken yutkundum.

Konuşmadım. Sadece dudaklarımı oynatarak "Acıyor" dedim. Gözleri elindeki yaraya veya bedenime değil, sol göğsüme kaydı. Acının yerini biliyordu o... Tanıyordu beni herşeyden önce. Ellerimdeki elini yavaşça çektiğinde eli önce boynumu buldu, oradan da ensemi. Parmaklarının odakları kimin bağladığını bile bilmediğim ama saçlarımı sıkıca saran tokaya ulaştığında onu oradan hiç düşünmeden çekip aldı. Saçlarım serbest kalmanın etkisiyle bir örtü gibi omuzlarımdan aşağı dökülerek yüzümü örterken Yörük oturduğu yerden yavaşça ayaklanıp önümde durdu. Kolları hiç beklemeden beni sardığında başımı karnına yaslayıp nefeslendim. "Geçecek abim."dedi. "Geçer. Hep geçti. Acır ama geçer. Beraber kanarız. Bölüşürüz abicim."

 

Orada abim dediğim adamın kolları arasında nefeslenirken "Niye buradalar?"diye fısıldadım. Elleri usul usul saçlarımı okşarken hıçkırdım."Ne olacak şimdi?" Yörük bana cevap vermeyip gözlerini arkamdaki adamlardan ayırmazken başımı yavaşça çektim olduğu yerden. "Abi..."dedim yavaşça. "Ben bana ne olacak bilmiyorum. Bayrağımı benden sonra verecekleri yok diye rahattım. Ama ölüme değil dirime geldiler.Bana bir şey vermeleri gerekiyor mu?" Omzuma düşen başım saçlarım yüzünden gözükmezken Yörük yavaşça saçlarımı kulaklarımın ardına iteledi.

 

"Birşey alınacaksa ben alırım abim. Senin dert edecek hiçbir şeyin yok." Sert gözleri beni bulur bulmaz yumuşarken yavaşça kalktım oturduğum yerden. Arkamda Yörük'ün varlığını bilen bedenim adımlarını daha sert atarken yavaşça döndüm arkamı. Gördüğüm hiçbir şeyi yadırgamadım o an. Yarbay Selami, yanında isminin Mete olduğunu hatırladığım bir yüzbaşı ve tanımadığım bir teğmen vardı. Yörük yanımdaki yerini alırken sadece benim duyabileceğim bir sesle fısıldadı.

 

"Cengiz babayla geldiler. Selami yarbay seni ziyaret etmek istemiş. Diğerlerini bilmiyorum. Aklı sıra seninle konuşup yumuşatmaya çalışacak."

 

Ağır ağır yürürken diğerlerini görmeden gelip yarbayın karşısında durdum. Sarsak adımlarıma rağmen duruşum dikti. Bundan şüphem yoktu. Acıyan avuç içime rağmen karşımdaki adama selam durup tekmil vermeyi unutmadım. "Yüzbaşı Güneş Erna Baydemir,emret komutanım!" Yarbayın yüzünde buruk bir tebessüm oluşurken teğmen selam durmuş, yüzbaşıysa başıyla beni selamlamıştı.

 

 

"Nasılsın Güneş?"

 

"İyiyim komutanım. Sağolun."

 

"Bugün uyanmışsın, geçmiş olsun. Vakti değil biliyorum ama konuşmak için buradayım."

 

"Komutanım, biliyorum. Ama konuşmayın, lütfen. Bir yanlış var."

 

"Kurul kararını vermiş Güneş. İnan hiç sırası değil ve ben bunun farkındayım ama benden istenilen-"

 

"Komutanım, kurulun verdiği karar umrumda değil. Uyuyordum ben. Bilincim yerinde değildi. Beni yürürken veya silah tutarken göremedi onlar. Siz tanırsınız beni. Yürüyorumda, bakın-"

 

"Bunların birşeyi değiştire-"

 

"Komutanım!" Önümdeki adamın cümlesini bir kez daha keserken sabırsızca konuştum. "Ben gider konuşurum. Anlatırım. Ama böyle olmaz. İtin kopuğun sıktığı mermi yüzünden beni evimden edemezler!"

 

"Mevzu kurşun veya onu sıkanlar değil ki kızım. Mevzu bahis senin sağlığın."

 

"İyiyim komutanım. Ölmedim daha. Elim ayağım tutuyor. Bir haftaya kadar hiçbir şeyim kalmaz. Sizi temin ediyorum karargahta hazır bir şekilde bulunurum."

 

"Sağlığın için Güneş. Bunu hayatını ülkesine ayıran birine özelikle, senin gibi bir askere söylemek ne kadar adil bilmiyorum ama askeri hayatın-"

 

"Demeyin komutanım. Adil değil bu. Demeyin lütfen. Beni tanırsınız siz. Ben nasıl durabilirim. Nasıl durulur ki zaten? Komutanım -" çaresizce birkaç adım daha attığımda ağlamamak için dudaklarımı ısırdım. "Karargahta kalırım. Üstlerim tamam diyene kadar karargahta kalırım. Operasyonlara çıkmam bir süre.Masa başı bir yer bile olur. Ama beni evimden etmeyin. Beni o kapının önüne koymayın komutanım. Beni o kurşunlar öldürmedi belki ama bunu yaptığınız takdirde kimse benim yaşamamı bekleyemez."

 

Selami yarbay ısırdığı dudaklarıyla bana bakarken gözlerindeki hüznün farkındaydım ama elimden bir şey gelmezdi."Bundan sonra ne yapacağını sen bilirsin kızım ama her hangi birşeyin değişeceğini sanmam. Bu vatan sana minnettar. Geçmiş olsun."Başıyla kısa bir selam verip hızla arkasını döndüğünde geldiği hızla çıktı odadan. Dayanamayıp bir kez daha dizlerimin üzerine bıraktım bedenimi. Elimden süzülen kan beyaz zemine damlarken kafamı kaldırıp açık kalan kapıya baktım. Fazla vaktim yoktu. O an düşündüm ve o an yaptım.

 

Kimsenin bana yaklaşmasına fırsat tanımadan hızla açık kapıdan çıktım dışarı. Gözlerim koridorda hızla dolaştığında önce sağıma baktım. Az önce odamdan çıkan üç asker koridorda ilerliyordu. Beklemeden diğer tarafa baktığımda aradığımı bulmuştum.

Oradaydı.

 

Babam bildiğim.

 

Babam dediğim.

Yönümü ona çevirdiğimde hiç beklemeden yanına koştum. Bir koltuğun üstüne bırakmıştı bedenini. Ellerini kucağında toplamış, gözleri yerdeydi. Tam önünde durduğumda bir kez daha düz çöktüm. Kucağında topladığı ellerini kanlı ellerimle tuttuğumda yanağımdan süzülen yaşlara kaydı bakışları. "Baba..."diye fısıldadım. "Yardım et baba... Beni evimden etmeye çalışıyorlar baba, yardım et. Sen konuşursan seni dinlemek zorunda kalırlar. Baba ben iyiyim. Yürüyebiliyorum. Uyandım, ölmedim. Baba koymayın beni kapının önüne kurban olayım."

 

Hıçkıra hıçkıra ağlarken insanların acıyan bakışlarını üzerimde hissediyordum. Diğerleri babam ve ben etrafında çember oluştururken rahat rahat akıttım gözyaşlarımı. Babam susmakla, sadece yüzüme bakmakla yetinirken az önceki doktorun "Ne oluyor burada?" diyen sesini duydum. Bir kez daha baktım babama. Doktorun sinirli sesini arkamdan duyuyordum ama önemsemedim. "BABA KONUŞ! SUSMA BABA. BENİ EVİMDEN EDECEKLER BİR ŞEY DE! İZİN VERME ONLARA!"

 

"Tutun kollarını!"

 

"BABA, KURBAN OLAYIM BİR ŞEY YAP. KONUŞALIM!"

 

Kollarımda hissettiğim ellerle çığlık atarken "BIRAK!"diye bağırdım. "BIRAKIN BENİ!"

 

"BOYNUNU TUTUN! SAÇLARINI ÇEKİN ENSESİNDEN!"

 

Başka bir el boynumu arkamdan kavrarken bir başkasının saçlarımı önümde topladığını gördüm. Ben orada öylece çırpınırken babam önümde durmuş beni izliyordu. Islak gözlerim ona bakarken boynumu eğdim omzuma doğru. Ama suskunluğu yetmişti bana. Direnmeyi bıraktım. Sessizliğim sardı az önce sesimle yıktığım koridoru. İnce bir metalin tenime girdiğini hissettim. Küçük bir sızı ensemde yer edinirken bedenimde ki eller teker teker serbest bıraktı beni.

 

Bacaklarımda ve sırtımda hissettiğim ellerle havalanırken zihnimden bana kalan son şey biraz kahve, birazda kemik suyu kokusuydu...

 

Bana bunu yapamazlar diyordu zihnim.

İzin vermem.

 

Bunu yapamazlar.

 

Ama yapmışlardı...

.

.

.

 

 

 

 

Şimdi canlar. Herşey harikaydı buraya kadar. Amaaaaa tek sorun. Kendisini bir sır gibi saklayan hayalet okuyucular 👻

 

 

 

Ne gerek var canım böyle gizli saklı işlere. Hepiniz verin oyunuzu yapın yorumunuzu. Tanıyalım birbirimizi ne olmuş sanki, de mi ama?

 

🙃

😉

 

 

Arkadaşlarım bu kısma çok özür dileyerek ekliyorum bunu ben de şu an fark ettim bölümü aslında yüklemiştim ama sonradan tekrar kontrol etmek için kitaba girdiğimde bölümün yarısından çoğunun olmadığını kesildiğini gördüm şu an tekrar düzenledim ve tekrar yüklüyorum tekrar özür dilerim.

 

Tekrar yazmak mümkün olmadığı için kitabı yayınladığım diğer platformdan direkt kopyala yapıştır yaptım rica ediyorum eğer bir mantıksızlık veya bir yazım hatası görürseniz beni uyarın.

 

Hala bu bölümdeki kelime sayısı ile diğer platformdaki kelime sayısı birbirini tutmuyor ve saçma bir şekilde hatanın nerede olduğunu da bulamıyorum...

 

😔😔😔

 

Bölüm : 04.01.2025 12:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...