
Sellam✨
Nasılsınız?
Bölümün adını yanlış görmediniz, bu bölümün adı üç nokta...
Oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın❤️
Keyifli okumalar diliyorum ✨❤️
Nefes aldığınız sürece umut hep vardır...
Bileklerimdeki ipler bir bıçak yardımıyla kesilirken zihnimin orta yerine mıh gibi çakılan cümleydi bu.
Tüm bu süreçte kaç kez buna tutunmaya çalıştığımı ama her seferinde o umutlarımın elimde kaldığını bilmiyordum. Ve şimdi ben uzanmadan o umut önüme sunuluyordu. Ama bu kez de ben elimi uzatmaya korkuyordum.
"Rüya mı görüyorum ben şu an?"
Hayal'ın kısık bir fısıltıdan ibaret olan sesi ölüm kadar sessiz olan gecenin içine yayıldı.
İplerden kurtulmuş bileklerimi ovalarken gözlerimi bile kırpmadan Efehan'ın bileklerindeki ipleri kesmeye geçen Ahari'ye bakıyordum. Gerçekten buradaydı.
"Sanırım beşimizin de aynı anda aynı rüyayı görmesi, bilimsel olarak imkânsız..." Yücel de fısıldayarak konuşuyordu ve fısıltısından bile ne kadar şaşkın olduğu anlaşılıyordu. "Ya da bilmiyorum... Belki de o kadar da imkânsız değildir." diye ekledi. "Sayısal derslerden hep nefret etmişimdir..."
Yorum yapamıyordum, konuşamıyordum. Sanki konuşursam uyanacaktım ve kendimi yeniden o kâbusun içinde bulacaktım. Hiç umudun kalmadığını düşündüğüm o noktada...
Şimdi bana uzanan bu dalı tutsam elimde kalır mıydı bu kez de?
Üç kişinin vahşice katledildiğini gördükten ve yarın aynı şeylerin bizim de başımıza geleceğini bildikten sonra tutmamak gibi bir şansım var mıydı o dalı?
"Onu tanıyor musunuz?" diye sordu Luca. Sesi Hayal ve Yücel'de olduğundan bir tık yüksek çıktığı için Ahari tedirgin bakışlarını ona çevirmiş ve "Sessiz ol..." diyerek uyarmıştı onu.
"O bizim tuttuğumuz ilk şofördü..." diye açıkladım Luca'ya. Tüm bedenimi saran yorgunluğum sesime de yansıyordu. Vücudum, tüm bu olanları kaldıramıyordu. Tabii ki bunun en büyük etkisi yediğim tokatla birlikte başıma aldığım darbe ve kendimden geçtiğim anda başımdan aşağı dökülen buz gibi suyun üzerimde kurumasıydı. Yine de uzanıp ayak bileğimdeki ipleri çözmeye çalıştım. "Bir kaza haberinin ardından bizimle gelmeyi reddetmiş ve istifa etmişti."
Nasıl bir bağlama stili kullandıklarını bilmiyordum ama zaten duvarı kazırken hasar alan ellerimin, ipin sıkı düğümünü zorlamam üzerine daha fazla sızladığını hissettim. Ayrıca titriyorlardı da. Ama titremelerinin nedeni üşümem mi yoksa hissettiğim korku mu kestiremiyordum.
Hayal'in bileklerine yönelen Ahari, benim hareketimi gördüğünde durup kısa bir anlığına bana baktı. "Ayaklarınız da mı bağlı?" Uzanıp el yordamıyla ayaklarımdaki ipleri hissettiğinde "Üzgünüm..." diye fısıldadı. "Karanlık yüzünden fark edememişim."
Aslında içerisi o kadar da karanlık değildi ama o, o kadar gergin görünüyordu ki karanlığı oluşturan unsurun kendi gölgesi olduğunun bile farkına sonradan varmıştı. Bedenini hafifçe kenarı çekip ateşin ışığından yardım alarak ayak bileklerimdeki ipleri de kestiğinde bir anlığına iplerin bağlı olduğu kısımların karıncalandığını hissettim. El ve ayak bileklerimdeki zedelenen deri açığa çıkmıştı, tenim kıpkırmızı çürük izleriyle damgalanmıştı.
"Bizi nasıl buldun?" diye sordum el ve ayak bileklerimi ovalarken. Dönüp Efehan'ın ayaklarındaki ipleri de kesti. "Tamamen tesadüf eseri... Şanlıydınız sanırım." diye cevap verdi bir yandan da soruma.
O; Hayal, Yücel ve Luca'nın olduğu tarafa yönelirken bakışlarım büyük alanın giriş kapısına kaydı. Oralarda bir yerlerde nöbet tutan birilerinin olma ihtimali var mıydı?
Şans... İçine düştüğümüz durumda bize karşı kullanılacak son kelime de olabilirdi, ilk kelime de olabilirdi.
Bugün ölen biz olabilirdik... Hayatımın sonuna kadar kara bir leke gibi, kanserli bir hücre gibi zihnimin bir köşesinde yaşayacak olan o üç yüzün başına gelen şey, bizim başımıza gelebilirdi. Ahari bizim için geldiğinde biz çoktan ölmüş olabilirdik...
Ve yüzlerce insan burada hapsedilmiş ve katledilmişti... Hiçbiri kurtulmayı başaramadığı bu durumdan biz kurtulmayı başarırsak, bu bizim şansımız olmazdı da ne olurdu?
"Tesadüf derken?" diye sordu Hayal, bileğindeki iplerden kurtulmuş olmanın rahatlığı ile derin bir nefes almıştı. "Nasıl bir tesadüf bu?"
Sesine sinen bir güvensizlik duygusu, tedirginlik hissi vardı.
Ahari, son olarak Luca'nın da ellerini çözdüğünde başını çevirip girişe baktı. "Sanırım bunu anlatmanın yeri burası değil. Acele etmeliyiz, ben girerken kimse yoktu ama şu an kapıda bekleyen birileri var mı bilmiyorum."
Haklıydı, buradan bir an önce defolup gitmeliydik. Yavaşça ayağa kalkmaya çalıştım, çok uzun süredir aynı pozisyonda oturduğumuz için tüm bedenimiz uyuşmuştu. Ayak tabanlarımdan bacaklarıma doğru yayılan karıncalanmayı en net haliyle hissedebiliyordum.
"İki nöbetçiyi devirmek çok da zor olmaz bence..." diye homurdandı Yücel sessiz adımlarla kapıya doğru ilerlerken. Peşinden gitmek için ilk adımı attığımda bir an gözlerim karardı ve başım döndü. Hayır, hayır... ayakta kalmalıydım, kimseye yük olmadan kendim kaçabilmeliydim buradan. Şimdi zayıf düşmenin hiç ama hiç sırası değildi.
"Lizge?" diye fısıldadı Efehan, kolumu tutan eli sayesinde ayakta kalabildim. "İyi misin?"
Ona cevap vermem birkaç saniyeyi bulduğunda eli şüpheyle alnıma dokunmuş ve hissettiği her neyse "Siktir..." diye solumuştu. "Çok ateşin var."
Hissediyordum zaten... İçerisi o kadar da soğuk değildi, yanan ateş içerdeki ısıyı koruyordu. Ama ben titriyordum.
Derin bir nefesi çektim içime, sanki aldığım solukta kanın kokusu vardı.
Gözlerimizin önüne katledilen üç canın kanı...
Gözlerimi açtım usulca, Efehan'ın telaşlı gözleri dikkatle yüzüme bakıyordu. Onun hemen yanında da Hayal vardı. Onun da benden aşağı kalır bir yanı yoktu. Ona rağmen gözlerindeki endişe benim içindi.
"İyiyim..." diye fısıldadım Efehan'ın alnımdaki elini çekerken. "Hadi gidelim buradan..." Kaybedecek tek bir saniyemiz bile yoktu.
İlk adımı attığım sırada Hayal, "Yürüyebilecek misin?" diye sordu. Başımı sallayarak onayladım onu. Sarsılmış görünse de en azından o hasta değildi. Hasta olan tek kişi bendim, diğerlerinin sağlığı yerindeydi en azından.
Kimseye yük olmamak için hissettiğim her kötü duyguyu içimde uyutmaya çalıştım. İyiydim. İyi olmak zorundaydım.
Beklemeden çıkışa doğru ilerleyen Yücel'in peşinden giderken gözlerim kısa bir anlığına, ortasında devasa bir ateşin yandığı sunağa kaydı.
Bugün olanları bir kez daha tazeledi zihnim.
Cübbe giymiş tüm o insanlar, sunakta dans eden üç kız, söyledikleri o melodik şarkı, delirmiş gibi hareketleri...
Üç insanın boğazını bir an bile düşünmeden kesmeleri, onları asmaları, derilerini yüzmeleri, içlerini tamamen boşaltmaları... Kesik kafalar, bir köşede yığılmış olan kanlı deri kalıntıları ve iç organlar...
Şahit olduklarımdan sonra nefes almaya hakkım yokmuş gibi hissetmem normaldi değil mi?
O konuda suçumun olmadığını bile bile, elimizden hiçbir şeyin gelmeyeceğini bile bile böyle hissetmem normaldi...
Hakkım var mıydı bilmiyordum ama burada ölmek istemediğimi biliyordum. Henüz ölmek istemediğimi...
Bu yüzden gözlerimi sunaktan çekip ilerlemeye devam ettim. Attığım her adımda ayaklarımın tabanına milyonlarca iğne batıyormuş gibi hissetsem de elimden geldiğince hızlanıp Yücel'e yetiştim, Şimdi altımız da bir aradaydık.
Büyük tapınağın kapısına doğru yaklaşırken adımlarımız daha temkinli bir hâl almıştı. Belki Ahari içeri girerken kapıda kimse yoktu ama çıkarken olmayacağının da bir garantisi yoktu.
Ahari kapının yanında durup usulca dışarı göz attı. Hepimiz onun arkasında duvarın dibine sinmiş bir halde ondan gelecek bir hareketi bekledik. Arkamızda kalan ateşin çıtırtıları olmasa hiçliğin ortasında mahsur kaldığımızı bile düşünebilirdim.
Beklediğimiz her saniye artan o gerilim iliklerime kadar işliyordu.
Ahari başını içeri doğru çekip bize döndü. "Dışarısı temiz görünüyor, şimdilik... Çok hızlı olmamız gerekiyor, birilerinin kontrole gelmeyeceğini bilmiyoruz. Risk alamayız. Bu köyden ne kadar çabuk çıkarsak o kadar iyi."
Başımızı sallayarak onayladık onu. Hızlı olmalıydık. Hızlı olmalıydım. Hayatımız buna bağlıydı.
Tam dışarı çıkmak için ilk adımı atacaktı ki "Bekle..." diyen Hayal yanımdan geçip Ahari'nin karşısına dikildi. "O adam, buraya getirdiği sekiz kişiden bahsediyordu. Onları burada bırakamayız."
Küçük bedeni yorgunlukla daha da küçülmüştü sanki. Yan profilinden gözlerinin ağlamaktan şiştiği daha net belli oluyordu. Hassas bünyesi ve duygusal kişiliği olayları çok iyi kaldırıyordu. Hassas olmadığımı düşündüğüm benden bile daha iyi...
Başını iki yana sallayarak cevap verdi Ahari. "Bırakmaya mecburuz." Başını çevirip yeniden dışarıyı kontrol ederken "Onların yanından buraya geldim zaten, baygınlar ve uyanmıyorlar." diye ekledi. Koyu renkli gözleri şimdi yeniden Hayal'e dönmüştü. "Onlar için şimdilik yapabileceğiniz hiçbir şey yok ne yazık ki. Katalanaya yaklaştığımızda telefon çekmeye başlayacaktır, o an polise haber vereceğiz. San Doreo ekipleri hemen müdahale edip onları kurtarır..."
Onları bu cehennemde bırakma fikri ürkütücüydü ama yeterince hızlı olursak onlara yardım edebileceğimizi bilmek bizi bir nebze de olsa rahatlatıyordu. Tabii önce kendimizi kurtarmayı başarırsak...
Hayal'in yüzü bir anlığına düştü. Vicdanı o insanları burada bırakmaya el vermiyordu ama o da farkındaydı yapabileceğimiz bir şey olmadığının. Elimizden gelen tek şey biz kurtulup polis ekiplerine haber verene kadar hayatta kalmaları için dua etmekti. Ve yine tabii kurtulabilirsek...
Yücel elini uzatıp onun yüzünün çehresinde dağılmış olan saçlarını geriye itip yüzünü açığa çıkardı. "Yokluğumuzu fark ettiklerinde bizim peşimize düşeceklerdir. O yüzden onları rahat bırakırlar..." Bu dünkü planımızın bir parçasıydı, bugün de işe yarayacağını umuyorduk.
"Eh bunun için önce bu yerden çıkmamız ve uzaklaşmamız gerekiyor ki fark edecekleri bir yokluğumuz olsun..." diye fısıldadı Efehan da. Haklıydı. Kaybettiğimiz her saniye, aleyhimize atılan bir çentikti.
Başını sallayarak cevap vermekten başka bir şey yapmadı Hayal. Ona bir şeyler söylemek istedim ama gücüm çekilmiş gibiydi, konuşmak bile çok zor geliyordu.
Dikkatli adımlarla sırayla çıktık tapınaktan. Soğuk bedenime öyle bir çarptı ki baştan sona titredim. Yere basan ayaklarım sanki çivilerle dolu bir tahtanın üzerinde yürüyormuş gibiydi ve bu his adım attıkça canımı yakıyordu. Ayrıca bacaklarım da titriyordu, bedenimi taşımak zor geliyordu sanki onlara. Yine de arkadaşlarıma hiçbir şey belli etmemek için elimden geldiğince dik durdum.
Zifiri karanlığın içinde birer silüetlerden ibaret gibi duran evler sanki etrafımız tehlikelerle çevriliymiş gibi bir his veriyordu. Bu, belki de hayatımız boyunca aldığımız en doğru histi. Burayla ilgili her şey baştan sona tehlikeydi...
Sessiz adımlarla birbirimizin ardı sıra ilerlerken evlerin duvarlarının ardına gizlendik. Kimseden çıt çıkmıyordu, birbirimizi kaybetmemek için birbirimize tutunuyorduk. Ben hemen önümde duran Yücel'in montunun arkasını kavramışken Hayal de benim montumun arkasını kavramıştı.
En önde olan Ahari tam bir köşeyi dönmek için hareket ediyordu ki karanlıkta nereden geldiğini seçemediğimiz bir kapı gıcırtısı ile attığı adımı geri çekti ve hepimiz sığındığımız evin duvarına doğru sindik. Kimse nefes bile almadı o an. Adrenalin kana karışan bir zehir gibi karış karış vücudumu gezerken kalp atışlarım kulaklarımda patlıyordu.
Sertçe yutkundum.
Lütfen bu kez bir aksilik çıkmasın...
Lütfen güvendiğimiz o dağın altında ezilmeyelim...
Lütfen başaralım...
Değil adım atmak, hareket etmek bile o kadar zor geliyordu ki...
"Çok korkuyorum..." diye fısıldadı hemen arkamda duran Hayal. "Çok korkuyorum... çok korkuyorum... çok korkuyorum..." Sayıklamasından bunu bana değil, kendi kendine söylediğini anladım. Keşke elimde onu rahatlatacak bir şeylerim olsaydı ama yoktu. Benim şu an kendime bile hiç hayrım yoktu. Hastalık bir yandan, korku diğer taraftan beni sıkıştırıyor ve yavaş yavaş tüketiyordu.
Aynı taraftan gelen ikinci bir kapı gıcırtısı ile açılan o kapının geri kapandığını anladığımızda istemsiz rahat bir nefes dökülmüştü dudaklarımdan. Sevinmek için çok erkendi biliyorum ama bu elimde değildi.
Başımı eğip ileriyi görmeye çalıştım ama ölüm kadar sessiz olan bu yer, bir mezarın içi kadar da karanlıktı aynı zamanda. Ayın ışığı bile dokunmuyordu buraya. Sanki ayın ışığı burada olan kötülüğü biliyor ve ışığını kirletmemek için bilerek uzak duruyordu buradan.
"Hadi..." diye fısıldadı Ahari usulca ve hareket etmeye başladı. Sindiğimiz köşeden çıkıp başka bir evin duvarına sığındık.
Tedirginlik öyle had safhadaydı ki... Sanki her an bir yerlerden biri çıkacak ve bizi o kâbusun içine geri sürükleyecekti. Bu his evleri geride bırakana kadar hiç gitmedi. Duvarları kendimize kalkan yapa yapa, pencerelerin olduğu kısımlardan eğilerek geçe geçe evleri bitirmiş ve aşağı inmek için kullandığımız o dar yola kadar gelmeyi başarmıştık.
Şimdi o yol az da olsa ay ışığı ile aydınlanıyor, geride bıraktığımız karanlığın ardından önümüze çıkan bu ışık, elimi uzatmaya korktuğum o umuda beni biraz daha yaklaştırıyordu.
Derin bir nefesi çektim içime. Sevinmek için hâlâ çok erkendi. Sanırım Türkiye'ye adım atana kadar, bu şehirde geçirdiğimiz her saniye sevinmek için çok erken olacaktı.
Yorulan bedenim her an yere yığılacak gibi hissettiriyordu bana, attığım her adımda fırtınaya maruz kalan bir yaprak gibi titriyordum. Durmak istiyordum, durmak ve biraz dinlenmek...
Ama ağzımı açıp hiçbir şey söylemedim. Parmaklarımın arasındaki Yücel'in montunu sıkı sıkı tutarken hızlarına ayak uydurmak için elimden gelen her şeyi yaptım. Dönen başım, acıyan kaslarım, yorgun düşüşüm buna engel olmadı. Sanırım bunu sağlayan da adrenalindi. Attığımız her adımın, katettiğimiz her mesafenin hayati önem taşıdığını bilmekti bunu sağlayan.
O ince yolu yarılayana kadar her şey çok yolundaydı aslında. Başarabileceğime olan inancım tamdı... Ta ki bastığım yerde bir an zemini hissedememem ve ayağımın kaymasıyla yere düşene kadar.
"Lizge!" diye sert bir fısıltıyla bana seslenen Yücel'i duydum. Hemen ardından da Hayal'in adımı söyleyen sesi geldi.
Son anda ellerimi zemine yaslayıp yüzümü gelecek olan herhangi bir darbeden korumayı başarmışken aklıma gelen ilk şey arkamda duran Hayal'di.
Sürtünme yüzünden acıyan dizlerimi ve avuç içlerimi umursamadan başımı çevirip Hayal'e baktım. "Hayal sen iyi misin?" Kendimle birlikte onu da düşürmüş olma düşüncesi korkunçtu. O zaten yeterince sarsılmış bir haldeyken en son ihtiyacı olan şeydi benim onu düşürmem.
Yanıma eğilip kolumu tutarken "Ben iyiyim..." diye fısıldadı. Normal bir şekilde oturmama yardım ettikten sonra ellerimi avuçlarının arasına alıp ellerimdeki sıyrıklara baktı. Karanlıkta hiçbir şey görünmüyordu ama ben sızlayışını hissediyordum. "Ama sen iyi değilsin. Ateşin var Lizge, çok ateşin var..."
Şimdi Yücel ve Efehan da yanımıza gelmiş ve yere çökmüşlerdi. Hayal'in sözleriyle Yücel elini alnıma koydu ve hissettiği sıcaklıkla hayret dolu bir ıslık çaldı. "Bu hâlde yürüyemezsin."
Başımı şiddetle iki yana salladım ve zorlanarak da olsa ayağa kalkmayı başardım. Herkes kendinden mesuldü... "İyiyim ben, bir an ayağım kaydı sadece. Hadi devam edelim."
Durarak hata yapıyorduk. Kahretsin, düşecek zamanı bulmuştum gerçekten de. Başım bir an omzumun üstünden arkama, az da olsa geride bıraktığımız lanet yere kaydı. Neyse ki görünürlerde bir hareket yoktu. Henüz yokluğumuz fark edilmemişti. Bu fark edilmeyişi kullanıp ilerleyebildiğimiz kadar çok ilerlemeliydik.
"Lizge..." diye itiraz edecek oldu Efehan ama "Lütfen..." diyerek onları durdurdum. "İyiyim, devam edelim."
Ve Yücel ile Efehan'ın arasından geçip birkaç adım ilerimizde bizi bekleyen Ahari ile Luca'nın yanına doğru ilerledim. Pantolonum sayesinde dizlerim hasar almamıştı ama yine de attığım her adımda kendini belli eden hastalığın emareleri, önümüzdeki saatlerin benim için çok zor geçeceğini söylüyordu bana.
Hayatta kalma isteğim bu zorluğa göğüs germeye hazırdı.
"Seni taşıyabilirim..." diye mırıldandı hemen ardımdan beni takip eden Yücel. Başımı iki yana salladım yeniden. Benim hareket etmemle Ahari ve Luca da yürümeye başlamıştı. "Kimseye yük olmayacağım Yüc..."
Ben daha cümlemi tamamlayamadan birden ayaklarım yerden kesildi ve kendimi Yücel'in kucağında buldum. Sanki yaptığı şey çok normal bir şeymiş gibi, belimin ve dizlerimin arkasından geçirdiği kollarını sıkılaştırıp beni daha sıkı tutarken "Kuş kadar bir şeysin zaten Lizge..." diye fısıldadı. Dikkatli bakışları yoldaydı, incecik yoldan dışarı sapmamak için dikkatli adımlarla ilerliyordu. "Her gün sporda kaldırdığım ağırlıklar muhtemelen senden daha ağırdır. Bana yük olduğun falan yok..."
"Yücel..." diye itiraz ettim. Kaşlarım çatılı bir hâlde yüzüne bakıyordum. "İndir beni..." Kendi enerjisini benim için harcamamalıydı, daha yürüyecek uzun bir yolumuz vardı.
Beni dinlemeden ilerlemeye devam ettiğinde sıkıntıyla ofladım. Yük olmuşluk hissi tüm vücudumu sarıp oradan ruhuma sızıyordu. Benim yüzümden bu hâlde olmaları yetmiyormuş gibi bir de beni taşımak zorunda kalmaları...
"Eee Ahari?" diye mırıldandı Efehan ince yolu bitirmeye, ölüm yoluna çıkmaya yaklaşmışken. Bu yolun adını artık değiştirmelilerdi. Öldüren yok değildi çünkü. "Bizi nasıl buldun?"
Hepimizin aklını kurcalayan o soru ortaya döküldüğünde Ahari hafifçe omuz silkti. "Orada da söylemiştim; Madende de çalışarak hayatımı kazanabilir, aileme bakabilirim diye." Derin bir nefes alıp başını kaldırıp kısa bir an gökyüzüne baktı. "Madene işçi alımı her zaman olmuyor ne yazık ki... Küçük bir iş kazasından sonra yeni istifa etmiştim oradaki işimden de. Özellikle yeni istifa ettiysen geri alınman biraz daha zordur." Kısa bir sessizlik oldu. Boşta kalan elimi kucağımda birleştirip montumun uçları ile oynarken dikkatle onu dinlemeye devam ettim. "Tek istediğim karımı ve çocuğumu bu hayatta yalnız bırakmamaktı, bu yüzden can güvenliğini daha az tehlikeye atacak bir işim olsun istiyordum. Yeni bir iş bulana kadar geçici olarak şoförlük yapmayı kabul ettim ama o madende çalışmaktan çok daha tehlikeliydi. Sizden önce yalnızca bir kafileyi götürmüştüm girişe kadar ama onlar da benim şansıma oradan geri dönmüşlerdi. Hatırladığımdan çok daha ürkütücüydü o yer ve gelen o kaza haberinden sonra sizin devam etmek isteme ihtimalinizi göze alamadık." Omzunun üzerinden kısa bir an bize baktı. "Ne ben ne de karım..." diye açıkladı.
Ölüm yolunun o küçük düzlüğü görüş alanımıza girdiğinde ayın ışığı artık çok daha yoğundu. Yola çıkana kadar devam etmedi konuşmaya. Hepimiz yola çıktığımızda ikinci rahat nefesimizi aldığımız yer de orasıydı. Yücel'in omzunun üzerinden bir kez daha arkamızı kontrol ettim. Hâlâ bir hareket olmaması beni umuda biraz daha yaklaştırdı. Artık o rahatlatan sıcaklığını hissediyordum ama hâlâ tutup bir hırka gibi üzerime giymeye cesaret edemiyordum.
"Buradan sonra elimizden geldiğince hızlanmalıyız." dedi Ahari. Ardından Katalana tarafına doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Onunla birlikte hızlanan Yücel'in yüzüne bakıp "İzin ver kendim yürüyeyim..." diye fısıldadım. Beni onlardan ayıran hiçbir şey yokken Yücel'in beni taşıyor olması haksızlıktı.
"Montlara rağmen ateşini hissedebiliyorum Lizge..." diye homurdandı. "Yürüyemezsin."
"Yürüyebilirim..." diye inatlaştım onunla. Yürüyebilirdim ve böylece kendimi daha iyi hissederdim. "Bu şekilde daha kötü oluyor Yücel..." diye ekledim. "Daha fazla hasta hissediyorum kendimi, yürümek daha iyi geliyor..."
Bana inanmıyormuş gibi bir bakış attıktan sonra söylediklerime aldırmadan ilerlemeye devam ettiğinde "En azından..." diye mırıldandım ona gerçeği itiraf etmek için. "O zaman sadece hastayım. Ama böyle hem hasta hem suçlu hem de bir yük gibi hissediyorum kendimi Yücel. Lütfen indir beni..."
Bir an gözlerime baktı ve oradaki ciddiyetimi gördü. Pes edişini gördüm ayın yansımasıyla parlayan kahvelerinde ve en sonunda beni indirdi yere. Dengemi sağlamam için bir anlık bana destek olurken "Suçlu sen değilsin..." diye mırıldandı. "Yük de değilsin ama ne söylersem söyleyeyim seni buna ikna edemeyeceğimi biliyorum. Bu yüzden öyle hissetme diye bıraktım seni ama kötüleştiğini düşündüğüm an yeniden taşımaya başlarım."
Başımı sallayarak onayladım onu ve derin bir nefes alıp Ahari'nin peşinden ilerlemeye başladım. "İyi misin?" diye sordu iki adımda aramızdaki mesafeyi kapatan Hayal yanıma yaklaşıp. Gözlerimi ona çevirdiğimde ve onu daha iyi gördüğümde gerçekten bende kendimi daha iyi hissettim. "İyiyim, sadece biraz ateşim var işte..."
"Montunu çıkarsan daha iyi olur aslında..." dedi bir adım önümde duran Efehan. "Zaten ateşin varken bu kadar kalın giyinmen doğru değil."
Ay ışığı altında parlayan kar birikintileri ve tenimizi döven soğuk, bu fikir karşısında beni irkiltmişti.
Kollarımı bedenime dolayıp bu fikri reddettiğimi net bir şekilde belli ettim ve dikkatleri kendimden çekmek için "Anlatmaya devam et lütfen Ahari..." diye seslendim. Adımlarım onların hızına ayak uyduruyordu.
Ay ışığı önümüzü aydınlatırken devam etti Ahari. "İstifa ettikten sonra Emekli şoförlerden birinden beni madende işe yeniden sokması için yardım istemeye karar verdim. Hepsi değil ama bazıları bunu yapacak kadar itibar sahibidir." Duraksayıp tepkimizi ölçmek ister gibi yüzümüze baktı tek tek. "Lunder da onlardan biri..."
Lunder...
Ahari istifa ettikten sonra şoförlüğümüzü yapmayı kabul eden, şoför emeklisi Mornel'liydi.
Her şeyden haberi olan hatta ölüm etinizin tadına bakmak isteyecektir diyen kişiydi.
Midemde bir kaynama hissettim. Nefret her duygumun önüne geçip zirveye oturdu.
"Dün ondan yardım istemek evine gittim..." diye devam edip beni düşüncelerime dalmaktan kurtardı. Nefrete değil, onun sözlerine odaklandım. Onları, olanları düşünmek midemi bulandırıyordu çünkü.
"Tamamen şans eseri o siyahi adam da oradaydı. Sizin yanınızda gördüğüm adam..." Harvey'den bahsediyordu. Yeni bir nefret dalgası daha sardı beni. Elimin içine dolan montumun kol kısmını sıkıp adımlarımı biraz daha hızlandırdım. "Neyse ki onlar beni fark etmeden önce konuşmalarındaki tuhaflık dikkatimi çekmişti ve saklanmak için zamanım olmuştu. Kurbanlardan bahsediyorlardı, öldürmekten, tuzaktan... Duymazdan gelmeyi istedim başta ama vicdanım buna izin vermedi ve bisikletimle onları takip ettim. Baygın olan sekiz kişiyi o yoldan aşağı taşımalarını bir köşeden izlerken sizin orada olduğunuzu bile bilmiyordum. Sadece o garip yapıdan gelen çığlıkları duymuş ve az önce de o çığlıklar için girmiştim oraya. Yine sizi bulacağımı bilmiyordum."
Karanlığın içinde bir anlığına irkildiğine şahit oldum. "Tahmin bile edemezdim böyle bir şeyle karşı karşıya kalacağımı. Kimse edemezdi..."
Şans... Bunun adı gerçekten şanstı...
Çenemin titrediğini hissettiğimde gelen ağlama isteği beni hazırlıksız yakaladı. Yanağıma kayan bir damla göz yaşını elimin tersiyle silip sertçe yutkundum ve göz yaşlarımı geriye ittim.
"Sana ne kadar teşekkür etsek az..." diye mırıldandı Efehan. Haklıydı. Kendi hayatını riske atıp başkalarının hayatı için çabalayacak kadar merhamet sahibi biriydi.
"Katalana'ya ulaşalım önce..." diye mırıldandı Ahari. "Sonra teşekkür edersiniz..."
O andan sonra kimse konuşmadı, hepimiz ilerlemeye odaklandık. Bir noktadan sonra Ahari cebindeki telefonu çıkarıp ışığını yakarak önümüzü daha net görmemizi sağlamış ve ara ara çekip çekmediğini kontrol etmişti. Çektiği an yapacağı ilk şey polisi aramak olacaktı ve o an gerçekten o umudun sıcacık hırkasını sırtıma almakta tereddüt etmeyecektim.
Sessizdi...
Çok sessizdi...
Kurt yalanına nasıl inanmıştık biz? Kurtlar ulurdu. Morneldeki motelde kaldığımız o gece ya da ölüm yolunda her şeyden habersiz ilerlerken geçirdiğimiz o sürede tek bir kurt sesi bile duymamışken, Harvey'in bizi böylesine manipüle etmesine nasıl izin vermiştik?
Derin bir nefesi içime çektim.
"İşte..." dedi Ahari bizden bir metre kadar önden. "İşte çekiyor..." Sesimdeki heyecan bulaşıcıydı. Tam dudaklarımdaki gülümsemeyle ona doğru ilerliyordum ki havayı dolduran silah sesiyle gülüşüm yüzümde dondu. Uzaklardan bir yerden gelmişti o ses...
Başımı çevirip geride bıraktığımız yola baktım. Karanlıktan başka hiçbir şey yoktu ama duyduğumuz ikinci el silah sesi bize her şeyi anlatıyordu.
Fark etmişlerdi...
Peşimize düşmüşlerdi...
"Koşun..." diye fısıldadı Yücel. Ardından elimi tutup kendisiyle birlikte beni de koşturmaya başladı. Efehan da aynısını Hayal için yapmıştı.
Korku iliklerimi de delip geçerken sertçe yutkundum. Titreyen bacaklarım, yorgunluğum, hastalığım... Hiçbirinin önemi yoktu şimdi. Kaslarım acırken Yücel'in adımlarına ayak uydurmak için elimden geleni yaptım.
Bir el silah sesi daha...
Kahretsin, bu kez daha mı yakından gelmişti?
"Alo..." diye bağırdı Ahari kulağına yasladığı telefona doğru. Şimdi o da bizimle birlikte koşuyordu. "Ben Ahari Qulmana... Mornel ile Katalana arasındaki ölüm yolundayız, Katalana'ya yaklaşık yarım saatlik uzaklıkta. Peşimizde azılı katiller var..."
Bir süre susup karşısındaki kişiyi dinledi. Canım ciğerlerimden çekiliyormuş gibi hissediyordum kendimi. Aldığım her soluk ciğerlerimi alev alev yanıyordu sanki...
Ölüme bir adım uzaklıktaymış gibiydim ama aslında ölüm tam arkamızda bizi takip ediyordu.
"Evet..." dedi Ahari karşısındaki kişiye. "Altı kişiyiz... Hayır kaç kişi olduklarını bilmiyorum ama Katalana'dan bir bir buçuk saat kadar uzakta dere kenarına inşa edilen bir köy... Evet Katalana'ya yarım saatlik uzaklıktayız... Anladım. Tamam teşekkürler." diyerek konuşmayı sonlandırdı ve tam o anda yeni bir silah sesi daha geldi.
Daha hızlı koşmaya başladık. Ayaklarım artık birbirine dolanıyordu ama düşmek için tek bir saniyem bile yoktu.
Edilen her ateş bir öncekinden daha yakın geliyordu.
"Katalana'daki kolluk kuvvetlerini bize yönlendirdiklerini söylediler. Ayrıca Mornel'den ve San Doreo'dan da her ihtimale karşı ekipler yola çıkmış..."
Giymeye niyetlendiğim o umudun hırkası şimdi peşimizden gelen silah sesleri yüzünden delik deşikti.
Attığım her adım bir öncekinden daha zor ve ağrılı geliyordu. Kaslarım isyan bayraklarını çekmiş baştan sona yanıyordu. Kafamın içindeki beynim sanki emanetti orada ve koştuğum her saniye sarsılıyordu. Midem bulanıyordu, ciğerlerim acıyordu, hareket etmek zulüm gibi geliyordu.
Yine de durmadım, yavaşlamadım. Sıkı sıkı tuttuğum Yücel'in eliyle potansiyelimi zorlayarak koşmaya devam ettim.
Bir silah sesi daha geldi. Bu kez daha yakındandı. Koşarken başımı çevirip gerimize bakmak zorunda hissettim kendimi. gördüklerim dehşetten çok daha kötü bir şeye itti beni. Şimdi karanlıkta parlayan pek çok küçük ışık vardı. Normal bir insanın ilerleyebileceğinden çok daha hızlı ilerliyordu yolda. Hâlâ aramızda çok mesafe vardı ama o mesafenin hiçbir önemi yoktu. Geliyorlardı. Bizden daha hızlı hareket ederek geliyorlardı üstelik...
Bir silah sesi daha...
"Bisikletle takip ediyorlar bizi..." diye haber verdim önüme dönüp ve bacaklarıma daha fazla yüklendim.
"Siktir..." diye homurdandı Yücel. Hemen ardından da Efehan, "Bunu tahmin etmeliydik..." demişti.
Acı... Baştan sona acıdan ibarettim şu an. İçten dışa acıyordum ama yaşamak istiyorsam bu acıya katlanmak zorunda olduğumu da biliyordum. Hayatta kalacaksam, ülkeme sağ salim döneceksem bu acıya razıydım.
Koştuk...
Peşimizden her seferinde yaklaşan silah sesleri gelirken biz canımızı dişimize takıp koşmaya devam ettik.
Bu ne kadar sürdü bilmiyorum ama artık çok yakınlardı. Zaman algım korkumun içinde yitip gitmişti. Bitmesini diliyordum artık. Gücüm kalmamıştı, takatim kalmamıştı.
Sanki aldığım her nefeste ölümü içiyordum.
Bir silah daha patladı... Bu kez kurşun doğrudan bize sıkılmıştı... Aramızda hâlâ biraz mesafe olmasaydı o kurşun birimize isabet edebilirdi.
Adımlarımız biraz daha hızlandı. Ben artık koşmuyordum sanki, Yücel beni sürüklüyordu. Hemen yan tarafımızda Efehan be Hayal vardı, onların da bizden bir farkı yoktu. Ay ışığının altında Hayal'in yanaklarında parlayan gözyaşlarını gördüm. Ağlıyordu, ağlasa bile en ufak bir zayıflık belirtisi göstermeden ilerlemeye devam ediyordu.
"Dayanın..." dedi Ahari. "Çok az kaldı..."
Tam o sırada biraz ileride yanıp sönerek havayı aydınlatan kırmızı mavi sinyal ışığını gördük, akabinde polis araçlarının siren sesleri havayı doldurdu. Çok az kalmıştı, çok az...
Bir silah sesi daha...
Bu kez kurşun hemen yan tarafımızdan geçip biraz ötemizdeki bir ağacın geniş gövdesine çarptığında Hayal ile dudaklarımızdan kaçan çığlığa engel olamadık.
Başımı çevirip ne kadar yakınımızda olduklarına bakmak istiyordum ama cesaretim yoktu.
Bu yüzden sadece biteceği ana odaklanmak istedim. Birkaç adım ve sonra her şey bitecek...
Hayat insanları kandırmayı neden bu kadar çok seviyordu? İnsanlar hayata karşı bu kadar savunmasızken, hayata inanmaya by kadar müsaitken bundan ne zevk alıyordu?
Birkaç metre önümüzdeki polis araçlarını gördüğümüzde gerçekten her şeyin bittiğini düşünmüştüm. Kurtulduğumuzu... Ülkemize sağ salim döneceğimizi ve her şeyin eski hâline döneceğini...
Polis araçları durdu...
Arka arkaya dizilen dört araç gördüm... Onların arkalarından da bisikletlerinden inen halk görünüyordu. Polisler silahlarını çıkarıp arabalarından inerek bize doğrulttuklarında altımızda durmuştuk.
Üç adım...
Aramızda sadece üç adım vardı...
Ellerimizi teslim olurcasına havaya kaldırırken aslında polislerin o silahları bize doğrultmadıklarının farkındaydık...
Bir silah sesi daha geldi arkamızdan...
Ve hemen akabinde önümüzdeki polisler de aramızdakilere ateş açmaya başlamıştı.
Kendimizi yere nasıl attığımızı bilmiyordum ama dördümüz de dip dibe yete yatarak kendimizi o ateş hattından kurtarmıştık...
Ya da ben öyle sanıyordum...
Çünkü parmak uçlarıma bulaşan kanı fark ettiğimde her şey için çok geçti...
Ateş hattını başlatan o ilk ateş, Harvey'in silahından çıkan o kurşun bizden birinin kalbini delip geçmişti...
Bölümü nasıl buldunuz?
Normalde kimin öldüğünü bu bölümde öğrenecektiniz ama onu final bölümüne saklamak istedim. Evet, bir sonraki bölümümüz final bölümü ve final bölümünden sonra bir de son söz bölümümüz var.
Bu yolun sonuna geldik bile❤️
O zaman asıl vedayı en son bölüme saklıyor ve bir sonraki bölümde görüşünceye değin kendinize iyi bakın sağlıcakla kalın diyorum ❤️
Seviliyorsunuz���
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |