
Sellam✨
Final bölümümüz ile karşınızdayız. Duygusalım biraz ama asıl final bir sonraki bölümde olacağı için henüz veda etmiyorum. Umarım duyguları hissettiğim kadar iyi geçirebilmişimdir size çiçeklerim.
Neyse daha fazla uzatmak istemiyorum ve sizleri bölüm ile baş başa bırakıyorum.
Oy ve yorumlar için son seferler... Onları benden esirgemeyin❤️
Keyifli okumalar diliyorum.
Sessiz geceyi yarıp geçen silah sesleri... Zifiri karanlığı yırtan kırmızı mavi ışıklar ve meşalelerin ateşi... Üzerimizden akıp geçen kurşunlar...
Kulaklarımdaki çınlamanın nedeni hiçbiri değildi.
Odaklanabildiğim tek şey, avucumun arasında sıktığım kumaşın ılık ve kaygan bir şeyle ıslanıyor olmasıydı.
Aldığım her soluk bir çivi gibi ciğerlerime batarken parmaklarımı çözdüm ve gecenin karanlığını delmeye çalışan ışıklar altında parmaklarımı gözlerimin hizasına kaldırıp onları ıslatan şeyi görmeye çalıştım.
Hayır onları boyayan şeyi...
Reddetmeyi dilediğim gerçek işte karşımdaydı. Kanın uğursuz rengi yetersiz ışıklar altında simsiyah görünüyordu.
Midem bulanmaya başladı. Başımı şiddetle iki yana sallarken nefeslerim tekledi. Bu gerçek değildi...
Gözlerimi sımsıkı yumup açtım, sanki bunu yaparsam o kan kaybolacakmış gibi. Kaybolmadı. Beni sıkıştırdığı çaresizliğin içinde parmaklarımda kurumaya, iğrenç bir hisle parmaklarımın derisini germeye başladı.
O gerilme kendime yalan söylememi engelliyordu. Kan değil demeyi istiyordum ama diyemiyordum...
"Hayır..." diye fısıldadım. Aklımı baştan aşağı dolaşan tek bir düşünce vardı. Gerçek acıydı, gerçek acımasızdı. Gerçek, gerçekti işte.
Çivi gibi batan o solukları bile yalvarırcasına isteyecek noktaya geldim. Korkuyordum. Hiç olmadığı kadar, ölümüne korkuyordum başımı kaldırıp bakmaya. Çünkü biliyordum.
Silah sesleri hiç durmadan akmaya devam ediyordu. Polislerin yoğun bir atakla karşıyı geriye püskürttüklerini ve yanımızdan geçip onlara doğru ilerlediklerini blurlu bir görüntü olarak görüyordum. Tek odağım parmaklarımın uçlarında kuruyan kandı. Bir yerlerden gelen bir helikopterin sesini duyabiliyordum. Belki de iki...
"Hayır..." diye fısıldadım bir kez daha ve tüm cesaretimi toplayıp gözlerimi elimden çektim.
Gerçek tüm çıplaklığıyla döküldü gözlerimin önüne...
Dudaklarımdan içeri acı dolu bir nefes dolarken gözlerim irileşti. Aklımı kaybedeceğim sandım. Soğuk, gözlerimin içine dolup gözlerimi kuruturken acıyan gözlerimi hissedemedim. Sızlayan yanağım, zonklayan başım, sinsice derimin altına sızan hastalık... Artık hiçbiri yoktu.
Sadece gözlerimin önündeki gerçek vardı...
"Yücel..." diye bir çığlık koptu dudaklarımdan. Sesim kendime sonradan ulaştı. Yağan kurşunlar, yerde kalmamızı söyleyen polisler... Hiçbiri umurumun kıyısına yaklaşamadı bile.
"Yücel, hayır Yücel..." derken apar topar uzandığım yerden doğrulmuş ve ona doğru uzanmıştım.
Yüzüne yansıyan kırmızı mavi ışıklar, donuk bakan güzel kahverengi gözlerini ortaya seriyordu.
Yüzüne yansıyan kırmızı mavi ışıklar, dudağının kenarından sızan kanın uğursuz rengini gözler önüne döküyordu.
Yüzüne yansıyan kırmızı mavi ışıkların avuçlarıma bıraktığı gerçekler, ışıklarımı söndürüyordu.
Keskin bir çığlık sesi daha duydum. Hayal'den geliyordu. Sesimi duymuş ve bakmış olmalıydı. Bakmış ve görmüş...
Onların bize yaklaştığının farkında olsam da dönüp bakamadım. Gözlerimi Yücel'den başka hiçbir yere çeviremedim.
Gökyüzüne dikili olan gözleri hafifçe kıpırdadı. Yanağımdan kayan gözyaşlarının yakıcı sıcaklıklarını çok sonradan fark ettim. Parmaklarım kanın sızdığı noktayı bulduğunda dudaklarımdan ne olduğunu benim bile duymadığım sözler dökülüyordu.
Kan kaybediyordu. Çok kan kaybediyordu. Ellerimi yarasının üzerin iyice bastırırken burnumu çekip "Lütfen..." diye fısıldadım Yücel'in gözlerine bakıp. Hâlâ gökyüzündeydi bakışları. Neden öylece gökyüzüne dikiyordu ki gözlerini?
"Dayan ne olursun..."
İçine bir nefes çekmeye çalıştığını gördüm, sonra öksürük sesi doldu kulağıma. Dudaklarımdan bir nefes dökülürken ellerimi yarasından çekmeden gözlerimi omzumla sildim ve buğulanan görüş açımı netleştirdim.
Hayır... İçine nefes çekmeye çalışmıyordu... Ya da öksürmüyordu... Gözlerini diktiği gökyüzüne bakarken öylece hareketsiz yatıyordu.
"Hayır..." diye fısıldadım bir kez daha. Biraz önce hareket etmişti. Biraz önce nefes almaya çalışmıştı. Biraz önce öksürmüştü. "Hayır, Yücel. Ne olur dayan..."
Omuzlarımda eller hissettim ama silkelenerek kurtuldum o ellerden. Kalp masajı yapmalıydım belki de. O zaman kendine gelirdi. Ellerimi yarasından çekip, kanı umursamadan ardı arkası kesilmeyen göz yaşlarımı kanlı ellerimle sildim. Evet, kalp masajı yaparsam kendine gelirdi. Yücel güçlüydü, basit bir kurşun yarasına yenilmezdi. Yücel inatçıydı. Hayatı kolay kolay bırakamayacak kadar çok seviyordu yaşamayı. Dayanırdı o, bırakmazdı bizi.
Kalp masajı yapmak için kalbini bulmaya çalıştım gecenin karanlığında. Silah sesleri susmuş muydu? Sanırım. Kulaklarımda boğuk bir çınlama vardı, duyamıyordum...
Kalbini bulmalıydım. Kalp masajı yapmalıydım... Kalp...
Kalp...
Gerçek bir tokat gibi çarptı yüzüme.
Elimi bastırdığım yer zaten kalbiydi.
Kurşunun deldiği yer kalbiydi.
Yarası kalbindeydi...
Hayır...
Hayır, hayır, hayır...
Ölüm...
İki heceye, dört harfe sığan; koca, sığ bir gerçek...
Ve Yücel Öz...
Bu gerçeğe yakışacak son insan...
O gerçeği üzerine kefen diye giymişti.
Donakaldım. Kirpiklerime asılı gözyaşlarım bile dondu. Tıpkı Yücel'in ellerime bulaşan kanı gibi... Ciğerlerime akan nefesler dondu. Tıpkı Yücel'in çocuksu heyecanlarla parlayan gözlerindeki hayatın donması gibi...
Efehan ve Hayal gözlerimin kıyısına vuruyordu aslında. Hayal çığlık çığlığa ağlıyor olmalıydı, öyle görüyordum ama sesi bana ulaşmıyordu. Efehan ise şokla afallamış bir hâlde arkadaşımızın artık içinde hiç hayat olmayan bedenine bakıyordu. Sanırım onun da gözleri doluydu. Bilmiyorum...
Bildiğim tek şey artık Yücel'in olmadığı...
Küçük esprileri ile bizi güldüren, bana patroniçe diyerek beni sinir eden, gittiği tatillerde yaptığı aktiviteleri en ince ayrıntısına kadar atlamadan anlatan, ensesinden huylanan ve onu gıdıkladığım her seferinde tam küfredecekken yapanın ben olduğumu gördüğünde kendini dizginleyen o adam artık yoktu.
Yiyemediğim yemeklerimi benim yerime bitiren, videolarda en ciddi yerlerde patlattığı esprilerle tüm ciddiyeti bozup bizi gülme krizlerine sokan, Efehan'ın aksiyon filmleri izlemek istediği noktalarda Hayal ve benim yanımda olup bizimle birlikte romantik komedi izleyen o adam artık yoktu.
Arada gelip evimi işgal eden, sürekli sakarlık yapıp bardaklarımı kıran, benimle birlikte bakım maskeleri takıp, kulaklı bandanalarımla oynayan, şoförlüğümüzü yaptığı anlarda dinlettiği korkunç müzikleriyle bizi zehirleyen, ihtiyacım olan her an düşünmeden yardımıma koşan, düştüğüm her seferinde beni tutup kaldıran, yetmediği zamanlarda dayanak olan o adam... artık yoktu...
Hayatımın son dört yılına yayılan ve bütünüm olan ailemin bir parçası artık yoktu.
Yücel artık yoktu...
Bir şeyler oldu. Kendi içime o kadar gömüldüm ki olanların hiçbirini kavrayamadım. Bir an hemen önümdeydi Yücel, diğer an yoktu.
Bir an Efehan ve Hayal karşımdaydı. Ağlıyorlar, birbirlerine sarılıyor, acılarını paylaşıyorlardı. Diğer an yoklardı.
Dünya etrafımda dönmeye başladı. İçime çektiğim her nefes artık çividen daha keskin, daha sivriydi. Tutunduğum her umut boynuma dolanıp beni boğdu. Çok az kalmıştı, kurtuluyorduk biz. Umudumuz vardı. Her şeye rağmen umudumuz vardı. Peki ya şimdi? Ellerimde en yakın arkadaşımdan birinin, ailem saydığım arkadaşımın kanı varken umut neredeydi?
Sert bir rüzgâr esiyor, saçlarımı canımı yakarcasına savuruyordu yüzüme doğru. Gürültülü bir ses dağı taşı inletiyordu. Kırmızı mavi ışıklar yerlerini beyaz bir ışığa devretmişlerdi. O beyaz ışık gözlerimin içine batıyordu.
Kana boyanan elim bir refleksle kalktı ve gözlerime siper oldu. Nefes kesen bir hava akımıydı bu, bir helikopterden geliyordu.
Yücel.
Kalbini delip geçen bir kurşun...
Ölüm...
Gerçeğin ağır geldiği noktada inkâr vuku bulurdu.
Gerçek çok ağırdı...
Kabul edemeyeceğim kadar ağır...
Ellerim gözlerimden çekildi. Helikopterden yayılan ışığa, doğrudan çıplak gözle bakarken "Hayır..." diye mırıldandım bozuk bir plak gibi.
"Ölmedi... Ölemez..."
Başımın iki yana sallandığını hissettim. Ayağa kalktığımı... Ruhum bedenimden ayrılmıştı ve beni uzaktan izliyordu sanki.
"Ölmedi o!"
Boşlukta yankılanan sesim doldu kulaklarıma. Dört kişi siyah bir ceset torbası taşıyordu. Hayal sıkı sıkı Efehan'a sarılmış, sarsılarak ağlıyordu.
Adımlarım o torbayı taşıyan adamlara döndü. Zemini ayaklarımın altında hissetmiyordum, sanki ateşe basıyordum. "Götürmeyin onu ölmedi o..."
Gözlerime yaşlar batıyordu ama gözlerimi kırpmayı reddediyordum. Ağırlaşan göz yaşları yanaklarımı yıkıyordu, silmek için hiçbir şey yapmıyordum. Odaklandığım tek şeydi bir çöp gibi bedenini torbaya tıktıkları Yücel. Onu niye oraya koymuşlardı ki? O torbanın içinde nasıl nefes alacaktı? Alamazdı ki... Adrenaline ne kadar bağımlı olursa olsun dar alanlardan hoşlanmazdı Yücel. Oradan hiç hoşlanmazdı... Oraya hiç yakışmazdı o...
Adımlarım hızlandı ama ben onlara ulaşamadan yolum biri tarafından kesildi ve omuzlarımdan tutuldum.
Kurtulmaya çalıştım, onlara ulaşmaya, Yücel'i o torbadan çıkarmaya çalıştım. Yemin ederim çalıştım. Durun diye bağırdım. Ölmedi o... Nefes alamaz o torbanın içinde. Açın ağzını nefes alsın...
Dinlemediler beni, kurtulamadım beni tutan kişiden. Luca'ydı o. Ağladım, yalvardım, çığlık attım... Kimse duymadı beni. Acımı bir yabancıyla paylaştım, en yakınım saydıklarım gelmedi yanıma, almadılar beni aralarına...
Onu bir arabaya koyduklarında sonundaki kurtulmayı başarmıştım. Yürümeyi es geçtim, koştum bu kez... Hani neredeydi halsizliğim, yorgunluğum... hastalık neredeydi?
Hastaydım, bayılmıştım ve bir kâbus görüyordum öyle değil mi?
Öyle olmalıydı...
Öyle olmak zorundaydı...
Kahretsin Yücel'i kaybetmiş olamazdım...
Yücel'in bedenini götürürlerken koşabildiğim kadar koştum ama yetmedi. Her taraf polis kaynıyordu ve sürekli birileri beni durdurmaya çalışıyor.
Ölmedi diyordum sürekli. O ölmedi... O ölmemeli...
Ben ölmeliydim...
Ölmesi gereken birisi varsa o bendim, Yücel değil... Bendim, ben...
Ayaklarım birbirine dolandı. Canım çok yanıyordu, fiziksel acı, ruhundaki sancıyla karışıyor beni yavaş ama acılı bir şekilde öldürüyordu. Bu hiçbir şeye benzemiyordu...
Düştüğümü hissettim... Ellerim yere yapışırken yüzümü son anda korumayı başarabilmiştim. Daha önce açılan sıyrıklar şimdi derinleşmişti. Sızladıkları aşikârdı da hissediyor muydum orası muamma...
Omuzlarım sarsılırken başım önüme doğru eğildi. Ellerimi yerden çekme gereği bile görmedim. Kıvırcık saçlarım yüzüme doğru akarken "Onu götürmeyin lütfen..." diyerek ağladım. Hazır değildim, asla da hazır olamazdım. Yücel o kadar alıştırmıştı ki beni kendine, şimdi nasıl gidebilirdi? Beni, bizi nasıl bırakabilirdi?
"Ölmedi o, ölemez..."
"Öldü..." diye bir ses geldi hemen arkamdan. Tanıdık bir ses... Tanıdık ve acımasız bir ses... Başımı çevirip baktığımda Efehan oradaydı. Kıpkırmızı olmuş gözleriyle yüzüme bakıyordu. Suçlayıcı ve biraz da nefret edercesine...
"Senin yüzünden öldü..."
Sarsıldım... En güçlü deprem bile sarsamazdı bu kadar beni. Yerin dibine girdiğimi hissettim, yerin dibindeydim ve orada boğuluyordum sanki.
Benim yüzümden...
Benim yüzümden mi olmuştu...
Her şeyin sorumlusu ben miydim...
Başımıza gelen her şeyin...
Ve Yücel'in ölümünün...
Ben böyle olsun istememiştim ki...
Ben hiç böyle olsun ister miydim?
"Onun katili sensin..."
Efehan'ın hemen ardından gelen Hayal'in sesi, ölüm etkisiydi.
Onun katili bendim...
Başımı iki yana sallamak istedim, itiraz etmek... Böyle bir yükün altından kalkamazdım. Bununla yaşayamazdım. Kalbim paramparça olurken ne onlara itiraz edebildim ne de kendime...
Onun katili bendim...
Yücel'in katili bendim...
"Yeter..." diyen bir ses duydum yandan. Tek bir İngilizce kelime... Yetmiyordu. Bendim, benim yüzümden ölmüştü ailem saydığım en yakın arkadaşım.
Ağladım... Daha çok ağladım... Gözlerimden yaş akmadı ama ben hiç susmadım.
Kolumdan tutulup kaldırıldığımı hissettiğimde itiraz edemedim, beni tutan kadın polisin beni götürmesine izin verdim.
Hayır diyen bir ses yükseldi zihnimden. Hiçbir şeyin suçlusu sen değilsin...
Sanki, sanki Yücel'e aitmiş gibiydi o ses... Zihnimde öyle gerçekti ki bir an omzumun üzerinden geriye doğru bakma ihtiyacı hissettim. Yol boyunca hikâyenin canavarlarını kovalayan polislerin ellerinde fenerler görünüyordu şerit şerit, tepede helikopter vardı, etrafı kontrol ediyor havadan destek sağlıyordu.
Bir de...
Yücel...
Bir göz açıp kapama mesafesi kadardı ama onu orada, yerde kalan kanının üzerinde, yüzünde bir gülümsemeyle ayakta gördüğüme yemin edebilirdim
Oradaydı ve bana gülümsüyordu...
1 HAFTA SONRA:
Yirmi dört yıllık hayatımda kayıplar verdiğimı sanırdım. Acılar çektiğimi, üzüldüğümü, kırıldığımı... Yanına bile yaklaşamamışım meğer.
Bu hiçbir şeye benzemiyordu...
Tarif etmek gerekirse çok acıttığını söyleyebilirdim. Alev alev yanan bir ateşin içine çırılçıplak dalmak gibi...
Bir hafta...
Tam bir hafta olmuştu.
O lanet yerden kurtulmamızın üzerinden geçen bir hafta... Yücel'in ölümünün ardından geçen bir hafta...
Hâlâ kabullenemiyordum. Hâlâ inanamıyordum. O gitmiş olamazdı, olmamalıydı...
Ülkeye döneli ise iki gün geçmişti. Uğraşmak zorunda kaldığımız bir dolu protokoller, karakolda geçen saatler ve hatta günler... Çektiğim kayıt işe yaramıştı. Gözlüğün şarjının bittiğini sandığım anda bile bitmemişti. Ölen üç kişinin cinayetini saniye saniye kaydetmişti. Ölen insanlığı ve vahşeti...
Defalarca kez aynı şeyleri tekrarlayarak ifade vermiştik... Hiçbirini net bir şekilde hatırlamıyordum. Her şey buzlu bir camın ardında kalan bir görüntüden ibaretti. O buzlu camın diğer tarafında Yücel ve ben vardık...
O gece, o vahşet ebediyen son bulmuş, o köydeki herkes yakalanmış, mağarada bırakmak zorunda kaldığımız sekiz kişi sağ salim kurtarılmıştı. En azından onlar eksilmemişti. Ben, biz... bir daha tamamlanamamak üzere eksilip kalmıştık...
Başlangıçta Ahari'den de şüphelenmişlerdi ama verdiğimiz ifade doğrultusunda hakkındaki her şüphe silinmişti.
Hepsinin en ağır cezalarla cezalandırılmasını dilerdim... Acılar içinde kıvranarak gebermelerini... Uzun uzun, aylarca belki de yıllarca sürecek işkencelerle...
Her şey çok ortadaydı, korkudan halkın arasından bunu itiraf eden çok fazla kişi olmuştu. Bu davanın uzamadan kapanmasını sağlamıştı. Tüm o iğrençliğe ve ihmalden kaynaklanan bir dolu hatalar silsilesine rağmen, San Doreo'da hukuk her şeyden üstündü, bunu ilk gözden görmüştük.
İtirafçılar müebbet hapis cezası ile cezalandırılmışlardı.
Ve tam otuz sekiz kişi, ulusal kanalda yayınlanan bir canlı yayınla elektrikli sandalyede idam edilmişti. Ders olsun diye... Ders olsun ve bir daha kimse böyle bir işe kalkışamasın diye...
Elli yıldan uzun süren bu hastalıklı geleneğin ve yüzlerce insanın hayatının karşılığı buydu. Bu mu olmalıydı gerçekten? Yetersizdi. Çok yetersizdi... Benim güzel arkadaşım, Yücel'im için hepsi, her şey çok yetersizdi...
Yine de izlemiştim. Gözlerimi bile kırpmadan saniye saniye izlemiştim her şeyi. Biraz bile içim acımadan, vicdanım sızlamadan...
Harvey, Tamian ve Lunder'in de aralarında olduğu otuz sekiz kişi, boş bir depoda belli bir sırayla dizilmiş elektrikli sandalyelere oturtulmuşlardı. İnsanlık dışı görünüyor olabilirdi ama hiç içim acımamıştı. Canım, Yücel'e o kadar çok acıyordu ki onlara hiç yer kalmamıştı.
Hâkim kararını tam olarak o deponun içinde vermiş ve kalemi orada kırmıştı. Seksen dokuz yıl sonra ilk kez, ülkede resmi olarak idam hükmü verilmiş ve verilen bu hüküm uygulanmıştı.
Yavaş voltajda başlayan elektrik, son nefeslerini verene kadar acılar içinde kıvrandırmıştı onları.
Pişman olduğunu söylemişti Tamian. Etkin pişmanlık kavramının ona işleyeceğini düşünmüştü ama öyle olmamıştı. Hiçbir söz, hiçbir şey bu cezayı durdurmamıştı. Voltajın yükselmesiyle kızarmaya başlayan bedenlerinden yükselen dumanı hafızama kazımıştım.
Benim etimin tadına bakacak ilk kişi Tamian olacaktı öyle değil mi?
Ölüm bizden birinin tadına bakmıştı... Yücel'i çekip almıştı ama en azından suçluları cezasız kalmamıştı. Cezaları yetersizdi belki ama faili meçhul bir cinayete kurban gitmesindense bunu tercih ederdim.
Gözlerimi bile kırpmadan Harvey'e bakmıştım. Benim arkadaşımı hayattan koparan kurşunu sıkan o piçe. Kulaklarından sızan kana, patlayacak gibi belirginleşen damarlarına, yuvalarından fırlayacak gibi şişen gözlerine, burnundan oluk oluk akıp üzerindeki suçluların giydiği turuncu tuluma akan kanına...
Ölmüştü hepsi ama bana çok kolay olmuş gibi gelmişti. Daha fazlasını hak ediyorlardı ve hak ettiklerini bulamadan göçüp gitmişlerdi. Daha fazla acı çekmeliydiler. Yaktıkları kadar yanmalıydılar... Öldürdükleri kadar ölmeliydiler...
Tüm bu olanlar sadece Türkiye'de değil dünyada da büyük yankı uyandırmış, dünyanın dört bir yanından tepkiler yükselmişti. İnsanlar bu vahşetin gerçekliğine inanamıyorlardı... Luca Stollen'in aslında ölmediğini görmek resmen sükse yaratmıştı. Ve başına gelenleri öğrenmek, birinci ağızdan dinlemek...
Ve Ahari... Tüm bu düğümü kesip atan o ilmek olmasına karşın onur madalyası ile ödüllendirilmiş, Mornel'deki devlete bağlı madenlerden birinde şeflik mertebesine yükseltilerek işe sokulmuştu. En azından artık karısına ve çocuğuna iyi bir hayat sunabilecekti...
Biz mi?
Hayal ve Efehan ile yalnızca karakollarda denk gelmiştik, ifade verirken. Benimle hiç konuşmamışlardı. İkisi de çok dağılmış, mahvolmuştu. Ve her şeyden beni sorumlu tutuyorlar, bunu hâl ve hareketleriyle, bakışlarıyla belli etmekten çekinmiyorlardı. O bakışların altında ezildikçe eziliyordum. Ne diyebilirdim ki, haklı olduklarını söylemekten başka...
En yakın arkadaşımı kaybetmenin yanında bir de ailem gibi gördüğüm iki kişiyi de tamamen kaybetmiştim sanırım... Ne Hayal, ne de Efehan beni bir daha hiç affetmeyecek gibilerdi... Ben bile kendimi affedemeyecektim ki onların beni affetmesini bekleyeyim...
Şimdi ise mezarlığa doğru yürürken kalbim hiç olmadığı kadar ağrıyordu. Çiseleyen yağmur hissettiğim yasın bir yansımasıydı sanki. Boğazımda keskin bir acı vardı, yağmurdan bağımsız alnımda tomurcuklanan ter damlalarını hissedebiliyordum. O ter damlalarına ve yaz ayının sıcağına rağmen üşüyerek titreyen bedenimi... Yediğim serumların iğnelerinden elimin üzeri acıyordu ve bakmasam bile o bölgenin morardığını biliyordum.
En azından o kadar da yalnız bırakılmamıştım, abim yanımdaydı.
Haberi alır almaz havaalanından beni alan oydu. İstikametimiz direkt hastane olmuştu. Yücel'in yanından ayrılmayı ne kadar reddedersem reddedeyim hastalığa yenik düşen bedenim yüzünden kendimden geçmiştim.
Abim annemlerin hiçbir şeyden haberinin olmadığını söylemişti. Onları korkutmamak için kendisinin de onlara söylemediğini...
Yalandı...
Tüm ülke bu haberle çalkalanıyordu. Havaalanında bizi karşılayan gazeteciler, hastaneye kadar bırakmamıştı peşimizi ve hastane önünde de nöbetlerine devam etmişlerdi. Görmemelerinin imkânı yoktu.
Yine de kendimi bu yalana inandırmayı seçtim. Öyle daha kolay oldu... Arkadaşımın kaybıyla yeterince acıyordum buna bir de ailemin eksikliğini ekleyememiştim... İçimde onlara ait bir yer kanamıyormuş gibi davrandım...
Cenazenin dün olacağını sanmış ve akşama kadar mezarlıkta beklemiştim. Bu mezarlığa koymama ihtimalleri gelmişti sonra aklıma ve yakın çevredeki mezarlıkları gezmiş, yeni mezarların her birini tek tek kontrol edip arkadaşımı aramıştım. Yoktu.
Evlerine gitmeyi çok istemiştim ama çekinmiştim... Hayal ve Efehan benimle birlikte oradaydı, tüm her şeyi beraber yaşamıştık ama onlar bile beni suçluyorlarken Yücel'in ailesiyle karşı karşıya gelmeye cesaret edememiştim. Korkak mıydım? Evet... Kabul ediyorum. Ama iyi değildim. Asla iyi değildim. Gözlerimi kapattığım her saniye gözlerimin önüne iki farklı görüntü geliyordu; Birinde Yücel vardı, tüm canlılığıyla bana bakıyor ve hayat dolu gülümsemesiyle bana gülümsüyordu. Diğerinde yine Yücel vardı. Dudağından sızan kanla birlikte ışığı sönen gözlerini karanlık gökyüzüne dikmiş, cansız bir şekilde o yolun ortasında yatıyordu.
İyi değildim ve bence bu kadar korkaklık yapmaya hakkım vardı... Belki de yoktu bilmiyorum... Hiçbir şey bilmiyorum... Allak bullak olmuş bir haldeyim be kapkaranlık bir çaresizliğin içinde sıkışmış durumdayım. O köyden daha karanlık, o mağaradan daha karanlık, o tapınaktan daha karanlık...
Yapayalnızlık kadar karanlık...
Mezarını bulamadığımda tüm cesaretimi toplayıp ailesinin evine gitmeye karar verdiğimde bindiğim bir takside öğrenmiştim cenazenin bugün olduğunu...
San Doreo eyaletinin Mornel kasabasından Katalana köyüne giden yolda yaşanan vahşette hayatını kaybeden Türk genci sosyal medya fenomeni Yücel Öz'ün cenazesinin, yapılan otopsi incelemesinin sonrasında; cuma günü öğle namazına müteakip kılınacak cenaze namazının ardından Zincirlikuyu mezarlığına defnedileceği bilgisi öğrenildi. Orada ne yaşandığı manşetlere yansıyanlardan öğrendiğimiz kadarıyla bilinse de hayatta kalmayı başaran üç fenomenden hiçbirinin röportaj yapmaya yanaşmaması sonucunda, olanlar hâlâ gizemini koruyor.
Bir magazin programının bir sosyal medya uygulamasında yayınlanan kısa bir kesitiydi bu. Arkadaşımın cenazesini bana haber veren şey buydu...
Kimse bana haber vermemişti...
Ulaşmaya çalıştığım hiç kimse telefonunu açmamış, herkes bana sırt çevirmişti ve ben en yakın arkadaşımın cenazesine bile çağrılmamıştım.
Hakkım yoktu belki ama çok kırılmıştım...
Derin bir nefes alıp sakin adımlarımla yürümeye devam ettim. Hızlı yürümeye çalıştığımda başım dönüyor, gözlerim kararıyordu. Ateşim vardı hâlâ, ve çiseleyen bu yağmurda ıslanmak muhtemelen durumumu daha da kötüleştirecekti ama umurumda bile değildi. Abim yanımda olmayı çok istese de onu reddetmiştim. Her ihtimale karşı... Bir sorun ya da tartışma çıksın istemiyordum. Cenazeyi bana haber vermiyorlarsa ve aradığımda açmıyorlarsa eğer... karşılaşacağım tepkiyi biliyordum ve abim bunlara bulaşsın istemiyordum. Bununla yalnız yüzleşmeliydim...
Kapıya yakın bir noktada toplanan kalabalığı görünce bir an duraksadım. Yücel'in anne babası, yan yana o kalabalığın en önünde duruyordu. Hemen yanlarında da on yaşındaki kardeşi Bülent... Darmadağın olmuşlardı... Kelimenin tam anlamıyla bitmiş gibi görünüyorlardı. Babası Hüseyin amca dirayetini biraz daha koruyabiliyor olsa da annesi Niran teyze ayakta duramıyordu. Kurumaya fırsat bulamayan yanaklarıma yeni yaşlar aktı. Tüm bunlar benim suçumdu...
Bir imamın sesinden akan Kur'an-ı Kerim'in Yasin suresi eşliğinde bir mezarın içine toprak atılıyordu.
Geç kalmıştım...
Özür dilerim Yücel...
Geç kaldığım için özür dilerim...
Adımlarım hızlandı. Kalabalığa yaklaştığımda Hayal ve Efehan'ı da görmüştüm sonunda. Hemen yanlarında duran Deniz ile birlikte, Yücel'in ailesinin bir adım gerisinde duruyorlardı. Kalbimdeki kırıklar, sanki biri onların üzerine basmış gibi daha da parçalandı. Beni suçlamalarını anlardım ama neden telefonlarımı açmamışlardı ki? Neden bir cenazeyi bile çok görmüşlerdi bana?
Kirpiğime yapışan bir yağmur damlasını elimin tersiyle silip mezarlığın kapısına doğru bir adım daha attım. Bir köpek havladı. Kalabalıktan birkaç gözün bana döndüğünü fark etsem de umursamadan bir adım daha attım. Durmaksızın akan göz yaşlarım görüşümü bulanıklaştırıyordu. Günlerdir o kadar çok alışmıştım ki buna, artık normal görmek nasıl bir duygu bilmiyordum...
Tam bir adım daha atıp eşikten içeri girmeye hazırlanıyordum ki "Sen..." diyen bir ses adımlarımı durdurdu. Ne zaman eğildiğini bilmediğim başımı kaldırıp sesin sahibine baktığımda Niran teyzenin bana bakan acı dolu gözlerini gördüm.
Gözlerindeki acı bana baktığı her saniye başka bir duyguya evrildi. Biraz hınç biraz nefret...
Kalabalığın arasından sıyrılırken eşikten geçmek üzere olan adımımı geri atmak zorunda hissetmiştim kendimi.
Niran teyze bana doğru geliyordu ama korktuğum ana doğru adım adım yaklaşan da bendim.
"Sen hangi yüzle geldin buraya?" diye bağırdı ağlamaklı sesiyle. Başını örten siyah şalı omuzlarına doğru kaymış, kestane rengi saçları ortaya çıkmıştı.
Korktum... İçine hapsolsuğum o çaresizlik daha da sıkıştırdı beni. Ardıma bile bakmadan kaçmak istiyordum bu acılı annenin karşısında durmaktansa ama kaçmadım. "Be-ben... ben... Yücel..."
"Sus!" diye bağırdı tam karşımda durduğunda. Ve daha ne olduğunu bile anlayamadan suratıma inen sert bir tokatla sarsıldım. Ama yıkılmadım... daha önce de aldığım darbeyle açılan ve henüz yarası geçmeyen dudağımın bu darbeyle yeniden yarıldığını net bir şekilde hissettim. Tamian'ın vuruşuyla sızlayan yanağım, acılı bir annenin darbesinin yanında bir hiçti...
"Alma oğlumun adını ağzına!"
İmam Kur'an'ı okumayı bırakmıştı şimdi. Yücel'in üzerine toprak atanlar durmuştu. Kalabalık artık bize bakıyordu.
"Senin aklına uydu benim oğlum..." diye bağırdı Niran teyze. "o uğursuz yere senin aklına uyup gitti!"
Omuzuma yerleşen eller beni ittiğinde hazırlıklıydım. Birkaç adım geriye doğru savrulsam da dengemi sağlamayı başarmıştım. Yalvaran gözlerle yüzüne bakarken "Niran teyze..." diye yalvardım ona. "Özür dilerim, lütfen izin ver gireyim içeri..."
"Özür mü dilersin?" diye bağırdı çıldırmış gibi. Kaburgalarıma kadar kanıyordum... Canım o kadar çok yanıyordu ki kaldıramıyordum.
"Oğlum öldü benim oğlum... Sen özür mü diliyorsun?"
Bir tokat daha...
Bu kez dengemi bulamadım. Savrulan yüzümle birlikte geriye doğru düştüm. Çiseleyen yağmur yüzünden ıslanan saçlarım yüzüme yapıştı. Dudağım daha çok yarıldı, yanağım daha fazla sızladı.
"Defol git buradan!" diye bağırdı yeniden... Yanına gelen Hüseyin amca onu sakinleştirmeye çalışıyordu ama Niran teyzenin odaklandığı tek şey bendim.
Hayal ve Efehan da gelmişti yanımıza ve ifadesiz bir şekilde izlemekle yetiniyorlardı.
Tamam beni suçluyorlardı... Suçlu olduğumu biliyordum ama benim de acı çektiğimi görmüyorlar mıydı?
Bir kerecik sarılsalar olmaz mıydı? Bu sefere mahsus ellerini uzatsalar ve beni kaldırsalar...
Ben yapamıyordum. Baş edemiyordum. Her taraftan kuşatılan bu suçluluk hissiyle yaşayamıyordum.
Bunu neden görmüyorlardı? Beni neden görmüyorlardı?
Sicim gibi göz yaşları tane tane dökülürken göz pınarlarımdan Niran teyzeye çevirdim bakışlarımı. "Lütfen... Ben böyle olsun istemedim... Lütfen izin ver... Orada olmama izin ver, lütfen..."
"Sen onu hak etmiyorsun..." dedi acımasız bir sesle Niran teyze. Sözlerim ve yalvarışlarımı duymadı. "Burada olmayı hak etmiyorsun, o senin yüzünden öldü. Defol git buradan!"
Canım bedenimden çıksaydı daha az yanardı canım...
Arkasını dönüp gittiğinde Hüseyin amcaya çevirdim bakışlarımı ama onun da Niran teyze'den farkı yoktu. Bir şey söylemek ister gibi araladı dudaklarını ama dolan gözleri konuşmasına engel oldu ve hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp o da Niran teyzenin peşinden gitti.
Çaresiz bakışlarım bu kez Hayal ve Efehan'a evrilmişti. Yağmur hızlanmaya devam ediyordu. Ben hâlâ yerdeydim ve onlar bana üstten bakıyorlardı. Ailemmiş gibi değil, bir düşmana bakar gibi...
Kırıldığım her parçanın kırıklarını göğsüme saplıyordum kendi ellerimle.
Bakmayın bana öyle demek istiyordum, diyemiyordum. Bu kadar kolay olmamalıydı beni silmemiz demek istiyordum ama biraz ötede üzerine toprak atılan arkadaşıma en büyük haksızlıktı bu. Kolay hiçbir tarafı yoktu çünkü bunun.
Hayal bana doğru bir adım yaklaştı, kirpiklerine tutunan bir damla yaştan başka hiç ifade yoktu yüzünde.
"Sana söyledim... Defalarca kez söyledim. Söyledik..."
Yüzünü sarmalayan ifadesizlik çatladı hafifçe, acının katran karasını gördüm o çatlaklardan. "Gitmeyelim dedik..." diye mırıldandı. "Sen her seferinde bizi ikna etmeye çalıştın, asla vazgeçmedin. Eğer gitmeseydik bunların hiçbirini yaşamazdık ve Yücel hâlâ yaşıyor olurdu."
Burnunu çektiğinde kirpiklerine tutunan o damla kayıp gitti.
"Sen istedin..." dedi soğuk bir sesle. İçimden dışıma nüfuz eden ateşimin etkisinden daha çok üşütüyordu beni sözleri. "Sen istedin oraya gitmeyi, bizi sen ikna ettin!"
Kahretsin! Bunları zaten biliyordum... Günlerdir kendimi bunlarla suçluyordum. Kendi içimde kurduğum o yüce divanda kerelerce kez kırmıştım kalemimi, kerelerce kez kendimi idam etmiştim.
"Yaşadığımız her şey senin suçun!" dedi diğer taraftan Efehan. Her daim üzerinde olan sakinliği yine oradaydı: duruşunda, sesinde, bakışlarında... Sadece ruhu bedeninden çekilmiş gibi duruyordu. Mavi gözleri kızaran göz akları yüzünden daha da belirgindi.
Son kez yüzüme, gözlerimin içine bakan Hayal, "Keşke sen ölseydin..." diye fısıldadı ve başka hiçbir şey söylemeden, söylememe izin vermeden arkasını dönüp gitti. Onu takip eden Efehan o tek bakışı bile çok görmüştü...
Binbir parçaya bölünen ruhumu, parçalarının açtığı yaralardan avuçlarıma dolan kanları umursamadan toparlayıp usulca ayağa kalktım. Titreten bedenimle birlikte mezarlıktan yavaşça uzaklaşırken ağlamam artık çok daha şiddetliydi.
Son bir haftadır her gün dilediğim bir dileği, bir de en yakınımdan duymak... Her şey çok fazla geliyordu, çok ağır...
Keşke dedim kendi kendime... Keşke ben ölseydim...
Sarsak adımlarım beni bir ağacın arkasına götürdü. Yere düşmeden önce güç bela sırtımı o ağaca yaslayıp dönen başımla birlikte kayarak yere oturdum. Kapısından kovulduğum mezarlığı, o ağacın ardından izledim. Katılmama izin vermedikleri cenazeye o ağacın ardında gizlenerek katıldım.
Zaman zamanın üstüne devrildi. Gün yönünü geceye çevirdi. Diner sandığım yağmur hiç dinmedi aksine yanımda kalıp benimle dertleşti.
Her geçen an hızını arttıran yağmur damlalarının şiddetli darbeleri bedenimi döverken, son arabanın da usulca gecenin karanlığında kayboluşunu izledim saatlerdir oturduğum yerden. Sessizlik her bir noktayı sardığında ardına gizlendiğim ağacın arkasından çıkıp karanlık yolda mezarlığa doğru ilerledim.
Kaç saat olmuştu? Kaç saattir sıranın bana gelmesini bekliyordum? Tek bir kuru noktası bile kalmayan kıyafetlerimden akıp hiçliğe karışan damlalar çok uzun zamandır beklediğimi söylüyordu. Çok uzun zamandır...
Sarsak adımlarla ilerlerken gözümün içine giren yağmur damlaları umursamadım hiç. Hissetmiyordum ki... Ne ıslak kıyafetlerimi aşıp tenime değen rüzgârın soğuğunu, ne hastalığın artıp her noktama yerleşen emarelerini, ne de saatler önce yediğim tokat yüzünden ikinci kez daha derin patlayan dudağımdaki yaranın acısını...
Kalbimde öyle bir yangın vardı ki... Ömrümün sonuna kadar hiçbir kuvvet söndüremezdi o yangını...
Mezarlığın kapısının önüne geldiğimde adımlarım jilet gibi kesildi. Zifiri karanlığın içinde, beyaz mermerden mezar taşları ay ışığının altında parlıyordu.
Gözümden bir damla yaş daha kayıp tüm şiddeti ile yağmaya devam eden yağmur damlalarının arasına karıştığında eşiğinden kovulduğum büyük demir kapıya baktım. Hâlâ nasıl akmaya devam ediyordu göz yaşlarım? Tükenmek bilmiyordu...
Tam bu noktada yaşadıklarım bir kez daha doldu zihnime. Söylenen her bir söz, can yakan her bir bakış...
Keşke sen ölseydin!
Mezarlığın kapısından içeri güç bela bir adım atarken "Keşke..." diye fısıldadım ağlamaktan boğuklaşan sesimle. "Keşke ben ölseydim."
Tutunduğum duvardan elimi ayırıp mezarların arasına doğru yürümeye başladım. Yağmur niye hiç durmuyordu? Madem yağıyordu içimdeki bu acı, bu yangın niye sönmüyordu?
Gördüklerim, şahit olduklarım öyle korkunç şeylerdi ki... Hiçbir kuvvet silemezdi onları hafızamdan, hiçbir güç bu yangını çekip alamazdı yüreğimin ortasından. Bu kaybın yerini hiçbir şey dolduramazdı.
Suçluluğumda boğulurken derin bir nefes almaya çalıştım, kollarımı bedenime sardım çaresizce. Eskiden karanlıktan korkardım ama şimdi, hiçbir karanlık içimi saran hisler kadar katrana bulanmış olamazdı.
Taze toprakla örtülmüş ve başına tahta bir kazığın çakılmış olduğu mezarın önünde durduğumda artık onunla baş başaydım. Toprak kokusu ilk kez huzurlu hissettirmiyordu. Yağan yağmur ilk kez derimi bir ateş gibi yakacak kadar rahatsızlık veriyordu.
Tahta kazıkta yazan isme bakamadım, yüzüm yoktu o ismi dudaklarımdan dökmeye. Ona doğrudan seslenmeye...
Usulca çöktüm mezarın başına ve titreyen elimi uzatıp ıslak toprağa dokundum. "Özür dilerim..." diye fısıldadım hıçkırıklarımın arasından. "Çok özür dilerim..."
Alnım toprakla buluşana değin eğildim ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım...
Bir karar almıştım.
Sonuçları çok ağır olmuştu...
Çok...
Ve pişmanlığım yaşananları geri alamıyordu.
O geri gelmiyordu.
Hepsi benim suçumdu.
"Değildi..." diye fısıldadı bir ses... "Hiçbiri senin suçun değildi, hepimiz kendi tercihlerimizi yaptık..."
İşte yine aynısı oluyordu. İkinci kez zihnimin içinde Yücel'in sesini duyuyordum. İkinci kez beni aklamaya, kendimden kurtarmaya çalışıyordu...
Ağlamam daha da şiddetlendi. Artık çığlık çığlığa ağlıyordum. Gitmişti ama gittiği yerden bile beni düşünüyordu sanki...
Bu neydi? Zihnim bana nasıl korkunç bir oyun oynuyordu? Beni neyle kandırıyordu?
Yağmur yavaş yavaş dindi, ağlamam yavaş yavaş kesildi. Alnım hâlâ mezara yaslıyken karanlık beni içine çekmeden hemen önce omuzlarımda bir el hissettim sanki. Başımı çevirdim zorlukla. Gözlerim, karanlığa direnirken onu gördüm...
Hemen yan tarafımdaydı. Tek dizinin üzerine çökmüştü ve bir elini omzuma yaslamıştı. Dudaklarında şefkatli bir gülümsemeyle "Bunu kendine yapma..." diye fısıldadı sıcacık eli soğuktan donmuş omzumu hafifçe sıkarken. "Burada olmamalıyım..."
Korkmadım... Aksine bir haftadır ilk kez huzurlu hissettim. Bir damla göz yaşı daha kaydı burnumun kıyısından dolanıp yere doğru. Yanağımı yasladığım mezarda, gözlerim kapanmadan hemen önce bende ona hafifçe gülümsedim.
"Tam da olman gereken yerdesin, yanımdasın..."
Nasıl buldunuz?
Son bir bölüm... ardından veda ediyoruz. O yüzden tüm veda sözcüklerimi o bölüme saklıyorum ve kendinize iyi bakın sağlıcakla kalın diyorum.
Seviliyorsunuz❤️✨
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |