14. Bölüm

13|ONUN İÇİN YAŞAMAK (FİNAL)

Saniye Solak
saniyesolak

Bu kitaptan son kez sellam✨

Bitiyoruz ve ben çok duygusalım şu an🥲

Neyse burayı çok uzun tutmayacağım, son kez keyifli okumalar diliyorum❤️

۝

"Başta her şey fazla karanlıktı." Sesim kendime bile yabancıydı. Ben, kendime yabancıydım uzun zamandır. Daha yorgun, daha bitkin, daha yalnız... Yapayalnız... Acılar içinde de uykusuz...

"Şimdi o kadar karanlık değil mi?"

Masanın diğer tarafında oturan kadının naif sesi düşüncelerimin arasına sızdı. Hâlâ karanlıktı değil mi? Ama kendime yolumu aydınlatacak bir sokak lambası çizmiştim. O sokak lambasının ne olduğunu söylersem muhtemelen karşımdaki kadın beni bir psikiyatri servisine sevk ederdi. Bu yüzden onu kendime sakladım.

"Hâlâ çok karanlık..." Önümde birleştirdiğim ellerime diktiğim gözlerimi ellerimden çekip başımı kaldırdım ve karşımdaki pskioloğuma baktım.

Sesi gibi yumuşak olan bakışları benim üzerimdeydi. Önünde bir defter açıktı ve bir kalemi o defterin üzerinde hareketsiz tutuyordu. Konuşmamı bekliyordu. Konuşmamı ve not almayı...

"Ama alışıyorum sanırım karanlığa..." Yalan! Hiçbir şeye alıştığım yoktu. Her şey o kadar zor geliyordu ki... En basit tabirle nefes almak bile bir işkenceydi. Ama bunu da kendime saklamayı tercih ettim.

"Üzerinden bir ay geçti..." diye mırıldandı psikoloğum Servi hanım. "Alışmaya başlamak için iyi bir noktadasın..."

Gülmek istedim bu sözlerine. Alışmaya başlamanın yanına bile yaklaşamadığım bir noktadaydım. Alışmak istemediğim... Alışmamak için direndiğim...

Bir ay... Bir yıl gibi gelen bir ay... Bir saat gibi gelen bir ay... Zihnimde bir zaman kavramı yoktu artık. Her şey birbirine dolanmış, Arap saçına dönmüştü.

"Neler hissettiğini anlat..." dedi psikoloğum. "Bu bir ayı düşün, düşüncelerini duymak istiyorum."

Bu bir ay... Ve öncesinde geçirdiğimiz o bir buçuk hafta...

Kelimenin tam anlamıyla kâbustu. "Yalnızlık ve suçluluk çok baskındı." diye mırıldandım. Ne zaman düşünmeye başlasam olan şey yine oldu ve ellerim titremeye başladı. "Hâlâ öyleler..." diye ekledim alelacele ellerimi birbirine sürterken. Sertçe yutkundum. Cesaretimi sömüren bir diğer konuyu dile getirmeye gücüm yoktu ama biriyle paylaşma ihtiyacımı da göz ardı edemiyordum. Beni içten içe kemiren bütün bu olanları psikoloğumdan başka konuşacak kimim vardı ki? Abim vardı bir tek, onu da bu konularla üzmek istemiyordum. Luca'nın anlattığı ayrıntıları haberlerden görüp yeterince üzülmüştü zaten. Kimseyi daha fazla üzmek istemiyordum.

Hayal ve Efehan hâlâ yoktu...

Kalbime derin bir ağrı saplanırken bir kez daha yutkundum. Ağlamak için doğru bir zaman değildi ama ne zaman Efehan ve Hayal'in yokluğu sıvı bir zehir gibi zihnimin içine zerk etse canım çok yanıyor, boğazım düğüm düğüm oluyordu.

"Oradayken..." Kendimi anda kalmaya zorlayarak boğuk sesimle devam ettim konuşmaya. "Düşünmek için ertelediğim çok fazla şey oldu. Kendi aklımda normalleştirmek için direndiğim... Başka türlü hayatta kalamazdım çünkü, düşünürsem biterdim."

Keşke bitseydim...

"Tüm o ertelediklerim beni hazırlıksız yakalıyor. Aniden doluyorlar zihnimin içine ve gafil avlanıyorum..."

Krizler tam bu noktada geliyordu. Uykular haram olmuştu, yemek yemek... En basit tabiriyle yaşamak...

Bazen kendi içimde bunu sorguluyordum. Hâlâ neden yaşıyorsun Lizge? Ailenin bile umurunda değilsin hâlâ neden nefes alıyorsun? Bitirsene bu işkenceyi...

Sonra bir şey bana engel oluyordu. Ve ben günün hangi saati olursa olsun kendimi artık en çok huzur bulduğum yerde buluyordum her seferinde. Yücel'in mezarının başında. Çoğu gece orada sabahlıyordum. Gündüz vakitlerinde gitmeye o kadar da cesaretim yoktu.

Ailesi orada oluyordu...

Hayal ve Efehan orada oluyordu...

Her zaman değil elbette ama yine de yakalanma riskini göze alamıyordum. Yakalanırsam yeniden kovulacağımı biliyordum çünkü. Huzurumdan kovulmak istemiyordum.

"Ertelediğin o düşünceler neler? Biraz açmak ister misin?"

Gözlerim kısa bir anlığına önümdeki su bardağına kaydı, yoğun bir su içme ihtiyacı ile dolup taştım. Ama titreyen ellerimi psikoloğumun görmesini istemediğimden uzanmadım o suya. Kucağımda duran ellerimi birbirine kenetleyip sımsıkı tuttum.

Bir an ne diyeceğimi bilemeyerek duraksadım, diğer an "Her şey..." sözcüğü kaçtı dudaklarımdan. Suya diktiğim gözlerimi kaldırıp Servi Hanım'a çevirdim. "Manipüle edildik, kandırıldık, ölüme gittik..." Sertçe yutkundum. Bunlar kolay olan kısım gibi geliyordu artık. Zor olan daha farklı şeyler vardı. Bir fısıltının ürkütücü ilahisi gibi döküldü dudaklarımdan o şeyler.

"Bize geyik yahnisi diyerek yedirdikleri o şey..." Bu düşüncenin bana hiçbir yararı yoktu. Aksine, her düşündüğümde nefessiz kalana kadar kusuyor ve çoğu zaman hiçbir şey yiyemiyordum. "Öğün olarak getirdikleri sepetlerin içinden gelen etin kokusu..."

Bunları anlatmak bana bir fayda sağlar mıydı? Zihnimden dışarı sızdırsam, beni zehirlemekten vazgeçer miydi tüm bu olanlar?

Servi Hanım ifadesiz bir şekilde durmaya devam etti ama gözleri onu ele verdi. Yalnızca düşünmek bile midesini bulandırmaya yetmişti.

Bu içimde bir yerleri rahatsız ettiği için bakışlarımı yeniden kucağıma indirdim. "Gözlerimizin önünde katledilen üç kişi... Onlardan geriye kalan kalıntılar..."

Zihnimin kanallarında yeni bir anı sirkülasyonu başladı. Kalbim boğazımea aratken en derinlerime sirayet eden o anıların içinde kaybolmamak için boğazımı temizleyip başımı iki yana salladım.

Ben kurban rolündeydim, onlar için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Kendi arkadaşım için bile olmamıştı ki... Bu düşüncelerin beni hasta etmesine izin vermemeliydim. Hayır... Hiçbir suçumun olmadığı konularda bile kendimi suçlu çıkaracak bir şeyler aramaktan vazgeçmeliydim.

O mağaradan çıkmayı başardığımız için onlar ölmemişti. Zaten onları bunun için hazırlıyorlardı.

Onların ölümünün hemen ardından kurtulmamız da benim elimde olan bir şey değildi.

Sihirli değneğim yoktu, hiçbir şeyi değiştiremezdim. Bunu yapabilecek gücüm olsaydı Yücel şu an hayatta olurdu.

"Lizge... Lizge Hanım?"

Sanki uzaklardan gelen bir sesmiş gibi psikoloğumun sesi bana ulaştığında irkilerek ona döndüm. Ellerimin titremesi şimdi daha fazlaydı. "İyi misin?" diye sordu Servi Hanım. "Biraz ara vermek ister misin?"

Sertçe yutkundum. Saniyeler içinde tam olarak ne olmuştu? Andan kopup gitmiştim. Derin bir nefesi çektim içime ve elimin titremesini umursamadan uzanıp sudan bir yudum içtim.

"Ben- ben... Bu günü burada noktalasak olur mu? Biraz temiz havaya ihtiyacım var benim."

Bunu söylerken çoktan eşyalarıma uzanmıştım bile. "Elbette..." dediğini duydum ama ondan sonra söylediği hiçbir şey kulaklarımdan zihnime ulaşmadı. Yalnızca kısık sesli bir çınlama vardı.

Kendimi dışarı nasıl attığımı bilmiyorum ama hastane bahçesine girdiğimde yaz güneşinin yakıcı sıcaklığı bedenime nüfuz etmişti. Sıcak umurumda bile değildi, nefese ihtiyacım vardı, temiz havaya...

Bir elimi göğsüme yaslayıp hafifçe öne doğru eğildim. Dünya'nın etrafımda döndüğünü hissediyordum, başım dönüyordu. Derin nefeslerle kendimi sakinleştirmeye çalışırken arkamdan bir yerden "İşte..." dedi arkamdan bir ses. "Orada..."

Omzumun üzerinden arkama baktığımda gördüğüm gazeteci ordusuyla almaya çalıştığım nefesler bir bir boğazıma dizildi.

"Lizge Hanım..." diyerek üzerime doğru geliyorlardı. Ürktüğümü hissettim. Adımlarım onlardan kaçmak için kendiliğinden hareket ederken aramızdaki mesafeye rağmen sorular sormaya başlamışlardı bile.

Lizge Hanım, olanlar hakkında ne söylemek istersiniz?

Sosyal medyada ekibinizi oraya gitmek için sizin zorladığınız söyleniyor, buna bir cevabınız var mı?

Yücel Öz ile aranızda duygusal bir bağ olduğu konuşuluyor, bir ilişki içinde miydiniz?

Ve daha bir sürü saçma sapan mide bulandırıcı sorular silsilesi...

Kaçarcasına çıktığım hastaneye aynı şekilde geri girmek zorunda kaldım. Neyse ki hastane güvenliği gazetecilerin önüne bir barikat gibi gerilmişti ve onların içeri girmesini engellemişlerdi.

Tanrım, hiç mi özele saygıları yoktu?

Sosyal medyada ne söylendiği ya da insanların ne düşündüğü hiç umurumda değildi. Sadece biraz alan istiyordum. Nefes alabileceğim bir alan...

Kendimi bekleme salonundaki koltuklardan birine atıp bir taksi numarası çevirdim ve gözlerime dolan yaşları usulca silip şoföre hastanenin otoparkına gelmesini söyledim.

"Geçecek biliyorsun değil mi?"dedi bir ses hemen yan tarafımdan. Bir aydır karanlık yolumu aydınlatan sokak lambasıydı o... Ayakta kalabilmek için zihnimin kendine inşa ettiği bir dayanak...

Akan yeni bir gözyaşı damlasını elimin tersiyle silip göz ucuyla yanıma baktım. Oradaydı... Yüzünde her zamanki gülümsemesiyle hemen yanımdaki sandalyeye oturmuş bana bakıyor ve geçecek diyordu.

Fazla dikkat çekmesin diye bakışlarımı oradan çekip telefonumu yeniden kulağıma yasladım ve "Sen benim hayal ürünümsün, sözlerin de benim belirlediğim sınırlar içinde olmalı..." diye homurdandım. Geçmeyeceğini biliyordum. Bu derin bir yaraydı ve sonsuza kadar için için kanamaya devam edecekti.

"Zihnin beni olduğum gibi seviyormuş demek ki..." dedi o da cevap olarak.

Bunun sağlıklı olmadığının farkındaydım ama nereye baksam onu görebiliyorken bunun önüne de geçmek istemiyordum. Bundan daha fazlasını kaldırabileceğimi sanmıyordum.

"Doktoruna yine benden bahsetmedin..." dedi bu kez benim suskunluğumun üzerine. Kısacık bir an gözlerimi kaldırıp ona baktım. Alnına düşen bir tutan kahverengi buklesi vardı, uzanıp onu kenara çekmek istedim ama bunun ne kadar garip görüneceği bir yana artık yapamazdım. Bu yüzden ellerime hâkim olup boğazımı temizledim.

"Bunu yapamayacağımı biliyorsun. Muhtemelen beni direkt bir kliniğe falan yatırırlar."

"Belki de daha profesyonel bir destek, o kadar da kötü bir fikir değildir Lizge. Durum daha da kötüleşmeden?"

Sesi doğrudan zihnimin içinden geliyordu. Benim hayalimin bir ürünüydü ama söylediklerinin hissettiklerimle ya da istediklerimle alâkası yoktu. Yücel zihnimde bile Yücel'di iste...

Gözlerim daha çok doldu. Çenem titrerken boştaki elimi dudaklarıma bastırıp gelecek olan hıçkırık selini bastırmaya çalıştım.

"Buna hazır değilim..." diye fısıldadım başımı iki yana sallarken... "Senden tamamen kopmaya, o yalnızlığın içine gömülmeye hazır değilim..."

Yanımdaki görüntüsü sessizdi ama sesi zihnimin içindeydi.

Hayal ve Efehan olsaydı böyle olmazdı...

Hiç mi affetmeyeceklerdi beni?

"Keşke sana sarılabilseydim..." diye fısıldadı Yücel. Yaşadığım her şeye tüm çıplaklığıyla şahit olan bir tek o vardı. Ama o da yoktu işte...

"İyi olacağım..." diye fısıldadım bende. "Sadece biraz daha zamana ihtiyacım var..."

Çok azıcık daha...

"Böyle olmanı istemezdim bunu biliyorsun değil mi?" diye sordu Yücel. Bu şekilde konuşmayı kesmeliydi. Bazen gerçek ile hayali ayırt etmekte zorlanabiliyordum. En çok da böyle anlarda. Cevap veremedim, sadece dinledim. Sesi benim için bir lütuftu. Duymak istemediklerimi söylemesine rağmen...

"Hayatına devam etmeni isterdim. Mutlu olmanı... Beni hatırlamanı ama güzel anılarla anmanı, gülerek anmanı..."

Kısacık bir an duraksadı, ardından gülerek devam etti. "Alınma Patroniçem, beni hatırlaman gururumu okşuyor ama eminim bir yerlerden seni izleyen ruhum, şu halini gördükçe kahroluyordur. Mezarımdaki kemiklerimi sızlatmaya hakkınız yok Lizge Hanım!"

Göz yaşları sicim gibi yanaklarımdan inerken gülmekten alamadım kendimi. O kadar dengesizleşmiştim ki son zamanlarda...

Küçük bir çocuk gibi elimin tersiyle yanaklarımı silerken gülüşümün arasından "Bana Patroniçem demeni özlemişim." diye kıkırdadım.

"Biliyorum..." dedi Yücel, sesi şimdi durgun geliyordu. "Unuttun mu ben senin hayal ürününüm..."

Ve sonra kayboldu ve ben gerçekliğe uyandım... Bekleme salonundaki insanların garip bakışlarını fark ettiğimde gerçekten telefon ile konuşuyormuş gibi yapıp "Sonra görüşürüz o zaman..." dedim. Aceleyle telefonu çektim kulağımdan. Bu çok zordu, çok ağırdı...

Bana delirmişim gibi bakan insanların bakışlarını geride bırakıp otoparka doğru indim. Taksi gelmek üzere olmalıydı.

۝

Gazetecilere yakalanmadan kendimi evime atmayı başarmıştım. Biraz uyumaya çalışmıştım ama gördüğüm kâbuslar asla geçmeyecek gibi tüm gerçekçilikleri ile orada dururlarken uyuyabilmem mümkün değildi.

Abim ve eşi beni ziyarete gelmişti ve birlikte akşam yemeği yemeye çalışmıştık. Onlar yiyebilmişti tabii ama ben iki lokmadan daha fazlasını yiyememiştim. Lokmalar ağzımda büyüyordu sanki...

Abimin üzgün bakışlarını üzerimde hissetsem de neyse ki beni zorlamadı. Bu süreçte bana verdiği desteğin her bir zerresine minnettardım. Eğer o da olmasaydı gerçekten hayatta kalabilir miydim emin değilim...

Sonra çıkmıştım evden. Hava kararalı çok olmuştu. Yolun sonu beni yine Yücel'in mezarına getirmişti. Henüz mezarı yapılmamıştı, muhtemelen ailesi kırkının çıkmasını bekliyordu.

Usulca oturmuştum yanına ve sırtımı toprağına yaslayıp gökyüzüne diktiğim gözlerimle ve şakaklarımdan saç diplerime karışan gözyaşlarımla saatlerce onunla konuşmuştum.

Sonra sessizlik çökmüştü... Mezarına geldiğimde hayal olan Yücel uğramıyordu yanıma, tamamem kendimle ve Yücel'in toprağın altındaki bedeniyle baş başa kalıyordum.

Onu da hayatımdan çıkarmam gerektiğini biliyordum. Zihnimin hastalanmaya başladığını... Böyle başlıyordu. Şu an gerçek ile hayali ayırt edebiliyordum evet ama bu böyle devam ederse ayırt edememeye başlayacaktım.

Peki bu niye kulağa güzel geliyordu?

Onun hiç ölmemiş gibi yanımda olması...

Bu sessizlik ne kadar sürdü bilmiyorum ama tamamen düşüncelerimin içine gömülmüşken bir köpek havlama sesi beni düşüncelerimin içinden çekip çıkardı.

Sıradan bir köpek değildi bu, çok tanıdık bir sesti...

Yaslandığım yerden doğrulup çıplak omuzlarıma yapışan toprak parçalarını silkelerken sesin geldiği yöne doğru baktığımda ve bana doğru koşan rottweilerı gördüğümde, dudaklarım günler sonra ilk kez gerçek bir gülümsemeyle kıvrıldı.

Dexter...

Yücel'in köpeği...

Güzel köpek heyecanlı adımlarla gelip mezarın etrafından dolandı ve mezar taşını derin derin kokladı. İki kez daha havladıktan sonra sanki orada kimin yattığını biliyormuş, hissediyormuş gibi mezarın üzerine çıkıp başucuna kıvrıldı. Dudaklarından homurtular dökülürken sanki o da sahibi ile sohbet ediyordu.

Gözlerim doldu bu manzara karşısında ama dudaklarımdaki o sahici kıvrım da varlığını korudu. Uzanıp onu sevmek istedim, başını okşamak ve kendince çektiği acıyı onunla paylaşmak... Köpekler hisleri çok güçlü hayvanlardı.

Ama rahatsız etmek de istemedim. Kapalı gözleriyle kendini dış dünyaya tamamen kapatmış gibi görünüyordu. Sahibi ile hasret gideriyor gibi...

"Lizge Abla?"

Bülent'in sesini duyduğumda irkilerek bakışlarımı çekmiştim Dexter'dan.

Birkaç adım ötemde şaşkınlıkla bana bakıyordu. Karanlıkta yüzünü seçemiyordum ve sesinden de hiçbir şey anlayamıyordum.

Bir an gerildim. Dexter'i görmenin heyecanı usulca sönüverdi, o da ailesinin yaptığı gibi beni kovar mıydı? Abisinin ölümünden beni mi sorumlu tutuyordu? Haksız da sayılmazdı, sorumlusu bendim...

Bu bir ayın benden alıp götüremediği sayılı şeylerden biriydi suçluluk hissi.

"Bülent?" diye karşılık verdim istemsizce çekingen çıkan sesimle. "Burada bu saatte ne yapıyorsun?"

En azından geceleri burası benimdi. Lütfen bunu da almasınlar elimden, lütfen...

"Asıl sen ne yapıyorsun abla burada?"

Birkaç adım daha bana yaklaştığında yüzünü daha net görebildim. Beklediğim o sertlik ya da öfke yoktu, şaşkınlık vardı Yücel'in kahveleri ile aynı ton olan gözlerinde. Henüz on yaşındaydı ama abisine çok benziyordu, büyüdüğü zaman Yücel'in kopyası olacağına hiç şüphe yoktu.

Kızmadığını ya da kovmak için herhangi bir şey söylemediğini görmek biraz olsun rahatlamamı sağladı.

"B-ben... Arkadaşımı ziyarete gelmiştim..."

Bir an duraksadı Bülent. Gözleri kısacık bir an artık arkamda kalan mezara kaydı ve aynı anda bir acı dalgası geçti gözlerinden. "Abimi unuttuğunu sanmıştım..." derken sesine hafif bir suçlayıcılık yerleşmişti ilk kez.

Neyi kastettiğini anlamadığım için kaşlarım çatıldı. Ne demekti abisini unutmak? O benim en yakın arkadaşımdı.

Yüz ifademi gördüğünde hemen açıklamaya koyuldu Bülent. "Onlar konuşurlarken duymuştum. Senin onu hiç ziyaret etmediğini söylüyorlardı. Unutmuşsun onu, çıkarmışsın hayatından."

Kim diye sorma isteği dilimi yaksa da çenemi tutup sormadım. İçimden bir ses alacağım cevaptan hiç hoşlanmayacağımı söylüyordu.

Gözleri burada beni mi arıyordu? Sanki beni kovan onlar değilmiş gibi... Bu konunun Bülent'i üzdüğünü dahası hayal kırıklığına uğrattığını gördüğümde içimi bir telaş kapladı.

Herkesi yeterince hayal kırıklığına uğratmıştım. Bülent beni suçlamıyor gibi görünüyordu. Onu da hayal kırıklığının kucağında bırakmak istemedim.

"Aslında..." diye girdim söze. ellerim mahcup bir tavırla kucağımda birleşmişti. ailesine ona şikayet ediyor gibi olacaktım.

"Cenaze günü kovuldum, Bu yüzden gündüz vakitlerinde buraya gelmeye cesaretim yok. Ben de geceleri gelmeyi tercih ediyorum. Çoğu gecem burada geçiyor."

Bülent'in gözleri önce şaşkınlıkla iyileşti. ardından bakışlarını bakışlarından kaçırdı. "Ailemin yaptıkları çok yanlıştı, onlar adına özür dilerim."

Hızla başımı iki yana salladım sözlerine karşın. "Hayır... Özür dilemene gerek yok, onları suçlamıyorum aksine onları anlıyorum. Hatalarımın farkındayım, benim yüzümden oldu her şey."

"Bu doğru değil..." dedi Bülent hışımla. ardından cebinden katlanmış bir kağıt çıkardı. Kağıdı bana uzatırken, "Bunu abimin liseden kalan kitaplarının arasında buldum bu sabah." diye açıkladı. "Bunu yaptığını kendi bile unutmuştur muhtemelen."

Merakla aldım dörde katlanmış kağıdı ve usulca açtım. İç içe geçmiş iki kağıt vardı ve üzerinde bozuk bir el yazısıyla yazılmış sayılarla numaralandırılmış maddeler...

Başlık dikkatimi çekti.

On sekiz olunca gidilip görülecek yerler...

İlk sırada Mahayana Gölü vardı. Neresi olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu ama listeyi Yücel hazırladıysa -ki onun el yazısını tanıyordum. Geçen onca sürede yazısında hiçbir şey değişmemişti- pek de normal bir yer olmadığı kesindi.

İkinci sırada Duktans yazıyordu. Bu resmin bir şehir olduğunu biliyordum. Şehrin adının yanında, parantez içinde kabus ormanında iki gece kamp yazıyordu.

Ve üçüncü sırada...

Bir an gördüğünden Emin olamayıp gözlerimi kırpıştırdım birkaç kez.

-Katalana (Ölüm yolu)| San Doreo / Mornel...

Şaşkınlığın bakışlarımı nüfuz ederken gözlerimi kaldırıp Bülent'e baktım.

"Abim daha on beş, on altı yaşlarındayken oraya gitmenin hayalini kuruyordu." Gözleriyle elindeki kağıtları işaret etti. "İki yüz yetmiş üç madde var o listede ve o yol üçüncü sırada... Hiçbir şey senin suçun değildi. Sen sadece bilmeden abimin hayallerinden birini gerçekleştirdin."

Yücel bu listeyi gerçekten unutmuş olmalıydı. Biz oradayken buradan hiç bahsetmemişti çünkü. Ya da yolculuk için hazırlandığımız süre zarfında...

"Bir keresinde Bir kitapta okumuştum." diye devam etti Bülent. "Kaderin önüne geçemezsin diyordu. abimin kaderi buymuş ve bunun önüne kimse geçemezmiş."

On yaşındaki birine göre fazla olgun konuşuyordu. Tanıdığım kadarıyla Bülent yaşıtlarından hep daha farklı bir çocuk olmuştu. Yaşıtları bilgisayar, tablet, telefon peşinde koşarken o; yapboz yapmaktan, kitap okumaktan, ve bir şeyleri tamir etmekten hoşlanıyordu. Yine de sanki abisinin ölümü ona daha da olgunlaştırmış gibiydi.

Sözlerine karşılık hiçbir şey diyemedim. Ben onun gibi düşünmüyordum çünkü. Yücel bu listeyi unutmuştu. Yani ben ısrar etmeseydim, ben o yolu yeniden gündeme getirmeseydim oraya hiç gitmeyecek, şu an hala yaşıyor olacaktı.

Sessizliğim üzerine "Her neyse..." dedi Bülent. "Dexter son kez abimi görsün diye bu saatte buraya geldim. şimdi biraz abinle konuşmak istiyorum, sonra hemen eve dönmem gerekiyor."

Tüm bu cümlelerin içinde dikkatimi çeken tek bir şey oldu.

Dexter son kez abimi görsün diye...

" Dexter neden abinin son kez görmek zorunda olsun ki?" diye sordum istemsizce. "O gördüğüm en akıllı köpek. Abini her ziyaret edişinde onu da yanında getirebilirsin."

Bülent'in omuzları düştü gözlerine bir hüzün çökerken "Keşke..." diye mırıldandı. İkinci bir hayal kırıklığı dalgasının gelişini gördüm. "Annem ve babam onu istemiyorlar, bakmak çok zor geliyormuş. Abimin evinden geldiğinden beri evin içine almadılar zaten. Dexter'da bahçede uyumaya alışık değil, abim onu hep yanında uyutuyordu. O yüzden gece boyunca havlıyor, komşular rahatsız oluyormuş. Yarın sabah babam onu bir hayvan barınağına bırakacak."

Bir an söylediklerini algılayamadım. Kulaklarım doğru mu duyuyordu benim?

Dexter'ı terk mi ediyorlardı?

Sıcak havaya rağmen tüylerim ürperirken "Dexter Yücel'in kızı gibiydi..." diye bir sitem döküldü dudaklarımdan. O sırada, bir göz açıp kapama mesafesinde, Bülent'in arkasında beliren Yücel'i gördüm. Yüzündeki hayal kırıklığını tam kalbimin orta yerinde hissettim.

Hiçbir şey değil belki ama bu Yücel'in canını çok yakardı.

"Yücel'in kızını terk mi ediyorlar yani?"

Bir an çenesi titredi Bülent'in. Dokunsam ağlayacak gibi duruyordu şimdi. "Onları ikna etmeye çalıştım ama beni dinlemediler."

Buna inanamıyordum. Dexter Yücel'in en kıymet verdiği şeylerden biriydi. Onu nasıl öylece bırakabilirlerdi?

Kulağıma tatlı homurtuları dolan Dexter'a kaydı gözlerim. Her şeyden habersiz kuyruğunu sallayarak Yücel'in mezarının üzerinde yatıyordu. Olduğu yer çok huzurluymuş gibi...

Belki de onun için de şu an dünyanın en huzurlu yeri burasıydı. Tıpki benim için olduğu gibi...

O an bir karar verdim. Buna izin veremezdim. Dexter'ı öylece terk etmelerine izin veremezdim.

"Onu bana ver..." dedim net bir sesle, odağım yeniden Bülent'e dönerken. "Ben bakarım ona..."

Bülent önce öylece yüzüme bakakaldı. Sonra "Sahiplenmek gibi mi?" diye sordu heyecanlı bir sesle. Bir barınakta olmasındansa benim yanımda çok daha iyi ve güvende olacağının o da farkındaydı. Artık hayvanlara iyi bakan barınak sayısı yok denecek kadar azdı.

"Gibisi fazla..." diye cevam verdim. Dudaklarım şimdi yeni bir gülümsemenin ateşiyle, umutla yanmaya başlamıştı. "Onu sahiplenmek istiyorum."

Biz birbirimize iyi gelirdik...

Bülent hiç itiraz etmedi. Evleri mezarlığa yakındı, yürüyerek gelmişti buraya kadar. Geri dönüş yolunda birlikte yürüdük. Evlerinin önüne geldiğimizde önce benimle ardından Dexter ile vedalaştı. Evine girmeden önce söylediğim son şey o u ne zaman isterse görebileceğiydi.

Ardından bir taksiye atlayıp tek başıma ayrıldığım evime iki kişi olarak döndüm. Dexter evime alışık olduğu için hiç yabancılık çekmemiş ve yatağımın bir köşesine kıvrılıp uyumuştu.

Yatağıma uzandığımda ilk kez mezarlıktan başka bir yerde biraz da olsa huzur bulabildiğimi fark etmek dudaklarımın kıvrılmasına neden oldu. İnanç içimde büyüyordu. Umut...

Gözlerimi kapatırken bile silmedim o gülümsemeyi. Dexter'ın yatağımın ayak ucundaki varlığıydı bunu sağlayan. Uykuya dalmadan önce duyduğum son şey, zihnimin içinde yankılanan Yücel'in sesiydi. "Teşekkür ederim..." diyordu bana. Gözlerimi açsam onu görebileceğimi biliyordum ama bir şey bana engel oldu. Açmadım... Zorlu geçen, bir asır gibi gelen bir ayın sonunda ilk kez Yücel'in hayalina bakmadan uykuya daldım.

⁠۝

Sonraki günlerim tamamen Dexter ile geçmişti. Onun için alışveriş yapmış, kendi üzerime kaydettirmiş ve onunla birlikte yürüyüşlere çıkmıştım. Ayrıca her gece birlikte Yücel'in mezarını ziyaret ediyor ve birlikte uzanıyorduk mezarın yanına.

Gözyaşlarımın büyük ölçüde gittiğini söyleyebilirdim. Sadece bir an meselesi miydi yani? Garipti... gerçekten garipti ve şimdilerde bu yeni benliğime alışmaya çalışıyordum. Devam etmeye çalışıyordum.

Yücel'in hayali hep orada oluyordu. Orada oluyor ve gülümseyerek bizi izliyor... Ama eskisi kadar sık konuşmuyordum onunla. Artık Dexter ile konuşuyordum. Her anımı o dolduruyordu.

Abim bu durumdan çok memnundu, Dexter ile birbirlerini çok sevmişlerdi.

Bülent iki kez bizi ziyaretimize gelmişti. Onu kapımda ilk gördüğümde ailesinin sorun çıkardığını ve Dexter'ı geri istediklerini düşünmüş ve korkmuştum.

Yeniden o yalnızlığa düşmek istemiyordum. Dexter'in varlığı her yeri doldururken yokluğu ile yeniden yüzleşecek gücüm yoktu, o benim resmen dayanağım olmuştu. Ama neyse ki korktuğum gibi bir durum olmadı. Ailesi Dexter'ı başlarından savmaları gereken bir bela olarak görüyorlar ve ondan kurtuldukları için memnunlardı.

Ne kadar da acınası bir düşünce...

Bülent sadece Dexter'a ait olan birkaç eşyayı getirmek ve onu görmek için gelmişti. Dexter'ın oyun topu, en sevdiği peluş oyuncağı ve tasmaları... Yenilerini almış olsam da bunların yeri özel olduğu için severek kabul ettim.

Ve doktorum... Bir evcil hayvan edindiğimi öğrendiğinde çok sevinmiş, o köpeğin Yücel'in köpeği olduğunu öğrendiğindeyse bunun kendimi batırdığım suçluluk hissini alacağını söylemişti. O an bile bu durumun bana olumlu bir şekilde yansıdığını...

O an anlamıştım. Bundan çok daha önce toparlanmaya başlayabilirmişim aslında ama sadece yalnız kalmışım...

Ayrıca Servi Hanım'a; Bülent'in bana verdiği, Yücel'in hazırladığı İki yüz yetmiş üç maddelik listeden bahsetmiştim.

Ve o da bana devam etmekle ilgili bir fikir vermişti.

Daha doğrusu o sadece "Bu onun gerçekten istediği bir hayaliymiş..." demişti. Sonrasında da uzun uzun cümleler kurmuştu ama Bülent'in de aynısını söylediğini fark ettiğimde yaşadığım deja-vu hissiyla odaklanamamıştım.

Yücel'in hayalleri...

On beş, on altı yaşındaki Yücel'in hayalleri...

Ellerimde duruyordu...

İşte o fikre ilham olan düşünce de buydu...

Uzun zaman sonra ilk kez açtığım kameramın karşısına geçerken nasıl göründüğüm ile ilgilenmedim.

Sosyal medya uygulamalarının tamamını silmiştim telefonumdan. Hepsini tek tek geri yükleyip hesaplarımı yeniden açmış, ardından da kamera karşısına geçmiştim.

Milyonlarca bildirim vardı ama hiçbirine bakmadım. Artık o bildirimlerin hiçbir önemi yoktu. Ben eğer birini suçlayacaksam bu o bildirimler olurdu.

"Herkese merhaba..." diye girdim söze. Pürüzlü çıkan sesimi düzeltmek için boğazımı temizlemem gerekmişti. "Uzun zaman oldu..."

Nereden başlamalıydım, ne söylemeliydim hiçbir fikrim yoktu. Düşünmeden, tasarlamadan oturmuştum buraya.

"Hâlâ alışamadığım çok fazla şey var, bunların başını da Yücel'in yokluğu çekiyor..." Kalbime ince bir sızı saplanırken kendimi gülümsemeye zorladım. "Size bir şey göstermek ve bir şey açıklamak için açtım bugün kameramı."

Kamerayı tutacağından çıkarıp ayağa kalktım ve salonumdan yatak odama doğru yürümeye başladım. "Aslında iki buçuk haftadır benimle... Eminim hepiniz onu da çok özlediniz..."

Yatağımda uzanan ve ön patileri ile sabit tuttuğu peluş oyuncağı çekiştirerek oyun oynayan Dexter'ı aldım kadraja.

"Dexter'a merhaba deyin..."

Dexter sanki kameraya çekildiğini fark etmiş gibi hemen dişlerini oyuncaktan çekip kameraya baktı ve bir kez havladı.

"Bu da onun size merhaba deyiş şekliydi..." Kadrajı yeniden kendime çevirip konuşmaya devam ettim. "İki buçuk haftadır birlikte yaşıyoruz ve birbirimize şimdiden çok alıştık. Ona yaptığım alışverişi de kayda almış olmayı isterdim ama o zamanlar değil kamera açmak, nefes almak bile çok zor geliyordu."

Yeniden salona doğru yürürken Dexter bir kaç kez daha havlamış, ardından da oyuncağını geri dönmüştü. Benim aldıklarımdan biriydi ve birkaç saate paramparça olacağını biliyordum. Yücel'den kalanlara dokunmuyordu. Sadece kokluyor ve çenesinin altına alıp üzerinde uyuyordu. Hırsını, eğlencesini tamamen benim aldıklarımdan çıkarıyordu. Kendince Yücel'in hatıralarına saygı duyuşunu izlemek beni her seferinde ağlatıyordu.

"Evet..." dedim kamerayı yerine yeniden oturturken. Şimdi elimde Yücel'in yaptığı liste vardı. Bir de yaptığım araştırmalardan sonra kendime göre düzenlediğim ikinci bir liste...

Bunu tek başıma yapacaksam kolaydan başlamam gerekiyordu...

"Asıl konuya gelecek olursak..." Gözümün önüne gelen bir tutam kıvırcık saçı geriye ittim. "Yücel gittiğinden beri her şey çok kötüydü. Ama sonra bir şey oldu ve bu olan şey bana devam etmem için bir ilham verdi. Kendim için değil, Yücel için devam etmek..."

Kısa bir an duraksadım. Gelecek olan ve önlenmesi imkânsız yorumları az çok kestirerek "Bazıları buna prim diyecek, gösteriş diyecek, kitleye oynamak olarak görecek..." diye ekledim hemen. Hiç umurumda olmayan ayrıntılardı bunlar, isteyen istediğini düşünmekte özgürdü. Bunları düşünemeyecek kadar yorgundum.

"İstediğiniz gibi yorumlayın; neler yaşadığımı, ne hissettiğimi sadece ben bilirim. Ve bundan sonra atacağım her adımı Yücel için atıyor olacağım. Onu daima hatırlamak ve hatırlatmak için... Yücel unutulmak istemezdi çünkü, daima hatırlanmak isterdi."

Yücel'in el yazısı ile yazılmış kâğıtları açıp kameraya doğru tuttum. "Bu listeyi Yücel çok eskiden hazırlamış. Bazılarınız Yücel'in o muhteşem el yazısını hemen tanımıştır eminim."

Derin bir nefes aldım. O yeri düşünmek bile canımın bedenimden çıkıyor olması gibi bir histi. "İçinde, üçüncü sırada, bize cehennem olan o yer de var... Neyse konuyu uzatmak istemiyorum. Bu liste Yücel'in hayali, ve ben..." Şimdi kameraya bakışım çok daha ciddiydi.

"Yücel'in hayallerini gerçekleştireceğim. Teker teker... Yaklaşık bir yıl sonra başlayacağım buna ve bu bir yıllık süreçte kendimi mental ve fiziksel olarak hazırlayacağım."

Dudaklarım buruk bir gülümsemeyle kıvrıldı. "Artık kendim için değil, Yücel için yaşayacağım ve bu süreçte başıma herhangi bir şey gelirse -artık bundan korkmadığımı fark ettiğim için bu kadar rahat konuşuyorum- tüm sorumluluk yalnızca bana ait olacak."

Yanımda herhangi birinin sürükleme gibi bir düşüncem yoktu. Gittiğim her yerde profesyonel bir ekip ile çalışacaktım.

Ağzım yanmıştı bir kere bundan sonra attığım her adımı çok ince hesaplayarak atacaktım. Dersimi almıştım. Bu nedenle listedeki birkaç yeri ayrı bir yere not etmiştim. Araştırmalarımın sonucunda tam olarak istediğimi alamamıştım çünkü.

"Ve ölürsem..." diye ekledim son olarak. "Bilin ki mutlu bir şekilde öleceğim ve Yücel'in yanına gideceğim." Kamera birden bulanıklaştı ama ben gülümsemeye devam ettim ve son sözlerimi söyledim. "Tüm bu sürece sizler de şahitlik edeceksiniz. Birlikte Tüm Dünya'ya Yücel Öz'ün izini bırakacağız."

۝

Ertesi gün her yerdeydim.

Video her yerde dolanıyordu. Şaka yapmıyorum, nereye baksam bundan bahsediliyordu.

Abim buna kesinlikle karşı çıkmıştı. Sert bir tartışmanın içine girmiştik ama beni vazgeçiremeyeceğini anlamıştı sonunda.

Dexter'ın tasmasını takarken çalan kapıyla duraksadım. Abim gideli çok olmamıştı ondan başka kim gelebilirdi ki?

Gazeteciler olabilir miydi?

Evime kadar gelecek cesareti gerçekten bulmuş olabilirler miydi?

Onlar olmamasını umarak gidip gözetleme deliğinden baktım.

Ne görmeyi beklediğimi gerçekten bilmiyorum ama gördüğüm şeyle elim ayağım boşaldı sanki. Yere düşeceğim sandım.

Hayal ve Efehan...

Kapıda duruyorlardı.

Neden gelmişlerdi ki?

Aklım binlerce senaryo üretmeye başlamadan önce derin bir nefes aldım ve kapıyı açtım. Onları o kadar çok özlemiştim ki...

Bir süre sadece birbirimize bakakaldık, hiç kimse konuşmak ya da hareket etmek gibi bir eylemde bulunmadı.

Yüzlerinden hiçbir şey okunmuyordu ya da gözlerinden...

Efehan mavilerini arkamdaki bir noktaya diktiğinde Dexter'ın pati sesleri kulağıma gelmeye başladı. Onu bırakıp gittiğimi düşünerek gelip kontrol etmek istemiş olmalıydı.

Dudağı hafifçe kıvrıldı Efehan'ın.

"Neden sende?"

Sorduğu ilk soru buydu. Dexter bacağımın yanında durup gelenlerin yüzlerine baktı birkaç saniye ve onları tanıdığını belli edercesine kuyruğunu sallayıp havlamaya başladı. Hayal bu ilgiye kayıtsız kalamamış ve buruk bir gülümsemeyle eğilip onun başını okşamıştı.

"Yücel'in ailesi bakamıyormuş, barınağa vereceklermiş. Bülent ile mezarlıkta karşılaşmıştık, o söylemişti bende barınağa gönderilmesini istemedim."

"Mezarlığa hiç gitmediğini düşünmüştüm..." dedi Hayal. Sesinde mahcup bir ifade mi vardı yoksa ben mi hayal görüyordum.

Üzerimdeki gerilim varlığını tüm heybetiyle korurken rahat bir izlenim vermek için omuz silkip "Geceleri gidiyordum..." diye açıkladım. Daha söyleyecek şeylerim vardı ama dilimi tutmuştum. Bir tartışma başlatmak falan istemiyordum.

Ben söylemedim ama Hayal anladı. Ela gözleri üzgün bir ifadeyle titrerken "Çok özür dilerim Lizge..." diye fısıldadı. "Ben gerçekten aptalım... Sadece ben değil biz... Sana öyle şeyler söylememeli, o kadar yüklenmemeliydik. Biz-biz..."1

Göz yaşları sicim gibi akarken devam edemeyip ağlamaya başladı.

Kalbimde incecik bir sızıdan daha fazlasını hissedemedim. Onları hiç suçlamamıştım, suçlandığım bir tek kendimdim. Sadece yalnız kalmak, dışlanmak mahvetmişti beni.

Hayal'in hemen ardından Efehan'da konuşmak için hazırlanıyordu ki ileri doğru bir adım atarak onu durdurdum. Söylemek istediği her şey gözlerindeydi zaten. Tüm özürleri mavilerinden bana akıyordu.

Gözlerim dolarken bir kolumu Hayal'e diğerini Efehan'a dolayıp ikisine birden sarıldım. Sarılışım anında karşılık bulmuş, gözyaşlarımın bir kısmı Efehan'ın gömleğini, diğer kısmı da Hayal'in saçlarını ıslatmıştı.

Kırgın her noktam bu sarılış ile iyileşmişti sanki.1

Ne kadar süre kapı ağzında o şekil sarılarak kaldık bilmiyorum ama geri çekildiğimizde üçümüz de ağlamıştık.

Dexter daha fazla bekleyemediği için onları içeri davet edemedim ama birlikte yürüyüşe çıkardık onu.

Sonra bir kafeye oturup birlikte öğle yemeği yedik. İçeceklerimizi içerken "Eee?" diye sordu Efehan. "İlk nereye, ne zaman gidiyoruz?"

Suyumdan bir yudum alıp o yudumu zorlukla yuttum. Her şey iyiye dönüyordu ama yeme konusunda bir ilerleme kaydedememiştim. Gördüğüm kadarıyla Hayal ve Efehan da aynı durumdaydı.

Anlamadığım belli edercesine baktım yüzüne. Nereye gidiyorduk, ne zama. gidiyorduk?

"Videodan bahsediyor..." diyerek hemen açıkladı Hayal.

Ve beynimde bir ışık yandı.

Kaşlarım çatıldı. "Siz gelmiyorsunuz... Ben yalnız gideceğim."

"Lizge..." diye araya girecek oldu Efehan ama sert ve keskin bir sesle "Bu konuda kararım kesin Efehan!" diyerek söyleyeceği her sözün önüne geçtim. "Kimseyi yanımda götürmeyeceğim, tüm sorumlulukları tek başıma üstleneceğim. Daha önce okuduk bu masalı, neler olduğunu gördük. Tekrara düşmeye gerek yok."

Her tekrar aynı olmazdı ama bazen insanın canı o kadar çok yanardı ki, farklı olacaksa bile o ikinci tekrara cesareti kalmazdı.

Şimdi benim de cesaretim yoktu. Ne birini kaybetmeye ne de o sözleri yeniden duymaya...

Bunu yapacaktım ve en başında olması gerektiği gibi yalnız yapacaktım...

⁠۝

Yaptım da...

Bir yılın sonunda ilk durağım Mahayana Gölü olmuştu. Onu korkunç yapan tek şeyi simsiyah suyuydu ama o kadar güzel görünüyordu ki... Üzerinden salla geçerken elimdeki kavanoza suyundan biraz doldurdum.

Sonra Beftrist tepesinden yamaç paraşütü yaptım, Oxtell nehrinde rafting, Duktens'teki kabus ormanında üç günlük bir kamp...

Yanımda hep bir kavanozum vardı ve gittiğim her yerden kavanozuma bir avuç toprak ya da su dolduruyordum.

Artık Yücel gidemiyordu belki hayallerine ama ben onun hayallerini ayağına getiriyor ve mezarını o hayallerle süslüyordum.

Her şey normale dönmüştü. Zihnimin bir oyunu olan Yücel artık yoktu ama bir yerlerden beni izlediğini biliyordum. Tam kalbimdeydi ve ömrümün sonuna kadar yaşamaya devam edecekti.

Önümde uzun bir liste ve yapılacak çok şey vardı.

Ve ben hepsini yapacaktım.

Kendin için değil... Yücel için...

Ölüm bir son değildi... Ölüm bedenin solup gidişiydi sadece. Ve ruh, siz onu hatırlamaya devam ettikçe yaşamaya devam ederdi.

Bu yüzden sevdikleriniz öldüğünde üzülmeyin; onları yaşatın, ruhlarını iyi ve güzel anılarla besleyin. Bu sizin ruhunuzu de besleyecek...

Hatırlanacak izlere ve ruhunuzu besleyecek dostluklara...

SON...

۝

Son kez, nasıl buldunuz?

Söyleyecek çok fazla şeyim var ama nereden başlamam gerektiğini bilmiyorum.

Bu hikâye burada bitti. Lizge o listeyi tamamladı ve elinden geldiğince Yücel'in mezarını anılarıyla süsledi. Göz yaşları ile değil, gülümseyerek hatırlamayı öğrendi. Hayal ve Efehan ile bağları hiç kopmadı ama başladığı bu serüvende onlara yer vermedi.

Bazı yaralar kapanmaz... Hayal ve Efehan'ın açtığı yaralar da kapanmayacak Lizge'de ama ona rağmen onları hiç suçlamadı...

Umarım beğendiğiniz bir serüven olmuştur benim için çok keyifliydi. Normalde çok daha ağır bir versiyonu ile çıkacaktım karşınıza ama bunu ne ben kaldırabilirdim ne de okurkar. Bu nedenle çok yumuşatarak yazdım çoğu kısmı. Umarım bu haliyle de beğenmişsinizdir❤️

Son olarak sonsuza kadar minnettar kalacağım çiçeğim Mihri'm❤️ En büyük teşekkürüm sana. Sen olmasan hâlâ yazıyorum olabilir miydim bilmiyorum...

Başka serüvenlerde görüşmek dileğiyle kendinize iyi bakın.

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler, seviliyorsunuz bunu sakın unutmayın❤️

Bölüm : 12.12.2024 21:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...