
3 AY SONRA
“Günaydın karıcım... ve minik bebeğim.”
Marlon’un sesi neredeyse fısıltı gibiydi ama içinde öyle yoğun bir heyecan vardı ki, Ahrazar’ın kulaklarında yankılandı. Genç adam, her sabah yaptığı gibi, yorganı hafifçe aralayıp hamileliğin dördüncü ayında olan eşinin karnına sevgiyle dokundu. Ardından bir öpücük kondurdu, sonra bir tane daha... Gözleri parlıyordu; içinde babalığın o büyülü kıpırtısı, daha doğmamış oğluna duyduğu tarifsiz sevgiyle karışmıştı.
“Marlon... lütfen. Beni de karnımı da rahat bırak artık,” diye sızlandı Ahrazar, gözlerini kapatıp yorgun bir homurtuyla arkasını dönerken.
“Ah, ama bugün büyük gün! Küçük Alvaro’muzun cinsiyetini öğreneceğiz. Azıcık daha seveyim ne olur...” dedi Marlon, kelimeleri adeta yalvarır gibi mırıldanarak. Parmakları nazikçe karnın kıvrımlarında gezindi. Öpücükleri bu kez daha dikkatliydi, daha dokunaklı.
Ahrazar, sabah bulantısıyla karışık bir huzursuzlukla yorganı üstünden atıp yataktan kalktı. Üzerine sabahlığını geçirip sessiz adımlarla odadan çıkarken, arkasında hâlâ sevecen bir gözle kendisini izleyen kocasını bıraktı.
Aşağı indiğinde evde bir hareketlilik hâkimdi. Mutfağın içinden gelen tabak çanak sesleriyle birlikte hafif bir kahvaltı kokusu yayılıyordu. Diana, masaya son tabağı koyarken saçlarını gelişigüzel topuz yapmış, üstüne mavi çiçekli bir sabahlık geçirmişti. O yorgun ama huzurlu haliyle evin kalbi gibiydi.
Salonda ise Maran, Milan’ın başucunda durmuş, serum takan hemşireyle sessizce konuşuyordu. Küçük Milan’ın yanakları solgundu ama gözleri hâlâ canlıydı, umutla parlıyordu. Onun azmi, bu evin en kırılgan ama en güçlü yanını temsil ediyordu.
“Ablacım, bugün nasılsın?” dedi Ahrazar, Milan’ın yanına eğilip gülümseyerek.
“İyiyim ama... bu serum partiye kadar çıkacak değil mi?” dedi Milan, kısık bir sesle. “Cinsiyet partisine ben de katılacağım, abla.”
“Tabii ki katılacaksın fıstığım, sen onun teyzesisin,” dedi Ahrazar, Milan’ın ellerini avuçlarına alırken. Kalbinin içinde ince bir sızı hissetti. Küçücük bir bedenin verdiği büyük mücadele, hayatın ne kadar kırılgan ve mucizevi olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu.
Ardından Maran’a döndü. “Özkan ve Gülizar geliyor değil mi?”
“Yetimhanedeler. Simge için izin çıkaracaklarmış, akşamki partiye gelebilsin diye,” dedi Maran.
Simge… Özkan ve Gülizar’ın evlat edinmek istedikleri beş yaşında, mahcup bakışlı, minik bir kız çocuğuydu. Üç ay önce üzerlerindeki o uğursuz gölgeyi silkeleyip hayata yeniden tutunmaya karar verdiklerinde, kendilerini bir anda yetimhanenin soğuk koridorlarında bulmuşlardı. İlk başta bir bebek evlat edinmek istemişlerdi ama Simge onlara baktığında, her şey değişmişti. Sessizliğiyle haykıran o küçük gözler, onların kalbine doğrudan dokunmuştu. Son iki aydır düzenli olarak onu ziyaret ediyor, onu mutlu etmeye çalışıyorlardı.
“Kahvaltıya buyrun,” dedi Diana yumuşak sesiyle. Herkes yavaşça masada yerini alırken, sabah güneşi mutfağın büyük camından içeri sızıyor, sofrayı altın gibi sarıyordu.
Maran, Diana’nın çayını bardağa dikkatlice doldururken, Ahrazar ve Marlon onları tebessümle izliyordu. İkisinin de yeni evlilikleri hâlâ tazeydi. Bir ay önce sade bir nikahla evlenmişlerdi ama özellikle Diana, bu yeni düzene tam olarak alışamamıştı. Kızının geçirdiği zorlu dönem ve kalbindeki annelik endişesi, onu sürekli tetikte tutuyordu.
“Size harika bir haberimiz var,” dedi Ahrazar bir anda, heyecanını daha fazla saklayamayarak. Gözlerini doğrudan Diana’ya dikti. “Özellikle sana, Diana.”
Diana merakla döndü. Ahrazar’ın yüzünde kocaman, sıcacık bir gülümseme vardı.
“Yeğenin Milan için uygun ilik verebilirmiş,” dedi. “Bebeğimiz doğduktan sonra ameliyat yapılabilecek.”
Diana’nın gözleri o an doldu. Oturduğu sandalyeden kalkıp Ahrazar’a sarıldı. Omzunda titreşen hıçkırıkları tutamıyordu.
“Teşekkür ederim, Ahrazar… Teşekkür ederim…”
Kahvaltı, gözyaşları ve gülümsemelerin birbirine karıştığı büyülü bir şekilde sonlandı. Bahçeden gelen sesler ise hazırlıkların hız kesmeden devam ettiğini gösteriyordu. Renkli balonlar, beyaz tüller, masa üstüne dizilen minik kekler… Her şey masal gibiydi.
“Marlon! Patlayıcı madde olmasın, küçük çocuk olacak,” diye uyardı Maran, gülümseyerek.
Marlon bir şey demedi, sadece başını salladı ve organizasyon ekibine son talimatlarını verdi.
Tam o sırada bahçe kapısı açıldı. Özkan, Gülizar ve yanlarında minik Simge içeri girdi. Kızın elinde bir peluş ayı vardı, gözlerinde ise şaşkın bir parıltı.
“Biz geldik!” dedi Gülizar, neşeyle.
Özkan hemen Marlon ve Maran’ın yanına yöneldi. “Uçak hazır mı?” diye sordu Marlon, gözleriyle gökyüzünü tararken.
“Hazır abi,” dedi Özkan gururla. “Siz cinsiyeti öğrendikten sonra tam tepemizden geçecek. Seçtiğiniz ismi tüm Trabzon görecek.”
Cinsiyet ne olursa olsun, iki ihtimale de hazırdılar. Marlon sözünü tutmuş ve bebeğin adını uçağa yazdırmıştı ama hangi ismin yazıldığını hâlâ bilmiyordu.
Hazırlıklar tamamlandığında herkes bahçede toplandı. Ahrazar ve Marlon, bembeyaz kıyafetleri içinde, el ele ön tarafta yerlerini aldı. Rüzgâr hafifçe esiyor, tülleri dalgalandırıyordu. Marlon’un gözleri parlıyordu; Ahrazar’ın yüzü ise hem endişeli hem de umut doluydu. Gökyüzünde bir motor sesi duyuldu. Herkes başını kaldırdı. Uçak, ufuk çizgisinden görünmeye başlamıştı. Ardından gökyüzünde büyük harflerle yazılmış kelimeler belirdi:
“CIRO AYAZ ALVARO”
Gökyüzünde “CIRO AYAZ ALVARO” ismi süzülürken, herkes bir süre nefes almayı unuttu. Uçağın arkasından çıkan beyaz dumanla yazılmış bu isim, sadece bir çocuk ismi değildi; bir mucizenin, hayata yeniden bağlanmanın, korkunun yerini umuda bırakmasının adıydı. Marlon, dizlerinin üzerine çökmüş halde ellerini havaya kaldırmıştı. Gözleri dolu doluydu ama yüzünde çılgın bir gülümseme vardı. Ağlıyor muydu, gülüyor muydu belli değildi — ama içinden taşan sevinç, etrafındaki herkesi sarıp sarmalıyordu.
“OĞLUM!**” diye bağırdı yeniden. “Ciro’m geliyor! Ayaz’ım geliyor!”
Sonra Ahrazar’a döndü, göz göze geldiler. Marlon bir anda yerden kalktı, bir adımda Ahrazar’ın yanına geldi. Onu sıkı sıkı kucakladı, neredeyse nefesini kesecek kadar. Ahrazar önce şaşırdı, sonra gözlerinden süzülen yaşlara engel olamadı. O an, karnında hissettiği minik kıpırtının da farkına vardı. Minik Ciro, sanki babasının coşkusuna karşılık verir gibi kıpırdamıştı. Marlon, Ahrazar’ın yüzünü avuçlarının arasına aldı. Parmakları titriyordu.
“Sen... sen bana bir ev verdin, bir aile verdin… Şimdi bir oğul verdin. Ahrazar, ben seni nasıl daha fazla sevebilirim bilmiyorum.”
Ahrazar gülümsedi. “Sen sevme... yaşat. Yeter bana.”
Marlon karnına eğildi yine, bu kez daha coşkulu, daha sarsak bir hâlde konuştu: “Duydun mu oğlum? Adın Ciro Ayaz Alvaro. Gökyüzüne yazdırdım adını. Herkes seni bilsin, herkes seni tanısın diye. Baban seni bekliyor oğlum. Gel... ne olursun sağlıklı gel…”
Bahçede alkışlar hâlâ sürerken, Diana yanaşıp onları sarıldı. “Böyle bir aileye doğmak… onun en büyük şansı olacak,” dedi. Simge, Gülizar’ın elini tutarak Marlon’a yaklaştı. Elinde tuttuğu peluş ayıyı Ahrazar’a uzattı. “Bu... Ciro için. Ben ona daha sonra başka da getiririm.”
Ahrazar gülümsedi. İlk kez, Simge’nin gözlerinde aileye ait olmanın ışıltısını gördü. Yalnızca evlat edinilmiş bir çocuk değil, artık “kızımız” olacak bir bakıştı bu. Simge’ye sarıldı. Milan da hemşirenin kolunda, güçlükle ayağa kalktı. “Ben… ben de kucağıma almak istiyorum onu. Doğduğunda,” dedi zayıf ama kararlı bir sesle. Marlon hemen yanına çömeldi. “Sen onun ilk teyzesi, ilk sırdaşı, ilk kahramanı olacaksın. Ciro seninle büyüyecek Milan. Söz veriyorum.”
Milan, gözlerinden yaşlar süzülürken başını salladı. Sanki birkaç damla gözyaşı toprağa değil, gökyüzüne karışmıştı o an. Bahçede gün batımına doğru renkler kızıl ve turuncuya dönerken, Marlon Ahrazar’ın elini tuttu. İkisinin de gözleri uzaklarda, hâlâ uçaktan kalan duman izinde takılıydı.Bir bebekten fazlasıydı Ciro...Bir umut, bir başlangıç, bir yeniden doğuştu.
Gece nihayet sessizliğe bürünmüştü. Bahçede ışıklar hâlâ loş bir şekilde yanıyor, fenerlerin içinden sızan sıcak sarı ışık çimenlere huzurla serpiliyordu. Parti dağılmış, herkes odalarına çekilmişti. Sadece cırcır böceklerinin sesi kalmıştı geriye ve uzaktan gelen hafif bir müzik ezgisi... Belki rüzgâr taşıyordu birinin odasından. Ahrazar, verandadaki büyük salıncakta oturuyordu. Üzerine ince bir şal almıştı. Karnını okşayarak uzaklara bakıyordu. Hâlâ gökyüzünde “CIRO AYAZ ALVARO” isminin silinmemiş izleri vardı.
Arkasından sessiz adımlarla yaklaşan Marlon, elinde iki fincan bitki çayıyla geldi. Salıncağın bir yanına oturdu, fincanlardan birini Ahrazar’a uzattı. “Lavantalı. Seni rahatlatır.” Ahrazar minnettarlıkla başını salladı. Birkaç yudum aldı, sonra Marlon’un omzuna yaslandı. “Bugün her şey fazlaydı… ama güzel fazla,” dedi.
Marlon gözlerini onun saçlarının arasına gömdü, kokusunu içine çekti. “Sanki bütün hayatım bu ana hazırlanmış gibiydi. Ne yaşadıysam... buraya çıkmak içindi.” Bir süre konuşmadan oturdular. Sessizlik ikisine de iyi gelmişti. Sonunda Ahrazar başını kaldırdı, gözleri Marlon’un gözlerine saplandı.
“Sence... iyi bir baba olacak mısın?” diye sordu, çok hafif bir tedirginlikle.
Marlon'un yüzü ciddileşti. Fincanını yere bıraktı, Ahrazar’ın ellerini tuttu. “Ben her zaman kusurlu oldum. Hatalar yaptım. Kırıldım, kırdım. Ama bir konuda eminim… Ciro için her şeyi yaparım. Gerekirse canımı veririm. Ve ona bakarken, her sabah onun nefesini dinlerken, senin gözlerinle göreceğim onu. Çünkü senin içinden geliyor.”
Ahrazar’ın gözleri doldu. Marlon’un sesi çatallanmıştı. Adam içini dökmüyordu sadece, adeta yemin ediyordu. “Ben babam gibi olmayacağım,” dedi sonra, fısıltı gibi. “Onu terk etmeyeceğim. Yanında büyüyeceğim. İlk adımını kaçırmayacağım. İlk kelimesini... ilk ağlayışını. Ciro beni gökyüzünde değil, gözlerinin önünde bilecek.”
Ahrazar ellerini Marlon’un boynuna doladı, başını onun göğsüne yasladı. “Ben de hep yanındayım. Her anında.”Marlon, Ahrazar’ın saçlarını okşarken, yüzüne minik bir öpücük kondurdu. Salıncak hafifçe sallanırken, gökyüzünde bir yıldız kaydı. O anda ikisi de aynı dileği düşündü. Ciro. Ve onunla birlikte büyüyecek yepyeni bir hayat...
Diana, Milan’ın odasından çıktığında gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Kızının minik koluna takılı seruma bakmak bile içini parçalarken, bu gece yaşanan sevinç bir yerden sonra artık taşıyamayacağı kadar büyüktü. İçinde kıvranan o sarsak duygular; korku, umut, şükran ve derin bir anne acısı... hepsi birden gelip boğazına düğümlenmişti. Koridorda adımlarını hızlandırdı, derin nefesler almaya çalışsa da gözlerinden yaşlar süzülmeye devam etti. Bahçe kapısından dışarı çıktı, gece serinliği yüzüne çarptı. Gözyaşlarını sildi, ama titreyen elleriyle baş edemiyordu.
Birden, arkasında bir gölge belirdi. “Diana?” diye fısıldadı tanıdık bir ses. Maran’dı bu. Karısı gibi sessizce bahçeye inmiş, Diana’nın arkasından yürümüş ve onu yalnız bırakmak istememişti. Diana dönüp Maran’a baktığında, o zamana kadar içinde bastırdığı her duygu yüzüne bir bir vurdu. Çözüldü. Tam anlamıyla, içten ve derinden çözüldü.
“İyileşecek...” dedi, sesi titrek ama bir umutla parlayan gözlerle. “Ciro... bizim küçük mucizemiz olacak.”
Maran bir adım attı, sonra bir adım daha. Diana’nın yanına geldi, gözlerinin içine baktı. Kadının bu kadar savunmasız, bu kadar gerçek oluşu, onu içten içe yaraladığı kadar etkiledi de. “Sen bu zamana kadar hep direndin, hep ayakta kaldın Diana. Milan seninle bu kadar güçlüydü.” Elini Diana’nın omzuna koydu, sonra duraksadı… ve onu yavaşça kendine çekti. Diana ilk başta bir an afalladı ama sonra başını Maran’ın göğsüne yasladı.
Sanki yıllardır içlerinde tuttukları bütün sessizlik, bu sarılmanın içinde çatırdamaya başladı. Maran kollarını sıkıca sardı etrafına. Diana’nın titreyen vücudu, artık biraz olsun durulmuştu. “Ben... seni hep uzak sandım,” dedi Diana sessizce. “Ama bu akşam... Milan’ın gözlerine bakarken... yanında senin olduğunu hissettim.”
Maran’ın sesi çatladı. “Ben hep buradaydım. Ama senin duvarlarının dışında bekliyordum. Şimdi... içeri girme zamanıysa, izin ver. Çünkü ben de bu mucizenin parçası olmak istiyorum. Hem baba olarak… hem koca olarak.”Diana, başını kaldırdı. Göz göze geldiler. İçlerinde biriken onca yılın yarası, sitemi ve sessizliği bu bakışmada çözülür gibiydi. Gülümsedi. “İzin veriyorum.”
Maran eğildi, Diana’nın alnına bir öpücük kondurdu. Uzun, sakin ve sahip çıkan bir dokunuştu bu. Gecenin içinde iki kırık ruh birbirini nihayet bulmuş gibiydi. O sırada uzaktan Milan’ın odasından bir ses yükseldi. Zayıf ama neşeli bir kahkaha. İkisi de aynı anda o yöne döndü, sonra birbirlerine baktılar. Bu sefer gözlerinde sadece umut vardı.Ve belki... biraz da aşk.
Simge nihayet uyumuştu. Küçük burnundan çıkan düzenli nefes sesleri, odadaki en güzel melodiydi. Üzerine sevdiği pamuklu battaniye örtülmüş, sarıldığı oyuncak ayı sıkıca kucağındaydı. Ay ışığı pencere perdesinden içeri süzülüyor, odanın duvarına silik bir huzur serpiyordu. Özkan, yatağın kenarına diz çökmüş, Simge’nin saçlarını nazikçe okşuyordu. Gülizar da başucunda oturuyordu, elleri kucağında birleşmiş, gözleri dolu dolu.
“Baksana şu güzelliğe...” diye fısıldadı Özkan, sesi boğazında bir düğüm gibi. “Sanki bizi yıllardır bekliyormuş gibi uyuyor.” Gülizar başını eğdi, gülümsedi. “İlk günkü korkusu azaldı. Artık bana ‘anne’ demese de sarılırken öyle hissediyorum.”
Özkan bir süre Simge’ye baktı. Küçük kızın kaşlarının arasındaki o silik ifade, yıllardır alıştığı tetikte olma hali, yavaş yavaş yerini huzura bırakıyordu. “Biliyor musun,” dedi Özkan yavaşça, “ben baba olma fikrini hep biraz korkutucu bulmuştum. Sorumluluğu, ağırlığı, geçmişin yükü... Ama şimdi ona bakarken sadece... ait olduğumu hissediyorum.”
Gülizar gözlerini silmeden önce kocasının elini tuttu. “Ben de. Ona ilk kitap okuduğumuz gece... bana sarılıp ‘gitme’ dediğinde anladım. Simge... bizimle güven buldu Özkan. Bizimle büyüyecek. Artık yalnız değil.” Simge uykusunda küçük bir ses çıkardı. Belki bir rüya gördü, belki sadece iç geçirdi. Gülizar hemen eğildi, alnına minicik bir öpücük kondurdu. “İyi uykular meleğim,” diye fısıldadı.
Özkan başını yana çevirdi, Gülizar’a baktı. “Biz... gerçekten bir aile oluyoruz, değil mi?”
Gülizar dudaklarını ısırarak başını salladı. “Olduk bile.”
Sessizce ayağa kalktılar. Özkan, Gülizar’ın beline sarıldı, birlikte odadan çıktılar. Kapıyı aralık bırakmışlardı, içeri hâlâ ay ışığı doluyordu. Koridorda yürürken Gülizar mırıldandı, “Yarın sabah kahvaltıda onun en sevdiği pankeklerden yapalım mı?”
Özkan gülümsedi. “Üzerine yüz numara kalp çizeceğim. Artık bizim küçük prensesimize layık olmalıyız.”
O gece Özkan ve Gülizar, yüreklerinde sıcacık bir sevgiyle, evlat olmanın ne demek olduğunu bilen iki insan olarak… artık bir çocuğa evlatlık vermeye değil, bir çocuğun kalbinde kök salmaya hazırdılar.
Ve o gece…
Bazı geceler vardır, bir ömrü değiştirir. Bir kahkaha, bir gözyaşı, bir dokunuş… kalpte yeni bir başlangıcın izini bırakır. Ve işte o gece, her şeyin üzerine "Ay Işığı" doğdu.
Ahrazar ve Marlon... Bir bebekle çoğalan aşkın, yeni bir soyadında büyüyen mucizenin coşkusunu yaşadılar. Ciro Ayaz Alvaro… sadece bir isim değildi; Bir sevdanın gökyüzüne yazılmış manifestosuydu. Ve Marlon, yıldızların altına haykırdı: “Ben baba oluyorum!” Ay Işığı altında attığı her adım, kalbinin zafer marşıydı.
Diana ve Maran… Sustuğu duyguların, bir kız çocuğunun umuduyla yeşerdiğini gördüler. Serumun sessiz damlaları arasında bir mucizeydi bu. Ve ilk kez, birbirlerine içten sarıldıklarında,Karanlık değil, Ay Işığı doldu aralarına. Mutluluk, gözyaşıyla karışırken… Kalpler ilk kez aynı ritmi çaldı.
Özkan ve Gülizar... Küçük bir el, tüm geçmişlerini tuttu. Simge’nin uykusunda yatan güven, onların hayatına anlam oldu. Anne ve baba olmak, bir soyadı değil… Ay Işığı’nda edilen sessiz bir yemindi. Onlar artık, bir çocuğun geleceğiydi. Ve o gece, evlat olmayı bilen iki yürek, Evlat sahibi oldu.
O evde üç oda ışıl ışıldı. Her köşede bir tebessüm, her duvarda bir umut yankılanıyordu. Aşk, şefkat ve aile… Bu üç kelime artık bir kitapta birleşmişti: Ay Işığı’nda. Çünkü bazen sadece bir gece yeterdi, Bir hayatı sonsuza kadar güzelleştirmeye. Ve bazen… bir kitap tüm duyguları içine sığdırabilirdi. Adı da belliydi zaten: "Ay Işığı."
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |