28. Bölüm

TÜKENEN NEFESLER

Sılanur Çınar
sadeceyaziyorumist

GÜNEŞİN ÇOCUKLARI

 

11.01.2025

 

16. BÖLÜM

TÜKENEN NEFESLER

 

🖼️

 

 

İnsanlar bazen kendilerinden, potansiyellerinden daha fazlasını beklerler. Gerkesiz bir özgüvenle kanatları olmadan uçtukları, dünyanın kendi eksenleri etrafında döndükleri gibi saçma düşüncelere ev sahipliği yapıp kendilerini en olmadık yerlerde en olmadık şeyler için şartlarlar.

(Ego ve azim arasında ki ince çizgiyi birbirine karıştırmayın lütfen. Bir insanın hedefi için kendini şartlaması bence o hedefe giden ilk adımdır.)

Adına ego dedikleri saçma bir duygunun ardına gizlenerek.

 

Veya sahip oldukları ve sadece arkalarını toplamak için harcadıkları paralarının güçlerine güvenerek.

 

Karşımdaki adam bunlardan hangisine sahipti bilmiyorum ama ben ikisinede ihtimal veriyordum. Parası vardı, egosu da öyle.

 

Bu egosunu yakışıklı suratıyla kasmaya çalışsa totem de iyi bir sonuç elde edeceğinden emindim. Ama karşısında ben varken beni alt edeceğini düşünmesi onu gereksiz özgüveniyle beraber yerin dibine gömerdi. Hayır, gömecekti. Çok yakında karşısında atıp tuttuğu kadın, onu yerin yedi kat dibine gömecekti.

 

Ağzımda hissettiğim metalik tatla yüzümü buruştururken beni gülümseyerek izleyen adama göz devirmeyi de unutmadım. Ellerini kumaş pantolonunun cebine sokarken elinde tuttuğu sigarasıyla ayaklanıp bana doğru yürüdü. Dişlerimi göstererek yapmacık bir şekilde gülerken gözlerimi kısıp başımı omzuma doğru eğdim. Patlayan dudağım yüzünden ağzıma dolan kanlar artık daha net görünüyordu.

 

"Bu hallerine bayılıyorum Baydemir!" Derken yine gür kahkahalarından birini kulaklarımın ortak kullanım alanına salmıştı. Karşıma geçip gözlerime bakarken ben burnumdan soluyordum. Kollarıma bağlanan zincirler yüzünden yerden on veya yirmi santim kadar yüksekteydim. Verdikleri lanet olası ilaçlar yüzünden beynim öylesine uyuşmuştu ki bunu bile hesap edemiyordum.

 

"Bende senin kahkahalarına Swift. Ama öyle böyle değil harbi bayılıyorum." Yüzündeki ciddiyetsiz ifade kaybolup beni süzmeye başladığında güven vermek ister gibi başımı salladım. "Böyle sen kahkaha atınca benim tansiyon falan da düşüyor hatta. Geçen senden sonra iki gün aralıksız uyumuş. O derecede!"

 

Yüz ifadesi bir süre değişmesede daha fazla dayanamayıp tekrar gülmeye başladı. "Konuşmak iyi geliyor sana herhalde?" Cebindeki ellerinden birini çıkarıp bana doğru uzattığında kafamı sertçe geri çektim.

 

 

"Seni bir kez daha uyarıyorum Matthew, tenin tenime değerse -"

 

"Önce kafama sıkarsın, sonrada bla bla... Değil mi?" Başımı aşağı yukarı salladım güç bela. Bedenim günden güne daha da yorgun düşüyordu. "Ve unutma Swift, bir Baydemir asla boş atmaz." Elini geri çekip tekrar cebine sıkıştırırken bir kez daha güldü ama şükürler olsun ki bu defa sesini kendine saklamayı seçmişti.

 

Az önce kalktığı koltuğa tekrar oturduğunda yerinde rahat bir pozisyon alıp ellerini koltuğunun yanlarına koydu. "Bazen bu özgüvenli hallerine hayran oluyorum Baydemir."

 

"Egondan nefret ediyorum Swift."

 

"O zamanlar Güneş -" hızla öne doğru eğilip tek elini havaya kaldırdığında işaret parmağını havada gelişi güzel sallıyordu. "Neden patlattığım senmişsin hiç anlamıyorum. Önceden tanışmış olsak seni kesinlikle yem etmezdim." Gözleri tüm bedenimde gereksiz bir yavaşlıkla dolaşırken "En azından ölüme değil..."diye devam etti sözlerine.

 

"Senin o gözlerini-"

 

"Çocukların..."diyerek beni böldüğünde kaşlarımı çattım. "Yoksa kardeşlerin mi demeliyim? Gerçi onlar seni tek başına birçok kişi olarak kabul etmişler. Ama hakkını yememek lazım." Sırtı tekrar koltuğa yaslandığında omuz silkti. "Tek başına hem abla olmuşsun hem anne hem kardeş. Zor olmadı mı Baydemir?"

 

"Kadroya dahil olmak gibi bir planın mı var Swift?" Dişlerimi sıkmaktan ağrıyan çenem yüzünden tüm bedenim kasılırken karşımdaki adamın rahat tavırlarına anlam yüklemeye çalışıyordum. "Yo, yo. Yanlış anlama. Seni abla veya anne olarak istediğimi düşünmüyorum."

 

"Derdin rahmetli ebeni ziyaret etmek mi o zaman Swift?"

 

"Benim bir derdim yok. Ama senin olmalı bence."

 

"O ne demek?" Kaşlarımı çatarken boşlukta süzülen bedenim yüzünden birbirine değip ses çıkaran zincirleri yaralı ellerimle kavradım. "Ne çeviriyorsun sen Swift?!"

 

"Dört ay oldu Güneş. İnsan biraz düşünür ama değil mi?"

 

Yıpranan sinirlerimle daha fazla dayanabileceğimi düşünmüyordum. Öyle de oldu. "NEYİ?! LANET OLSUN NE SÖYLEYECEKSEN SÖYLE!"

 

"Çocukların Güneş. Ne diye dört aydır seni aramıyorlar?Ben şimdiye bakılmadık yer kalmaz sanıyordum ama adın bile geçmemiş. Çocuklarını büyütürken vefa denen kavramı atlamış olabilir misin acaba?"

 

"Gelemezler."derken dişlerimi kırarcasına sıkıyordum. "Gelemezler çünkü ben onları istemedim. Gelemezler çünkü burada olduğumu bilmiyorlar!"

 

"Kendimizi kandırmayalım Baydemir. Onlar Gehenna. Senin askerlerin. Kaldı ki senin timin olmasa bile bir Türk askerinin aradığını bulmakta üstüne yoktur. Hadi dürüst olalım." Yüzündeki gülümseme büyürken göz kırptı. "Seni bulamadılar çünkü hiç aramadılar. Hayır yani arasalar kaç tane adamım onlara haber uçurmak için hazırda bekliyor. Ama tık yok adamlarda. Önce vefa ama değil mi? Hep iş hep iş nereye kadar?"

 

Elinden hiç düşürmediği alkol şişelerinden birini daha dudaklarına yasladığında yüzündeki umursamaz görüntü sinirlerimi bozmak için yeterliydi. "Yanlış anlama. Bence gayet güzel anne olmuşsun. Ama onlar çocuk olmak için biraz fazla büyükler sanki. Timle olan fotoğraflarını görünce..." Elindeki şişeyi bana doğru uzatıp alakasız bir şekilde"İçer misin?"dediğinde yüzünü dağıtabilmek için ellerimin açık olmasını isterdim.

 

"İstemiyor musun?" Omuz silkerken tekrar yudumladı içkisini. "Sen bilirsin. Nerede kalmıştık bu arada?" Gözlerini kısıp beni izlediğinde sanki birkaç saniye önce söylediği şeyleri hatırlamıyormuş gibiydi. Yersen tabii...

 

"Hah! Senin şu annelik sevginden bahsediyordum. Sizi öyle görünce seni küçük bir çocukla beraber düşünmedim desem yalan olur. Senin çocuğunla..." Dişlerimi sıkarken "Amacın ne senin?!"diye soludum. "Bu aralar benim kuşlar çok konuşkan be Baydemir. Geçen bana bir öttüler ki sorma... Duymak ister mi-"

 

"HEVAL! HEVAL BASKIN VAR!"

 

Matthew'in sesi daha gür çıkan başka bir ses yüzünden kesildiğinde yüzündeki o kendini beğenmiş gülümsemenin anbean nasıl bozulduğunu izledim keyifle. Onun koltuğundan ileri atıldığı sırada büyük bir gürültüyle açılan kapıyla Matthew'in paralı askerlerinden biri göründü kapıda.

 

"Ne baskını Chris?! Neler dönüyor burada, lanet olsun!" Anlaşılan az önce olmadığı için dem vurduğu vefanın bugün onu bulmuş olabilme ihtimalini tartıyordu zihninde. Yinede olmayacağını bilmek canımı sıkıyordu.

 

"Silah deposunu patlattığımız grup efendim. Kalabalık gelmişler ve anladığım kadarıyla yanlarında başlarını da getirmişler. Sizi görmek istiyorlar."

 

Matthew'in yüzündeki ifade bariz bir şekilde rahatlasa da endişesini hala koruyor gibiydi. Bana kayan gözleri tereddütünü gizlemek ister gibi olsada başaramamıştı. "Geleceğim."deyip açık kapıdan peşinde adamıyla beraber çıktığında sinirle güldüm. "Öncesinde bana biraz su göndersen iyi edersin Swift!"diye bağırdığımda cevap verme gereği duymasada beni duyduğunu biliyordum.

 

Gözlerim kapı ve kollarımda ki zincirler arasında gidip gelirken rahat bir ifadeyle odanın içinde gezdirdim bakışlarımı.

 

Beni tuttukları yer askerleri kaçırmak için yangın çıkardığım tüp deposuydu. Yada cephanelikleri. Genellikle küçük tüplerden oluşan cephaneleri ne için kullandıklarını anlamak zor olmamıştı.

 

Patlayıcı yapıyorlardı...

 

Kendi elleriyle. Tıpkı beni havaya uçurdukları o bombada olduğu gibi... Sıkıntıyla nefesimi verip odayı incelemeyi bıraktığımda içeri giren adamla gülümsedim. Necmi'ydi gelen. Kampın elli altılığı. Gelenin o olmasını görmek içimi rahatlatırken elinde tuttuğu pet şişeye kaydı bakışlarım. Şişenin kapağını açıp bana doğru yürümeye başladı. Tam önümde durduğunda pet şişenin kapağını hızlıca açıp tek elini saçlarıma doladı. Elinde tuttuğu şişeyi dudaklarıma yasladığında içinde bulunan rengi artık kahverengiyi bile geçen suyu bana içirmeye çalışıyordu.

 

Dudaklarımı suyu içmemek için sıkı sıkıya kapatırken sular çenemden aşağıya süzülüyordu. "Açsana lan ağzını!" Saçlarımda ki elinin baskısı artarken acıyla inledim. Matthew'le yaptığımız son görüşmeden sonra başıma yediğim tekmeler yüzünden tüm kafa derimin yaralarla kaplı olduğuna emindim.

 

Hareketleriyle kaşlarım çatılırken O "İyi be!" Diye bağırıp şişeyle yaptığı eziyetine son vermişti. "İçmezsen içme! O kadar işimizin arasında birde orospunun birini besliyoruz!" Elinde tuttuğu saçlarımı kullanarak başımı geriye savurduğunda kafam, bileğime geçirilen kalın demir kelepçelere vurmuştu. Kelepçenin ucundaki sivri metal kaşıma çarptığında Necmi'nin sinirinin bana pahalıya patladığını anlamıştım çünkü kafamda bir yerlerden akan ılık kanı bütün benliğimle hissediyordum.

 

Çenem sinirle kasılırken Necmi yüzüme daha doğrusu büyük ihtimalle kanayan yere bakıyordu. Sıktığım dişlerim gülümsememle ortaya çıktığında yüzümden akan kan çeneme doğru süzülüyordu. Ağzımın içide kanayan dişlerim yüzünden kırmızıya boyanmış olmalıydı. Sıkıntılı bir nefes verirken "Necmi"diye soludum. "Sana bir sır vereyim mi?" Kaşları havalanırken "Neymiş o?" Diye sordu. Elindeki şişeyi az önce Matthew'in kalktığı koltuğa bırakmış kapıya doğru yürüyordu. Anlaşılan ciddiye almamıştı beni.

 

"Telefon!"diye bağırdım arkasından panikle. Adımları duraksasa bile arkasına bakmaya tenezzül bile etmemişti. "Üzerimde bir telefon var. İnanmıyorsan kontrol et." Gözleri alayla devrilirken "Üzerinde bir telefon var ve sen birilerine haber uçurmak yerine dört aydır burada dayak mı yiyorsun?"diye sordu. "Deli olabilirim Türk dölü ama aptal değilim."

 

"İnanmıyorsan kontrol et Necmi!"dedim kelimelerini görmezden gelmeye çalışırken."Telefonu kullanmadım çünkü dört aydır elim kolum bağlı bu lanet depoda duruyorum!" Adımları kararsızlıkla bana doğru yöneldiğinde bakışları yüzümde dolaşıp duruyordu. Kaşlarını çatmış bana bakarken büyük ihtimalle telefonu nereye saklamış olabileceğimi düşünüyordu.

 

"Diyelim ki doğru söylüyorsun, bu kıyafetlerle telefonu nereye saklayabilirsin ki?"

 

"Telefon."derken sıklaşan nefeslerim yüzünden sesim boğuk çıkmıştı. "Kollarımı çözersen çıkaracağım."

 

"Ne diye yapacakmışım bunu?"

 

"Aptala yatma Necmi. Köydeki hasta annenden haber almak için Hewar'dan telefon dinlendiğini duydum." Gözleri kararsızlıkla etrafı kolaçan ettiğinde konuşmaya devam ettim."Hem sen kârlı çıkarsın hem ben. Bunu yapmak seninde işine yarar. Sonrasında telefon senin olsun. Ama önce bende kardeşlerimin durumunu öğrenmek zorundayım."

 

Yüzü ciddiyetini korurken söylediklerimi zihninde tarttığını anlamıştım. İçine düşürmeyi başardığım şüpheyle konuşmaya devam ettim. "Bak, Matthew onlara saldıracağını söyledi. On bir asker ne demek biliyor musun sen? On bir annenin evladı onlar." Annesine düşkün olduğunu anlamak zor değildi. Her bulduğu fırsatta ondan bir haber almak için dinlendiğini bildiğimden onu bu konudan vurabilmeyi umuyordum.

 

"Sen nasıl annen için endişe ediyorsan bende kardeşlerim için endişe ediyorum. Hain olabilirsin ama sen o ülkenin ekmeğini yedin. Pişman olmak için geç değil. Sen annenle konuş bende kardeşlerimle. Çok kısa, Matthew gelmeden hemen bitecek sonra telefon senin. Söz veriyorum."

 

Konuşmak yerine kapıya kadar yürüyüp başını dışarıya uzatarak bir süre orayı izledi. Tereddütünü göz ardı ederek"Hadi artık!" Diye bağırdım. Biraz daha beklemeye devam ederse şayet telefon görüşmemizi Matthew ile yapacaktık. Düşüncelerimi sesli dile getirirken "Matthew'in işin sonunda bize katılmasını istiyorsan doğru yoldasın!" diye bağırdım. Adımları hızla beni bulduğunda tam karşımda durup "Telefon nerede?" diye sordu tek nefeste.

 

"Yok öyle şey!" derken kaşlarım kalkmıştı. Alaylı gülümsemem yine yüzümde yer edinirken "Öylece vereceğimi sanıyorsan, yanılıyorsun." dedim. "Sen kolumu çözeceksin ve önce ben konuşacağım." Çatılı kaşlarıyla bana bakarken "Kollarını çözmem!" dedi sertçe . "Sen kaçarsan benim başım belaya girer."

 

"O zaman telefonu unut!" diye soludum sinirle. "Çünkü ben de onu sana kaptıracak kadar aptal değilim. Ya kollarımı çözüp konuşmama izin verirsin ya da telefonu da annenin akıbetini de unutursun."

 

"Çözeceğim ama tek kolunu sadece." derken kaşlarını kaldırmış bana bakıyordu. Sesindeki endişenin farkındaydım. Bu da yeterliydi benim için. Kafamı ağır ağır aşağı yukarı sallarken "Tamam." dedim onu onaylayarak. "Sadece tek kolum." başı ile beni onaylayıp odanın duvarında asılı olan anahtarla doğru yürüdüğünde içlerinden birini alıp tekrar yanıma geldi. Anahtarı sağ elimdeki demir pranganın deliğine soktuğunda çok beklemeden kilidin açıldığını belirten o sesi duymuştum. Ağırlığından kurtulan bileğim acıyla zonklarken yüzümü buruşturmadan edememiştim.

 

"Acele et de çıkar şu telefonu artık !"Necmi'ye göz devirirken tek kolumdan tavana asılmanın yarattığı etkiyle gözlerimi sıkıca yumarken güldüm. "Telefon..." Diye fısıldadım sıktığım dişlerimin arasından. "Botumun altında..." acıyan bedenim yüzünden kesik kesik konuşurken "Sen almak zorundasın." diye tamamladım cümlemi. "Bu halde onu alabilecek olduğumu sanmıyorum." Diye eklemeyi de unutmamıştım.

 

Başıyla beni kısaca onaylayıp ayağımdaki bota ulaşmak için eğildiğinde hiç zaman kaybetmeden bacaklarımla boynunu kavrayıp sıktım. Anın rehaveti ile kısa bir an şaşırsada kendini çabuk toparlamıştı. Boş olan hızla bacağımı bulduğunda "Ne yaptığını sanıyorsun?!"diye sordu. "Bağırırsam herkesi başımıza toplarım, bırak beni!"

 

Bırakacak olduğumu düşünüyorsa şayet, yanılıyordu. Onu görmezden gelirken boyuna sardığım bacaklarımla onu kendime daha da yaklaştırmaya çabaladım. Hala elinde sıkıca tuttuğu anahtarı almam gerekiyordu. Tırnaklarını pantolonun izin verdiği kadarıyla dizlerime gömerken "Anahtar..." dedim acıyla. "Anahtarı ver, ben de seni bırakayım." Konuşmak yerine kafasına hızlı hızlı sağa sola salladığında az önce onun serbest bıraktığı elimi kullanarak üzerindeki kalın ceketin üzerinden kolunu kavradım.

 

"Buradan çıktığın an kafanı mermiyi yersin! Dışarıda kaç adam var haberin var mı?! Ben bağırmadan önce bırak beni!"

 

"Bırak da ona ben karar vereyim!"

 

Yumruğumu Necmi'nin yüzüne vururken ona doladığım bacaklarımı iyice sıkılaştırmıştım. Son çırpınışlarında bacağındaki elleri boğazına yükselirken anın rehavetiyle kaldırdığı elindeki anahtarı serbest olan elimle sıkıca kavradım. Anahtarı alıp diğer elimdeki pranganın kilidini vakit kaybetmeden açtığımda Necmi'yi saran ayaklarımı da serbest bırakmıştım.Öksürerek yere düştüğünde soluklanmak için ellerini eline yaslanmış benim gibi derin derin nefesler alıyordu.

 

Kendini toparlamasına izin vermeden üzerine atlayıp beline sıkıştırdığı tabancasını çektim. Ona bakarken diğer elimle botumun tabanını yokluyordum. Bulduğum çıkıntıyı çekip botun tabanını

ikiye ayırırken gözlerimi hedefimin üzerinden ayırmadan zemine düşen telefonu kavradı ellerim.

 

Elim tuşlu telefonun pürüzlü yüzeyinde dolaşırken hiç beklemeden Yıldız tuşuna uzunca bastım. Telefonun ekranı beyaz bir ışıkla aydınlanırken kısa süre sonra kırmızı bir tik oluşmuştu ekranda. Ekran tekrar siyaha büründüğünde Necmi az da olsa nefesini toparlamış, öldürücü bakışlarını üzerime dikmişti. "Seni mahvedeceğim oruspu!" derken sesi bir fısıltıtan farksızdı. Alayla gülümsedim. "Silah benim elimdeyken bunu senin söylemen fazla ironi."

 

Durduğu yerden hızla ayaklanıp üzerime atıldığında hiç beklemeden elimdeki silahı çevirip kabzasının suratına geçirdim. Darbemle geriye doğru sendelerken benden fazla uzaklaşmasına izin vermeden parmaklarım kirli saçlarının arasına dalmıştı. Sertçe kavradığım saçlarından tutarak kafasını duvara çarptığımda en az onun kadar benim de canım yanmıştı çünkü hala yaralarım ve büyük ihtimalle birkaç kırığım vardı

O acıyla inerken ben gözlerime birikmeye başlayan yaşları tutmaya çalışıyordum. Kahretsin! Beklediğimden fazla canım yanmıştı.

 

"Türk dölü demiştin değil mi Necmi?!" derken her şeye rağmen gülümsüyordum. "Bak şimdi o Türk dölü seni nasıl parçalarına ayırıyor!" sızlayan bedenimle onunla birebir dövüşemeyeceğimin farkındaydım. Gereksiz bir güç gösterisine girip kendimi yormak veya güçsüz düşürmek istemiyordum.

 

Hala elimde sıkı sıkıya sardığım telefonu öne uzatırken "Anneni ara!" diye soludum sıkıntı ile. Verdiğim sözü unutacak değildim. Umursadığım belki Necmi değildi ama bir ihtimal hala evinde ondan haber bekleyen bir annesinin olabilme ihtimali en azından bu kadarını yapmamı sağlardı. Ona değil ama bir anneye saygı duyuyordum. Ciddi olup olmadığımı anlamak ister gibi yüzüme baktığında "Biraz daha beklersen annenin konuşacak bir oğlu olmayacak!" diye devam ettim sözlerime.

 

Oyalanmadan telefona doğru sürünüp eline kavradığı telefonun klavyesini hızlı hızlı tuşlarken telefonu hızlıca kulağına dayadı. Çok geçmeden açılmış olacak ki "Alo?" diyen sesini işitti kulaklarım.

"Benim anam, Necmi."

 

Genelde Matthew'in oturup saatlerce konuştuğu koltuğa bu defa benim yorgun bedenim yığıldığında tek elim hala silahı Necmi'ye doğrultmuş beklerken diğer elimle ensemi ivdum. Başımdan süzülen kanlar yüzümü kırmızıya boyamıştı. Gözlerim arada bir açık kapıya kaysa da Necmi'nin üzerinden ayrılmıyorlardı. Matthew her an buraya geri dönebilirdi

 

Duyduğum düşme sesiyle gözlerim hızla Necmi'yi bulduğunda "Ne yaptın sen?!" diye sordum sinirle. Az önce ona verdiğim telefon şimdi iki parçaya ayrılmış, zeminde öylece duruyordu. Güç bela kendimi attığım koltuktan öfke ile ayaklandığımda "Sana kır diye mi verdim aptal!" diye söylendim.

 

Necmi sanki ben orada yokmuşum gibi öylece boşluğa bakarken "Ölmüş..." diye fısıldadı. "Beni beklerken hasta yatağında ölmüş..."

 

"Ne anlatıyorsun sen?!" Derken kaşlarımı çattım. Bakışlarını güç bela odakladığı zeminden ayırıp üzerime diktiğinde tekrar "Ölmüş..." dedi. "Necmi, kafayı mı sıyırdın?!" Boşta ki elimle şakaklarımı ovarken sıkıntıyla zemindeki telefon parçalarına bakıyordum.

 

"Annem ölmüş..." bu cümle içinde bir yerlerde bir kız çocuğunun yüzüne hüzünlü bir gülümseme bahşederken ben sadece karşımdaki adama bakmakla yetindim. Madem annesini böylesine umursuyordu öyleyse ihanet ederek annesine arkasını dönmesi değil onun yanında kalması gerekirdi.

Ama annem ölmüş..

İşte bu cümle benim için birçok şey ifade ederdi. Çünkü onun öldüğünü söyleyebileceği bir annesi vardı, benim aksime... Gözlerimi ondan kaçırırken "Başın sağ olsun..." dedim kısık bir sesle. Necmi'yi adam olarak görmediğim gibi bir gerçek vardı ama bu karşımdaki adamın annesi ölmüş bir çocuk olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.

 

Yaş fark etmiyordu. Ölen bir anne vardı ve karşımdaki adam bu gerçek karşısında bir çocuktan farksızdı.

"Annem..." Derken karşımdaki adamın siyahtan zifir gözlerine bakıyordum. "En azından mezarını görebilir miyim? Belki bir çiçek götürürüm. Siz..." Kaşları kalkarken gözlerine çöken hüznün farkındaydım. "Onun çiçekleri sevdiğini söylemiştiniz..." Gözlerimi kaçırırken o hariç her yere bakmaya çalışıyordum. "Belki kırmızı bir karanfil götürebiliriz ona... Beraber." Kısık gülüşü kulaklarıma ulaştığında istemsiz bir dürtüyle başımı kaldırıp gözlerine baktım. Öfkesinin altına gizlediği özlemin farkındaydım. "Annenin bir mezarı olduğunu sana düşündüren nedir Baydemir?"

 

"A-anlamadım?" Başım omzuma doğru düşerken omuzlarıma dökülen saçlarımın arasına yüzümü gömmemek için direniyordum. Ölülerin mezarları olurdu. Bunu biliyordum çünkü dadıma sormuştum. Olmalıydı. Benim annemin de olmalıydı çünkü façacı annemin ölü olduğunu söylemişti. "Ölülerin mezarları olur..." Kahkahası koca salonda yankılanırken korkuyla titredim. O gülmemeliydi. O gülünce kötü şeyler oluyordu. O gülebilmek için beni ağlatıyordu...

 

"Annen bu dünyada bir mezarı hak edecek kadar bile iz bırakmadı Baydemir..." Oturduğu koltuğu gürültüyle geriye çekip ayaklandığında içimdeki sonu gelmez korkuya rağmen omuzlarımı dik tutmak için direniyordum. Eğer korktuğumu hissederse beni korkamayacak kadar tüketirdi...

 

"Onun bir mezarı yok... Ama herşeye rağmen onu hatırlayan birileri var görüyorum ki. Ama Baydemir, bunca çabana rağmen seni hatırlayan kimse olmayacak bir gün. En sevdiğin çiçeği bile kimse hatırlamayacak..."

 

Gözleriyle beni ezerken söylediklerinin ağırlığı küçük kalbimi eziyordu. "Çünkü kimse senin çiçek sevdiğini bile bilmeyecek. Ellerinde kanla büyüyüyeceksin sen. Çiçekleri değil, ölümü yakıştıracaklar sana..."

 

Ayakkabılarının zeminde bıraktığı seslerle birlikte salonun diğer ucunda ki kanatlı kapıya doğru yürürken "Evelyn!"diye bağırdı. Kapılar daha o ulaşmadan iki yana doğru açılmış, diğer uçtan görünen kadın içeriye doğru adımlamıştı. "Efendim?"

 

"Küçük hanıma..."derken gözleri bir kez daha beni buldu. "Annesinin sevdiği çorbadan içirin. Annesini özlemiş olmalı." Dadımın gözleri kısa bir an beni bulsada tekrar karşısında ki adama bakıp"Evet efendim."diyerek onayladı onu. "Baba."diye fısıldadım kurumuş dudaklarımın arasından. Gerilen bedenini ceketin gizlediği sırtını gördüğümde bile fark ediyordum. "Tek istediğim-"

 

"Küçük hanım bir süre annesinin evinde kalacak."diye benim sözümü kestiğinde titremem artmış gibiydi. Daha fazla konuşmadan salonu terk ettiğinde dadım yanıma gelip beni masadan akar topar kaldırdı. "Ne yaptınız gene Madame? Efendiyi kızdırmamalısınız demiştim size!"

 

"Evelyn?" Yaşlı gözlerimi gizleme gereği duymazken "Annem..."diye fısıldadım. "Onda sevdiği herşeyi bende bir ceza olarak görmesi benim suçum mu?"

 

O gün o salonda bir daha almamak üzere bıraktığım kalbim, sadece benim canımı yakmıştı. Evden çıkarken gördüğüm son şey hizmetlilerin Evelyn'ın eline tutuşturdukları bir kavanoz toz olmuştu. Bana içirecekleri şey... Annemin sevdiği gibi...

"Hakkımı helal etmiyorum diyerek ölmüş..." diyen fısıltısı beni daldığım anlardan çekip alırken Necmi'nin sesi doldu kulaklarıma. "Ne diye yaşıyorum ki?!"

 

"Ne?"diye anlamayarak sorduğumda daha ben ne olduğunu anlamadan dağlarda gezmekten harap olmuş postallarından birinden çıkardığı çakıyı vakit kaybetmeden şah damarına sapladı. O anlar gözümün önünden hızla akıp geçerken ben hala ne olduğunu kavramakta zorlanıyordum. Necmi'nin kesik boynundan dışarıya kanlar fışkırırken gördüğüm görüntüyle zihnim allak bullak olmuştu. Çünkü Necmi, gözlerimin önünde annesinin ölüm haberiyle intihar etmişti.

 

Onun için üzülecek ve dertlenecek değildim. Zira bunu kendisi yapmasa, ben daha dehşet vericisini zevkle yapacaktım. Bu yüzden ifadesizce izlemekle yetindim. Yaptığım onun için iyilik sayılmalıydı. Acısız bir ölüm yaşamıştı.

 

Necmi'nin gözlerimin önünde can çekişmesini midemin kaldıracağını düşünmediğimden yerde telefondan geriye kalan parçaları toparlayıp tekrar koltuğa çöktüm. Telefon düşmenin etkisiyle birkaç parçaya ayrılmıştı ama ekranı da kapalıydı. Artık bir haber kaynağım olmadığından yapacağım tek şey beklemek olurken ellerimi sıkıntı ile başımın arasına aldım. En fazla bir veya iki saat beklemem gerekirdi ama bu süreyi bekleyerek geçirecek değildim.

 

Necmi'nin az önce can çekişen bedeni cansız bir şekilde yerde yatarken depoya göz gezdirdim. Tüplere doğru adımladım. Barut, benzin hatta el bombası bile vardı. Aklıma gelenlerle benzin şişelerini açıp odanın zeminde gelişigüzel dökerken barutların olduğu fıçıları da delmiş ve açık bir şekilde ortada bırakmıştım. Necmi'den aldığım silahla etrafımı kontrol ederek çıktım. Beni tuttukları bu kampta en büyük artım kampın her bir yanını avuç içim gibi bilmemdi.

 

Çadırların arkalarından yürürken önceden Hewar'ın olan çadıra vardığımda Matthew'in tanımadığım bir grup adamla hararetli bir şekilde konuştuğunu gördüm. Silahlar hala çekilmediğine göre beni korkutacak veya beni tehlikeye atacak bir durum yoktu. Hızlı adımlarla ilerlemeye devam ederken Hewar'ın uyumak için kullandığı çadıra yöneldim. Kampta ki herkesin göz korkutmak için Matthew'in etrafında toplandığını bildiğimden rahat davranıyordum. Çadıra girer girmez etrafı karıştırırken bulmayı umduğum tek şey belki bir veya birkaç tabanca ve işime yarayacak başka birkaç eşyaydı.

 

Gördüğüm ahşap çekmeceye dikkatimi verirken komidini hızla karıştırmaya başladım. Aşağıdaki çekmecenin üzerinde ki kilidi gördüğümde endişeli yüzüme sonunda bir tebessüm oturmuştu. Burası kilitli olduğuna göre farklı şeyler koymasını beklemezdim. Kilidi kırmakla uğraşamayacağım için üst tarafındaki çekmeceyi komidinden ayırdım.

 

Elim çekmecenin içindekilerle buluştuğunda küçük bir çocuk gibi sevinip yerinde tepinmemek için zor duruyordum. Silah vardı. Hayır silahlar... Bulduğum kelebek bir çakıyı kirli postallarımın arasında sıkıştırırken bulduğum tabancayı da belime, diğerinin yanına sıkıştırdım. Hewar'ın bıraktığı şarjörleri de ceplerime ve belimdeki kemerin el verdiği kadar pantolonuma sıkıştırdıktan sonra ayaklandım.

 

Tam o anda gözüme ilişen şeyler gülümsememi büyük bir neşeyle büyüttü.

Suppressor. Namı diğer susturucu...

Odanın ortasında duran ahşap masanın üzerinde duran suppressor tüm incelikleriyle beni bekliyordu sanki. Hewar'ın böyle zevkleri var mıydı bilmiyorum ama varsa da en çok benim işime yaramıştı. Masaya doğru yaklaşınca hiç beklemeden elime geçirip belimden çıkardığım silahın namlusuna taktım. Kampta genelde tek tip silahlar kullanılıyordu. Bu yüzden sıkıntı olmamıştı. Odada başka bir şey bulamayacağımı anladığımda fazla beklemeden çıktım çadırdan.

 

Çok da zaman kaybetmiş sayılmazdım. Matthew ve diğer adamlar hala oldukları yerde konuşmaya devam ediyordu. Herhangi bir saatim veya zamanı ölçebileceğim başka bir şey olmadığından elimden gelen tek şey beklemekti. Beklediğim şey gerçekleşene kadar kendimi ortaya çıkarmak beni tehlikeye atardı. Genelde kimsenin kullanmadığı, esirler için olduğunu söyledikleri çadıra doğru yöneldim. Çadıra sonunda kendimi atıp rahat bir nefes aldığımda bana düşen tek şey artık beklemekti. Tabii Matthew yokluğumu fark edinceye kadar.

..............

 

Yarım saat sonra...

 

NEREDE BU KADIN?!" duyduğum gür sesle olduğum yerde irkilirken uykulu gözlerimi kırpıştırdım. "HEMEN BULACAKSINIZ ONU BANA!" dışarıdan gelmeye devam eden sesler kulağımı doldururken kısa bir an nerede olduğumu anlamayıp etrafımı izledim. Çadırdaydım. Esirleri tuttukları çadırda... Geçtiğimiz son bir saat gözümün önünde canlanırken depoda olanlar geldi aklıma.

 

Kaçmıştım, kaçmıştım ama hala kaçtığım inde gizleniyordun. Ellerim refleks olarak üzerime yerleştirdiğim silahlar ve Hewar'ın çadırından aldığım şarjörleri bulduğunda derin bir nefes aldım. Hala benimleydiler. Bedenimi güçlükle oturduğum yerden kaldırıp çadırın kumaş penceresine doğru yöneldim. Gördüğüm kadarıyla Matthew'in misafirlere gitmişti ve şimdi kampta daha karışık gözüküyordu.

 

Kamptan öylece elimi kolumu sallayarak çıkamayacağımı bildiğim için bir kez daha lanet ettim. Uyumamın üzerinden ne kadar geçmişti bilmiyordum. Ama şimdiye kadar gelmesi gerekiyordu! Derin soluklar alırken etrafta işime yarayacak bir şey var mı diye baktım ama nafileydi. Yapacak birşey yoktu. Buraya kontrol etmek akıllarına gelir miydi bilmiyorum ama en azından bana zaman kazandıracaktı. "O KADIN BU KAMPTAN ÇIKTIYSA EĞER BURAYI HEPİNİZE MEZAR EDERİM! ONU BULACAKSINIZ!"

 

Matthew'in sinirli sesi kulaklarıma dolarken alayla gülümsedim. Az önce karşında tehditler savurduğu kadının yokluğunda deliye dönmüştü. Daha fazla beklemek istemiyordum fakat beklemek gibi bir zorunluluğumun olması beni deli ediyordu.

 

Bekleyişimkn daha ne kadar süreceğini düşünürken duyduğum üç el silah sesi ile omuzlarım dikleşti. Dudaklarımdaki alayı tebessümlerim yerini terk ederken gözlerim birazdan göreceğim vahşetin şevkine çoktan kapılmıştı. Ve asıl tehlike bundan zevk duyuyor olmam değil buna alışmamdı.

 

Oyalanacak vakit yoktu. Suppressor taktığım tabancaya hızlıca kavrayıp emniyet kilidini açarak çadırdan attım kendimi. Bana doğru gelen adam beni görmüyor gibiydi. Karşıma çıkan teröristi alnının ortasından vururken bağırmasına fırsat vermemiştim. Beni ne kadar geç fark ederlerse o kadar iyiydi benim için. Etrafı kontrol ederek hızlı hızlı yürürken başka bir adamın "HEVAL!"diye bağıran sesini duydum. Doğrudan bana bakıyordu. Göz göze geldiğimiz ilk an yaptığım ilk şey ona gülümsememi bahşetmek olurken bir diğeri acısına bir mermiyle son vermek oldu.

 

Kolumda hissettiğim sızıyla silkelenirken hızla kendimi kenara atıp arkama baktım. Hewar elinde tuttuğu silahla beni vurmuştu! Kurşun kolumu sıyırırken ağzımın içinde birkaç küfür yuvarlayıp tekrar elimdeki silahın tetiğini çektim. Hewar kaçmaya fırsat bulamadan mermi dizini delip geçtiğinde gür sesiyle bağırıp olduğu yere çöktü. Hareketsizliğini fırsat bilerek ikinci bir kuruşunu diğer ayağına sıktığımda ayağa kalkamayacağından emin olmak tek derdimdi.

 

O sırada Matthew'in "SAKIN!"diye güllediğini duydum. "SAKIN ÖLDÜRMEYİN, O KADIN BANA CANLI GELECEK!" Matthew'in emriyle öldürmeyeceğimden emin olduğumda gözlerimin aradığı emri veren adamın kendisiydi çünkü onu da bu cehennemden birkaç sıyrık ve kurşun yarasıyla kurtulmasını istemiyordum.

 

Üzerime doğru gelen iki adamla kendimi önünde durduğum çadırın arkasını çekerken kampın diğer ucundan da silah sesleri yükselmeye başlamıştı. Gördüğüm herkesin kafasına sıka sıka ilerlerken gözlerim etrafta dolaşıp Matthew'in yüzünü arıyordu. Eğer köşeye sıkıştığını anlarsa kaçardı ve bu benim hiç hoşuma gitmezdi.

 

Çok geçmeden aradığımı bulduğumda yüzümdeki gülümsemeyle "Matthew!"diye bağırdım. Onunda gözleri hızla beni bulmuştu. Elindeki özel yapım silahı beni hedef alırken "Sonunda!"dedi aşinası olduğum gülüşlerinden biriyle. "Bu cehennemden seni kendi ellerimle öldürmeden çıkarsam içimde kalırdı Baydemir! Tanrı bu defa benimle!"

 

"Hiç sanmıyorum."derken etrafımızdaki savaşı gösterdim. Herkes birbirine sıkıyor, saniye başı birileri yerlere düşüyordu. Bizimkilerin zarar göremeyeceğini bildiğim için içim rahattı. Çocukluğu silah eğitimiyle geçen bir ekibi onlarca kendini bilmez haklayamazdı. "İnanışlarında diğer herşey gibi seni yarı yolda bıraktı. Bak ne diyeceğim..."benimde silahımın namlusu tıpkı onun yaptığı gibi ona bakarken ona doğru bir adım attım. "Ölmeden müslüman olmak ister misin? Firavun'da işe yaramamıştı ama belki sen kendini kurtarırsın. Hiç olmazsa öteki dünyanı yakma."

 

Kahkahası boş arazide yankılanırken yüzümü buruşturdum. "Delirdin mi? Beni bu kadar seviyor olman gözlerimi yaşarttı Baydemir!"

 

"Sen bilirsin."omuz silktim. "Ama biraz sonra öğreneceklerinle ölmeyi sen isteyeceksin." Kaşları söylediklerimle eş zamanlı bir şekilde çatılırken"O ne demek?"diye sordu.

 

"Sana ölmeden cehennemi yaşatacağımı söylemiştim Matthew Swift. İnanmamayı seçmek senin hatandı. Ama korkma..." Aramızda on adımdan fazlası yoktu. "Bu kısa sürecek. Öyle ki yaşadığın anların gözlerinin önünden geçtiği o yedi saniyeyi yaşamana bile izin vermeyeceğim. Ölülerin hatıraları yaşayanların canını yakar Matthew, bilirsin. Ömrünün son anlarında ölü insanların hatıralarıyla canını yakmak istemem..."

 

"Ne, bu ne demek şimdi? Aylardır burada esirken senin dedik-" namlum hızlıca yön değiştirip sağ ayağını bulduğunda tetiği çektim. Beklemediği hamlem karşısında acıyla inleyip tökezlediğinde birkaç hızlı adımla aradaki mesafeyi kapatıp silah tuttuğu eline tekmemi geçirdin. Silah elinden kurtulup giderken saçlarını asılıp kafasını kaldırmasını sağladım. Namlum artık doğrudan dudaklarının üzerindeydi.

 

"Sana son anlarını zehir edeceğim Matthew. Beni sevdiklerimin canıyla tehdit eden zihniyetini sevdiklerinin acısıyla kavuracağım!" Gözleri kararırken eliyle boşluğuma yumruk attığında birkaç adım gerilemiştim. "NE DEDİĞİNİ SANIYORSUN SEN?!"

 

Bu defa gülme sırası bana geçmişti. "KİMSEM YOK BENİM! TEK KARDEŞİM İSPANYOLLARLA BERABER VE SEN BENİ BUNUNLA TEHDİT EDEBİLECEĞİNİ Mİ DÜŞÜNÜYORSUN?!" Etrafa tükürükler saçarak bağırırken benim gülüşüm sesli bir kahkahaya dönüşmüştü.

 

"ÖLDÜ!"Dedim tıpkı onun gibi bağırırken. "Çok dert etme Matthew. Çünkü artık varlığıyla seni tehdit edeceğim kimsen yok." Boş olan elimi havaya savururken gülerek"Puf oldular!"diye ekledim neşeyle. Gülümsemem onun yüzündeki afallamayı gördüğüm an silinmiş, dudaklarım tek çizgi halini almıştı. N-ne demeye çalışıyorsun?"

 

"Çok açık değil mi Matthew? Sen kardeşlerimin ölüm emrini verip o tuşa bastığında önce Elza Cristian..." Ona doğru tekrar adımladım. "Sonra Rose William," elleri iki yanında salınırken aramızda yok denecek kadar az bir mesafe kalmıştı. "Ve en sonunda Chloe Nicole... Puf oldu..." Yüzüne doğru fısıldadığımda gözleri asıl renklerinden daha da koyu bir hal almıştı. "Sen..."

 

"Ben. Matthew Swift, Güneş Erna Baydemir, çocuklarımı korumak için herşeyi yapabilecek bir anneyim..." Bugün konuştuklarına değinirken dudağımın köşesi ağır ağır kıvrıldı. Ben kimsesizlik ne demek biliyordum. Ve bunun tek artısı olan sahipsizlik duygusunu iliklerime kadar yaşamıştım. İnsanları zor kabullenir ama çabuk sahiplenirdim. Ve benim olana kimse el uzatamazdı. Sevdiklerime zararı dokunacak kişinin aldığı karşılığı umursamazdım. Çünkü ben bedel ödeteceğim zaman ben olan herşeyden sıyrılırdım...

 

Matthew bu sabah kardeşlerimin ölüm emrini veren bir telefon konuşması yapmıştı. Ve bunu aklı sıra travmam haline gelen patlamayla yapacaktı. Niyetinin onları patlatmak olduğunu biliyordum. Ama o benim niyetimin ne olduğunu bilmiyordu. Benim canımı yakmak için tuşladığı o telefon ondan canı olan üç ayrı kişiyi almıştı.

 

Havaya uçurduğu kardeşlerim değil, canından canlardı...

 

"Onları sen öldürdün Swift..."derken gülümsedim. "Kendi aileni sen öldürdün. Biricik üvey annen Rose... Sevgili kardeşin Anna... Ve biricik aşkın Chloe... Hepsi puf oldu Matthew." Sesim kısılırken fısıldayarak konuşmaya devam ettim. "Onları sen öldürdün. Sen yaptın. Onların katili sesin. Ve şimdi senin katilin ben olacağım..."

 

"Yapmış olmazsın!"diye bağırdığında güldüm. "Ben yapmadım zaten. Unutuyorsun, onları sen öldürdün..."

 

"Hayır..."

 

"Kabullenmeyerek gerçeği değiştiremezsin. Tüm bunlar gerçek. Sen beni kardeşlerimle tehdit ettin. Senin yüzünden dokuz ayımı kaybettim ben. Hayalim olan meslekten, hayır hayatımdan ettin beni. Tüm bunlara rağmen kardeşlerime el uzatmana izin vereceğimi mi düşünüyordun? Sence bu kadar aptal mıyım ben Matthew? Kampa geldiğin ilk gün beni kuzu kuzu yakalaman seni hiç mi şüphelendirmedi cidden?" Başımı sağa sola salladım.

 

"Ben istediğim için beni yakalayabildin Matthew. Herşey benim oyunumun bir parçasıydı ve sen değersiz bir piyondan fazlası değildin. Hiç olmamıştın. Sadece bana yaşattığın acının bedelini ödetmek istedim sana. Ama senin acın benim acımı hiç karşılayamadı Matthew. O yüzden sen burada can çekişirken ben seni keyifle izleyeceğim."

 

"Yalan söylüyorsun!"

 

"Chloe ateşten korkuyordu biliyor musun? Sevdiğin kadını kurtaramadın... Ne paran nede sen bunu yapamadın."

 

"Yalan, yalan, yalan!"

 

"Yanarken bile aklına sen gelmedin. Biricik aşkın hala seni boynuzladığı korumasının adını sayıklıyordu. Ne fark ettim biliyor musun Matthew? Sen hiç sevilmemişsin. Bana sen kimsesizsin nutukları çekerken hiç kimsen olmadığını unutmuşsun."

 

"Kes sesini!"

 

"Anna seni sayıklıyordu ama. Hakkını yememek lazım. Dur biraz ne demişti?" Elimi çeneme yerleştirirken parmaklarımı şıklatıp konuşmaya devam ettim. "Aptal herif kime bulaştığını bilmiyor muydun? Evet aynen böyle söylemişti. Bana bulaştığın için aptal olduğunu düşünüyordu ve bence haksız sayılmaz."

 

"Yalan..."derken sesi daha da kısık çıkmıştı. Yeniliyordu. Bana... "Yapmazsın. Yapamazlar."

 

"Bana bu kadar güvenmen gözlerimi yaşarttı Swift!" Etrafımıza toplanan timi göz ucuyla süzüp tekrar karşımdaki adama odaklandım. "Birde Rose var değil mi? Ama onu nerede bulduğumu tahmin bile edemezsin. İnanır mısın kardeşin seni öldürmek için koca bir ordu gönderip seni vurdurtan o adamın yatağında uyandığı gün hakkın rahmetine kavuştu. Bu nasıl bir tesadüftür hala aklım almıyor,inan."

 

"Saçmalıyorsun..."

 

"Hiçbiri yapmaz diyemezsin Matthew. Yalan mı? Anna'nın seni tıpkı senin onu sevdiğin gibi sevdiğini söyleyebilir misin? Yada Chloe'nin? Kendi kardeşin bile umursamadı seni. O adamın kim olduğunu bilmediğini mi sanıyorsun? Sana bir iyilik yapıp o adamın sana yaptığı herşeyi kanıtlarıyla birlikte sundum kardeşine. Bu sana yaptığım tek iyilikti ama sonucunu bilseydim inan böyle harcamazdım. Herşeyi bile bile kendini o adamın kollarına bıraktı. Çevrendekilerin sevdiği sen değildin. Parandı. Sırf bunu bildiğin için kardeşinin eline verdiğin kart bile senin adına değil mi?"

 

Öyleydi. Oda bunun farkındaydı üstelik. "Sırf senden gitmesin diye öz kardeşini bile parayla kendine bağladın sen. Şimdi Matthew Swift... Rahat rahat ölebilirsin... Ruhun bla bla işte. Daha fazla konuşamayacağım sanırım. Yorgunum..."

 

"Hayır... Hayır, hayır böyle gidemezsin Baydemir!"

 

Etrafımdaki siyahlara bürünen time bakıp"Kampın etrafını sarın" dedim. "Kimse sağ çıkmayacak." Başlarıyla sözsüz bir şekilde beni onayladıklarında yanıma yaklaşan adamı buldu gözlerim. "Araba hazır gidelim mi?"

 

"Daha işim bitmedi."

 

"Ne var başka?"

 

"Görürsün. Hewar nerede?"

 

"Bıraktığın yerde bekliyor hala."

 

"İyi. Gidelim." Başıyla beni onayladığında Matthew'in arkamdan bağıran sesini duymazdan geliyordum. Beynim sadece dudaklarından dökülen "Öldür beni!"cümlesine odaklanmıştı. Yalvaracaksın demiştim. Dediğim gibi olmuştu... Yalvarıyordu...

 

Yaşamak için değil ölmek için. Çünkü bu saatten sonra benden alacağı tek şey acısız bir ölüm olurdu.

 

Hewar'ın yanına ulaştığımda hala oluk oluk kanayan yaralarına baktım. Üzerindeki paçavraları yaralarına sarmıştı. "Öldürüyordun beni az kalsın deli kadın!"

 

"Hala yaşadığın için şükretmelisin Hewar."

 

"Bırak artık beni! İstediğin neyse yaptım."

 

Omuz sirkerken ava ile gözlerimi devirdim "Üzgünüm Hewar ama yediği kaba tüküren itlerle işim olmaz." Hewar panikle olduğu yerde kıpırdanırken "Bu ne demek diye sordu. "Ne istediysen yaptım şimdi beni bırakmak zorundasın?!"

 

"Bugün Matthew'e ihanet eden yarın aynısını bana da yapar. Seninle yolumuz buraya kadardı, gerisi için umut etme." Bana Matthew'i satan karşımdaki aciz adamın kendisiydi. Şimdi ona güveneceğimi düşünmesi aptallıktan başka birşey değildi.

 

Kampın çıkışına doğru yürürken adamların deponun içine bıraktıkları cesedi gördüm. Matthew'in bağırışları hala kulağıma doluyordu ama ona acıyacak değildim. Bağırışları içimde yaprak bile kımıldatamıyordu.

 

Bitmişti işte. Bugün herkese istediğini vermiştim. Belkide daha fazlasını...

 

Özel tim benim söylediğim gibi kampın gerisinde büyük bir çember oluşturup abluka altına alırken ben yanımdaki adama bakıp "Yaşayan var mı?"diye sordum. Kamptan duyulan birkaç el silah sesinden sonra "Hayır."diyerek yanıtladı beni. Büyük ihtimalle az önce Hewar'ın kafasına sıkılmıştı. "Matthew ağrı yaralı. Yerinden kalkamaz. Bombanın sayacı geri sayımı başlattı. On beş dakikaya parçaları etrafa saçılır. Başka kimse yok. Sadece senin her ihtimale karşılık esir tuttuğun adam duruyor."

 

"İyi. Çıkıyoruz."

 

Kampın çıkışına doğru yürürken yanımdaki adamda beni takip ediyordu. Sonunda uzaklaştığımızda son kez elimde tuttuğum silahın tetiğini çektim. Benim kızıl kurşunumun başlattığı yangın kampın dört bir yanını sararken etrafımdaki herkes şaşkınlıkla beni izliyordu. Kolay ölüm yok demiştim. Karşımda saf tutan herkese ölüm var ama kolayı asla...

"Askerler geliyor..."

 

 

 

Bölüm : 13.01.2025 18:50 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...