5. Bölüm

4|TUZAK

Saniye Solak
saniyesolak

Sellam✨

Nasılsınız?

Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve satır aralarını doldurmayı unutmayın olur mu❤️✨

Keyifli okumalar diliyorum✨

۝

Bir nefes...

İki nefes...

Üç nefes...

Önümdeki felaketi sindirebilmem için kaç nefes almam gerekirdi? Ne kadar nefes alırsam alayım, sindirebilir miydim bilmiyorum.

Arabamız mahvolmuştu.

Bir dağın başında, bir tarafı uçurum, diğer tarafıysa ölümcül kayalarla çevrili olan bir yolun ortasında mahsur kalmıştık.

"Hayır yaaa..."

Kendine ilk gelen Hayal olurken, söylediği bu iki kelime çok uzaklardan geliyordu sanki bana. Hayal konuşana kadar, kulaklarımın sağır edici bir uğultuyla uğuldadığından bile habersizdim. Öyle afallamış bir haldeydim ki...

Göz ucuyla yere çöktüğünü ve "Hayır... Hayır, hayır, hayır..." diye sayıklaya sayıklaya ağlamaya başladığını gördüm.

Evet, şu an tam olarak yapmak istediğim şey buydu. Dizlerimin üzerine çökmek ve ağlamak... Çok az kalmıştı, başarmak üzereydik... Ve hiç aklımızda olmayan bir ihtimal başımıza gelmişti. Bu yolda ölüm bile ihtimal dahilindeydi ama araçsız kalmak... Soğuk bir rüzgâr esti yeniden, iliklerime kadar üşüdüğümü hissettim. Ama bu üşüme hissi sadece soğuk ile bağlantılı değildi, bunu biliyordum. İçine düştüğümüz durumun çaresizliği beni soğuktan daha çok üşütüyordu.

"Çantalar... Anasını satayım, çantalar da arabadaydı..."

Yücel'den dökülen sözler, zaten kötü olan durumumuzu daha da içler acısı bir hâle getirdi. Kimliklerimiz, telefonlarımız, çantaların içindeki yedek kameralar, arabanın camlarına takılan go pro kameralar, elimizdeki cihazların şarj aletleri... Yiyeceklerimiz... Hepsi gitmişti.

"Nasıl fark edemedik? Kahretsin! Nasıl yaa?"

Burnumun direği sızlarken dudaklarımdan dökülen kelimelerin saçmalığı, hemen yan tarafımda soğukkanlı bir şekilde dikilen Harvey'in, "Fark etseydik bile yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu." demesiyle kafama dank etti. Sahi fark etseydik ne değişecekti? Koşup kayadan önce arabayı oradan çekebilecek miydik? Ya da çantaları almayı başarabilecek miydik gerçekten? Hayır, koca bir hayır... Denemeye kalksaydık bile muhtemelen bu birimizin ölümü ile sonuçlanacaktı.

Omuzlarıma birden tonlarca yük binmiş gibi bir hissin içine doğru çekildim. İki... Ölüm bizi tam iki kez teğet geçmişti. Bu noktadan sonra daha fazla zorlayamazdık şansımızı. Zaten yeterince zorlamıştık. Hayal haklıydı, bu noktaya gelmeden önce yaşanan tüm o şeyler bir işaretti aslında ve şimdi Tanrı bize bir şans daha vermişti. Hâlâ alacak nefesimiz vardı ve kendimizi daha fazla riske atamazdık. Bir şekilde, geri dönmenin yolunu bulmalıydık.

"Öncelikle sakin olmalıyız, otokontrolümüzü kaybedersek ölürüz, bunu biraz önce çok net gördük. Sakin kafayla ne yapacağımızı düşünelim."

Efehan'ın sözleriyle düşüncelerimden sıyrıldım ve gözlerimi arabadan çekip ona baktım. Mavilerinde, oraya hiç yakışmayan bir ifade kol geziyordu. Dudakları sakin kalalım diyordu ama gözlerinde endişenin sert fırtınaları esiyordu. Efehan belki de ilk kez sakin kalma konusunda zorlanıyordu.

"Yapılacak şey belli..." dedim burnumu çekip soğuk havayı ciğerlerime buyur ederken. Keskin soğuk burnumun direğini sızlatmıştı. Rüzgârın dağıttığı saçlarımı gözümün önünden çektim. "Burada durmaya devam edemeyiz, her an bir kaya daha yuvarlanabilir ve bu kez o kadar da şanslı olamayabiliriz. Yürüyerek geri döneceğiz."

Efehan sözlerimle bakışlarını geride bıraktığımız yola çevirdi. "En mantıklısı bu gibi görünüyor..."

"Şaşıracaksınız ama bence de geri dönmeliyiz. Bana bile yetti bu kadar aksiyon, bu kadar adrenalin."

Yücel bile bu fikre katılıyorsa eğer, kesinlikle geri dönmekten başka bir yolumuz yok demekti. Bu kez üçümüz de Hayal'e baktık. Onun fikrinin ne yönde olduğunu elbette biliyorduk. "Şükürler olsun..." Gözyaşlarını silerek diz çöktüğü yerden kalktığında da yanılmadığımızı anlamıştık. "Yemin ederim hâlâ ilerleyelim demenizden korktuğum için ağlıyordum."

Bu halimizde bile gülecek bir şey bulabildiğimiz için bize bir artı puan... Ağlanacak hâlimize gülüyorduk, trajikomik bir olayın içine sürüklemiştik kendimizi bile bile. İyi tarafından bakarsak, hâlâ hayattaydık ve unutulmaz bir maceraydı bu bizim için.

(Hâlâ macera diyor yalnız dhkshdkcj)

Gözlerim dik yamaca kaydı ama engebeli yapısı yüzünden pek de bir şey göremedim. Başka bir parça, üzerimize doğru geliyorsa bile şu an habersizdik. Ama ses falan da yoktu. Bundan cesaret alarak arabaya doğru ilerledim, bir ihtimal çantalardan biri ya da bir kaçı sağlam kalmış olabilirdi ya da en azından kimliklerimizi kurtarabilirdik.

Çocuklar ne yaptığımı anladıklarında bana yardım etmek için harekete geçtiler. Birlikte yaptığımız kısa bir çalışmanın ardından, ezilip büzülen demirlerin arasından çantalarımızı ulaşabildiğimiz oranda kurtarmaya çalışmış, en azından kimliklerimizi, iki kameramızı, bir şarj cihazımızı ve yanıma aldığım bir miktar nakit parayı kurtarmayı başarmıştık. Artık ortasında bir delik olsa da en azından kimliğim elimdeydi, ülkeye dönünce yenilenmesi gerekecekti. Telefonlardan ise bir tek Efehan'ınki sağlam kurtulmuştu ama şans bu ya, onunki de çekmiyordu. Acil arama bile yapılamıyordu üstelik... En azından şarjı var diye geçirdim içimden. Geri dönüş yolunda çeken bir yer bulabilirdik belki...

Tüm bunlar olurken kayıt almayı da unutmamıştık elbette. Drone hâlâ çalışır vaziyette tepemizde uçuyordu. Ölüm ile burun buruna gelmiş olabilirdik ama hâlâ yaşıyorduk ve tüm bunların bir anlamı olmalıydı öyle değil mi? Tüm bunları yaşadığımıza değecek bir şeyler... Görüntüler olmadan da hiçbir anlamı olmazdı.

"Pekâlâ..." diye mırıldandım elimizdekilere bakarken, "Hazır mıyız?"

"Kesinlikle... Bir an önce çıkalım şu lanet olası yoldan."

Hayal'i bir baş sallama ile onayladım ve bir köşede sessizce duran şoförümüze ve rehberimize baktım. Geçen onca zamanda öylece durmayı ve izlemeyi tercih etmişlerdi. Tamam onlardan bizim için amuda kalkmalarını falan beklememiştim... ya da böyle bir şey varsa eğer, zamanı geriye sarmalarını falan... Ama en azından biz dümdüz olmuş arabanın içinden eşyalarımızı kurtarmaya çalışırken bize yardımcı olabilirlerdi öyle değil mi?

Ona baktığım anda Harvey durduğu yerden hareketlenip bize doğru iki adım attı ve kollarını göğsünde kavuşturdu. "Anladığım kadarıyla geri dönmeye karar verdiniz?"

Sorusunu başımı sallayarak onayladım. "Bu noktadan sonra geri dönmek en mantıklı hareket..."

Benim aksime Harvey başını iki yana sallamıştı. "Korkarım ki yanılıyorsunuz Lizge Hanım."

Kaşlarımı çattığımda kafa karışıklığımı fark edip açıklamaya koyuldu. "Güneş Katalana'da çabuk batar ve korkarım ki güneşin batmasına yalnızca birkaç saat kaldı. Geri dönüp güneş batmadan önce bu yoldan çıkmış olsak bile Mornel'e varabilmemiz imkânsız. Ve araştırmalarınızın içinde karşınıza çıkmadıysa diye söylüyorum; Mornel kurtların bölgesidir. Ölüm yolundan kurtulup kurtlara yem olmak fazla trajik olur."

Kurtlar mı?

Evet araştırmalarımda kurtlara hiç rastlamamıştık. Bu bölge ile ilgili internette yalnızca ölüm yolundan bahsediliyordu. Başka hiçbir özelliği yokmuş gibi... Ama görünen o ki varmış... Sürü halinde gezip avcılıklarıyla meşhur yırtıcı kurtlar...

"Ayrıca geceleri sıcaklık çok fazla düşer, otelinizdeki sıcak yatağa aldanmayın. Geceyi dışarıda geçirmek demek, sabaha birkaç uvzunuzu hipotermiden kaybetmek demek..."

Harvey'in her kelimesi resmen umut saçıyordu. Ama bahsettiği konuların hayati konular olduğunun da farkındaydım. Kurtlara yem olmak... Hipotermiden parmaklarımızı ya da kulağımızı, belki de el ya da ayaklarımızdan birini kaybetmek... Tenimden bir ürpertinin geçtiğini hissettim. İki ihtimal de korkunçtu.

"Halledebiliriz..." diyen Efehan, Harvey'in sözlerinin ardından yükselen sağır edici sessizliğin sonunu getirmişti. "Yolu geride bıraktıktan sonra uygun bir yerde mola verebilir, telefonun çektiği bir yer bulup yardım çağırabiliriz. Altı kişiyiz, bir arada durursak kurtların hedefi olacağımızı düşünmüyorum. Ayrıca bir aradayken soğuk da o kadar etkilemeyecektir, yardım gelene kadar birbirimizin ısısıyla ısınabiliriz."

Harvey derince bir iç çekip "Eğer bir film çekiminin içinde olsaydık, söylediklerinde haklıydın genç adam." diye karşılık verdi Efehan'a. Sonra kollarını çözüp bize doğru iki adım daha yaklaştı ve kollarını iki yana açarak bulunduğumuz durumu işaret etti. "Ama bir film çekiminde değiliz ve tüm bunlar gerçek... Telefonunun işe yarayacağı bir yer bulmak istiyorsan dağın diğer yüzüne dolanıp ana yola çıkman gerekir. Ancak o noktada şebekeyi belki yakalayabilirsin." Elleriyle bizi işaret etmeye başladığında, dördümüz de sessizce onu dinliyorduk. "Ve altı kişilik bu grubun, en az yirmi hayvandan oluşacak bir kurt sürüsüne karşı şansı olur mu sanıyorsun gerçekten? Üstelik silahsızız... Kurtlar kendilerine bir av belirlediklerinde acımazlar, biz bunlara dokunmayalım diye düşünmezler. Açlardır ve bildikleri tek şey avlamaktır."

Şu an takındığı tavırda beni irite eden bir şeyler vardı. Fazla alaylı bakıyordu gözleri. Yine de bir şey söyleyemedim, karşılık verecek bir şey bulamadım. Çünkü haklı olduğunun farkındaydım. Bence hepimiz farkındaydık. Ben derin bir nefesi içime çekerken Harvey durmadı ve devam etti konuşmaya. "Diyelim ki şans eseri kurtlarla karşılaşmadık, kurtları bir kenara bırakalım. Ateşiniz var mı?"

Bu soruyla bakışlarımız Yücel'e döndü. Aramızda düzenli sigara içen tek kişi oydu, bir çakmağı olmalıydı öyle değil mi?

Bir an algılayamayıp hepimizin yüzüne tek tek baktı Yücel. Anladığındaysa dudaklarından "Ah..." diye bir mırıltı döküldü ve ceplerini karıştırmaya başladı ama arayışı bir sonuç vermedi. Pantolonunun iç cebini dışa doğru çekiştirirken "Sigara paketini buraya koyduğumdan emindim, çakmak da onun içindeydi..." diye söyleniyordu. Fakat ortada ne sigara paketi vardı ne de çakmak...

Omuzlarım çöktü... Soğuktan üşüyen parmaklarımla rüzgârın savurduğu saçımı kulağımın ardına iterken bakışlarımı Yücel'den çektim. Nasıl oluyordu da her şey bu kadar bizim aleyhimize ilerleyebiliyordu? İnce ince hesapladığımız bu plan, nasıl oluyordu da çizdiğimiz rotadan bu denli sapabiliyordu ve biz hiçbir şey yapamıyorduk?

"Hah..." diye bir sesle Harvey'in homurdanmasını duyduğumda gözlerim onu odağına almıştı. "İçecek sorununu karla çözebiliriz ama... peki ya yiyeceğiniz var mı?"

Her kelimesinde umutsuzluk daha yüksek bir duvar inşa ediyordu etrafımıza. Üstünden atlaması mümkün olmayacak kadar yüksek, yıkılamayacak kadar sağlam...

"O da yok. Çünkü anladığım kadarıyla yanınıza aldığınız yiyecekler, ezilen arabanın altında çöp oldu..."

Tam olarak söylediği gibi olmuştu. İki koltuğun arasında sıkışan çantanın içindeki konserveler, patlamış bir hâlde etrafa saçılmıştı. Eşyalarımızı ararken etrafa yapışan barbunya ve ton balığı parçaları görmek pek de hoş değildi açıkçası...

Başını iki yana salladı Harvey. "Açlık vücut sıcaklığımızı daha fazla düşürecek ve soğuğu iki kat daha fazla hissedeceğiz demek oluyor bu... Çünkü kan şekerimiz düşmüş olacak... Ve biz, asla gelmeyecek bir yardımı beklerken bir dağın başında ölmüş olacağız. Eğer o tarafa gidersek yani..."

Yeter... Gerçekten yeter... Daha fazla umutsuz bir cümle duymaya daha tahammülüm yoktu. Her şey zaten yeterince kötüydü, daha fazlasına hiç ihtiyaç duymuyordum, duymuyorduk.

"Siz ne önerirsiniz Bay Duncun?" diye sordum. Sesim ister istemez tahammül seviyesini aşmış bir hâlde imalı çıkmıştı. Ama bence onun ezici konuşmalarının yanında bu bir hiçti. Onun ses tonu, sanki tüm bu olanlardan bizi sorumlu tutuyor gibi çıkıyordu. Suçlu bizmişiz gibi... Belki de girişten geri dönmediğimiz ve ilerlemeyi seçtiğimiz için bizi suçluyordu. Gözlerim arkadaşına kaydı bu düşünceyle. Harvey'den daha çok onun suçlaması gerekmez miydi? Hiç hesapta yokken bu plana dahil olmuş ve bu yola girmeyi kabul etmişti. Harvey ile bir anlaşmamız vardı ama onunla yoktu. Lakin o, Harvey'in aksine son derece sakin ve metanetli duruyordu.

"Hayatta kalmak istiyorsak ilerlemeliyiz." diyerek kendi önerisini ortaya döken Harvey ile odağım şoförden ona kaydı yeniden. "Katalana'dan önce küçük bir kabile köyü var..." diye devam etti sözlerine Harvey. "Hava kararmadan önce oraya varmış oluruz. Gece'yi orada geçirir, sabah olduğundaysa oradan Katalana'ya geçeriz. Zaten Katalana'dan Mornel'e giden bir çok araç var, eminim bizi bırakacak birilerini bulabiliriz. Böylece yarın olduğunda hâlâ hayatta ve tek parça oluruz. Ya da olursunuz, çünkü o tarafa gitmeyi seçmeniz haline artık yalnızsınız. Bu kez sizinle göz göre göre ölüme gelmeye hiç niyetim yok. Ölümün kıyısından tamı tamına iki kez kurtulmayı başarmışken üstelik... Evde beni bekleyen bir karım ve bir kızım var benim."

Söylediği mantıklı cümlelerin ardına eklediği sözcükler... Bizi çaresizliğin içine daha fazla sıkıştırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Ortada her şeyden daha somut bir gerçek varsa o da bu işi yalnız yapamayacağımızdı. Öte yandan, onun sunduğu öneri kulağa gayet mantıklı geliyordu ama şu ana kadar bize mantıklı gelen şeyler yüzünden şu an bu haldeydik. Mantığımız biraz rayından çıkmış olacak ki bizi sürekli yanıltıp durmuştu. Tanrı aşkına, tam iki kez ölümün kıyısından son dakika dönmeyi başarmıştık.

"Ne yani?" Efehan hemen yanımda bir dağ gibi dikildi. "Bizi yarı yolda mı bırakacaksınız?" Üzerindeki montuna rağmen, gerildiğini, boynundaki şişen damarlardan anlayabiliyordum. Onu sakinleştirmek için elimi omzuna koyup, dostane bir tavırla hafifçe sıktım. Ama ilgisini Harvey'den almayı başaramamıştım.

"Hayır genç adam..." diye cevapladı Harvey Efehan'ı. "Eğer sizi bu yola yalnız soksaydım ve girişten geri dönseydim bu yarı yolda bırakmak olurdu. Ama şimdi elinizde bir seçenek var, seçeneği ne yönde değerlendireceğiniz size kalmış. Ya benimle gelir hayatta kalırsınız, ya da geri döner ölürsünüz. Ben eşime, tek parça halinde ve hayatta olarak geri döneceğime dair söz verdim ve sözlerimi tutmak gibi bir huyum vardır. Bence siz de San Doreo'ya gelmeden önce birilerine geri döneceğinize dair sözler vermiş olmalısınız."

Efehan kısa bir an gözlerini kapatıp derince soluklandı. Gözlerini geri açana kadar geçen bu birkaç saniyelik sürede yalnızca nişanlısı Deniz'i düşündüğünden emindim. Zira gözlerim eline kaydığında, yüzük parmağındaki nişan yüzüğü ile oynadığını görmek, düşüncemi bana kanıtlamıştı.

İki soluğunun arasında sert bir küfür dudaklarından kaçtı ve arkasını dönüp Yücel ve Hayal'in yanına geçti. Ne düşündüklerini merak ederek bende onlara döndüğümde, Harvey'in sözleri havada asılı kalmıştı.

"Geri dönmemiz gerektiğine inanıyorum..." Hayal'in kısık çıkan sesi endişe doluydu. "Havanın kararmasına birkaç saat var dedi." diye eklerken önünde birleştirdiği ellerinin parmaklarıyla oynuyordu. "Bence yeterince hızlı ilerlersek çok da geç olmadan kasabaya ulaşabiliriz."

Yücel, bileğinde kol saati takılı olan kolunu Hayal'in gözlerinin hizasına kaldırıp, "Saçmalama kızım..." diye homurdandı. "Yola çıkalı üç saate yakın zaman oldu. Arabayla, hiç durmadan ilerledik. Sence yaya olarak geri dönüşümüz kaç saat sürer? Bir saatin sonunda pestilimizin çıkacak olmasını saymıyorum bile. Bir noktadan sonra istesek de o kadar hızlı hareket edemeyeceğiz. Yiyecek bir şeylerimizin ya da suyumuzun olmayışını saymıyorum bile. Bence Harvey'in söylediği gibi yapmalıyız. Kurtlara yem olmayı ya da hipoterminin acısını çekmeyi hiç ama hiç istemem. Soğuk ısırığı ne kadar kötü bir şey, haberin var mı senin?"

Yücel'in her sözünde Hayal'in bakışları sertleşiyordu. "Eğer çakmağını kaybetmeseydin bu sorunların yüzde sekseni çözülüyordu biliyor musun Yücel..." diye azarladı Yücel'i. "Bu yoldan çıktıktan sonra kendimize geceyi geçirecek güzel bir yer bulur, ateş yakar, hem soğuktan hem de kurtlardan kurtulabilirdik. Tek bir çakmağa sahip çıkman yeterliydi."

Yücel burnundan sert bir nefes verip tam cevap vermek için ağzını açmıştı ki, "İkiniz de kesin şunu..." diyerek araya girdim. Gözlerim üçünün üzerinde dolaşırken onların yükselen nabzının aksine kendimi sakin kalmaya zorluyordum. Sakinliği ile meşhur Efehan'ın bile tansiyonu yüksekti şu an ve birilerinin gerilen ortamı yumuşatması gerekiyordu. "Bu şekilde tartışarak, birbirimizi suçlayarak hiçbir yere varamayız. Acilen bir karar vermemiz gerekiyor çünkü her an bir kaya daha yuvarlanıp, bu kez düşmek için bizim üzerimizi seçebilir."

Efehan'ın kızgın bakışları Harvey'in üzerindeyken, "Bu bahsi geçen kabile köyüne neden haritada hiç rastlamadık?" diye sordu Hayal ve Yücel sonunda sustuğunda. Belki de düşünmemiz gereken ilk soru buydu. Sahi, biz böyle bir kabile köyüne hiç rastlamamıştık araştırmalarımız esnasında. Ne Travis bahsediyordu böyle bir köyden, ne de bölge hakkında yazılan makalelerde, gezi yazılarında geçiyordu.

Merakın içimize ekilen tohumu filizlendiğinde gözlerim Harvey'e kaydı. Kollarım göğsümde kavuşmuşken, soğuk yüzünden kuruyan dudaklarımı ıslattım. Duraksamaya ya da lafı dolandırmaya hiç niyetim yoktu. "Bu bahsettiğiniz kabile köyü..." diye girdim söze. "Tam olarak nerede kalıyor? Biz haritada hiç denk gelmedik çünkü."

Sorumla, Lunder'la olan konuşmasını kesen Harvey, iki zeytini andıran gözlerini bize çevirdi. Ya ses tonumdaki imâyı anlayamamıştı ya da umursamıyordu, çünkü hafif bir tebessüm belirdi dudaklarında ve ağırlığını bir ayağına verip omuz silkti. "Denk gelmemeniz çok normal Lizge Hanım..." Ses tonu ve tavrı son derece rahattı. Sanki zaten kötü durumda olan müşterilerini daha da çaresiz bırakmıyormuş gibi... Geri dönmeyi seçersek bizi yalnız bırakacaktı... "Çünkü o köy de Katalana olarak geçiyor haritada. Ölüm yolu bitmeden hemen aşağı tarafında dere yatağının kıyısına kurulmuş küçük bir köy. Yaklaşık on beş yıl önce, Katalana köyünde yaşanan bir anlaşmazlık yüzünden bir grup insanın köyden göç ederek kendilerine kurdukları bir yerleşim yeri..."

Haritalarda Katalana olarak görünen, isimsiz bir köy... Hem de ölüm yolu bitmeden hemen önce, dere yatağına kurulmuş... Kulağa ürkütücü geliyordu.

Kararsızlık, çaresizliğin hemen yanından yükselerek bana bakmaya başladı. Her iki tarafta da bizi bekleyen ihtimaller ürkütücüydü. Rus ruleti oynamak gibiydi bu, bir adım sonra, başımıza dayanan silahın içindeki kurşun beynimizi dağıtabilirdi.

Hayal, Yücel ve Efe, kendi içlerinde durumu tartışmaya koyulurlarken düşüncelerimin evrildiği noktadaki bir soru işaretini daha Harvey'e yönelttim. "Yerel halkın turistlerden pek haz etmediğini söyledin. Bu kabile köyü bizi kabul edecek mi peki?"

Onlar daha kendi içlerinde anlaşamıyorlarken bizi kabul etmeleri uzak bir ihtimal gibi görünüyordu. İki tehlikeli ihtimalin en güvenilir olanı o köye gitmekti ama ya kabul edilmezsek? O zaman ne olacaktı? Bir adım atmadan önce bu ihtimali göz önünde bulundurmamız gerekiyordu. Bir adım atmadan önce, her ihtimali değerlendirmemiz gerekiyordu. Aklımıza gelmeyenleri bile...

Harvey kısacık bir an, hemen yan tarafında sessizce duran Lunder'a baktı. Lunder'da beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Bakışları fazla garip bakıyordu, belki sert baktığı için böyle hissediyordum, belki de fazla sessiz durduğu için, bilmiyorum... Ne demişti bize arabaya binmeden hemen önce?

Ölüm etinizin tadına bakmak isteyecektir...

Bugün değil diye geçirdim içimden. Ölümün tatmak istediği o eti, bugün sunmayacaktık ona.

"Lunder ve ben yerliyiz..." diye cevap verdi Harvey soruma. "Yanınızda olmamız, sizin de kabul görmenizi sağlayacaktır. Turistlerden hoşlanmıyor olmaları, zor durumda kalan insanlara yardım etmelerine engel değil inanın bana."

Omuzlarım çökerken başımı sallayıp yeniden çocuklara döndüm. Onlar da kendi içlerindeki tartışmayı bitirmişler, bana bakıyorlardı.

Derin bir nefes alırken, içime çöreklenip tortular bırakan rahatsız hissi göz ardı edip "Sanırım yapılacak olan belli..." diye mırıldandım. "Harvey ile gitmekten başka seçeneğimiz yok."

"Lizge..." diye araya girmeye çalışan Efehan'ı elimi kaldırarak durdurdum. Gözlerindeki itirazları görebiliyordum. Hayal de o da geri dönme taraftarıydı ama diğer seçeneğin yanında geri dönmek artık bir seçenek bile değildi.

"Lütfen Efehan... Tartışmanın bir anlamı yok. Geri dönüp göz göre göre ölüme yürümeyeceğiz. Harvey'in söylediği o kabile köyüne gideceğiz."

۝

İki saat... Tamı tamına iki saat boyunca yürüdük. Beşer dakikalık dinlenme molalarını saymazsak eğer bir buçuk saat de denebilirdi. Artık bacaklarımın isyan etmeye başladığı bir noktadaydım, ölüm yolu bitmek bilmemişti gerçekten de. Ama neyse ki başka bir kaya vakasıyla daha karşılaşmamış, bir ölüm tehlikesi daha atlatmamıştık. Yol, yine aynı yoldu, alt tarafı da üst tarafı da tehlikelerle dolu...

Yolda yürürken Efehan kameranın kaydını başlatıp birkaç görüntü daha almıştı ve bende başımıza gelenleri, seçeneklerimizi ve gittiğimiz yeri kısaca anlatmıştım kameraya.

Yaklaşık yarım saat kadar önce kameranın şarjı bitmiş ve kapanmıştı. Yücel'in kontrolünde olan drone ise yaklaşık olarak bir saat kadar önce, bir kaya parçasına çarpıp kullanılamaz hale gelmişti. Bulamayacağımızın bilinciyle aramak için herhangi bir şey yapmadan geride bırakmış ve ilerlemeye devam etmiştik. Şimdi elimizde yalnızca iki kamera vardı; Biri Efehan'ın cep telefonu -ki hâlâ kapsama alanı dışındaydı ve hiçbir yeri arayamıyorduk- diğeri ise cebimde varlığını belli eden, gözlük şekildeki, kalitesiz çekimi yüzünden kullanma zahmetine girmediğim kameramdı. Eh en azından artık bir işime yarayacaktı ve boşu boşuna o kadar para vermemiş olacaktım.

"Bacaklarımı hissetmiyorum..."

Hayal'in hemen yan tarafımda yürürken söylediği şeye bende katılıyordum. Bacaklarımı hissetmiyordum. Katettiğimiz her mesafede karlar artıyordu. Soğuk yüzünden buz tuttuğu için kara batmıyorduk ama bazen ayaklarımız kaydığı için düşme tehlikesi atlatabiliyorduk. Yine de ölüm tehlikesi atlatmaktan iyiydi.

Soğuğun kızarttığı burnumu çekerken "Az kalmış olmalı..." diye mırıldandım Hayal'e, yolun üst kısmını işaret edip. Kayalar yavaş yavaş yerini ağaçlara bırakıyordu, tıpkı girişte olduğu gibi. Yolun sonuna geliyorduk. İçimde hafif bir gurur oluştu. Ne olursa olsun, nasıl badireler atlatmış olursak olalım, başarmıştık. Geçmiştik bu yolu.

Hayal işaret ettiğim noktaya baktığında dudağı bir gülümsemeyle kıvrıldı. "Eğer arabamız o hâle gelmemiş olsaydı, şu an başarı hissiyle otelimize dönüyor olabilirdik."

Üşüyen ellerimden birini cebimden çıkarıp omzuna koydum ve hafifçe sıktım. "Şu an başarmış gibi hissetmiyor musun?"

Sıkıntılı bir nefes verdi sözlerimle. Gözleri kısa bir an etrafımızda turladıktan sonra, "Hissedemiyorum..." diye itiraf etti. "Bir şeyler yanlış gidiyormuş hissinden kurtulamıyorum. Muhtemelen Türkiye'ye dönene kadar da kurtulamayacağım."

Tam onu rahatlatacak cümleler kurmak için dudaklarımı aralamıştım ki bir beden tarafımdan ikimiz de kıskaç altına alındık ve bir baş, ikimizin kafalarının ortasından öne doğru uzandı. Bu Yücel'di. "Hatunlar? Ne durumdasınız bakayım?"

Durup bir an kendimi Yücel'e yaslayarak soluklandım. Başımı omzuna yasladığım için gözlerim gökyüzüne çevrilmişti. Harvey haklıydı, güneş burada çok çabuk gözden kayboluyordu. Henüz hava kararmamıştı belki ama, akşamın pusu çökmeye başlamıştı yavaş yavaş.

Derin bir nefesle soğuk havayı içime çekerken gözlerimi usulca gökyüzünden Yücel'e çevirdim. Yüzüm, mızmızlanan küçük bir çocuğun ifadesiyle şekillenirken "Taşısana beni..." diye mırıldandım.

Yücel bir anda ateşe değmiş gibi ellerini bizden çekti ve geriye doğru kaçtı birkaç adım. Şimdi onun da yüz ifadesi huysuz bir çocuk gibiydi. "Yürü git kızım..." diye homurdandı alaylı bir sesle. "Ben kendimi zor taşıyorum şu an da..."

Onun bu hallerine gülerken bir adım daha attım. Bizden bir metre kadar ileride olan Harvey ve Lunder'ın durduğunu gördüğümde ister istemez rahat bir nefes almıştım. Son molamızın üzerinden yarım saat falan geçmişti. Ne kadar mola vermiş olursak olalım, katettiğimiz her mesafede biraz daha yorgun düşüyorduk. Üstelik üzerimize çöken açlık da bunu besliyordu.

Birkaç adımla yanlarına ulaştığımızda Harvey eliyle yolun alt tarafını işaret etti. Gösterdiği noktaya baktığımda, aşağı doğru uzanan incecik bir yol görmüştüm. Öyle inceydi ki, ancak tek sıra halinde inebilirdik. "Buradan aşağıya ineceğiz..." diye açıkladı Harvey. "Yaklaşık on dakikalık bir yürüme mesafesinden sonra köydeyiz." Tek tek yüzümüzü taradıktan sonra "İsterseniz birkaç dakika burada dinlenip öyle geçelim köye. Ayakta zor duruyor gibi bir haliniz var." diye ekledi sözlerine.

Haklıydı, ayakta zor duruyorduk. Soğuğu ya da ıslanacak pantolonumu dert etmeden karın üzerine oturdum ve bacaklarımı ileri doğru uzattım. Kaslarım anında, rahatlamayla karışık bir sızıyla isyanını dile getirmişti. Beni Hayal ve Yücel takip etti. Efehan ise halinden hiç de memnun olmayan bir ifadeyle dikilmeye devam ediyordu.

Gözlerim, aşağı doğru inen o ince yoldayken "Bu köye daha önce hiç gittiniz mi Bay Duncun?" diye sordum. Bizi neyin beklediğini bilmemiz gerekiyordu. Gittiğini düşünmüyordum gerçi. Bu yola daha önce girmiş olsaydı, girişte bize yola girdiğimizde geri dönebileceğimiz bir alanın olmadığını söylemezdi. Bu noktaya kadar gelmemiş biri o köye nasıl gidebilirdi ki? Gitmemiş olsa da o yerli biriydi, illaki köyle ilgili aldığı duyumlar olmalıydı.

Hayır gitmedim demesine kendimi o kadar hazırlamıştım ki "Elbette gittim..." dediğinde kısa bir an şaşkınlıkla yüzüne bakakaldım. Siyahi derisinin üzerindeki boncuk boncuk ter damlaları, bembeyaz karların yansımasıyla hafifçe parlayarak kendini belli ediyordu.

Gözlerim kısıldı cevabıyla. İfadesiz yüzünü incelerken "Ama gitmiş olmak için bu yoldan daha önce de geçmiş olmanız gerekiyor?" diye konuştum. "Ve bu yola girmiş olan birinin, arabanın dönebileceği o yerleri de biliyor olması gerekiyor. Ama siz bize o girişte dönüşün olmadığını söylediniz?"

Sesimin nasıl çıktığıyla ya da bakışlarımın hangi ifadeye büründüğü ile hiç ilgilenmiyordum. Kabalık mıydı yaptığım? Olabilirdi. Yorgunluktan ve açlıktan ölürken kibar olmakla ilgilenemeyecektim.

Harvey bir dizini zemine yaslayarak tam karşımda yere çöktü. Bir eli, yere yaslı bacağındayken diğer eli, kırılan dizinin üzerine gelişigüzel konmuştu.

Yüzündeki mahcup ifadeyle birkaç saniye yüzümü izledikten sonra, "Haklısınız, beni yakaladınız..." diye mırıldandı. "Sizinle birlikte bende ilk kez bu yoldan bu noktaya kadar gelebildim. Yani evet, dönüşlerin olabileceğinden habersizdim." Derin bir iç çektikten sonra bakışlarıyla yolu işaret edip devam etti. "Ama bu köye tek giriş bu yoldan değil Lizge Hanım. Eğer öyle olsaydı, köyde şu an yaşayan hiç kimse olmazdı çünkü herkes evlerine gitmete çalışırken bu yolda can vermiş olurdu."

Ah... Pekâlâ fazlasıyla haklıydı. Bir an yaptığım ima yüzünden kendimden utandım. Enine boyuna düşünmeden konuşunca böyle saçmalayabiliyordum işte. Konuşmak için dudaklarım birkaç kez aralanıp geri kapandı. Bir şeyler söylemem gerektiğini biliyordum ama ne söyleyeceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu. Özür dileyebilirdim belki ama arabamızı kaybettiğimiz o noktada bizi seçeneksiz bırakması, geri dönersek yalnız olacağımızı söylemesi, özür dilememi engelliyordu.

Bir şey söylememi beklemedi Harvey. Son kez yüzüme baktıktan sonra ayağa kalkıp, "Hadi..." diye seslendi. "Hava kararmak üzere, devam edelim ve hava kararmadan önce ulaşalım köye..."

۝

Harvey ve Lunder önde biz arkalarında, tek sıra halinde indik yoldan. Efehan'ın telefonunu alıp kamerasını açmış ve geçmeyi başarmamızla ilgili uzun uzun konuşmamı yaparken etrafı çekmiştim.

Yolculuğumuzun beşinci dakikalarını biraz biraz geçerken, Harvey'in bahsettiği köy görüş açımıza girmişti. Derenin kıyısındaki dümdüz bir alana kurulmuş on beş yirmi tane kulübeden oluşan bir yerleşkeydi.

Büyük kalın kalasların birbirlerine geçirilerek yapıldığı, üçgen şeklindeki çatıları ahşap tahtalardan olan evler sonra derece şirin görünüyordu. Tüten bacalar ise, orada birilerinin yaşadığını gösteriyordu.

Yürümeye devam ederken rehberimize Katalana'nın buradan ne kadar uzakta olduğunu sormuştum. Yarın ne kadar yol yürüyecektik biz? Bacaklarımızın yarın, şimdi olduğundan çok daha fazla ağrıyacağının bilincinde olarak çok fazla olmamasını umuyordum. "Arabayla bir saate yakın..." diye cevap vermişti Harvey. Bu da yine bir hayli yürüyeceğimiz anlamına geliyordu.

Dik yolu bitirip düzlüğe adım attığımızda, henüz evlerine girmeyen birkaç insan görüş açımıza girdi. Bir adam, evinin önünde odun kırarken bir kadın, kolundan tuttuğu altı yaşlarındaki bir çocuğu bir yere doğru çekiştiriyordu.

Lunder adımlarını hızlandırıp bizden önce köye girdiğinde, odun kıran adamın dikkatini çekmiştik.

Aralarında bilmediğimiz dilde bir konuşma geçti ve kısa bir süre sonra karşımızda büyüklü küçüklü elliden fazla insan vardı.

O kadar insanın bakışları üzerimizde toplanınca utanmadan edemedim. Ellerim, suç işleyen bir çocuk gibi önümde birleşmişti ve gerginlikle parmaklarımla oynuyordum. Başta bende onlara bakmaya çalışmıştım ama onların gözlerindeki adını koyamadığım bir şey, beni başımı önüme eğmeye zorlamıştı. Genel anlamda bir isim vermem gerekirse... Burada olmamızdan hiç hoşnut olmadıklarını söyleyebilirdim sanırım.

Harvey ile Lunder, lider olduğu her halinden belli olan, diğerlerinden bir adım kadar önde duran adama durumu açıkladılar. Yine bilmediğimiz o dili konuşuyorlardı.

Adamın gözleri bize dönerken dudakları keyifli bir ifadeyle yana kıvrıldı ve eliyle evlerin olduğu tarafı işaret etti. Bu sanırım kabul gördüğümüzü gösteriyordu.

Nitekim öyle de oldu, kısa bir süre sonra lider olanın evinde, salonunda, yanan bir şöminenin hemen önünde yan yana oturuyorduk dördümüz de. Yüzümüze vuran sıcaklığın keyfini sürerken sessizce Harvey ile lider olanın konuşmalarını dinliyorduk. Ne söylediklerini anlamasam bile, ifadelerinden çıkarımlar yapmaya çalışıyordum ama arada bize dönen bakışlardan, konuşmanın öznesi olduğumuz olgusundan başka bir şey çıkaramıyordum.

Açlıktan sessizce guruldayan karnıma doğru dizlerimi çekip yutkundum. Bu durumda olan tek kişi ben değildim. Hemen yanımda duran Yücel bana doğru eğilip, "Yemek istesek çok mu kaba bir hareket olur bu?" diye sordu sessizce. Onlar nasıl bizim bilmediğimiz dilde konuşuyorsa, biz de kendi aramızda onların bilmediği dilde, yani Türkçe konuşuyorduk.

"Deneme bile..." diye homurdandı Efehan. Uzun zaman sonra ilk konuşmasıydı bu. Bütün yok boyunca konuştuğu kelime sayısı da bir elin beş parmağını geçmezdi ya neyse. "Burada olmamızdan bile rahatsız olduğu her halinden belli."

Hemen ardından da Hayal'in sesi duyuldu. "Kesinlikle katılıyorum." Sonra derince ofladı. "Bir an önce sabah olsa da gitsek şuradan. İnsanlar çok kötü bakıyordu, inanılmaz rahatsız hissediyorum kendimi."

Omuz silktim onun yorumuna. "İnsanları olmasa köy çok şirin aslında..." Yerli halk daha cana yakın olsaydı, yarın hava aydınlandığında gitmeden önce çok güzel görüntüler alabilirdim ama bu şartlar altında o görüntülere izin vereceklerini sanmıyordum.

"Bir yerde insanlar sorunlu olduktan sonra o yerin hiçbir şirinliği kalmıyor bence. Ne kadar çabalarsan çabala asla rahat hissedemiyorsun kendini." diye cevap verdi Hayal bana. Haklıydı. Bir yeri asıl güzelleştiren şey insanların samimiyetiydi. San Doreo'da gördüğümüz samimiyetin aksine Mornel ve Katalana halkı çok soğuktu. Tıpkı havası gibi...

"En azından dışarıda kurtlara yem olmaktan ve soğukta donmaktan kurtardılar bizi... Bence nankörlük etmeyelim..."

Yücel'in bizim konuşmamıza yorumuyla hepimiz ağzımıza görünmez birer fermuar çekmiş ve susmuştuk. Haklıydı, şu an dışarıda buz gibi havada birbirimize sokularak ısınmak için kendimizi paralıyor olabilirdik. Ve her an bir kurt saldırabilirmiş gibi diken üstünde... Onun yerine güvenli bir alanda, yüzümüze yansıyan ateşin yumuşak yalımının keyfini sürüyorduk. Minnettar olmalıydık...

Odaya bir kadın girdiğinde, dikkatim kadına evrildi. Henüz yirmili yaşlarının sonunda görünen bu kadının üzerinde; alt tabanı mor, kırmızı çiçeklerle süslenmiş bir elbise vardı. Sarı saçları omuzlarından aşağı doğru salınıyordu. Bakışları bir saniyeliğine bize dokunduktan sonra, lider olan adama dönüp başı ile bir işaret verdi ve geldiği gibi geri çıktı odadan. Hemen ardından adam da ayağa kalkmış ve hâlâ oturmakta olan Harvey ve Lunder'e bir şeyler söylemiş, o da kadının peşinden ilerlemişti.

Bakışlarım Harvey'e döndü. Onlar da ayaklanıyorlardı. Buraya geldiğimizden beri ilk kez Harvey bize dönüp konuşmaya başladı. "Bu gördüğünüz, kabilenin lideri Tamian, biraz önce içeri giren de onun karısı Kamaru..." Sonra başı ile adının Tamian ve Kamaru olduğunu öğrendiğimiz çiftin gözden kaybolduğu kapıyı işaret etti. "Kamaru sizin için yiyecek bir şeyler hazırlamış."

Midemiz, Harvey'in sözleriyle bir kez daha guruldarken "Ulan, keşke başka bir şey dileseymişim..." diye homurdanan Yücel ile hafifçe gülmeden edemedim.

Ayağa kalkıp Harvey'i takip ederek mutfağa geçtik. Ortaya konuşlanmış bir yemek masasının üzeri, sıcak yemeklerle donatılmıştı. Bu manzara açlığımızı daha net hissetmemize neden olurken usulca masaya yerleştik.

İngilizce bilip bilmediğini bilmesem de Kamaru'ya bakıp teşekkür etmiştim. Gülümseyerek karşılık vermesi, anladığını gösteriyordu.

Harvey'in söylediğine göre geyik etinden yapılan yahni o kadar lezzetliydi ki... Yavaş yemeye çalışsam da kendimi tutamamıştım. Yahninin yanında pirinç lapası ve renkli bir salata vardı. Ayrıca, içinde ne olduğunu bilmediğim ama inanılmaz lezzetli olan bir meze...

Uzun uzun yemek yemiş, bu sırada da Harvey aracılığıyla Tamian ve Kamaru ile sohbet etmeye çalışmıştık. Soğuk görünseler de misafirperver oldukları belli oluyordu.

Yemekler bittiğinde masayı kaldırması için Kamaru'ya yardım etmeyi teklif etmiştik ama kabul etmemişti. Yorgun olduğumuzdan olsa gerek, üzerimize çöken uyku yüzünden de ısrar etmedik. Yeniden salona döndüğümüzde artık ciddi ciddi esnemelerimiz başlamıştı. Öyle ki gözlerimizi bile açamayacak bir haldeydik.

Bir an ateşin başında oturuyorduk, diğer an ise her yer karanlıktı...

۝

Yüzüme çarpan buz gibi hava, yavaş yavaş uykumun içine sızarken üzerimdeki uyuşukluk yüzünden hafifçe inleyip diğer tarafıma doğru döndüm. Üzerinde yattığım taş gibi sert, buz gibi soğuk zemin yüzünden tutulan belim, daha fazla inlememe neden oldu.

Üzerinde yattığım taş gibi sert buz gibi soğuk zemin mi?

Algılarım yavaş yavaş açılırken bir soğuk hava dalgası daha yüzüme çarptı. Gözlerimi açmaya çalıştım ama kirpiklerim birbirine yapışmıştı sanki...

Kendimi uyanmaya zorladım ve birkaç saniye boyunca göz kapaklarımla savaştım. Çok değil, birkaç saniye boyunca bu savaşı kazanan bendim. Usulca açılan gözlerimden içeri ilk sızan şey, karanlık oldu. Kızıl turuncu bir ışık hafifçe bulunduğum yeri aydınlatsa da karanlık ağır basıyordu.

Uğultulu bir rüzgâr kulağımın dibinde uğuldadığında hafifçe titreyerek nerede olduğumu anlamak için başımı çevirdim. Gözüme ilk çarpan şey, fitili cayır cayır yanan bir meşale olduğunda kaşlarım çatıldı. Güç bela yattığım sert zeminden doğrulup olanları kavramaya çalıştım. En son hatırladığım, şöminenin karşısında oturuyor oluşumuzdu.

Ağrıyan başım yüzünden yüzümü buruştururken boynumu esnetmeye çalıştım ama bu durumu daha da kötüleştirdi, her tarafım tutulmuştu.

Başımı çevirip nerede olduğumu anlamaya çalışırken dikkatimi çeken şeyle kaşlarım daha çok çatıldı.

Etrafımız, demir parmaklıklarla çevriliydi, tıpkı bir kafes gibi... İlk an karanlık yüzünden fark edemediğim o demirler, dikkatli bakınca kendilerini belli etmişti.

Allah aşkına neler oluyordu?

Neredeydik biz böyle?

Yavaşça ayağa kalkıp demirlere doğru ilerledim. Meşalenin ısısı yüzüme vururken gözlerimi kısarak karanlığa doğru baktığımda, gördüğüm tek şey yine karanlıktı.

Bağırmak için dudaklarımı araladım önce ama sonra vazgeçtim. Neler olduğunu anlamadan, ya da en azından arkadaşlarımı bulmadan harekete geçmek istemiyordum. Bir şeyler dönüyordu ama neyin döndüğünü kavrayabilmem mümkün değildi. Tenimin altına sızan endişe, vücudumu karıncalandırırken sertçe yutkunup sakin kalmak için kendimi zorladım ve meşaleye uzandım.

Sap kısmını, tutacağından çıkarıp elime aldığımda ısı bir an için beni yakacak sandım ama öyle bir şey olmadı. Endişe tıpkı bir girdap gibi beni içine çekerken sakin kalmak öyle zordu ki... Sıklaşan nefeslerimle arkamı demir parmaklığa döndüğümde gerçekle yüzleştim. Mağara gibi bir yerdeydik ve önümüzdeki demir parmaklıklar bizi buraya hapsetmişti.

Hemen birkaç adım ötemde yan yana baygın bir halde yatan arkadaşlarımı gördüğümde tam onlara doğru hareketlenecektim ki, yabancı bir ses, "Tebrikler..." diye mırıldandı. "Kendi ayaklarınızla iğrenç bir tuzağın içine çektiniz kendinizi..."

Sesin geldiği tarafa döndüğümde, elimdeki meşale karanlıkta kalan kısmı aydınlatmış ve beni dehşete düşüren şeyi gözlerimin önüne sermişti.

Orada sırtını duvara yaslamış bir halde oturan kişi Luca Stollen'den başkası değildi...

۝

Bölümü nasıl buldunuz?

Unutanlar için, Luca Stollen, ölüm haberi ile Lizgel'erin bu yolu geçmeye karar verdikleri sosyal medya fenomeni.

Olaylar karışıyor ha ne dersiniz?

Sizce bundan sonra neler olacak?

Zaman ayırıp okuyan ve yorumlarını esirgemeyip emeğime karşılık veren herkese sonsuz teşekkürler❤️

Seviliyorsunuz✨

Bölüm : 12.12.2024 21:44 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...