
Önceki bölümleri okuyup okumadığınızı kontrol edin lütfen. Bölümler bazen atlanabiliyor. İyi okumalar.
______
GÜNEŞİN ÇOCUKLARI
21.02.2025
26. BÖLÜM
"Sözde çocuk..."
🍷
İnsanları harekete geçirmek için iki manivela vardır, demiş Napolyon Bonapart. Menfaat ve korku... Yaşadığım yıllar boyunca hak verdiğim bir söz olmuştu bu. Çünkü ne menfaatin, nede korkunun bir insana yaptıramayacağı şey yoktu.
İnsanlara ya verecek, yada onlardan alacaktın. Kural bu kadar basitti işte. Ve ben insanlara verecek ve onlardan alınacak en nadide şeyi biliyordum.
Yaşamın arzusuna kapılan her canlı bir gün tatmak zorunda olduğu ölümden korkardı.
Yaşayan her canlı olabilecek en uzun ömrü yaşamak isterdi.
Onlara verilecek ve onlardan alınacak yegâne şeyse yine hayatları olurdu.
Bunun farkındalığıyla dikiliyordum karşımdaki üç adamın önünde. Çünkü üçününde bana verecekleri hayatları vardı. Onlardan alacak nefeslere sahiptim. Üç farklı duyguyla harmanlanmış gözlere bakıyordum. Seyit Sayar, kibirle beni izliyordu. Ferhat Bilen gözlerinden silinmeyen korkunun parıltılarına sahipti. Ve Savcı Şahsan. Onun gözlerinde gördüğüm hayranlığa birebir şahit oluyordum burada, tam karşısında belkide onu öldürmek için dikilirken.
Kibir.
Korku.
Hayranlık.
Ve üç hayat.
Benim için hepsi yeterliydi. Tek elim deri koltuğun sırt kısmında gezinirken yüzümdeki gülümsemeden taviz vermeden karşımdaki adamları izlemeye ve olanları hazmetmelerini beklemeye devam ettim.
Kendine ilk gelen Seyit oldu. Kendinden beklenilen rahatlıkla tıpkı benim gibi oturduğu deri koltuğa yerleşip elini koltuğunun arkasına attığında attığı kahkahaya tıpkı onunki gibi bir kibirle baktım. Umursamıyordu. Ve bunu elinden geldiğince gösteriyordu. Gereksiz özgüven sevmezdim. Bu geceden sonra onunda sevmediğinden emin olacaktım.
"Buraya gelecek kadar aklını mı yitirdin?" Kahkahaları arasında söyledikleriyle yaptığım tek şey attığı kahkahaya eşlik etmek oldu. "Ben akılsızlığımla bilinirim duymadın mı?" Derken yüzüme sevimli olduğunu düşündüğüm bir ifade yerleştirdim. Başını aşağı yukarı salladığında"İlk elden tecrübe etmiş olduk." Dedi alayla. "Başka türlü onlarca adamın olduğu bir yere böylece giremezdin. Bu arada performansını kutluyorum. Tekrarlayamayacak olman ne kötü."
"Neden olmasın?" Dedim kaşlarım kalkarken. "Şarkı söylemeyi severim."
"Buradan sağ çıkacak olsaydın belki." Dudaklarını bükerken dediğinden gayet emin bir şekilde omuz silkti. "Ama sana boşa ümit verecek değilim." Bu defa kahkaha atan ben olurken "Neden?" Diye sordum. "Sana bunu düşündüren ne?" Yüzündeki sırıtış daha da büyürken "Onlarca paralı askerin arasından sağ çıkacağını sana düşündüren ne peki?" Diye sordu.
Gözleri kısa bir anlığına odağımdan çıksa da tekrar beni bulduğunda az öncekinden daha büyük bir özgüvenle baktı yüzüme. Beni aptal sanacak kadar aptal olan kendisiydi. Anlamadım mı sanıyordu? Eğer öyleyse çok yanılıyordu. Bu defa ondan gözlerini ayıran ben olduğumda siyah camdan olan trabzanlara baktım. Dizimdeki elim uzun çizmemin boğazına doğru usulca kaydığında kahkaha atarak beni izleyen adamların dikkatlerini dağıttm . "Kim öldürecek beni?" Diye sordum üstten bakışlar atarken.
"Senin adamların mı?" Bakışlarım Ferhat'a kaydığında kasılan bedenini buradan bile fark etmiştim. Benden korkuyordu ve bunu saklamıyordu. Belkide beceremiyordu saklamayı. "Yoksa Bilen'in paralı itleri mi?" Gözlerim bu defa geldiğimden beri beni dikkatle izleyen Savcı'ya kaydı.
Kaşlarımla masanın hemen yanında ayakta dikilen garsonu işaret ettim. "Umarım çalışanlarına tepsi altından silah taşıtacak kadar alçalmamışsındır çıtayı Şahsan?" Herşeyden bir haber gözleri hepimizin üzerinde gelip giden garson çocuk bariz bir şekilde korkup birkaç adım gerilediğinde ellerini çözüp birşey olmadığını göstermek ister gibi iki yanında sallandırdı.
"Seyit'in, Ferhat'a sıktığını öğrenen Rıza çoktan adamlarıyla seninkilerin ensesine çökmüştür." Dedim gözlerim tekrar Seyit'i bulduğunda. Yüzündeki gülümseme toz olup uçarken "Ne diyorsun sen?" Diye sordu. Omuz silktim. "Ferhat'ın adamları senin adamlarını öldürmekle meşgul." Dedim sanki sıradan bir şey söyler gibi. Omuz silkerken çizmenin boğazındaki çıkıntıyı parmaklarımla işaret ve orta parmağımla sıkıca kavradım. "Şahsan'ın adamları da o kargaşada bize katılamazlar diye düşünüyorum." Seyit oturduğu yerden ayaklanırken başımı kaldırıp kararan yüzüne baktım.
Yüzündeki özgüven pekte dağılmış gözükmüyodu. Hallederdik. Sırıttım. "Ha sen, eğer arkamda ki adamına güveniyorsan-" yansımadan gördüğüm hareketlilikle hızlıca arkamı döndüğümde parmaklarımın arasında tuttuğum çakıyı arkamdaki adama savurdum. Elindeki hançerle olduğu yerde kalakalan adamın boğazı benim çakımla deşildiğinde boşta ki eli hızla kanın oluk oluk aktığı boğazını sardı. Diğer elinde tuttuğu hançer parmakları arasından kayıp düştüğünde sahibide hemen ardından dizleri üzerine kapandı.
Moda veya kıyafetler arasındaki uyum değildi en başından beri mesele. Çizmelerin uzun boyu ihtiyacım olan alanı bana sağladığından her ikisinde de birer çakı bulunduruyordum ve işe yaramadığını söyleyemezdim. Adam, titreyek yere uzanıp bedeni titremeye başladığında elinden düşen hançere son kez baktıktan sonra tekrar başımı çevirdim. Kestane rengi saçlar bir kamçı misali bluzumun açık bıraktığı sırtıma vururken Seyit'e bakıp alayla gülümsedim. "E artık oda yok. Ne kaldı?" Seyit'in aşağı yukarı hareket eden adem elması çaresizliğini gösterirken başımı çevirip Savcı'ya baktım.
Geldiğimden beri hareket etmemişti ve şimdi de aynı şekilde duruyordu. Elindeki kadehi dudaklarından ayırıp masaya bıraktıktığı sırada göz ucuyla korkuyla bana bakan garson çocuğa bakıp "Git buradan." Dedim. Çocuk perişan bir halde bakışlarını bana çevirsede gitmek için herhangi bir hamle yapmamıştı. Savcı'nın yüzünde peyda olan yamuk gülümsemeyi gördüğümde yaptığı güç gösterisiyle göz devirdim. "Garsonu gönder Şahsan. Derdim seninle." Benim sözümle yerinden bile kıpırdamayan çocuk Savcı'nın baş işaretiyle kaçar gibi yanımızdan ayrıldığında gözlerimi Seyit'e sabitleyip"Otur." Dedim.
Gözlerini birkaç kez açıp kapatmasına rağmen hareket etmeyen adama sinirle gülerken ellerim yine başımı buldu. Buz kesen parmaklarım şakaklarımı ovarken arkamdaki cesedin varlığını unutmaya çalışıyordum. Yaşamak için öldürmüştüm. Tıpkı onun yaşamak için beni öldürmek istemesi gibiydi. Ama sadece birimiz sağ kalmıştık. Baş ağrım dayanılamayacak bir hâl almaya başladığında hala ayakta dikilen Seyit'e bakıp dişlerimin arasından "Sana, otur dedim!" Diye bağırdım.
Seyit yerinden kıpırdamazken ellerim hızla az önce arkamdaki adamın boğazını delip geçen çakının eşini kavradı. Parmaklarım arasında ki çakıyı doğrudan Seyit'in bacağına fırlattığımda acıyla inleyerek tek dizinin üzerine çöktü. Başımı kaldırıp boynumu esnettikten sonra eteğimin altındaki silahı çıkarıp diğerlerinin bakışları eşliğinde önümdeki masanın üzerine, hemen önüme bıraktım. Koltuklar arasındaki mesafe sayesinde silahı almak için yeltenseler bile onlardan önce davranıp beyinlerini patlatabilirdim.
"Konuşmamız gereken konular var sanırım." Dedim az öncekinin aksine sakın çıkan sesimle. "Otur lütfen." Savcı'nın sözlerimle kalkan kaşlarını ve alaylı gülüşünü görmezden gelirken önüme dökülen saçlarımı omzumdan arkaya attım. Seyit eliyle koltuğun kenarlarından destek alıp bedenini koltuğun üzerine bıraktıktan sonra yaralı ayağını ileriye doğru uzatıp eliyle bacağını tuttu. Öfkeli bakışlarının odağında ben vardım ama umursamadım.
Gözlerim sessizce bizi izleyen Ferhat'ı bulduğuna sıkkın bir nefes verip "Çakıyı bana ver." Dedim. Çatık kaşlarının altından bana bakan gözlerindeki boş ifadeye bakılırsa ne dediğimi anlamamıştı. Yanaklarımı şişirecek kadar derin bir nefes alıp oflarken "Çakı." Dedim kaşlarımla Seyit'in ayağını gösterirken. "Bana ver. Sayar'ın bedeninde bırakamayacağım kadar değerli."
"Abartıyorsun artık!" Diyerek gecenin ilk tepkisini veren Ferhat'ın gözlerindeki korkuya rağmen tok çıkan sesiyle gülümsedim. "Çakıyı sen mi çıkarırsın yoksa bunu Seyit mi benim için yapsın?" Uzanıp masadaki silahı elime aldıktan sonra namluyu Seyit'e çevirip göz kırptım. "Belki Seyit çakıyı bana vermeden önce sende denemek ister. Nasıl can yaktığını sende öğrenmek ister misin?" Ferhat'ın bakışları benden ayrılıp arkadaşına döndüğünde bakışlarında ki istikrarı takdir etmemek elde değildi. Arkadaşına zarar vermek istemediği anlaşılıyordu.
"Sen dedin diye kaç yıllık arkadaşıma bunu yapacak değilim! Bizde yanımızdaki canımızdan önce gelir."
"Yaaa." Dedim heceyi uzatırken. Başımı omzuma doğru yatırmıştım. Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı ağır ağır aşağı yukarı salladım. "Ama" dedim son heceyi yayarken. Masaya doğru uzanıp Ferhat'ın önünde duran kadehi aldım. İçilip içilmediğini kontrol ettikten sonra birkaç yudum alıp gülümseyerek masaya bıraktım ama bu defa kadeh benim önümdeydi. Silahı tuttuğum elimi aşağı yukarı sallarken "Eminim Sayar yaşamak için senin parmaklarından birini koleksiyonuna eklemekten çekinmeyecektir. Hem sen ne demiştin?"
Düşünür gibi gözlerimi kısıp Ferhat'a diktiğim gözlerimi Seyit'e çevirdim. Boş olan elimi havaya kaldırıp bir kez işaret ve baş parmağımı birbirine vurarak ses çıkardım. "Canınızdansa yanınızda ki daha önemliydi değil mi? Herhalde biricik arkadaşın yaşasın diye tek bir parmağını ona verirsin? Feda olsun arkadaşına değil mi ama?" Seyit büyük ihtimalle öldürdüğü her kurbandan hatıra adı altında aldığı parmakları ve onu biriktirdiği koleksiyonunu nereden bildiğimi düşünürken ben umursamazca omuz silktim.
Sol elim boynumdan sarkan zinciri tuttuğunda klipsi açıp zinciri avucumun içine hapsettim. Ucundaki amblemin avucumdan sarkmasına müsaade ederek diğerlerinin görebileceği bir süre havada tuttuktan sonra elimdeki kolyeyi ağırca masaya bıraktım. Şimdi hepsinin gözleri masadaki kolyenin üzerindeydi. Yada en azından kolyenin ucundakilerde.
Kızıl kurşun hiçbir zaman basit bir isim olmamıştı. Kızıl kurşun olarak anılmakta öyle. Kızıl kurşun denilince akla ilk gelen hep kan olmuştu ben bildim bileli. Benden önce gelen kaç kurşun vardı bilmiyorum ama benden sonra gelecek çok olmayacaktı. Yürüdüğüm yolları başkasının yürümesine izin vermeyecektim.
Liderliğini almam için babamın bütün bir devri gözden çıkardığı örgütün her devrine eşlik eden büyük bir tabur olurdu. Büyük olan adlarıydı ama. Kurşun, o tabuta komuta etme hakkına sahip tek kişiydi. Tabur ülkenin hatta belki dünyanın görüp görebileceği en büyük infazcı ve suikastçıları yetiştirip kendi hizmetine bağlardı. Her bir asker farklı şehirlerde bulunan tesislerden toplanırdı. Her bir şehirden yaşamak için kendilerinden olan yüzlerce insanı öldürüp İstanbul'da ki tesiste toplanan seksen bir asker olurdu. Sonra hepsi tekrar, bir kez daha yaşamak bazıları da kurşun mevkiine ulaşmak için aynı odayı paylaşıp, aynı tabaktan yemek yemek zorunda oldukları insanları öldürürdü.
Ben o binadan ardımda yirmi sekiz ceset bırakarak çıkmıştım.
Yanımda üç kişiyle beraber.
Yaşamak için değil, yaşatmak için öldürmüştüm.
Yaşım on dürttü.
Ruhum katil.
Sözde çocuktum.
Özde ölü.
Benim çığlıklarımı duymamışlardı.
Nasıl can çekişe çekişe öldüklerini izlemek için geri dönmüştüm.
"Bunu yapmayacağım. Ne sanıyorsun? Buradan sağ çıkacağını mı? Sen nerede olduğunu biliyor musun? Bizim inimizdesin. BİZİM!"
"BEN!" diyerek bağırışına karşılık verdim ondan daha yuksek bir sesle bağırarak. Başımı ağırca Seyit'e doğru çevirirken elimi sertçe masadaki kolyenin üzerine vurdum. Elim masanın üzerinden kalktığında avucumda kolyenin zincirini tutuyordum yine. Zincirin ucunda iki kurşun vardı. Birbirine tam ortalarından birleşmiş iki kurşun. Biri hala doluydu. Biriyse içi boş bir kovandan ibaretti.
Biri ölümdü.
Biri yaşam.
"Bugün buradan çıktığımda ardımda bıraktığım şey boş bir kurşun olmayacak." dedim sıktığım dişlerimin arasından. Her bir kelimeme bastırıyordum. "Çünkü ben durmayacağım. Öldürmeye devam edeceğim. Her gün, her an. Belki bir akşam yemeğinde belkide hep beraber içtiğiniz bir keyif kahvesinde gelecek ölüm haberleri size. Her gününüz siyahlar içinde, yeni bir tabutun önünde geçecek. Önümde yaşamak için değil ölmek için yalvaracaksınız. Yalvarışlarınız tek tek karşılık bulacak. Siz öleceksiniz. Sizden sonrakiler de öyle. Yeriniz dolacak. Ama ben tatmin olana kadar o yerler teker teker boşalacak. Ta ki-" elimdeki kolyeyi çevik bir hareketle çevirip boş kovanın üstte kalacağı şekilde tekrar masaya bıraktım.
"Bir gün birileri üzerinde artık ölü olanın kanıyla bu kurşunu elleri arasına alana kadar. Ne sanıyorsunuz?" Dedim teker teker hepsinin yüzünde bakarken. Hepsinin kaşları çatılmıştı. İşin ciddiyeti artık ortadaydı. Şaka yoktu, zaman kaybetmek yoktu. Karşımda duranların fazladan yaşayacak tek bir saniyeleri bile yoktu. "Arkamda duran bu adamların bana zarar verebileceklerini mi?" Mekanın içinde saydığımdan daha fazla koruma vardı ve şimdi tüm korumalar arkamda dizilmiş, ellerindeki silahlarını bana doğrultmuşlardı.
Oturduğum koltuktan sakince kalkıp Seyit'e doğru yürüdüm. Ferhat'ın cesaret edemediği çakıyı tek hamlede bacağından çekip aldığımda mekan Seyit'in attığı çığlıkla inledi. Umursamadım. Ne bana doğrultulmuş silahları, nede diğerlerini.
Seyit acıyla bacağını sararken ben katın camdan korkuluklarına doğru yürüdüm. Elimdeki çakıyı bu defa karşı duvarda slaytların yansıtıldığı ve önünde az önce şarkı söylediğim sahne olan ekrana savurduğumda çakının tam ortasına saplandığı dijital ekranın ortasında koca bir çatlak oluştu. Birkaç ateş parçasıyla mekanı karanlığa boğan ekrandan hemen sonra ışıklandırma aktif hale geldiğinde alt kat artık tamamen görüş alanımdaydı.
Herkes çakının geldiği yöne, yani doğrudan bana bakarken boşta ki elimi havaya kaldırıp genişçe salladım. "Eğlence bitti millet! Herkes evlere!"diye bağırdım gür bir sesle. İtiraz dolu seslere eşlik eden küfürleri duyduğumda göz devirip silah tutan elimi havaya kaldırarak herkesin görebileceği bir açıyla salladım. "Musalla taşlarımız bu gece fazlasıyla meşgul olacak. Yeni ölüleri misafir etmek istemiyorum." Sesler bıçak gibi kesildiğinde çok geçmeden alanı kavrayan kalabalık çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Çıkan sesle yüzümü buruştururken dayanamayıp ilk mermiyi havaya sıktım.
Tekrar sessizliğe gömülen kalabalığa bakarken "Olabilecek en sessiz şekilde!" Diye bağırdım. "En sessiz." Başımı çevirip mekandaki garsonlara baktım. "Öncülük edin. Sessiz sedasız çıksın herkes." Sözlerimden sonra kalabalık hızla dağılmaya başladığında ellerim kafa derimle neredeyse bütünleşen peruğu kavradı. Peruğu tek hamlede çekip saçlarımdan ayırdıktan sonra elimle topuzumu sabit tutan tokaları teker teker hızlıca çözüp attım. Sonunda serbest kalan saçlarımı elimle dağıtırken arkamı dönüp diğerlerine baktım tekrar.
Korumalar hala bana silah çekiyorlardı ama hiç kimse tetiğe dokunmaya cesaret edememişti. Sadakatsizlik değildi bu. Aksine bağlılıkları yüzünden kimse bana ateş edemiyordu. Örgüte dahil olan liderlerin hepsine hizmet eden adamlar ana tabura bağlıydı. Tabursa tek komutanları olan kurşuna. Yani hepsi aslında liderlerini korumak için bana silah çekiyorlar, ama komutanlarına ateş edemiyorlardı.
Onları daha fazla karmaşada bırakmamak için Seyit'e bakıp alayla gülümsedim. "Benim buradan nasıl sağ çıkacağımı merak ettiğini söylemiştin Sayar." Dedim ellerimle arkamda ki trabzanlara tutunup, kalçamı trabzanlara yaslarken. "Tesisin sahip olduğu binadan çıktığımda on dört yaşındaydım ben." Dedim. "Arkamda yirmi sekiz ceset, yanımda üç asker, arkamda koca bir ordu bıraktığımda on dört yaşında bir çocuktum. İlk cinayetini altı yaşında işleyen bir katil, ilk katliamını on dört yaşında yapmış bir cani. O gün beni kimse öldüremedi. Karşıma çıkmaya korkanlar arasında sende vardın."
Kurşunu benden almak için karşıma çıkması istenilen varislerin arasında Sayar ailesinden üç çocuk vardı. Hiçbiri cesaret edip bunu kabul etmemişti. Bakışlarımı Savcı ve Ferhat'a çevirdim. "Sizde. Hepiniz denediniz. Ama ben o yıl yaşadım. Sonraki yıllarda. Ben hala yaşıyorum. Ama," başımı geri atıp tavana baktığımda derin bir nefes aldım. "Beni öldürmek isteyen herkes o yıl tek bir kurşunla bu dünyaya veda ettiler. Tesisten yanında askerleriyle çıkmayı başaran tek aday bendim. Oradan kendi ordusunu yaratarak çıkan tek kurşun bendim. Sebebini biliyor musunuz?"
Kafamı sallayıp saçlarımın sırtıma dökülmesine sebep oldum. "Çünkü ben o tesiste nefes alan tüm komutanların eceli oldum." Başımı yan çevirip hepsinin gözlerine baktığımdan emin oldum. "Arkamda yirmi sekiz ceset bırakmıştım. Beni onları öldürmek zorunda bıraktığı için eceli olduğum yedi leş vardı o binada o cesetlerden başka. Ben zaten koca bir ordunun içinden sağ çıktım Sayar. Ben yaşamak için hepsini bir kez yakmışken neden aynını bir kez daha yapmayayım ki? Üstelik karşımdakiler aslında benim ordumken. Ben o günde bir katildim. Şimdide öyleyim. Arkasında dolusunu bırakan tüm kurşunlar bir gün onu boşaltmak için geri dönerler."
Boş mekanda yankı yapan sesim kulaklarıma ulaştığında elimle ensemi ovup trabzanlara yasladığım diğer elimi de çektim. "Bir diğer sebebe gelirsek," dedim soğukkanlılıkla gülerken. "Nereye oturacağınızı bilmediğim için mekandaki tüm koltukların altına yerleştirdiğim patlayıcılar yeterli olur diye düşünüyorum." Hepsinin rengi gözle görülür bir şekilde atarken hala ellerinde silahlarla bana bakan adamlara döndüm. Konuşmadım. Önderlik edip en önde duran adama baktım. Sonrada masada bıraktığım kolyeme. Silahların hepsi birer birer inerken çenemi dikleştirip ellerimi arkamda birleştirdim. Komutanlarını tanımışlardı. Sadakat bir askerde aranan ilk ilkeydi. Derin bir nefes verip kendimi topladım. Amacımdan saşmamalıydım.
"Ferhat." Dedim ciddiyetimi bir kenara atarken. "Seyit'e sıkan sen olmak ister misin?" Seyit oturduğu koltuktan kalkmak için hareket ettiğinde korumaların önünde duran adam birkaç adımda mesafeyi kapatıp omzuna bastırarak engel oldu ona. Ferhat bakışlarını benden çekmezken sessizliğini korudu. Omuz silktim.
"Sen bilirsin. Ama ben babanın yüzük parmağını üstünde aile yadigarınızla beraber koleksiyonuna ekleyen adamın canını sen almak istersin diye düşünmüştüm. Ama sende haklısın." Sözlerimle Savcı ve Ferhat'ın bakışları ok gibi Seyit'e döndüğünde gülümsedim. "Yanındakine kıymak istememeni anlıyorum tabii." Seyit korkuyla bana baktığında "YALAN!" Diye bağırdı bariz bir korkuyla. "YALAN, YAPMADIM BEN ÖYLE BİR ŞEY!" omuz silktim. "Eminim Ferhat'ın buradan çıktıktan sonra yaptığı ilk şey senin biricik koleksiyonu kontrol etmek olacaktır. Hem onun olduğu golf sahasının kameralarını senin yok ettiğini duysa hemen ikna olur gibi geldi." Seyit yutkunarak Ferhat'a döndüğünde Ferhat'ta ayaklanmıştı. Gözlerindeki şüphenin tohumlarını görüyordum.
"NE DİYOR LAN KADIN?!"
"Ferhat-"
"YAPTIN MI LAN?!CEVAP VER LAN YAPTIN MI BANA BUNU?!"
"Cenazeden sonra seni teselli etmek için hiç yanından ayrılmamış." Dedim dudaklarımı büzerek. "Çok vefalı arkadaş. Aldım haberlerinizi. Bu zamanda zor böylesi." Ferhat sinirle nefes alıp verirken"KONUŞ!" Diye bağırdı. "KONUŞ LAN BİR ŞEY DE! NİYE SUSUYORSUN LAN SEN?!"
"Koleksiyonunu senden nasıl saklayacağını düşünüyordur. Sibirya'ya kargola bence. Orada bulamaz." Dedim başımı aşağı yukarı sallayıp tüm ciddiyetimle Seyit'e bakarken. "Sen..." Diye fısıldadı ürkek gözlerle bana bakarken. "Sen çok tehlikeli bir kadınsın." Göz kırparken kahkaha attım. "Good morning canım." El sallarken silahına davranan Ferhat'ı görmemle "Orada dur!" Dedim hemen. Gözleri anlık olarak beni bulduğunda alayla güldüm. "Önce yanındaki be Ferhat. Ölen bir adam için sıkacak mısın cananına?"
Ferhat gözlerini Seyit'e diktiğinde "BABA DİYORDUN LAN SEN BENİM BABAMA!" diye bağırdı. İkna olmuştu . Benim sesim değil, Seyit'in sessizliği onu ikna etmeye yetmişti. Sesinden buram buram acı akıyordu ama ben bugün ki dram dozumu doldurmuştum. Kendi hallerine bırakıp hala bordo oje süremediğim tırnaklarıma baktım acıyla. Bir kez sürmeden ölürsem gözüm açık giderdim. "NASIL KIYDIN LAN ONA?! SUSMA LAN, ALLAH BELANI VERSİN SUSMA! NİYE SUSUYORSUN?!"
"Gider ayak daha fazla günah kazanmak istemiyorsa demek?" Diye mırıldandım ellerimi kendimden uzaklaştırıp tırnaklarımı incelerken. Bordo iyi bir seçim olurdu kesinlikle. Kararımı bordodan yana verdikten sonra başımı kaldırıp karşımdaki ikiliye baktım.
Seyit o an son kez bana baktı. Artık sergileyecek bir kibri yoktu. Gece bitmişti. Gözlerinde bana ettiği yalvarışları duydum ama sağır olmayı seçtim. Tıpkı yıllar önce bana yapıldığı gibi. Onlara değil belki ama onlardan olana. Onlar gibi olana. Tek bir cümle çıktı sadece dudaklarımdan. "Fevzi, ölmeden önce senin adını verdi bana, sende öteki tarafta sorarsın hesabını." Sözlerimin bitimine bir silah sesi eşlik ettiğinde ıslık çalıp gözlerimi kıstım. Ferhat yere düşen arkadaşının bedenine bakarken"Yakıştı mı ne Fero?" Diye sordum alayla. "Hani yanındaki canından önemliydi sizde."
Ferhat ağlamamak için direnen, kıpkırmızı kesilen gözlerini bana diktiğinde "Canımı yakmak istedin değil mi?" Diye sordu. "İnfaz emrine itiraz etmedim diye canımı yakmak istedin. Tarafsız olduğumu söylemiştim!" Gülümsemem silinirken "Yaşıyor olmanın sebebi bu. Yaşayacak olmanın da öyle." Dedim ciddiyetle. "Aldığın yanlış kararların telafisi say. Buda senin cezan olsun, babanın katilini verdim sana. Her aslanın avına ağız atılmaz, öğrenmiş oldun sende." Silah tutan eli bembeyaz kesilmişti uyguladığı kuvvet yüzünden. Yüzü dağılmış gözüküyordu. En azından canını onunla bırakacağım için mutlu olmalıydı.
"Sizinle tekrar görüşeceğiz." Dedim birkaç adımda masaya varıp kolyemi tekrar alırken. "Şimdi yaşamaya devam edin. Cenazeler için smokinleri şimdiden seçseniz iyi edersiniz. Görmeniz gereken ölümler var." Bakışlarım Seyit'in cesedinin başında bekleyen adama kaydığında başımı eğip elimdeki kolyeyi kaldırarak ona gösterdim. Başını eğerek selamımı aldığında arkamı dönüp merdivenlere doğru yürümeye başladım. Boşalan ve sessizliğe gömülen mekanda artık çizmelerimin çıkardığı tok ses yankılanıyordu. Keyifle dinledim topuk seslerini. Merdivenlerin başına geldiğimde elimdeki kolyeyi tekrar boynuma yerleştirip bu defa kurşunları bluzumun üzerinde bıraktım.
Silahı tutan elim tetikte beklerken boştaki elimle yüzüme düşen beyaz saçlarımı tutup silkeyerek arkaya attım. Merdivenlerin başına ulaştığımda gördüklerimle adımlarım duraksasa bile buna müsaade etmeyerek yürümeye devam ettim.
Araf'ın omzuna kolunu atıp bana bakan Yiğit'i, Kağan'ın kolunun altındaki Azra'yı veya en önlerinde dikilip tüm dikkatiyle beni izleyen Altemur'u umursamadım. Varlıklarını bile sorgulamadım. Durmam için yeterli değildi bunlar. Merdivenler bitince adımlarım doğrudan boş olan sahneyi buldu. Ağır adımlarla çıktım sahneye. Acelem yoktu. Arkadaki kırık ekrana doğru yürüdüm. Ortasına saplanan çakıyı çekip çıkardım olduğu yerden. Geride bırakmak istemiyordum Diğeri olduğu yerde kalabilirdi, öldürdüğüm adamın anısına bırakıyordum.
Bir elimde cakım, diğer elimde silahımla adımlarım onları buldu. Elimdeki silahı saklama gereği duymadan karşılarında dikildiğimde geri adım atmayacağımı anlamaları için çenemi dikleştirdim.
"Sana buradan çık demiştim. Yanmaya bu kadar mı meraklısın?" Başını omzuna doğru eğip saçlarının anlına dökülmesine sebep olurken kıstığı kızıllarıyla mavilerime alt etmeye yemin etmiş gibi bakıyordu. "Neden yakmayı bu kadar çok istiyorsun?"
"Neden yanmaya bu kadar hevesliysen o yüzden. " Dedim ucu açık bir cevap ortaya atarak. Göz hapsinden kurtulmak için başımı çevirip diğerlerine baktım. "Siz?" Dedim sorar gibi. Azra'ya bakmaktan kaçınıyordum. "Siz neden buradasınız? Arkadaşınızla mesaiye mi kalıyorsunuz? Ne zaman gelsem buradasınız?" Yüzüme bakmaktan başka bir tepki vermediklerinde başımı anladım dercesine salladım. Konuşmak için hevesli olan tek kişi Azra gibi gözüküyordu ve anlaşılan öyle olacaktı. Beklediğim gibi adımı seslenmesi çok sürmedi de zaten.
"Güneş?"
"Efendim?" Dedim başımı öne doğru eğip çizmelerimle bakışırken. Ayaklarımla olduğum zemini eşelerken parkeyi delip delemeyeceğimi düşünüyordum. "İyi misin?" Parkeyi delip geçme niyetinde olan ayağım durduğunda çekinerek başımı kaldırıp Azra'ya baktım. Gülümsedim. Dudaklarımın arasından kaçan titrek bir gülüş boş mekana salındığında başımı tekrar öne eğip saçlarımın yüzümü kapatmasına izin verdim.
"Bir daha beni tanıdığını belli etme Azra olur mu?" Dedim gözlerim hala zeminde tür atarken. "Zarar görmeni istemem. Buradanda çık," geriye dönüp trabzanlardan görünen ikinci kata baktım. Sonra tekrar Azra'ya. Bu defa doğrudan yüzüne bakıyordum. "Pek güvenli değil. Malum içeride onlarca katille berabersin."
"Güneş!" Azra'nın sert sesi benim aksime net bir şekilde çıktı dudaklarından. "Sana iyi olup olmadığını sordum. Burada kimin olduğunu umursamıyorum. Beni sadece sen ilgilendiriyorsun."
"Azra, iyiyim. Gerçekten." Kapıya kaçamak bakışlar atarken herkesi arkamda bırakıp koşmamak için kendimi tutuyordum. "İyi görünmüyorsun Güneş?"
"Normalde de pek iyi görünmem zaten. Takılma. İyi olmasam söylerdim." Kendi söylediklerime kendim gülerken başımı yan çevirip yüzümü onlardan gizledim. İyi olmasam söyler miydim? Niye söyleyecektim ki? Onlar kimdi?
Ölecek olsam, nefesimi tutar yardım eli ummazdım ben kimseden.
Hayır, kibir değildi bu. Çünkü bu benim baş kaldırışımdı. İyi olmak zorunda değildim. Kötü olmak ne demek bilmezdim. Ama kimsede benim ne halde olduğumu bilmezdi. Ben babasından kurtulmak için ölen bir kadındım. Kim olduğunu bilmediğim yabancıların karşısına geçip hâl hatır sohbeti yapacak değildim.
Başımı dikleştirirken "Bir daha karşıma çıkmayın." Dedim. "Bir sonrakinde ben aynı kişi olmayacağım çünkü." Bakışlarım önce Azra'da sonrada Yiğit ve Araf'ta gezindi. Otel bahçesinde olanlardan sonra Yiğit'e de bir minnet borcum vardı. Kağan ve Altemur'u görmezden gelmeye devam ederken konuştum. "Beni benken görmenizi istemem. Olduğu gibi hatırlayalım birbirimizi. Kendinize iyi bakın."
Son kez arkamı dönüp üst kata baktım. Savcı ve Ferhat beni, bizi izliyorlardı. Kaşlarım kalkarken gülümseyerek çakı tutan elimi kaldırıp salladım. "Bir sonrakine kadar kendinize iyi bakın. Benden başkası sizi öldürürse içim rahat etmez!" Gözlerimde ki uyarıyı anlamış olmalarını umuyordum. Yinede "Her aslana!" Diye bağırdım Ferhat'ın büyük ihtimalle arkamdan ağladığı için kızaran gözlerine bakarken. "Ağız atılmaz. Kendi sınırlarınızdan çıkmayın."
Tekrar arkamı dönüp Azra'ya gülümsedim. Burukta olsa bir karşılık aldığımda artık gitmek için hazırdım. Başımı çevirip Altemur'a baktığımda niyetim son kez kızıllarına bakıp dile dökemediğim vedamı gözlerine etmekti ama onun yoğun bakışları bende değildi. Silah tutan elimdeydi. Silah tutan, titreyen elim. Çatık kaşları elimden bir an olsun ayrılmazken arkamı dönüp yürümeye başladım. Vedaya gerek yoktu. O bilmese bile ben hep buralarda olacaktım.
Arkamda bıraktığım hiç kimsenin zayıflığımı görmesini istemiyordum. Dudaklarım bir melodi tutturup ıslık çalmaya başladığında silahı elimde çevirip titreyişini maskeledim. Bana meydan okur gibi aksamaya başlayan ayağımla çizmenin içinde parmak uçlarında yürümeye çalışırken çıktım oradan. Arkamdan bakanları umursamadım.
Kaçmadım. Koşmadım. Geldiğim gibi sessiz oldu gidişim. Bana meydan okur gibi göz yaşlarını üzerime akıtan yağmuru umursamadım. Eski iki dost gibi birdik. Ellerim arkamda, dudaklarımda eski bir şarkının sözleriyle yürüdüm karanlık yollarda. Elim titriyor, ayağım topallıyordu. Ama başım her zaman olduğu gibi dikti. Çünkü hiçbiri yapanın yanına kâr kalmamıştı.
Kalmayacaktı.
"Kar yağar kar üstüne,
Derdim var dert üstüne.
Cellat boynumu vursa,
Yar sevmem yar üstüne..."
"Kar yağar ayazlanır ,
Gün doğar beyazlanır.
Ben yarimi görmesem,
Şu gönlüm marazlanır."
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Başımız dik devam ediyoruz 😎
Bölüm umarım hoşunuza gitmiştir. Dönüp okumaya üşendiğim için ilk hali ile yüklüyorum hemen. Koymuyorsunuz ama yinede yazım yanlışı olursa satır aralarında belirtirseniz sevinirim.
Karakterlerle aranız nasıl?
Güneş
Altemur
Azra
Yiğit
Araf
Kağan
Fero 😂
Savcı
Mefta Seyit?
Kurşun hakkındaki düşüncelerinizi çok merak ediyorum açıkçası.
Şimdi
Nasıl gidiyor durumlar?
Umarım iyidir.
Hepiniz seviliyorsunuz ❤️
Görüşürüz ☺️
Oy ve yorum unutmayın lütfen. Yorumlarınız ve oylarınızı benim için çok değerli.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 6.75k Okunma |
874 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |