6. Bölüm

5|MANİPÜLASYON USTASI

Saniye Solak
saniyesolak

Sellam✨

Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve satır aralarını doldurmayı unutmayın✨

Biraz kısa bir bölüm oldu ama umarım beğenirsiniz❤️

Keyifli okumalar diliyorum✨

۝

Gerçeklik algısı yittiğinde, geriye kalan tek şey hastalıklı bir zihindir.

Zihim bana bir oyun mu oynuyordu?

Gerçeklik algımı yitirmiştim de bir bilinmezin içinde kayıp mı olmuştum?

Bu nasıl mümkün olabilirdi?

Haber spikerinin sesi zihnimde yankılandı.

Ünlü fenomenden acı haber...

Dünyaca ünlü sodyal medya fenomeni Luca Stollen bir video uğruna canından oldu.

Video çekmek için, bir hafta önce evinden ayrılan yirmi dört yaşındaki fenomenden ve ekip arkadaşı Park York Chen'den acı haber geldi.

Luca Stollen ölmüştü...

Dünya basınına duyurulmuştu bu haber...

Kulaklarımda bir çınlama vardı, nedeni soğuk mu yoksa karşımda duran yüzleşmek zorunda kaldığım gerçekler mi, kestiremiyordum.

Ölüm haberi üzerine yola çıktığımız adam yaşıyordu...

Tam karşımda duruyordu hem de...

"Hayalet görmüş gibi bir halin var? Eğer elindeki şeyi biraz daha yüzüne yaklaştırırsan, kendini yakacaksın..."

Onun söylemesine kalmadan, fitili ıslatan yağın bir damlası, bir parça ateşle elimin üzerine damladığında dudaklarımdan acı dolu bir inleme döküldü ve refleksle meşaleyi yere attım. Saniyelik olarak derimin üzerinde yanmaya başlayan ateşi, elimi kot pantolonuma bastırarak söndürebildim. Minik alev parçası sönmüştü ama geride kalan sızısı, küçük bir yanık lekesiyle bende iz olarak kalacaktı.

Yere düşen meşale usul usul yanmaya devam ederken onu kaldırma zahmetine girmeden gözlerimi yeniden Luca'nın olduğu yere çevirdim. Meşale küçük bir kısmı aydınlattığından o şimdi yeniden karanlıkta kalmıştı. "Sen..." derken sesim kendime bile yabancı geldi bir an. Karmakarışıktım. Bir bilinmezin içine doğru sürükleniyordum sanki. "Sen ölmüştün..."

"Üzgünüm..." Karanlığın içinde ayağa kalkan gölgesini gördüm. Bir adım attığında yüzü yeniden meşalenin şavkına denk düşmüştü. Yorgun bakışları üzerimdeyken başını iki yana salladı, "Konuştuğun o dili bilmiyorum, ne dediğini anlamıyorum."

Ah, tabii ya...

Gözlerim gerçekliğinden emin olmak ister gibi yüzünü tararken "Sen..." dedim İngilizce'yi kullanarak. "Ölüm haberin Dünya'nın gündemine oturmuştu."

Bana yaklaşan adımları onu ışığa çektiğinde yüzünü daha net görebildiğim adamın yüzüne, şaşkınlıkla afallamışlık arasında kalmış duygularla baktım. Yorgun görünüyordu, bitkin... Harelerinde meşaleden yayılan kızıl alevlerin oynaştığı koyu kahverengi gözleri, ölü biri gibi bakıyordu. Hiç umudu kalmamış gibi...

"Ve sizde ölüm haberim üzerine bu yola çıktınız..." Başını hafifçe iki yana sallarken yüzüme bakmaya devam ettiğinde ne söyleyeceğimi bilemedim. Bunu onun ağzından duyana kadar yaptığımız şey kulağa hiç de kötü gelmiyordu ama söz konusu hayat, onun hayatıydı. Biz resmen onun hayatını, verdiği nefesi, prim için kullanmıştık...

Dudaklarından alaylı bir gülüş dökülürken "Endişelenme..." diye mırıldandı. "İlk değilsiniz, son da olmayacaksınız." Bir adım daha yaklaştığında artık tam olarak karşı karşıya duruyorduk. "Hatta ünlü biriyseniz, sizin ölümünüz de basına duyurulduğunda, bazılarının başlangıcı olacaksınız."

Bir sır verir gibi söylediği bu sözler, soğuktan daha çok ürpertmişti beni. Neyi kastettiğini anlamamama rağmen...

Önümden çekilip meşaleyi alana ve mağaranın bir köşesinde kaybolana kadar ne yerimden kımıldayabildim ne de söylediklerine karşılık bir cevap verebildim. Bilinmezliğin içinde kaybolmuşken ne söyleyebilirdim ki...

Tamamen karanlığın içine gömüldüğüm sırada yandan bir inilti sesi geldiğinde ancak kendimi toparlayabildim. Gözlerim sesin geldiği yöne kaymıştı ama görebildiğim tek şey karanlık, hissedebildiğim tek şey ise soğuktu.

Tanıdık sesin sahibiyle, o tarafa doğru adımlamaya çalışırken "Efehan..." diye seslendim kısık bir sesle. Meşaleyi nereye götürmüştü bu adam? Beni, kafamın içindeki bin tane soru işaretiyle bir başıma bırakıp nereye gitmişti? Allah'ım aklımı kaçırabilirdim, öldü sandığımız adam yaşıyordu...

"Lizge..."

Karanlığın içinden yorgun sesiyle bana seslendiğinde, bir şeylere çarpmamak ya da Hayal, Yücel ve Efehan'dan birini ezmemek için ayaklarımı yere sürterek sesine doğru ilerledim. Acı dolu, kısık bir inlemeyle birlikte "Başım..." diye homurdandı...

Bir adım daha attığım sırada ayağıma takılan bir şey yüzünden sendeledim ama neyse ki ben düşmeden Efehan tarafından tutuldum.

"Ayağına mı çarptım?" diye sordum, kolumu tutan elime sımsıkı tutunurken. "Üzgünüm..." "Önemli değil... diye mırıldandı, yan tarafına geçmeme yardımcı olduğu sırada. Yere oturduğumda, yanımda onun olduğunu bilmek kendimi bir nebze de olsa güvende hissettirmişti. "Neredeyiz biz?" diye sordu. Sesinin tınısı, karışmış düşüncelerini yeterince net belli ediyordu. "Yücel ve Hayal nerede? Burası niye bu kadar soğuk..."

Işık olmadığı için o henüz içine düştüğümüz durumun vehametini bilmiyordu. Ve Luca burada olmadığı için... Sahi o nereye kaybolmuştu ki? Mağaranın büyüklüğü ne kadardı? Bir yere çıkıyor muydu ucu?

Boğazımı temizleyip zihnimin içinde oradan oraya savrulan düşünceleri bir araya toparlamaya çalışırken, parmaklarımı şakaklarıma bastırdım.

Öncelikle Yücel ve Hayal'i uyandırmalıydık...

Hepsine ayrı ayrı anlatmakla uğraşamayacaktım, tek seferde aradan çıkarırsam her şey daha kolay olurdu. Böylece birlikte beyin fırtınası yapar, neyin içine düştüğümüzü anlar ve ona göre bir adım atardık. Luca da bizi aydınlatırsa ne âlâ...

"Yücel ve Hayal, hemen yan tarafında... Hâlâ uyuyorlar. Onları uyandıralım, anlayacağız her şeyi..."

Birkaç dakikanın sonunda Yücel de Hayal de uyanmış kendilerini toparlamaya çalışıyorlardı.

"Neler oluyor anasını satayım..." diye homurdandığını duydum Yücel'in. "Burada geleneksel mi taş gibi zeminlerde, buz gibi havanın altında uyumak? Kafamda filler tepiniyor, belimde sekiz tane fıtık var sanki..."

"Evden kovulduk da hiçbirimiz mi hatırlamıyoruz?" Yücel'in sesini takip eden Hayal'in merak dolu sesiyle derin bir nefes alıp, onların görmediği yalnızca benim zihnime kazınan bir gerçeği ortaya dökmek için dudaklarımı araladım.

"Mağara gibi bir yerde, kilitli durumdayız şu an..."

Sesimi ya da kendimi nasıl sakin tutabildiğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Kriz anlarında hep sakin kalmayı başarırdım ama Luca'nın zihnimde dönüp duran sesleri, bana içinde bulunduğumuz durumun basit bir kriz anından çok daha fazlası olduğunu söylüyordu. Sanırım bilinmezlikti beni sakin kalmaya zorlayan. Beynim neyle karşı karşıya olduğumuzu anlamaya o kadar odaklıydı ki, kargaşa ortamına izin yoktu içeride.

Sözlerimle birlikte üçünün de bakışlarını bana çevirdiğini hissedebiliyordum. Karanlık bunu anlamama engel değildi. "Ne?" diye tepkisini ilk ortaya koyan Efehan oldu. "Ne demek mağara gibi bir yerde kilitliyiz?"

Verebileceğim tek bir cevap vardı. "Bilmiyorum..." Soğuk yüzünden sızlayan parmaklarımla saçlarımı geriye itip yutkundum. "Bende hiçbir şey bilmiyorum. Sadece uyandığımda burada bir meşale vardı, onun sayesinde önümüzü kapatan demir parmaklıkları ve mağara duvarlarını görebildim. Bir de..."

Bunu nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum. Daha kendim bile inanmakta zorluk çekiyordum ki.

"Bir de ne?" Hayal'in sesini sarmaya başlayan korku elle tutulur cinstendi. En başından beri buralara gelmek istemeyen ama bize ayak uyduran oydu... Geri dönmemiz için bizi ikna etmeye çalışan, içine doğan kötü hisleri her daim diler getiren Hayal'di.

Bir de... Luca Stollen aslında ölmemiş, yaşıyormuş...

Bu beş kelimeyi dudaklarımdan dökmek öyle zor geliyordu ki... Sanki söylemezsem, kendime saklarsam tüm bunlar yaşanmamış olacaktı ve biz kâbustan uyanıp bu köyden defolup gidecektik...

Tuzak...

Bu düşünce aklımdan çıkmıyordu.

"Bir de ne Lizge? Hem, Harvey nerede? O eminin ne olduğunu biliyordur."

Harvey... Nerede olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu, uyandığımda onu görmemiştim. Onu da başka bir yere mi kapatmışlardı acaba? Allah'ım nasıl insanların eline düşmüştük biz? Kabul edildiğimizi sanmıştık, bize yemek bile vermişlerdi. Bu muamele de neyin nesiydi şimdi?

Tam konuşmak için dudaklarım aralanmıştı ki, boğuk bir küfür sesi duyuldu mağaranın içinden. Sesin geldiği tarafa döndüğümüzde başta karanlık olan yer, turuncu kırmızı zayıf bir ışıkla hafifçe aydınlanmaya başladı. Hemen ardından Luca, elinde meşaleyle bulunduğumuz yere geri döndüğünde nasıl söyleyeceğimi bilemediğim gerçek ortaya dökülmüş oldu.

"Bu da ne böyle?"

"O... o... anasını satayım..."

"Şaka mı bu?"

Efehan, Yücel ve Hayal'in aynı zamanda ortaya döktükleri farklı tepkiler hissettilerimin toplamı gibiydi.

"Bir de bu var..." diye mırıldandım.

"Oğlum neyin içine düştük lan biz böyle..." Yücel'in öfkeyle karışık endişeli sesi mağarayı inletti önce, hemen akabinde ayağa kalkıp demir parmaklıklara vurduğunu duyduk. Hepimiz ayaklanmıştık şimdi. "Hey..." diye bağırdı karanlığın içine doğru. "Çıkarın bizi buradan..."

Onu duyan birileri varsa bile ne söylediğini anlamıyorlardı muhtemelen, çünkü Türkçe konuşuyordu.

"Harvey..." diye bağırdı bir kez daha... Demire yeni bir yumruk atmaya hazırlanıyordu ki Efehan onu tutup geriye doğru çekerek parmaklardan uzaklaştırdı. "Sakin ol..." diye homurdandı ters ters onun yüzüne bakarken. "Neyin ne olduğunu bir anlayalım önce..."

Luca'nın elindeki meşale artık az da olsa aydınlatıyordu mağarayı. Onlardan bağımız bir konuya takılmış olan Hayal, gördüğü manzara karşısında; "Gerçekten kilit altındayız..." diye soludu kendi kendine. Loş ışığa rağmen, gözlerini kaplayan korku öyle belirgindi ki.

"Ne sakin kalması oğlum." diyerek bağırmaya devam ediyordu Yücel, "Bizi buraya resmen hapsetmişler, gelmiş hâlâ sakin ol diyorsun."

"Söylediklerinizin tek bir kelimesini bile anlamadım..." Kendi aramızdaki karmaşamızı sessizlik içinde izleyen Luca, konuşmak için bu anı seçmişti. "Ama bu şekilde bağırıp olay çıkarmaya devam edersen, yarın ilk iş seni alırlar buradan."

Yücel'in bakışlarının hedefi bu kez Luca oldu ve burnundan solur bir vaziyette Efehan'ın yanından geçip Luca'nın karşısına dikildi. Bu hareketi öyle hızlı gerçekleştirmişti ki, bir an ona vuracağı düşüncesiyle yerimden hareketlenmiştim. Ama neyse ki öyle bir şey olmadı. "Kim alıyormuş beni?" Ses tonunda en ufak bir düşme yoktu, hâlâ bağırmaya devam ediyordu. "Nereye alıyormuş?" diye sorduktan hemen sonra dudaklarından keskin bir soluk döküldü. Hâlâ Luca'nın elinde duran meşale şimdi ikisini de çok net bir şekilde aydınlatıyordu. "Hem sen..." Başı hızla iki yana sallandı Yücel'in. Şimdi gözlerindeki ifade, karşısında gördüğü şeye inanmakta zorluk çeker gibiydi. "Hem sen ölmüştün..."

Yücel'in aksine Luca gayet sakin bir şekilde "Ama ölmedim..." diye mırıldandı. "Tıpkı sizin gibi macera arayışına çıktığım bu yolda, yolumun sonu buraya çıktı. En yakın arkadaşım gözlerimin önünde öldürüldü. Ama ben ölmedim." İfadesiz gözleri Yücel'in yüzünden bir an olsun ayrılmıyordu. "Nasıl hayatta kaldım peki biliyor musun?" diye sorarken ses tonu buz gibi soğuktu. "Sabırlı olup, sakinliğimi koruyarak..."

Birkaç saniye daha bakışlarını Yücel'in yüzünde tuttuktan sonra bize döndü. "Hayatta kalmak ve buradan kurtulmak istiyorsanız ilk yapmanız gereken sakin olmak ve sorun çıkarmamak. Sorun çıkaranlar öncelikleri oluyor çünkü. Sizden önce gelenler bunu yapamadıkları için şu an burada değiller. York Chen de buna dahil..."

"Bizden önce gelenler mi?" Hayal'in titrek sesi, hepimizin aklına gelen sorulardan birini döktü ortaya.

İlk değilsiniz demişti bana da gözden kaybolmadan hemen önce. son da olmayacaksınız.

Hatta ünlü biriyseniz, sizin ölümünüz de basına duyurulduğunda, bazılarının başlangıcı olacaksınız.

"Sorun çıkaranlar kimin önceliği oluyor? Kim bu insanlar, bizden ne istiyorlar?" Her kelimesinde Hayal'in sesi biraz daha rayından çıkıyordu. Endişenin ve korkunun onu çepeçevre sardığı o sis bulutunun içinde kaybolmak üzereydi. O susar susmaz yan taraftan Efehan "Bir dakika, bir dakika..." diye atıldı. "En yakın arkadaşımı gözlerinin önünde... öldürdüler derken ne demek istedin?"

Luca, gelen tüm bu sorular karşısında önce derin bir nefes aldı. Koyu kahverengi gözleri sırayla hepimizin yüzünde gezdikten sonra Efehan'da durdu ve "Buraya geldiğim arkadaşım, Park York Chen'i öldürdüler. Tıpkı kaçmaya çalışan, huzursuzluk çıkaran herkese yaptıkları gibi."

Sözleri bomba etkisiyle kulaklarımızda çınladığında Hayal'in dudaklarından bir korku nidası döküldü. Zaman etrafımızdan kayıp giderken geride bıraktığı süre boyunca duyulan tek ses de buydu zaten.

Ensemden aşağı bir ürpertinin indiğini hissettim.

Tuzak... Ölüm...

Yüklenen bu yeni bilgiler beynimin içini sızlatırken ellerimi şakaklarıma bastırdım ve "Şunu baştan anlatabilir misin?" diye sordum. Konuşana kadar sesimin bu kadar zayıf ve titrek çıkacağını tahmin etmemiştim. "Se-Siz buraya nasıl düştünüz?"

Aklıma gelen ihtimaller, nabzımın hızlanmasına neden oluyordu. Hayır... En başından beri kandırılıyor olamazdık değil mi?

Luca birkaç saniye boyunca yüzüme baktıktan sonra hareketlenip yanımdan geçti ve meşaleyi benim ilk aldığım yere yerleştirdi. Dördümüzün de ilgisi ve bakışları pür dikkat ondaydı, dudaklarından çıkacak iki üç kelimeyi bekliyorduk sabırsız bir hâlde. Neyle karşı karşıyaydık biz ve en önemlisi bizden ne istiyorlardı?

"Heyecan arayan iki aptaldık..." diye girdi söze. "Travis Pice'ın videosu karşımıza çıktığında, tam olarak aradığımız heyecanın bu olduğunu düşünmüştük. Muhteşem bir atmosfer, muhteşem bir içerik... Her şeyi ayarlamıştık, bizimle bir kişi daha gelecekti ama son anda vazgeçmişti o gelmekten. Sorun etmeyip iki kişi çıktık bu yola. Başta her şey çok iyiydi... ya da iyi olduğunu düşünmemizi sağladılar. Yolun girişine geldiğimizde Rehberimiz Boris bize iki seçenek sundu. Ya geri dönecektik ya da devam edecektik. Chen ile bizim aradığımız tek şey eğlenceydi, o yola gerçekten girip de, hayatta kalma riski bu kadar düşükken hayatımızı riske atmaya niyetimiz yoktu. Biraz illüzyon ile insanların gerçekten geçtiğimizi düşünmesini sağlayacaktık sadece..."

Duraksadığında söylediklerine şaşırmamıştım. Bu sektörde onun gibiler çok vardı, insanları kandırır ve bunu bir başarı sayarlardı.

Belki dürüstlük abidesi olmasaydım, samimiyete önem vermeseydim, şu an burada bu durumda olmazdık...

Bir an karşımdaki adamın yüzüne baktım.

Hayır, yalancı olmak da onu buradan kurtaramamıştı... Yalan söylemek ya da dürüst olmak fark etmiyordu, ikisinin de gücü kaderi yenmeye yetmiyordu. Olacakların önüne geçmeye...

Peki yola girmediyse nasıl olmuştu da buraya düşmüştü? Nedense duyacaklarım hoşuma gitmeyecekmiş gibi hissettim. Gerilim damarlarmdan sızıp kanıma karışırken kollarımı bedenime sarıp söyleyeceklerini beklemeye koyuldum. Çok değil, birkaç saniye nefes aldıktan sonra devam etmişti zaten konuşmaya.

"Boris'e bunu söyledik. Aklımızdaki; arabayla iki yüz üç yüz metre, yürüyerek de bir o kadar gidip gerekli kaydı aldıktan sonra geri dönmekti. Boris biraz daha ilerlememiz için ısrar etti, dönüşün daha sağlam olduğu bir yer olduğunu ve bu sayede de daha fazla kayıt alma şansı yakalayacağımızı söylüyordu. Ona güvendik ve ilerledik. Söylediği noktaya geldiğimizde her şey için çok geçti. Daha fazla ilerlemeyi kabul etmediğimiz için bizi o noktada karşılayan yerliler tarafından kaçırıldık. Hatırladığım tek şey, yolu çevreleyen bir dolu insanın olduğu ve Boris'in yüzümüze sprey gibi bir şey püskürtmesiydi. Gözlerimizi açtığımızda kendimizi bu hücrede bulduk, bizden başka iki kişi daha vardı ama geçen sürede onları da aldılar."

Kanımın damarlarımın içinde anbean donduğunu hissettim. Kalbim, bedenime yüklenen gerilim yüzünden ağrıyordu, artık canımı yakmaya başladığı bir noktadaydım.

"Rehberiniz..." diye sormaya çalıştım ama sesim bir fısıltıdan öteye gidemedi.

Luca yanımdan geçip gitmeden önce son kez yüzüme baktı ve "Boris..." dedi nefret dolu bir sesle. "Sizin bildiğiniz adıyla Harvey Duncan!"

۝

Kapana kısılmışlık hissiyle, ne yapacağımı bilemez bir hâlde sırtımı demir parmaklıklara yaslamış aptallığımı düşünüyordum.

En başından beri bir tuzağın ağına takılmıştık. Ağı etrafımıza ören kişi ise buradaki güvenebileceğimizi düşündüğümüz tek kişiydi. Harvey Duncan... Bizi bu tuzağa o çekmişti. Luca'yı ve ekip arkadaşını da o çekmişti...

Geri dönebileceğimizi söylediği hiçbir noktada belki de geri dönme şansımız yoktu, bizse aptal gibi onun işini kolaylaştırmıştık. Kendi ayaklarımızla gelmiştik buraya. İçimde yükselip beni durmadan rahatsız eden o sesi hiç dinlememiştim. Dinlememek yaptığım en büyük aptallıktı. O otogarda beklediğimiz iki buçuk saat... Sıkılıp geri dönmeyi düşündüğümüzde dönseydik eğer...

Ellerimi saçlarımdan geçirip saç diplerimi çekiştirdim sertçe. Zihnim öyle bie istilaya uğramıştı ki soğuğu bile hiç hissetmiyordum.

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama karanlık yavaş yavaş kırılmaya başlıyordu. Bir hayli zaman geçmiş olmalıydı.

"Hayır..." diye homurdandığını duydum Yücel'in. O kadar uzun zamandır sessizlik içindeydik ki sesi her zamanki o canlı tonunda değildi. Enerjisi ne olursa olsun hiç bitmeyen adamın sesi öyle cansız çıkmıştı ki... "Bunu kabul etmiyorum. Burada öylece durup ölümü beklemeyeceğim. Ya da bize her ne yapacaklarsa..."

Derin bir nefes aldım. "Hiçbirimiz bunu kabul etmiyoruz Yücel..." derken benim de sesimin ondan bir farkı yoktu. "Ama hava aydınlanana kadar, ne durumdayız bir görene kadar beklemek zorundayız."

Bakışlarım Luca'nın olduğu tarafa kaydı. Yeniden karanlığa gömülmüştü ama orada olduğunu biliyordum. O en azından geri dönüş seçeneğini kullanmaya çalışmıştı. Biz... Biz kendi çaresizlik merdivenimizi usul usul tırmanmış ardından da merdiveni aşağı itip kendimizi o çaresizlikte mahsur bırakmıştık.

"Hem onu duydun..." diye devam ettim sözlerime. "Mantıklı hareket etmek zorundayız."

Her şeyden önce, tüm bu olanları sindirmeye ihtiyacım vardı. Hepimizin vardı... Aptalca bir hareket yapıp ölümü kendi ayağımıza getiremezdik. Chen'i gözlerinin önünde öldürdüklerini söylemişti, yani öldürme konusunda tereddüt etmeyeceklerdi. Ve hayır öylece ölüme gitmeyecek, kimsenin gitmesine de izin vermeyecektim. Ya da ölümün bize gelmesine... Ne olursa olsun buradan kurtulacaktık. Kurtulmak zorundaydık.

"O adama güvenmememiz gerektiğini en başından beri biliyordum..." Hayal'in titrek sesi, kalbimde bir noktaya dokunduğunda, sesinin geldiği yere baktım. Dördümüz yan yana aynı pozisyonda oturmuştuk, Hayal ile aramızda Efehan vardı. Yerimden kalkıp dizlerimin üzerinde ona doğru ilerledim ve tam önünde durdum. Ellerimi dizlerine yaslayıp destek olurcasına sıkarken "Bilemezdik Hayal..." diye fısıldadım. Kimin aklına gelirdi ki bizi böyle bir oyunun içine çekeceği?

Başını yana salladı Hayal. "Her şeyi bilemezdik diyerek geçiştiremezsin. Size söyledim, geri dönelim dedim." Titreyen çenesinin ardından gözünden yaşlar akmaya başladığında, derince iç çekip ona doğru uzandım ve kendime çekip sımsıkı sarıldım. İşte o an sessiz gözyaşları, yeminlerini bozdu ve o hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Sarılışıma karşılık verirken "Çok korkuyorum Lizge..." diyordu hıçkırıklarının arasında. "Ben ölmek istemiyorum..."

Ellerimle kısa saçlarını okşayıp onu yatıştırmaya çalışırken "Şşşhh..." diye fısıldadım. "Öyle bir şey olmayacak. Hava aydınlandığı an bulduğumuz ilk fırsatta kaçacağız buradan. Kimse bize dokunamayacak."

Elleri montuma sıkı sıkı sarılırken "Ne istiyorlar bizden? Bunu neden yapıyorlar?" diye sordu. Küçük bir çocuk gibi burnunu çekmişti.

Hepimizde cevapsız kalan bir soruydu bu. Ne istiyorlardı gerçekten bizden? Neden yapıyorlardı bunu, amaçları neydi? Sadece öldürmek olamazdı, altında başka bir şeyler olduğundan adım kadar emindim ama ne?

Bir şey diyemedim Hayal'in sorusuna ama gözlerim bir kez daha Luca'nın olduğu noktaya kaydı. Neden inatla bu sorumuza bir cevap vermiyordu? Yaklaşık üç haftadır buradaysa biliyor olmalıydı, amaçlarını anlamış olması gerekiyordu.

Bir süre kollarımda ağladı Hayal. Bu süreyi de sessizliğin içine yatırmıştık. Ve karanlık, biraz daha kırılmıştı aydınlığın kollarında. Hayal başının açısını değiştirdiği sırada göğsümün üst kısmına batan bir şeyle kaşlarım çatıldı. Boşalan ceplerimiz, eşyalarımızı aldıklarını gösteriyordu ama cebimdeki o şey... bir şeyi unuttuklarını gösteriyordu.

Gözlük kameramı...

Buradan kurtulacaktık ve kurtulurken burada dönen her şeyi kayıt altına alacaktım. Hayır bunu mesleğim için yapmayacaktım. Bunu kanıt olsun diye, burada dönen bu iğrençliği ortaya dökmek için yapacaktım. Ölen insanların akıbeti belli olsun, suçlular cezalarını çeksin diye...

۝

Hava tamamen aydınlandığında neyin içine düştüğümüz daha net ortaya çıkmıştı. Köyden uzakta değildik, evler yaklaşık elli metre kadar ötemizde duruyordu. Girişi kapatan demir parmaklıkların sol köşesinde bir kapı vardı ve iki asma kilitle kilitlenmişti. Eğer bir tel tokamız ya da ona benzeyen bir şeyimiz olsaydı belki kilitleri açmayı başarabilirdik. Ama yoktu işte...

Ayrıca sağ köşede bir kapı daha vardı -dün Luca'nın ardında kaybolduğu kapıydı- ve orası tuvaletti. Aman ne düşünceliler...

Kaçabileceğimiz bir alan yoktu. Şimdilik...

"Kilitleri açabilecek bir tel parçası bulsak kurtulduk demektir..." Yücel dikkatle kilitlere bakarken söyledi bu cümleyi. Hemen yanında Efehan da onunla beraberdi. Yücel'in sözleriyle gözleri bize döndü. "Kızlar saçınızda hiç tel toka falan yok mu?"

Umutsuzca başımızı iki yana sallamaktan başka bir şey yapamamıştık. Keşke olsaydı.

"Kapıdan çekilip yerinize oturun..." Oturduğu köşesinde hiç hareket etmeden sessizce oturan Luca'nın, hikâyesini anlattıktan sonraki ilk konuşmasıydı bu. Bir bacağını ileri doğru uzatmışken diğerini dizinden kırmış ve dirseğini de koluna yaslamıştı.

"Sana mı soracağım ne yapacağımı?" diye tersledi onu Yücel, gözleri hâlâ kilitten ayrılmamıştı. Bir o yana bir bu yana çeviriyor, arada çekerek çıkarmaya çalışıyordu ama ne fayda... İnce bir kilit değildi, oldukça kalındı.

"Burada üç hafta geçiren benim, yani bir şey söylüyorsam bunu dinlemelisin..." diye karşılık verdi sakin bir sesle. Efehan ikiydi galiba biraz...

"Ve üç haftadır hâlâ bir adım bile yol kat edemedin, hâlâ olduğun yerde sayıyorsun." Efehan'ın verdiği karşılık, son düşüncemi bir sorgulamama neden olmuştu. Efehan sakinliğini kaybediyordu... "Üç haftadır tutsak olan birini dinlemek de pek mantıklı gelmiyor bana. Başımıza ne geldiyse saçma sapan kişilere güvenmekten geldi zaten." diye homurdandı.

Efehan bunları söylerken benim bakışlarım Luca'daydı ve bir an için gözlerinden geçen bir duyguya şahit oldum... Bir an için...

Aklında bir şeyler vardı...

Bir plan ya da...

Ama bir adım bile yol kat edememiş değildi, sadece zamanını bekliyordu.

Peki o zaman neden bencillik ediyordu? Planı varsa neden bizimle paylaşmıyordu. Birlikte başarılı olma ihtimalimiz, yalnız başarılı olma ihtimalinden çok daha yüksekti.

"Birazdan yemek getirmek için buraya gelecekler." Luca bacaklarının pozisyonunu değiştirip bu kez diğer bacağına diğer dirseğini yasladı. Başı arkasını yasladığı mağaranın duvarına yaslanmıştı. "Size söyledim, sorun çıkaracağınızı bu kadar belli ederseniz kilidi açmaya çalışmak gibi bir derdiniz kalmaz. Sizin için kilidi bizzat açarlar ama özgürlüğe değil, ölüme."

"Şu kelimeyi kullanıp durmasan olur mu?" Hayal, omzuma yasladığı başını kaldırıp burnunu çekti, çok uzun süre ağlamıştı... Bir şey söylemedi Luca Hayal'in sözlerine. Yalnızca kısacık bir bakış atmakla yetindi.

Aradan geçen birkaç dakikanın sonunda Luca'nın haklı olduğu ortaya çıkmıştı. Köyden buraya doğru gelen birkaç kişi vardı ve Harvey de yanlarındaydı...

İçimi kaplayan nefret duygusuyla dişlerimi sıktım. Hayatım boyunca hiçbir insan hakkında şiddete eğilimli düşünceler beslememiştim ama şu an tek yapmak istediğim bizi bu duruma düşürdüğü için onu parçalamaktı.

Aklıma cebimdeki gözlük geldiğinde elimi montumun fermuarına götürüp usulca indirdim ve iç cebindeki gözlüğü çıkardım. Siyah kalın çerçeveleriyle estetik bir görünümü yoktu ama zaten şu an estetik olup olmaması hiç umurumda değildi. İki çerçevenin ortasındaki minicik merceğe kısa bir bakış attıktan sonra sol sapındaki küçük kapağı kaldırıp içindeki hafıza kartını kontrol ettim ve sağ sapındaki küçük düğmeyi açıp kamerayı çalıştırdım.

Gözlüğü gözüme taktığım sırada "Kamera mı o?" diye sordu Luca. Yalnızca elimi kaldırıp işaret parmağımı dudaklarıma bastırarak cevap verdim.

Gözleri kısa bir an bize doğru yaklaşan gruba kaydı. Ardından yeniden bana baktı. Kısık bakışlarında bir kıvılcım kol geziyordu.

"Getirdikleri şeylerden ekmek hariç hiçbir şeyi yemeyin..." dedi sırayla yan yana oturan bize bakarken. Kaşlarım çatıldı ve kendimi "Neden?" diye sorarken buldum. Aklımda, bizden ne istiyorlar sorusu yeterince başıboş bir şekilde dolaşıyordu zaten, daha fazlasına gerek yoktu.

"Yemeklerin içeriğinin hiç hoşunuza gideceğini sanmıyorum..." diye cevap verdi bana. Şimdi nefret ve iğrenti dolu bakışları gittikçe yaklaşan gruptaydı. Daha kısık sesle ekledi. "Ayrıca değişik bir ot kullanıyorlar bizi uyuşturmak ve uyutmak için... Yemeyin..."

Kaşlarım daha fazla çatıldı. Başım yavaşça omzuma doğru düşerken kıstığım gözlerimle, sorgulayıcı bakışlarla baktım yüzüne. "Ne var yemeklerin içeriğinde..."

Birkaç saniyelik bir sessizlik... Birkaç asır gibi gelebiliyordu bazen... Dudaklarından dökülen kelimelere kadar bana da öyle gelmişti ama duyduklarımdan sonra keşke hiç duymasaydım, keşke hiç sormasaydım, keşke hiç konuşmasaydı diye düşündüm.

Midem ağzıma doğru tırmanırken söyledikleri zihnimin içinde yankılanmaya başladı.

"İnsan eti... Onlar yamyam ve bizi yemek için tutsak tutuyorlar."

۝

Bulanan mideleriniz için şimdiden özür dilerim, ve bundan sonra bulacak mideleriniz için de���������

Bölümü nasıl buldunuz?

Bir sonraki bölümde görüşünceye değin hoşçakalın sağlıcakla kalın❤️

Bölüm : 12.12.2024 21:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...