
GÜNEŞİN ÇOCUKLARI
15.01.2025
18. BÖLÜM
SAYFADA MÜREKKEP LEKESİ
✒️📃
Kampta ki son gün...
Acı... Üç harften, tek kelimeden ve iki heceden ibaret basit bir sözcük. Bazı bilim insanlarının duygusal olanının on iki dakika içinde zihni terk ettiğini söyledikleri o kelime. O duygu. İçinizi yakan ama ağzınızı açıpta tek kelime edememenizi sağlayan o hissiyat...
Bu duyguyu nasıl on iki dakikaya sığdırırmayı başarmışlar bilmiyorum ama benim bunu yapamayacağım kesindi. Çünkü hayır, ben bugünden sonra bu kelimeyi ne on iki dakikaya ne de bana eziyet etmekten başka hiçbir vasfı olmayan ömrüme sığdıramazdım.
Bir araba koltuğunda otururken tek düşündüğüm şey arkamda bıraktığım kardeşlerimdi. Bilmiyorum belki de hala bu kadar merhametli olmam benim hatamdı ama yıllarımı silipte kardeşlerimi içimden atmak istemiyordum. Çünkü ben bunu yapamazdım. Benim buna gücüm yetmezdi.
Güneş Erna'ya bunu yapamazdım.
Onu bir kez daha kendi ellerimle kimsesiz bırakmazdım.
Benim buna hakkım yoktu.
İç çekişmim göğsüme acıyı bir iğne gibi saplarken kafamı dayadığım camdan ayırıp önümüzde akıp giden yola baktım. Hatay sınırına az önce girmiştik. Artık Türkiye'deydik...
Kamptan, daha doğrusu o enkazdan çıkalı kaç saat olmuştu bilmiyorum ama gün daha yeni doğuyordu. Matthew'den alacağımı almıştım. Ama hesaba katmadığım bir şey olmuştu. Gelmişlerdi. Askerler geliyor demişlerdi. Gelmişlerdi.
Ama yine çok geç gelmişlerdi.
Ben son ana kadar onları beklemiştim ama onlar son anda bile yoktular. Öldürmüşlerdi içimdeki herşeyi. Benden geriye ne kalmıştı bilmiyorum ama hala inatla onlarla yanan kalbime lanetler savurup duruyordum.
Kamp yanıyordu. Güya bana gelmişlerdi ama bu kadardı. Bir köşeye çekilmiş önlerinde ki kampın nasıl alevlere boyun eğdiğinin izlemişti hepsi. Kimse el atmamıştı. Bunu yapacak olsalar bile ben engel olurdum ama kimse hiçbir şey yapmadı.
Onların göz göre göre o cehenneme girmelerine izin verecek değildim ama ben onları o cehennemden sakınırken küçük Güneş'in cennetini ateşlere teslim etmişlerdi.
Bir umut demiştim. Belki gelirim akıllarına. Ama olmamıştı. Gönderiğim askerlerden birinin üniformasına bıraktığım kurşunu bulmamalarına imkan yoktu. Elbet bulmuşlardı. Belkide konuşulmuş, muhabbeti bile dönmüştü. Ama hiçbiri bana gelmemişti.
Yalan değildi. Beklemiştim. Her gün, kampta duyduğum her araba sesinde, duyduğum her yabancı seste onlardan birinin gelmesini beklemiştim. En çokta abimi beklemiştim ama kimse gelmemişti. Sadece ben beklediğimle kalmıştım.
Şimdiyse onlar bir ömür bekleseler, bir an bile göremeyecekkeri benim kaybımı yaşıyorlardı. Kampın yanında öylece bırakıp çıkmıştım onları.
Beni kampa gönderen façacınında, ona emir veren babamın da elbet bir planı vardı. Ama unutmuşlardı. En önemli şeyi. Yani beni. Onların planları olduğu kadar benim hesaplarım vardı.
Matthew'e kampta olduğumu söyleyen bizzat Kılıç Baydemir'di. İspanyolların kızını esir alıp bu bilginin onlar aracılığıyla Matthew'e ulaşmasını sağlayan oydu. Beni kendine mahkum etmekti niyeti. Matthew'e esir düşecek, sonra ondan yardım dilenecektim.
İşin ironisiyse buna inanmış olmasıydı. Ben istemesek bile onun kızıydım. Ve bana, ona bile eyvallah etmemem gerektiğini kendisi öğretmişti.
Façacıdan aldığım telefonu Ökten'in yardımıyla kendi planına uygun bir şekilde değiştirmiştim. Yardıma ihtiyacım olduğu ilk an façacının dediği tuşu kullanıp kendimi onlara muhtaç hale getirecektim. Ama onların beklediği gibi olmamıştı hiçbir şey.
Kılıç Baydemir Matthew'e kızı olduğumu söylemeden önce ben ona bir yıl önce yaşanan patlamada esir alınan tim komutanı olduğum haberini uçurmuştum.
Façacıdan değil, bizzat Kılıç Baydemir'in bana miras bıraktığı adamlardan yardım almıştım.
Çünkü benim muhtaçlığım bile yalnızca kendimeydi...
Ökten'in yaptığı değişiklik sayesinde telefonumu saklamış ve tüm hazırlıklar bitipte Matthew'in tüm sevdiklerine ulaşana kadar beklemiştim. Hewar'ı yanıma çekmek kolay olmuştu çünkü oda benliğini paraya satan bir hiçten başka birşey değildi. Hewar bana gelip herşeyin hazır olduğunu söylediğinde ben benim için eğitilen timle iletişime geçmiştim.
Küçükken babamın beni kendi koltuğu için hazırladığı zamanlarda kendine Türkiye'nin heryerinde vakıf yetimhaneleri açmıştı. İsimler tamamen bana aitti. Yetimhaneler ve vakıflar benim adımaydı. Sokaklarda yaşayan çocukları toplamış ve eğitmişti. Benim ordumun kurucusu babamdı. Ve bilmeden düşman askerlerini kendi elleriyle eğitmişti. Çünkü ben hiçbir zaman onun istediği gibi bir çocuk olmayacaktım.
Ben bugün onun bana verdiği orduyla onunla yaptığım ilk savaşı kazanmıştım çünkü...
Telefonu elime aldığım ilk an Ökten'in yaptığı ayarlamalar sayesinde Hatay'da ki tesiste bulunan ve benim için eğitilen timle iletişime geçmiştim. Kampı basanda, Rose, Anna ve Chloe'yi bana getiren de timin kendisiydi. İçinde bulunduğumuz arabayı süren de timin komutanı Diyar'dı.
Derin bir nefes alıp yanımda bana bakan adama diktim gözlerimi. "Ne zaman konuşmayı düşünüyorsun?" Bendeki gözlerini yola odakladığında "Cevap vereceğini anladığım ilk an."diye yanıtladı beni.
"Düşündüğüm şeyi mi yapıyorsun?"
"Ne olduğuna bağlı."
Gözleri tekrar beni bulup üzerimde oyalandığında "Baydemir'i öldürecek misin?" diye sordu. Gülümserken başımı aşağı yukarı salladım. "Baydemir öldü zaten. Az önce kampı yakıp çıktığımızda öldü."
"Kılıç bey bundan hiç hoşlanmayacak."
"İtaat etmen gereken Kılıç bey değil."
"Kime itaat etmem gerektiğini biliyorum. Ama seni uyarmakta bana düşer. Kendine zarar vermen ilkelerime aykırı. Seni yaşatabilmek için eğitildik biz."
"Yaşıyorum."
"Bunu sadece biz bileceğiz."
"Öyle olacak."
"Ne zamana kadar?"
"Nereye kadar erteleyebilirsem. Eğer becerebilrsem sonsuza dek."
"O adamdan kaçamazsın."
"Eminim oda aynını düşünüyordu."
"Ama kaçtın." Başımla onu onaylarken"Kaçtım."dedim ifadesiz sesimle. "Koltuğu kabul ettikten sonra kaçmana ne demeli peki? Ben böyle olacağını hiç düşünmemiştim açıkçası."
"Neydi senin düşüncen? Kuzu kuzu geri dönüp bir grup kendini bilmezin dayatmalarına boyun eğmem mi? Bunu bana yakıştırdığını düşünemiyorum."
"Bunu hiçbir zaman beklemedim senden. Sadece kendi kuralların ve senden oluşan bir oluşum olarak şekillendirmiştim zihnimde."
"Olabilirdi. Ama olmayacak."
"Hazırlıklar yapılıyordu. Seni tanıtmak için bayağı hevesliydi herkes. Şahran'ların tekrar ayağa kalktığını konuşmaya başlamışlardı bile."
"Herşeyin bir sebebi vardı."derken gözlerim tekrar dışarıda akan yolu buldu. "Kabul ettikten hemen sonra ölüm haberini yayıp koltuğu boş bırakacaktın. Baydemir koltuğu dolduracak birini bulamadığı için de devri sonsuza dek kapanacaktı." Bakışlarım tekrar onu bulduğunda kaşlarımı kaldırdım. Daha ben konuşamadan o kaldığı yerden devam etti. "Yanlış mıyım? Sonuçta sen bir kez babana boyun eğip kabul ettiğini söylemiştin. Ama ölmek senin elinde olan birşey değildi. Eminim baban bir yerlerde senin pişman olup ona dönmeni bekliyor hala." Planım tam olarak böyleydi. Kendimi ölü gösterecektim. Ne babam olacak o adam benim peşime düşüp kendine köle edebilecekti, nede kendimi güç hırsına adamış leş kargalarının önüne atacaktım.
Omuz silkerken"Uzun sürmeyecek."diye yanıtladım onu. "Ölüm haberim yakında duyulacak. Herşey doğru ilerliyor. Oda benim öldüğümü düşünecek." Kısa bir soluk alırken"Tıpkı diğer herkes gibi."diye de ekledim sözlerime. Yüzünde çarpık bir gülümseme oluşurken konuşmayı o devam ettirdi. "İstediğin şeyleri kampa dağıttılar. Kıyafetlerden geriye birşey kalmış mıdır bilemiyorum ama kurşunlar ve diğer herşey tamam."
"Torbaları hallettiler mi?"
Sorumla yüzünü buruştururken kaşlarını çatıp bana baktı tekrar. "O kanları nereden bulduğunu sormalı mıyım?"
"Benim kanımdı."derken alayla gülümsedim. "Nasıl senin kanındı?" Arabayı bulduğu ilk boşluğa park ettikten sonra yüzünü bana tamamen çevirip gözlerime bakmaya devam etti. "Kanını mı biriktirdin?"
"Hewar son ay belli günlerde gelip kanımı alıyordu. Hiçbir şeyden taviz veremezdim. Herşey tamamen düşünülmüştü." Geçtiğimiz bu bir ay içinde Hewar yanıma gelip bir şırıngayla kanımı alıyordu. Kılıç Baydemir'in o kampta benden bir iz arayacağını biliyordum. Bunu en basit haliyle yani kan örneklerimle maskelemiştim bende. Hewar'ın biriktirdiği kan benim tutulduğum depoyya ve kampın belirli noktalarına bırakılmıştı.
"Bunu aylar önce beni arayıp haber verdiğinde zaten anlamıştım."
Kapımı açıp dışarı çıkarken"İyi o zaman."dedim. "Ben akşam İstanbul'a döneceğim. Büyük ihtimalle timde oraya gidecektir. Cenaze orada olacaktır."
"Kendi cenazene mi katılacaksın?" Derken kaşları alayla kalkmıştı. Başımı kısaca sallayarak onayladım onu. "Öyle yapacağım."
"Sonrası?"
"Sonrası ben yokum. Unutma Diyar. Ne sizin için nede başkası için yokum. Bugün oradan beni çıkaran siz değildiniz." Ciddi ses tonuma karşılık başıyla beni onaylayıp "Emredersiniz efendim."dedi. Diyar'ın eğitimi İstanbul'da ki tesiste tamamlandıktan sonra timinin komutası için buraya gelmişti. Onunla resmi bir ilişkim yoktu ama benim ciddi olduğum konularda diğer kimliklerinden sıyrılıp oda ciddiyetini bürünüyordu.
Arabanın kapısını kapatıp ilerlerken Diyar'da ben içeriye girinceye kadar beklemişti. Önümdeki cam kapıyı aralayıp kendimi içeri attığımda duvarı kaplayan büyük camdan onunda gittiğini gördüm. Selam veren birkaç kişiyi başımla kısaca onayladıktan sonra gözüme ilk ilişen boş koltuğa kendimi bıraktım.
Biraz sonra ellerini önlüğüne silerek güler yüzüyle bana doğru yürüyen genç bir kız görüş açıma girmişti. Gülümsemesine kısaca karşılık verildiğimde "Hoşgeldiniz."dedi. "Size ne yapılacaktı?"
"Saçlarımı eski haline çevirmek istiyorum. Önceden nasılsa öyle olmalılar." Kaşları kalkarken "Nasıl yani?"diye sordu. "Saçlarınız boya mı?"
"Öyleler. Eski haline dönmelerini istiyorum."
"En son ne zaman boyadınız?"
"Bir yılı geçiyor."
"Anladım ben hemen hallediyorum. Siz önlüğü giyinin isterseniz."
Kızı başımla onayladıktan sonra o, yan tarafta kalan tezgaha yönelerek birkaç şeyle uğraşırken bende aynadaki yansımamdan kenimi izliyordum.
"Bana bakın, hepiniz bana yardım etmek zorundasınız. Bu operasyon bu gece çözülecek. Babam yarın burada olur. O gelmeden halletmemiz gerekiyor."
"İyide bunu niye yapıyoruz ki?" Önümde ki çocuğun ensesine şamarı patlatırken "Salak mısın Ökten?" diye cırladım. "Çek o elini Güneş!" Mazhar'ın sesini duyduğum an düşen yüzümle bakışlarım Ökten'in yüzüne çıktı. Oda çattığı kaşlarıyla bir bana bir Mazhar'a bakıyordu. "Ökten'e donunma demiyor muyum ben?"
"Dokunur ne diye dokunmayacakmış? Bana değilde sana mı dokunacaktı?" Mazhar Ökten veya Aram'la konuşmama izin vermiyordu. Onlar onun kardeşleriydi. Ökten Mazhar'ın inadına yapar gibi kolunu omzuma sardığında Mazhar'ı görmezden gelmeye devam ederken konuşmaya devam ettim. "Façacı anlattı bana. Annemin saçları benimliler gibi değilmiş. Kömür karası dedi bana."
"Anlamadım şimdi."diyen Aram'ın gözleri saçlarımda dolaşırken "Senin saçlarınla ne alakası var bunun?" Diyerek devam ettirdi cümlesini . "Akıllım sen beni anlamamak için yemin mi ettin? Saçlarımı kömür karası yapacağım ki babam benimde saçlarımı sevsin. Duydum ben. Babam annemin saçını örüp seviyormuş. Hatta bir keresinde saçlarına çiçek bile takmış."
"Sende sevgi dilenmek için saçlarını mı boyayacaksın yani?"diyip gülen Mazhar'a gözlerimi kırpıştırarak bakarken "Öyle!"diye bağırdım hiç zaman kaybetmeden. Beni sevmiyor oluşu benim suçum değildi ama ben onu üzmemek için susuyorsam oda beni üzmemek için susmalıydı. "Ve sende bana itaat edeceksin çünkü aldığın nefesi benden dileniyorsun!"
"Bana bak-"
"Siz diyeceksin Mazhar, böyle mi öğrettiler sana eğitimlerde? Sen benim askerimsin."
"İkinizde sakin oluyorsunuz ve bu gece bunu yapıyoruz. Şimdi ne yapacağımızı anlat bize Güneş." Ökten her zaman yaptığı gibi bir kez daha orta yolu bulmaya çalıştığında daha fazla ileriye gitmeden "Evin altındaki kazan dairesine inmemiz lazım."dedim hevesle. "Orada kömür vardır illa ki. Sonuçta orada ateş yakıyorlar."
"İyide kömürü ne yapacağız?" Diyen Mazhar'da saf bir merakla bana bakıyordu. Sonunda ilgisini çekmeyi başardığımda hevesle anlatmaya devam ettim. "Kömürle saçlarımı boyayacağız. Resim dersinde yaptığımız gibi."
"İyide senin saçların kağıt değil ki?" Aram'a elimden geldiğince göz devirdiğimde anlatmaya devam ettim bıkmadan. "Kağıt beyaz değil mi akıllım?"
"Beyaz."
"Benim saçlarım ne renk?"
"Beyaz."
"İkiside aynı renk işte. Ama biz boyayla değil kömürle boyayacağız. Çünkü annemin saçları kömür karasıymış." Ökten kaşlarını kaldırıp bir süre beni süzdükten sonra"Doğru söyle."dedi. "Kalemle saçlarını boyamaya çalıştın değil mi?" Elbisemin eteklerine sürdüğüm ellerimi arkamda birleştirip parmaklarımla oynarken başımı yere eğmiştim. Ökten ve Aram'ın kahkahalarını duyduğumda yanaklarımın arka bahçedeki meyve ağaçlarının çocukları gibi kızardığına emindim. "Ne diye anırıyorsunuz siz? Denemek günah mı?"
"Niye boyayla boyamadın o zaman saçlarını?" Omuz silkerken "Denedim."diye mırıldandım. Hatırladıklarımla yüzüm buruşurken konuşmaya devam ettim. "Ama Evelyn 'Madame, Madame!' diye peşimde dolaşıp saçlarımı yıkadı. Boyalarda hemen gitti zaten. Ama kömür gitmez."
Ökten ve Aram bana gülmeye devam ederken Mazhar oturduğu yerden kalkıp yürümeye başladı. Arkasından sinirle bakarken "Nereye gidiyor bu nemrut suratlı?"diye sordum Ökten'e. Ama cevap veren Ökten değil, Mazhar olmuştu. "Ben korumalarla konuşup onları oyalarım. Sizde mutfağın oradaki merdivenleri kullanarak kazan dairesine inebilirsiniz küçük hanım."derken yine bana sinirli olduğunun farkındaydım. Sadece sinirliyken araya kimliklerimizi koyardı.
Oysa bizim sahip olduğumuz herhangi bir kimlik bile yoktu.
Ökten ve Aram'da ayaklandığında Mazhar'la uğraşmayı sonraya bırakıp peşlerine takıldım. Aram ve Ökten aynı yaştaydı. Ama Mazhar bizden üç yaş büyüktü. Kendi yaşımı bilmesemde herşeyi Ökten'lerle beraber yaptığımızdan yaşımızında aynı olması gerektiğini düşünüyordum.
Mazhar dediği gibi korumalarla konuşmaya başladığında ellerini arkasında birleştirmiş, kaşlarını çatmıştı. Her zaman yaptığı gibi büyüklük tasladığını anlamak zor değildi. Anlaşılan yine sözde 'Allah vergisi' olan zekasını kullanıp adamları delirtmekle meşguldü.
Gözlerimi devirip önümde yürüyen Ökten'in gömleğine sıkı sıkı tutunduğumda Mazhar'ın bahsettiği merdivenlere gelmiştik. Karanlık kata girdiğimizde Ökten benim birşeye karışmamı söylemiş olsada çıkarken topladığımız kömürlerin yarısından çoğu benim eteğimdeydi. Eteğimin kenarlarını iki elimle tutup içine doldurduğumuz kömürlerle mutfak kapısından içeri girdiğimizde Aram Mazhar'ın dikkatini çekmek için kapıyı arkamızdan sertçe kapattı.
Dadıma yakalanmadan odama çıktığımızda Mazhar'da gelmişti. Halimize bakıp kaşlarını çatarken "Bu ne?!"diye gürledi. "Yapmanız gereken onun saçlarını boyamaktı. Kendinizi siyaha boyayıp ırk değiştirmek değil!" Dediklerini anlamasamda yatağıma doğru yürüyüp büyük yatağın üzerine çıktım tek hamlede. Eteğimi tutan ellerimi serbest bıraktığımda siyah kömürler beyaz çarşafın üzerine üzerine döküldüğünde değdikleri yeri kendi renklerine boyamalarıyla gülümsedim. Benim saçlarım yataktan bile beyazdı. Yani benim saçlarım da böyle olacaktı.
Annemin saçları gibi...
Hevesle gülümserken "Hadi!"diye şakıdım. "Boyayalım hemen." Aram ve Ökten benimle birlikte yatağa otururken Mazhar dikkatle saçlarıma bakıyordu. "Saçların boyanabileceğinden emin miyiz?" Diye sorduğunda çok kurcalamamsı için başımla onayladım onu. "Babamın geçen gelen sekreterinin saçları kırmızıydı. Boyalarım akmış dedi telefonda konuşurken." Konuştuğu şeyleri hatırlamak için kaşlarımı çatıp burnumu kırıştırırken Mazhar'a baktım tekrar. "Dib gelmiş dedi hatta. Boyacıya gidecekmiş."
Mazhar pek inanmıyor gibi gözükse de daha fazla üstelemeyip hepimizi şaşırtarak yatağın üzerine oturdu . Konuşmak istesemde sustum çünkü konuşursam giderdi. Üçünün ortasına gelecek şekilde oturduğumda hepsi bir ellerine saçımdan bir tutam, bir ellerinde de kömürlerden bir parça almışlardı.
İşleri bitene kadar onları izledim durdum yüzümdeki aptal gülümsemeyle. Bembeyaz saçlarıma kömürün nasıl iz bıraktığını izledim. Sürdüler, sürdüler ve sürdüler. Beyaz saçlarım siyah olana kadar sürüldü o kömürler saçlarıma.
Gün doğmaya yakın hepsi yatağımda uykuya daldığında üzerlerini örtüp yanlarına oturdum. Babam gelinceye dek bekledim yatağımın üzerinde. Hepimiz siyahlara boyanmıştık. Yatağın, ben, Ökten, Aram ve hatta Mazhar bile simsiyahtı.
Gün doğdu. Her sabah beni acelyle hazırlamak için yanıma koşan dadım bu sabah gelmedi. Beni almaya gelecek olan babamdı. Kapının ardından gelen ayak seslerini duyduğumda heyecanla kıpırdandım yerimde. Diğerleri yatağın tamamen içinde olduğundan gözükmüyorlardı. Yataktan hızlıca inip üzerlerini odadaki battaniye ve yatağın üzerindeki büyük örtüyle örttüğümde tamamen görünmez hale gelmişlerdi. Babamın onları benim odamda görmesi hiç iyi olmazdı.
Odadaki küçük koltuğa oturduğumda kapının kilidi açıldı. Hemen sonrada odaya giren siyah ayakkabıları gördüm. Kapının önünde kısaca duraksadıktan sonra ayakkabılar ağır ağır benim yanıma yaklaştı. Başımı yavaşça kaldırıp karşımdaki adama baktığımda onunda bana bakan koyu kahve irislerini gördüm.
Onun sert ifadesi banada bulaştığından gülümsemedim. Konuşmadım da. İlk onun konuşmasını bekledim. O benim sesimi sevmezdi çünkü. Gözleri yüzümün, elbisemin, odamın heryerinde gezindi ama saçlarıma inatla çıkmadı. Sabırla bekledim bakmasını ama hayır, bakmadı.
Konuşmadı da. Üzerindeki kumaş pantolonun ceplerine ellerini soktuğunda "Böylesin işte..."diye fısıldadı kısık sesiyle. "Sayfadamda ki mürekkep lekesi gibisin." Gözlerim onların dolmasına izin vermem için sızlarken omuzlarımı dikleştirip karşımdaki adamı dinlemeye devam ettim.
Sevsin istedim beni. Bir kez başımı okşasın. Hayat belki benden annemi almıştı ama bu adamda annemin yokluğunda beni kendinden mahrum bırakmasın istedim. Çok birşey istememiştim ben hiçbir zaman. Sadece biraz sevgi. Belkide Mazhar'ın dediği gibi sadece isteyerek kalmamış tüm acizliğimle sevgiyi babamdan dilenmiştim.
Her zaman benimle konuşmuyordu. Sesini dinlemek istiyordum. Ne dediği önemli değildi.
"Annene benzemeye mi çalıştın?" Güldüğünde gamzelerine bakmak istedim ama korktum. Gamzesi vardı ama bakmaya korkuyordum. "Böyle mi? Hastalıklı bedenini gizlemeye çalışarak mı? Sen bir hatadan fazlası değilsin. Sen olmaması gereken bir fazlalıktan ibaretsin." Yüzüme doğru eğildiğinde gözlerindeki soğukluk içimi ürpertti sanki. "Sen benim hayatımda ki lekeden başka bir şey değilsin... Hiçbi zamanda olmayacaksın..."
O bunları söyleyip odadan çıkarken adım seslerinin nasıl uzaklaştığını izledim. Sonunda onu duyamadığımda derin bir nefes alıp gülümsedim. Demek ki saçlarımı tam boyayamamıştım. Belki de yakışmamıştı. Belki de beyaz saçlarımı daha çok seviyordu babam.
Aklımda bunun gibi onlarca ihtimal dolaşıp durdu. Kendime birçok bahane ürettim ama hiçbiri beni içinde bulunduğum durumdan çekip alamadı. Hiçbir yalanın güzelliği babamın doğrularının acısını gizleyemedi. Omuzlarım yenilgiyle çöktüğünde başımı usul usul yanıma çevirdim. Çarşafların arasında açtığı küçük boşluktan bana bakan çocuğa baktığımda gülümseyen dudaklarıma rağmen akan yaşlarla beraber "Mazhar..."diye fısıldadım. "Babam sevmedi. Sen sever misin?"
Aynadaki aksime bakarken kar beyazı saçlarımın arasına daldırdım ellerimi. Albino heterokremi hastasıydım ben... Yüzümde buruk bir tebessüm oluşurken kendimi izlemeye devam ettim. Babamın beni sevmemesini bir zamanlar saçlarıma bağlamış, diğerleriyle beraber saçlarımı boyamaya çalışmıştım. Ama pek bir işe yaramamıştı. Çünkü ben o halde bile bir mürekkep lekesinden fazlası olmayı başaramamıştım.
Yetimhaneye gittikten sonra düzenli olarak saçlarımı boyatıyordum. Bu babamın bana yaptığı belkide tek iyilikti çünkü buna, babam istediği için izin veriyorlardı. Albino olduğumu herkesten saklamıştım. Kaşlarım ve kirpiklerimi de hep boyardım. Görünüşümle ilgili bir sorunum yoktu benim aslında. Sevmiyor oluşumun tek sebebi bile beni hiç sevmeyen babamdı.
İç çekerek oturduğum koltuktan kalktığımda oyalanmadan ödemeyi yapıp çıktım salondan. Gördüğüm ilk taksiye binip havaalanına giderken İstanbul'a giden bir uçağın içinde, kendi cenazeme yetişmek için zamanla yarışıyordum.
Bindiğim uçakta kalkış için yapılan anonsu dinlerken başımı cama yaslayıp gözlerimi kapattım.
Katılmam gereken bir cenaze vardı. Kendi cenazem. Yetişmem gerekiyordu çünkü bugün benimle beraber birçok şey gömülecekti. Hayatımdaki tüm mürekkep lekelerinden kurtulacaktım. Çünkü artık lekenin kendisi bendim. Benim hayatımın siyahını kimse silemeyecekti artık. Leke bırakmakta bundan sonra kimsenin ederi olamazdı...
..........
Mezarlık...
Hala mezarlıkta, sırtımı yasladığım ağacın yanında otururken gözlerim yavaş yavaş kaybolan güneşi izliyordu. Akşam oluyordu. Ömür ağlayıp dururken Ökten ve diğerlerinin ısrarlarıyla eve gitmek zorunda kalmıştı.
Mezarın başından son ana kadar ayrılmamış, giderken de başta ki tahtayı öpüp elindeki fotoğrafımla birlikte çıkmıştı mezarlıktan. Aslında benimde yapmam gereken kalkıp gitmekti ama elimden hiçbir şey gelmiyor gibi hissediyordum.
Sanki bedenimdeki tüm güç çekilmişti.
Beni burada tutan bir sebep vardı.
Ama burada olan tek şey mezarımdı.
Saçlarımı örten beyaz şal ve üzerimdeki krem rengi elbise yağmur yüzünden sırılsıklam olmuştu. Çamur lekeleride cabasıydı. Ağır ağır oturduğum yerden doğrulduğumda sarsak adımlarla mezara doğru ilerledim. Gitmeden önce görmek istiyordum. Derin derin nefesler alırken mezarın karşısında durdum.
Soluğum kesilmiş gibi hissediyordum. Bir gün olmasını umduğum şey buydu. İçine sığacağım bir mezar. Ama karşısında ben olmamalıydım. Sonum böyle olmamalıydı.
Mezara gitmek için attığım adım havada asılı kaldığında yüreğim tekledi sanki. Mezarın hemen yanında duran bir diğer mezarı incelerken kaldırdığım ayağımı indirdim. Gözlerim usulca mezar taşının üzerinde dolaşırken yutkunmak istedim ama yapamadım.
Mezar taşının üzerinde dolaştı gözlerim, doğru görüp görmediğimi bile sorgulamadım. Gözlerim usul usul mezarın üzerine dikilen çiçeklerde dolaştı. Unutmabeni çiçeklerinde. Ağır adımlarla yan yana duran mezarlara doğru yürüdüm.
Biri yeniydi biriyse çok eski. Biri benimdi biride bir başkasının. Biri bir ablanındı, biri bir abinin. Biri geçmişime aitti biri ise geleceğime. Attığım adımlardan daha ağır bir şekilde dolaştı gözlerim mezar taşının üzerinde.
Muhittin...
Tek yazan buydu. Ne doğum tarihi vardı, ne ölüm. Ne bir soy ismi ne de bir kimsesi. Eski anılar peşimden kötü bir kabus gibi gelmeye devam ederken bir kez daha çöktüm dizlerimin üzerine bugün. Ama bu defa yenilen bendim. Bir kez daha hiç bilmediğim bir yerden darbe yemiştim. Varlığımın bana getirmediği birini öldüğüm yalanıyla bir kez daha kazanmıştım. Ellerim mezar taşının üzerinde tıpkı az önce Ömür'ün diğer mezar taşına yaptığı gibi dolaştığında hasretle verdim nefesimi.
Buradaydı, hemen yanı başımda. Bırakıp gidemediğim oydu. Arkamda bıraktığım uyduruk mezarım değil, benim bırakıp gidemediğim geçmişimin benden söke söke aldığı gerçekliğimdi.
"Güneş Erna! Hemen buraya geliyorsun!" Zülküf'ün emrivaki sözlerine göz devirirken "Ne var yine?" diye sordum. "Yine ne oldu?"
"Ne diye Muhittin'in peşinde dolaşıyorsun? Anneler ne kadar kızdı haberin var mı?" söylediği cümlenin içinde geçen anne kelimesine gülerken onu süzdüm. Anneden kastı yetimhanede para karşılığında çocuklarla ilgilenen dadılardı. "Kardeşimin peşinde dolaşmamın ne gibi bir yanlışı var?"
"Senin sorunun ne? Gün içerisinde herkesi kendine kardeş veya ailenden biri olarak sahiplenemezsin. Sen tek kişilik bir ailenin tek ferdisin. Bunu ne zaman kabul etmeyi düşünüyorsun anlamıyorum."
Gözlerimi bir kez daha devirirken "Anlama!" diye söylendim. "Sen neysen Muhittin de benim için o. Sırf birkaç kişinin rahatı bozuluyor diye kardeşimi görmeye gitmeyeyim mi yani? Hem ne var ailemi genişletmeye çalışıyorsam, böyle tek başımıza canımı sıkılır. Bir enişte getirsem sana hiç de fena olmaz sanki?" alaya alarak söylediklerinde Zülküf'ün kaşları çatılırken "Deneme bile!" diye kızdı bana.
"Dene ya!" gözlerimi kaçırıp arkamda birleştirdiğim ellerimle oynarken Zülküf'ün kaşları da eş zamanlı olarak çatılmıştı . Vakit kaybetmeden "Ne yaptın yine?" diye sorduğunda omuz sildim. "Ne yapacağım, hiçbir şey."
"Benimle oynama!" derken kaşları kalkmıştı "Böyle kıvrandığına göre kesin bir şeyler karıştırdın sen." ağzından derin bir nefes verirken bir kez daha silktim omuzlarımı . "Madem aileyi genişletmek istemiyorsun ben de gidip afişi kaldırırım o zaman. Çok da düşünme yani sen." Gözleri fal taşı gibi açıldığında "Ne afişi?!"diye bağırdı. "Yine neler karıştırıyorsun sen?!"
"Ne karıştıracağım be?!" diye cırladığımda kaşlarımı çatmıştım. "Altı üstü yetimhanenin girişine çocuklarımın babası evimin erkeği olur musun konulu birkaç kağıt." Zülküf'ün sesi kısılırken aslında içinden bana saydırdığının farkındaydım ama üzerine düşmedim. Zira onun yaratıcı küfürlerini dinlemek için yaşım hala küçüktü. "Ne yaptım, ne yaptım dedin sen?"
"Ne yapacağım Zülküf. Bir kere de anlamıyor musun?" Tane tane anlatmaya çalıştım yaptığım şeyi çünkü aksi halde bu yaşında kalp krizine kurban olurdu. "Gittim yetimhanenin kapısına çocuklarımın babası evimin erkeği olur musunuz diye açık açık sordum?" Sinirli bir nefes verirken elleriyle şakaklarını ovdu.
"Sen bütün bunları yaparken Muhittin neredeydi peki?"
"Nerede olacaktı?" derken kaşlarımı kaldırmıştım. "Müdürün odasında kameraları kapatıyordu. O gudubet karının radarına mı takılsaydım?"
Zülküf'ün açılan ağzı ve haddinden fazla çatık duran kaşlarıyla birkaç adım gerilerken "Ben Muhittin'in yanına gitsem iyi olur."diye mırıldandım ağzımın içinde. Zülküf bu kadar kızmışken yanında durmak pek akıl kârı durmuyordu. Zülküf'ün ağzı en sonunda dayanamayıp konuşmak için açıldığında arkamı dönüp hiç beklemeden koşmaya başladım.
Kız ve erkek yurtlarının ortasında bulunan ortak bahçeye girdiğimde köşede bir başına oturan Muhittin'i görmemle adımlarım oraya yöneldi. "Kaç Muhittin kaç! Zülküf geliyor!" Kaşlarını çatıp bana baktı ama gözleri arkamda bir noktaya kilitli kaldığında elindeki çubuğu bırakıp ayaklandı. "Ne halt ettin yine sen?!" Sinirli sesine göz devirirken "Afişi ötmüş bulundum, çok konuşmada koş!" Dedim bağırarak. Onun hareket etmesine izin vermezken kolundan kavradığım gibi peşimden sürükledim onu.
Zülküf peşimizden gelip bizi bulduğunda ilk yaptığı şey kapıdaki afişleri söktürmek olmuştu. İçim acısa bile şimdiye kadar gören görmüş diyerek kapıdaki afişleri kuzu kuzu topladım.
Muhittin, Zülküf ve ben kaldığımız yetimhanenin sahip olduğu en geniş devrinin halkalarıydık. Döngümüz Muhittin alelacele evlat edinene kadar sürmüş gitmişti. Ne o zamanlar, nede sonrasında onu hiçbir yerde bulamazken şimdi bir mezarlıkta karşımdaydı.
Ölüsüyle...
Kuru bir mezarla...
Yokluğuyla...
Boğazıma oturan yumruyu yok etmeye çalışsamda olmadı. Elim mezar taşında ağır ağır dolaşmaya devam etti. Zülküf bulacağım demişti. Sana kardeşimizi bulacağım. Yapmıştı dediğini...
Zülküf bulmuştu. Yıllar önce bizden alınan kardeşimizi bulmuştu. Dirisini değil belki ama ölüsünü bulmuştu ve benide onun yanına bırakıp gitmişti. Gözlerimden akan yaşlar mezarın mermer taşlarına düşerken geçmiş benim için bir kez daha araladı kapılarını.
Ve ben bir kez daha ayaklandım. O kapıyı geçecek, o geçmişi bulacaktım....
Ve bu defa bu kadar kolay kapanmasına asla izin vermezdim...
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Aldığım on iki sayfalık ezber ödevi bana en az Güneş'in beyaz saçları kadar ters köşe yaptırdı.
🤯🤯🤯
Uykular bana bir süre haram anlaşılan.
En sevdiğiniz veya olmamış dediğiniz o möhöm yerler nereler nereler???
Sohbet muhabbette şuraya alalım. Elimden geldiğince bütün yorumlara dönmeye çalışıyorum. İçinizden geçen herşeyi yazabilirsiniz.
Havadan sudan hatta sizden bile olabilir.
Bir arkadaşa ihtiyacınız olursa anonim olarak her zaman buradayım
Oy verip yorum yaparsanız sevinirim.
Seviliyorsunuz ❤️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 6.75k Okunma |
874 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |