
Akıl yitebilen bir şey miydi?
Meğer öyleymiş...
Adamın biri gelip Harvey'e zamanın geldiğini söylediğinden bu yana geçen on küsür dakikalık sürede parça parça aklımı yitirmeye başladığımı hissediyordum.
Harvey kalkıp gitmişti, yalnız kalmıştık. Geri gelmemelerini diliyordum ama geleceklerini biliyor olmak, şimdiye kadar hissettiğim korkuların çok daha ötesinde bir korkuyla dolduruyordu içimi.
Geçen her dakika bizi ölüme biraz daha yaklaştırıyordu...
"Sikeyim..." diye homurdandı Efehan. "Nasıl bağlamışlar bu düğümleri böyle? Çözmeyi bırak biraz bile gevşemiyorlar... Cebimde duran çakmağa ya da onlardan çaldığım mermilere de yetişemiyorum. En azından onunla ipleri yakabilirim diye düşünüyordum..."
"Bitti artık her şey..." diye fısıldadı diğer tarafımdan Hayal... Ağlamaklı sesi ve derin iç çekişiyle çaresizliğin dibini sıyırıyordu artık... Hepimiz aynı konumdaydık...
"Bitemez... Böyle bitmemeli!" Yücel'in asabi sesi geldiği sırada bulunduğumuz yerin dışından da sesler gelmeye başladı.
Daha fazla büyüyemeyeceğini düşündüğüm o korku daha da büyüdü... Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki, göğsümü döverken canım acıyordu artık.
"Sen?" diye sordu Yücel. Türkçe'den İngilizce'ye geçtiğine göre sorusunun muhatabı muhtemelen Luca'ydı. "Arkadaşının ölümünü izlettiklerini söyledin. Onu, Tanrı ağacı mı her ne haltsa onunla yıkadıklarını gördüğünü söyledin. O an seni nasıl öldürmediler? Nasıl yeniden o hücreye dönebildin?"
"Bilmiyorum..." diye mırıldandı umutsuz bir sesle. Buraya getirildiğimizden beri belki de ilk kez konuşuyordu. Daha önce konuştuysa bile ben hatırlamıyordum. "Belki sessiz olduğum için zararsız gördüler ve yeniden o hücreye götürdüler beni. Belki o an ihtiyaçları yoktu. Bilmiyorum..." Derin bir nefes aldı, sanki havayı son kez içine çekiyormuş gibi... "Bildiğim tek şey, yakalandığımız o hâlden sonra bu noktada artık geri dönüşümüzün olmadığı... Ölüyoruz."
Ölüyoruz...
Zihnimin zeminine mıh gibi çakıldı bu tek kelime...
Adım adım ölüme yaklaşıyorduk değil mi?
Korkunç bir ölüme...
Keşke zamanı geriye almak mümkün olsaydı. Bu bölgeyi hiç görmediğim, Luca'nın o sahte ölüm haberine hiç denk gelmediğin o ana geri dönmek isterdim. Sıcacık yatağıma girmek ve güven içinde uyumak...
Ama hayat böyleydi işte. En kötü sürprizlerle kendini bize zehir etmek gibi bir huyu vardı. Bu da öyle bir sürprizdi, tek farkı bu sürprizin geri dönüşünün olmamasıydı. Bunun bedeli bizim canlarımız olacaktı.
"Sikerler..." diye homurdandı Yücel oturduğu yerde daha fazal kıpırdanarak. Amacının ipleri biraz olsun gevşetmek olduğunu anlayabiliyordum elbette ama bu mümkün değildi. Değişik bir düğüm stili kullanmalarının yanında bizi ayrıca yere de bağlamışlardı. Ellerimizi ayaklarımızı kullanamak bir kenara, olduğumuz yerden üç santim ileri bile gidemiyorduk. Tamamen kapana kısılı bir haldeydik...
Başımdaki ağrı şiddetini koruyordu. Patlayan dudağım da acıyordu ama sanırım bunlar dert etmem gereken son şeyler bile değildi.
Ölüyorduk...
Hayal'in bir kez daha burnunu çektiğini gördüm. Bakışlarımı ona çevirdiğimde, gittikçe aydınlanmaya başlayan ortam sayesinde yüzünü net bir şekilde görmüştüm. Ağlamaktan şişmiş gözlerini, kıpkırmızı olmuş burnunu, gittikçe solan yüzünü... Sabaha kadar hiç durmadan ağlamış gibi görünüyordu. Sessiz kaldığını sandığım o anlarda bile...
Keşke ona söyleyecek bir şeylerim olsaydı. Keşke onu rahatlatacak sözlerim...
Duymak istediğinin bu olmadığını sen de biliyorsun... İçimden yükselen bir ses zihnimin duvarlarına çarptı. Senin yüzünden bu haldeyken, duymak isteyeceği son şeyin senin teselli cümlelerin olduğundan eminim.
Haklılığı karşısında başım önüme dönerken gözlerim yere inmişti.
Benim yüzümden bu hâldeydik. Kahretsin, onları buraya sürükleyen bendim ve şimdi çaresizce burada oturmaktan başka hiçbir şey yapamıyordum...
Kapıda bir hareketlilik fark ettiğimde bile başımı kaldıramadım. Cesaretim yoktu bakmaya...
"Nolursa olsun..." diye fısıldayan sesini duydum Luca'nın. "Sakın bağırıp sinirlerine dokunacak bir şeyler söylemeyin. Bu yalnızca ölümümüzü öne çeker." Kısa bir duraksama... Kapıdan birilerinin girmeye devam ettiğini duyabiliyordum ama ne onlara ne de Luca'ya bakmıyordum. Hele duvarın diğer köşesindeki kaderlerine boyun eğmiş bir şekilde sessizce ağlayan üçlüye asla bakmıyordum. Bir kez olsun dönüp bakmamıştım da. Birazdan gözlerimin önünde en vahşi şekilde katledileceklerdi, yüzleri hafızama kazınsın istemiyordum... Kazınsa bu bir şeyi değiştirirmiş gibi... Onlardan bir gün sonra bizim de başımıza aynı şeyler gelmeyecekmiş gibi... "Nefes aldığımız her an, kurtuluş için bir umudumuz olabilir, bu yüzden bunu sakın yapmayın..."
Hâlâ mı?
Umudunun tamamen tükendiğini sanıyordum oysaki... Biraz önceki sözleri umudunun tamamının tükendiğine işaret değil miydi? Ölüyoruz diyen kendisi değil miydi?
Hâlâ nasıl umut bulabiliyordu?
Ben, önüm tamamen karanlıkta kalmış gibi hissediyordum.
Hâli hazırda zaten zonklayan başım, öne eğik durduğu için daha da zonklamaya başlamıştı. Duvara çarpan tarafta keskin bir acı vardı. Ayrıca saçlarımdan kıyafetlerime kadar ıslak olduğumdan üşüyordum da... Halsizlik bir kenara dursun... Hastalık en kötü günde yapışıyordu yakama... Geldiğini hissedebiliyordum.
Kaldıramıyordum. Ne bu lanet toplumun iğrençliğini, ne hemen birkaç metre ötemizde duran insanların birazdan kurban edilecek olmasını, ne bu gelenek dedikleri zırvalıkların nasıl başladığını, ne de Harvey'in biraz önce anlattıklarını...
Başıma saplanan o ağrı yüzünden başımı bir anlığına kaldırma gafletinde bulundum. İçeriye dolan insanların halini gördüğümdeyse öyle bir şaşkınlığını içine düşmüştüm ki gözlerimi çekmek istesem de çekemedim.
Sanki bir ayine hazırlanır gibiydiler...
Giydikleri beyaz cübbelerin içinde gece ateşin yandığı sunağın diğer tarafına nizami bir sırayla diziliyorlardı.
Çocuklar bile vardı...
Bu iğrençliğe çocukları bile bulaştırıyorlardı...
Allah'ım...
Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir noktadaydım. Lâl olan dilim miydi yoksa hislerim mi bilmiyorum... Hareketlerim taş kesilmişken ne konuşabiliyordum ne de hareket edip başımı çevirebiliyordum.
Üç yaşında...
Beş yaşında...
Yedi yaşında...
Allah'ım bunlar sadece çocuktu...
Nelerin döndüğünü bile kavrayamayacak kadar çocuk...
Nasıl bir canavarlığa şahit olduklarını bile bilmeyecek kadar...
Yüzlerindeki masum ifadelere baktım tek tek... Doğduğun ev kaderindir derlerdi. Şu an bu söylemin ne kadar doğru olduğunu kavradığım andı. Hiçbir şeyden haberi olmayan bu çocuklara göre burada dönen şeyler zararsız gibi görünüyordu ama... İçine doğdukları bu toplum yüzünden büyüdüklerinde onlar da bunun bir parçası olacaktı. Tıpkı birer domino taşı gibi... Delinin biri devrilmiş ve başka bir deliye çarpmış bu böyle yıllarca sürüp gitmişti. Ve biz şimdi bu haldeydik...
Halsizliğime, başımdaki ağrıya, suratımdaki acıya bir de yeniden bulanan midem eklendi.
Dudaklarımı aralayıp konuşmak istedim. Onlara anlatmak... Zihnimin içindeki çöplüğü onların önüne dökmek... Belki kötü kokudan rahatsız olur ve uyanırlar diye...
Ama tek bir harf bile çıkmadı ağzımdan...
Tüm kelimelerim çekilip alınmıştı sanki benden, bir ahraz kadar çaresizdim dilimden dökülecek seslere karşı.
Herkesin beyaz cübbelerinin aksine Tamian kıpkırmızı bir cübbe ile girdi alana. Kan kırmızı cübbe... Ne kadar da manidardı...
Onun hemen ardından ise bir düzine siyah cübbeli adamlar girmişti. Hepsinin elinde koskocaman demir kâseler vardı, kucaklarına zorlukla sığan...
Siyah cübbeli olanlar ellerindeki kâseleri sunağın kenarına sırayla dizdiler. Gözlerimi çekmek istiyordum, olanların tek bir anına bile şahit olmamak... Ama çekemiyordum.
Gözlüğüm...
Başımı omzuma doğru eğdiğimde şakağımdan kulağımın arkasına doğru ilerleyen sapını hissettim. Bayıldığım anda bile gözümdeydi o yüzden varlığına alıştığım için bir an hissedememiştim. O kadar zamandır açıktı, şarjı bitmiş olmalıydı.
Çıkarmayı istesem de bunu yapamadım. Hem hareket edip dikkat çekmek istemediğimden hem de yeniden cebime koyabileceğime dair güvenimin olmadığından. Bir ara, ölmeden önce bir ara, onu çıkarmalı ve içindeki hafıza kartını alıp cebime saklamalıydım..
Umut gerçekten hiç bitmiyordu...
Sunağa üç tane kız çıktı... Çok genç görünüyorlardı; on altı, bilemedin on yedi yaşlarında...
Kalabalıktan usulca bir ses yükselmeye başladı. Sözleri olmayan bir şarkıyı mırıldanıyorlardı sanki. Hep bir ağızdan aynı senkronize bir şekilde dökülen bu sesler bir ayin müziğini andırıyordu.
Bir bakıma bu da bir ayindi...
Tüylerim ürperdi. Tam o an ölümün soğuk nefesini tam ensemde hissettim sanki. Gerçek hep önümüzde uzanıyordu ama şu an şahit olduğum şeyler ilk kez o gerçeği tüm çıplaklığıyla önüme seriyordu.
Sunaktaki kızlar şarkının ritmine uygun hareketlerle salınmaya başladılar. Müzik nasıl senkronizeyse onlar da öyle senkronizeydi.
"Bu çok korkunç..." diye fısıldadığını duydum yandan Hayal'in ama dönüp yüzüne bakmadım. Gözlerini çekemeyen tek kişi olmadığımı bilmek güzeldi.
Ona asıl korkunç olanın birazdan başlayacağını söylemek istesem de sustum. Bunu zaten biliyordu, bir de sesli dile getirmeye hiç gerek yoktu.
Müzik hızlandıkça kızlar da hızlandı. Bazen kendi etraflarında dönüyor, bazen birbirlerinin etraflarında dönerek ritmik hareketlerle dans ediyorlardı. Hareketleri baleye benzetebilirdim.
Onlar hareket ettikçe sallanan cübbelerinin etekleri yüzünden sunaktaki dün geceden kalma küller havalanıyordu.
"Tanrı bize merhamet etsin..." diye bir ses yükseldi. Sesin sahibine baktığımda, Tamian'ı gördüm. İnanmadığı tanrısından merhamet mi dileniyordu yani? Çok iyi yüzlüydü...
Nefret çok garip bir duyguydu. Düne kadar birinden bu kadar çok nefret etmenin mümkün olabileceğini söyleseler onlara güler geçerdim ama şu an bunu bizzat yaşıyordum. Öyle bir nefretti ki bu kelimelerim kifayetsiz kalıyordu yanında.
Tamian'ın sözlerinden sonra kızlar oldukları yerde durdular, söylenen şarkının ritmi de onlarla eş zamanlı olarak durmuştu. Ellerini birleştirip çenelerinin uç kısmına yerleştirdiklerinde, alanı dolduran sesteki dalgalanmayla birlikte onlar da öne doğru eğildiler. O an fark ettim ki bu onların amin deme şekliydi.
"Sizin inançlarınızın ta amına koyayım ben." diye homurdandı Yücel. Sesi öfkeyle dehşete düşmüşlüğün arasında bir yerdeydi. Sanırım bu hislerimizin en güzel tercümanıydı...
Tamian sustu, müzik yükseldi, kızları yeniden hareket kazandı.
Sonra Tamian "Tanrı bizi korusun..." dedi. Kızlar durdu, müzik alçaldı, ellerini çenelerinin ucunda birleştirdiler ve dalgalanan sesle birlikte öne doğru eğildiler. Ardından yeniden hareket etmeye başladılar.
"Tanrı'nın ışığı daima üzerinizde olsun..."
Duran kızlar, alçalan müzik, eller çene ucunda birleşir ve dalgalanan sesle birlikte öne doğru eğilirler...
Yeniden hareket edeceklerini düşünürken usulca doğrulup oldukları yerde sabit kaldılar. Kalabalık sustu. Şimdi geride yalnızca bir kadının sesi kalmıştı. Yumuşak sesiyle o anlamadığımız dilde bir şarkı söylüyordu, daha doğrusu ağıt yakıyor gibi duruyordu.
Sunaktaki kızların elleri havalandı ve önce başlarına geçirdikleri cübbelerin başlıklarını çıkardılar. Gerçekten burada olan her şeye gönüllüler miydi? Öyle güzel görünüyorlardı ki, öyle saf ve temiz... Bu gerçekle yüzleşemiyordum. Birer meleği andırırlarken şeytana bu denli hizmet etmeleri ile yüzleşemiyordum.
Kahretsin, üçünün de gözlerinde yalnızca ve yalnızca heyecan vardı... Yüzleşmek işten bile değildi...
Çıkardıkları başlıkların ardından elleri aynı anda bellerine indi ve cübbelerinin bellerindeki, cübbe ile aynı renkte olan kuşakları çözdüler.
Kuşaklar çözülür çözülmez çırılçıplak bedenleri ortaya serilmişti.
Artık bedenlerinin yalnızca bir kısmını kapatan cübbeleri de onlar çıkarıp bir kenara attıklarında "Ne bu şimdi?" diye homurdandı Yücel bir kez daha. "Ölmeden önce insanlara yıldızları gösterme merasimi mi?"
Üçümüzün de başı aynı anda ona dönerken üçümüzün de gözlerinde aynı ifadenin olduğundan emindim.
Şokla karışık aptal mısın sen bakışı...
"Ne?" diye fısıldadı ona baktığımızı fark ettiğinde. "Öleceksem eğer, hayatın nimetlerinden son kez yararlanma şansım olsun istiyorsam ne olmuş yani?"
"Bir siktir git şuradan ya, gerzek herif!" diye homurdandı Efehan.
Bence de bir gitmeliydi şuradan. Şu noktada düşündüğü şey bu olamazdı gerçekten.
"Bunu canı gönülden isterdim kardeşim..." diyerek karşılık verdi Efehan'a Yücel. Sonra ellerini kaldırmaya çalıştı ama zemine bağlı ip yüzünden kaldıramadı, "Ama görüyorsun ya beni tutan bir takım engellerim var..."
Başımı sallayarak önüme döndüğümde, kızları sunakta çıplak bir şekilde dizlerinin üzerine çökmüş bir hâlde buldum.
"Üç adağa karşılık üç bakire..." diye mırıldandı Tamian. Şimdi o tek başına ağıt yakan kadın da susmuştu. "Sana adadığımız her adağın ruhuyla şereflendir bizi Tanrı'm."
Bunu söyler söylemez siyah cübbeli adamlar durdukları yerden harekete geçip bizden tarafa doğru gelmeye başladılar. Hedeflerinde bizim olmadığını bilmek, gözlerinin bize değmediğini görmek bile beni rahatlatmaya yetmedi. Gerilim, heride bıraktığımız her salise, ışık hızı kadar hızlı bir şekilde artıyordu. Nabzım o kadar hızlanmıştı ki başımın dönmeye başladığını hissedebiliyordum.
Adamların sesleri yeri göğü inleten cinstendi, kendi dillerinde yalvarıyorlardı ve kadın... O kadar çok ağlıyordu ki... İlk kez dönüp bakmıştım onlara ve bu zamana kadar neden bakmadığımı hatırlatmıştı bu tek bakış.
Hızla kaçırdım gözlerimi...
O tek bakış gözlerimin dolmasına yetmişti. Ne başımdaki ağrı kalmıştı şimdi, ne dudağımdaki yarık, ne de yanağımdaki zonklama...
Eğdim başımı ve bakmadım geri kalanına... Ne kadar bakmamak için çabalasam da gözlerimin kıyısına yansıyan görüntüler yetiyordu kalbimi sıkıştırmaya... Sımsıkı yumdum gözlerimi de. Keşke... Keşke kulaklarımı da tıkayabilseydim. Ne adamların seslerini duysaydım ne de kadının yakarışları zihnime kazınsaydı.
Başına neyin geleceğini görmek istemiyor musun? diye fısıldadı iç sesim. Yarın aynılarını sen de yaşayacaksın...
Titredim bu ses karşısında. Ölmek istemiyordum... Ölmek istemiyordum ama nasıl kurtulacağımı da bilmiyordum. Nasıl bir yol bulabilirdik? Bizi buradan ne kurtarabilirdi? Böyle bitmemeliydi. Kahretsin, kimse böyle bir sonu hak etmezdi.
Aç hadi gözlerini diye beni dürtmeye devam etti o ses. Aç ve bak... Bilmek bilmemekten daha iyidir, gör sana neler yapacaklarını, izle...
Senin yüzünden arkadaşlarının neler yaşayacağını gör!
Başımı şiddetle iki hana salladım. Kapalı gözlerime rağmen akan gözyaşlarım, çizdikleri ince çizgilerle dudağımın kıyılarına doluyordu, gözyaşlarımın tuzlu tadını alabiliyordu.
Senin hırslarının ve inadının cezasını arkadaşların çekecekken bu kadarını onlara borçlu değil misin Lizge?
Hak ettiğin bu değil mi Lizge?
Ağlayarak başımı iki yana sallarken gözlerim kendi kendine açıldı. Zihnimin kurnaz sesine teslim olmuşlardı.
Gördüm, izledim...
Sunağın hemen önünde diz çöken üç kişiye baktım. Yüzleri kazındı usulca zihnime. Kadının sarı, uzun saçları darmadağındı. Üzerindeki montun kollarından biri yarısına kadar sökülmüşken gözyaşı ile parlayan mavi gözlerini buradan bile seçebiliyordum. Kemerli bir burnu ve ince dudakları vardı. Sol yanağının üzerinde küçük bir beni ve çenesinde, ağlaması yüzünden daha da dedinleşen bir gamzesi...
Adamlardan birinin koyu renk saçları vardı. Zayıf bedenine oranla daha tombul duran yüzü onu genç gösterse de şakaklarına düşen aklar yaşını belli ediyordu. Açık kahverengi gözleri korku ve dehşet içindeydi. sakalları birkaç günlük kesilmemenin sonucunda hafifçe uzamıştı. Onun üzerinde mont bile yoktu, sadece yün bir kazak giyiyordu.
Diğer adamın ise kızıl saçları vardı, kıvırcık tutamları uzundu. Çilli yüzü ve kızıla çalan gözleriyle farklı görünüyordu. Asimetrik duran yüzü bu farklılığı destekliyordu.
Kahretsin, onların birazdan son nefeslerini verecek olmaları ve benim bunu izliyor olmam beni dehşetin koynuna biraz daha itti.
Kızlar hâlâ sunakta oturuyorlardı.
Kurbanlar onların denginde yere diz çöktürülmüştü ve hemen arkalarında, her birinin başında bekleyen birer celladı duruyordu.
Bir ölüm sessizliği sardı alanı...
Nefes bile alamadım o anda...
Yanda duran siyah cübbeliler kadına ve adamlara doğru ilerlediler. Ne kadar direnseler de onlardan daha güçlü değildi kurbanlar; hoyratça hareketlerle kıyafetleri sökülüp alındı onlardan ve tıpkı sunaktaki kızlar gibi onlar da çıplak kaldılar.
Siyah cübbelerden biri, sunakta duran büyük kâselerden birini kucaklayıp kurbanların önünde durduğunda Tamian da onun yanına geldi. İnanmadığı bir şeyi gerçekleştirirken ne hissediyordu? O insanların gözlerindeki korkuya bakarken ne hissediyordu? O insanların yalvaran seslerini duyduğunda ne hissediyordu?
Hiçbir şey...
Bütün bunları zevki için yapıyordu... O kadar kötü kalpli ve vicdansızdı ki... O kadar insan değildi ki...
Bu insanlığını belki de hiç bulamayan adam karşısında tüylerim ürperdi bilmem kaçıncı kez...
Bir insan bu kadar kötü olmamalıydı...
Bir insan bu kadar şeyranlaşmamalıydı...
Kâsedeki suyu yavaş yavaş daha küçük bir kapla baştaki adamın üzerine dökmeye başladı...
Bunun ne olduğunu biliyordum. Bu Luca'nın bahsettiği, içinde Tanrı ağacı bitkisinin kaynatıldığı suydu...
Gözlerim kısa bir an Luca'ya kaydı istemsizce. Titreyen çenesiyle gözlerini bile kırpmadan karşısındaki manzarayı izliyordu. Daha önce şahit olduğu bu manzaraya bugün bir kez daha şahit oluyordu.
İlki kadar canı yanmıyordu muhtemelen.
İlki kadar etkilenmiyordu.
Tüm bunlara ilk şahit olduğunda, kurbanların olduğu yerde duran bir yabancı değil onun en yakın arkadaşıydı.
O en yakın arkadaşının ölümünü aynen bu şekilde izlemek zorunda bırakılmıştı, şimdi neden bu manzaraya karşı zorlanacaktı ki?
Gözlerimi ondan çektim.
İlk kâsedeki su bitmiş olacak ki ikinci bir kâse gelmişti. Islanan adamın vücudunda tek bir kuru nokta bile kalmamıştı. Saçlarından akan sular zemini ıslatıyordu.
Ortada duran kadına geçti sıra... Kaçmaya çalıştı kadın. Bağlı ellerine rağmen çıplak göğüslerini örtmeye çalışıyordu, omuzları şiddetle sarsılırken ağlaya ağlaya yalvarıyordu. Kaçamıyordu...
Arkasındaki adam onu sımsıkı tutarken, etrafı siyah cübbeli adamlarla çevriliyken kaçacak hiçbir yeri yoktu.
Kâselerden biri boşaldı diğeri getirildi...
On iki kâsenin on ikisi de bittiğinde, üç kişi de baştan sona sırılsıklam olmuş,vücutlarını saran kir izlerinden tamamen arınmışlardı.
Arınmamış olmayı dileyeceklerinden emindim...
Tamian işi bittiğinde geriye doğru birkaç adım attı ve ellerini havaya doğru kaldırıp başını, sunağın tepesindeki boşluktan gökyüzüne doğru çevirdi.
"Sana kurban ettiğimiz bu adakların şerefine bizleri güçlü kıl!"
Ve bunu der demez, arkada duran cellatlar aynı anda kurbanların boğazlarına derin birer kesik attılar...
Kesilen yaralardan anında kanlar fışkırmaya başlarken dudaklarımdan kaçan çığlığa da engel olamamıştım. Tek çığlık atan bende değildim. Hayal de benimle birlikte çığlık atmıştı...
Kulaklarım derin uğultularla çınlamaya başladığında bu uğultunun biraz önce yediğim tokattan çok daha beter olduğunu hissettim. Ya da hissedemedim...
Ruhum bedenime sığamadı sanki o an...
Ruhum bedenimi terk edip beni ölümün derin sularına gömdü acımadan...
Donup kaldım o andan sonra... Hiçbir uvzumu, hareket ettirmeyi geç hissedemiyordum bile.
Felç kalmış gibiydim...
Her şey gözlerimin önünde yaşandı. Ben yüzlerini bile aklıma kazımayı istemezken, hissettiğim bu şokla geçirdiğim bu kısmi felç yüzünden çok daha korkunç bir manzara kazındı zihnime...
Bembeyaz mermer kıpkırmızı kanla boyandı...
Yukarıdan aşağı, kalın halatlara bağlanmış halkar indi. O an fark ettim tavandaki makarayı.
Birkaç saniye önce yaşama isteklerini gözlerinde gördüğüm, şimdiyse birer ölüden ibaret olan cesetlerin ayak bilekleri iplerle bağlandı ve kurbanlık koyun gibi baş aşağı asılarak havaya kaldırıldı.
Bakmamalıydım...
Cesetler havada sallanırken yere damlayan kanların şıp şıp şıp seslerini zihnime kazımamalıydım.
Her damlada yere biriken kan gölünü...
Ciğerlerim sıkışıp sızlayarak canımı yakana kadar nefes almayı unuttuğumun bile farkında değildim.
Çaresiz bir ihtiyaç ile doldu o soluk ciğerlerime...
Sanki o kanın tadını aldım havadan...
Midem kaynadı, tutamadım kendimi ve öğürerek yan tarafa doğru eğilip midemde olan her şeyi kustum...
Gözyaşlarımın yakıcı ıslaklığı yanaklarımı yakıyordu. Omuzlarım sarsılıyordu ama zihnim hislerimden daha öndeydi, hislerim ve reflekslerim geriden geliyordu.
Dönüp bakamadım daha fazlasına...
Yükselen alkış sesleri iğrençliğin boyutunu daha da artırırken sımsıkı kapattım gözlerimi bir kez daha, bu kez açılmamak üzere. Beni yoklayan iç sesimi bile kapı dışarı edip öyle kapattım kendimi ana...
Ne kadar sürdü bilmiyorum...
Bıçak darbelerinin etleri keserken çıkardığı sesleri bile duyabileceğim kadar sessizlik oldu bazen... Bazen de coşkulu alkışlar ve çığlıklarla halk sevincini yansıttı.
Sevinç...
Bu onlar için sevinçti...
Bu düşünce beni yeniden kusmaya zorlamıştı ama bomboş olan midem yüzünden boş boş öğürmekten öteye gidememiştim.
Sadece bir an... Bir an açmıştım gözlerimi ve gördüğüm manzara o kadar korkunçtu mi...
Derileri yüzülmüş üç ceset...
Bir köşede kesik kafalar duruyordu...
Bir köşede ise kanlı insan derileri...
Bir cesedin karnı ortadan ikiye ayrılmıştı, içi boşaltılıyordu...
O gördüğüm son görüntü oldu. Kör olmalarını dileye dileye kapattım gözlerimi. Öğürdüm, öğürdüm ama hiçbir şey çıkmadı.
Öyle bir anın içindeydim ki...
Bu an insana kör olmayı diletiyordu.
Diğerleri ne hissediyordu, izliyor muydu yoksa benim gibi miydiler hiçbir fikrim yoktu. Dönüp onlara bakmaya, onlarla konuşmaya bile cesaretim yoktu.
Her şeyim bittiğini tamamen kesilen seslerden anladım. Tek bir sesin bile gelmediğini fark ettiğim o an açtım gözlerimi ve bomboş bir alanla karşılaştım...
Bomboş değildi...
Biraz önce yaşanan vahşetin izleri her yerdeydi...
İnsan kafaları oldukları yerde duruyordu...
Deriler oldukları yerde duruyordu...
İç organlar bir köşeye yığılmış duruyordu...
Sunağın önü tamamen kana bulanmıştı...
Aradaki mesafeye rağmen kanın kokusunu alabiliyordum...
Öğürmekten boğazım tahriş olmuştu, değil yutkunmak, nefes almak bile işkence gibi geliyordu.
Başımı çevirdim zorlukla yan tarafıma, arkadaşlarıma...
Allak bullak olmuş, dehşete düşmüş bir halde put gibi duruyordu herkes, bende dahil... Kimsenin konuşmaya cesareti yoktu. Kimsenin kıpırdamaya cesareti yoktu...
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum...
Zaman kavramı kafamın içinden silinip gitti...
Tüm hayatım gözlerimin önünden geçti, tüm hayallerim, tüm umutlarım...
Hepsi boştu...
Bir grup canavarın ellerinde paramparça olmuştu hepsi.
Buzlu bir camın ardından gördüm içeri yeniden giren kişileri... Buzlu bir cam değil, gözyaşlarımdı o flu görüntünün nedeni...
Kalıntıları aldılar... Kanları yıkadılar... Hiçbir şey olmamış gibi geldikleri gibi gittiler...
Vahşet hâlâ oradaydı...
Kan hâlâ oradaydı...
Gözleri açık olan kesik kafalar hâlâ oradaydı...
Onları zihnimden hiçbir güç silemezdi artık.
Sonra bir grup daha geldi... Sunağın üzerine bir şeyler yığdıklarını gördüm ama görüntüler hâlâ fluydu.
Sonra bir alev parladı o sunağın üzerinde. Tamian gelip ateşi yakmış olmalıydı.
Geçen tüm bu sürede hiçbirimiz bir yaşam belirtisi göstermemiştik. Hareket yoktu, ses yoktu...
Nefes alıyor muydum onu bile bilmiyordum...
Alıyor olmalıydım, hâlâ yaşıyorsam nefes alıyor olmalıydım ama aldığımı hissetmiyordum.
Silahın patlayışını da duydum...
Sonsuz gibi geçti zaman... Ya da geçmedi...
Dudaklarımdan akan nefesin ılıklığını hissetmek, gerçekten hissetmek, yaşadığım ilk şeydi.
Gözlerimi kırpıştırdım... Retinası kuruyan gözlerim yanıyordu...
Gözümün kıyısına bir hareket iliştiğinde harekete odaklanmaya çalıştım. Ateşin aydınlattığı alanda bir şey bize doğru geliyordu...
Bir beden...
Turuncu, sarı ışığın içinde bir silüet gibiydi. Gözlerimi kısarak iyice odaklandığımda ve gelen kişiyi gördüğümde zihnim bana oyun oynuyor sandım.
Ama o kişi telaşlı gözleriyle yüzüme bakıp "İyi misiniz?" diye sorduğunda ve elinden birini dizime koyup varlığını hissettirdiğinde gerçek olduğunu ancak kavrayabildim.
Rüya değildi... Gerçekti...
Tam karşımda duruyordu...
O Ahari'ydi.
Şoförümüz olacakken son anda vazgeçip istifa eden ve Ölüm Yoluna karşı bizi uyaran kişi...
Bölümü nasıl buldunuz?
Bir sonraki bölümde görüşünceye değin kendinize iyi bakın, sağlıcakla kalın. Seviliyorsunuz❤️✨
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |