7. Bölüm

6|ANLAŞMA

Saniye Solak
saniyesolak

Sellam✨

Bölüme geçmeden önce oylarınızı alabilir miyim lütfen? Ve düşüncelerinizin benim için çok kıymetli olduğunu bilin, onları benimle paylaşın lütfen.

Keyifli okumalar diliyorum❤️

۝

Hani bazı anlar vardır, kilitlenir kalırsınız. Söyleyecek sözleriniz vardır, belki de edecek küfürleriniz... İçinizdeki isyanı haykırmak istersiniz... Orantısız bir güç hissedersiniz içinizde, sanki dağları yıkabilecekmişsiniz gibi... Hareket edebilseniz yıkacaksınız belki de ama edemezsiniz... Kelimeler çıkmaz ağzınızdan. Diliniz lâl olur, eliniz kolunuz bağlanır. Bilirsiniz, yapmanız gereken susmak değildir. Ya da donakalmak... Ama öyle bir anın içindesinizdir ki, beyniniz reflekslerini unutur.

Öyle bir andaydık....

Kulaklarım doğru mu duyuyordu?

Algıladıklarım gerçek miydi?

Yoksa ben korkunç bir kabusun içinde hapsolmuştum da uyanamıyor muydum?

İnsan eti...

Onlar yamyam...

İnsan eti...

Yamyamlar...

Bizi yemek için tutsak tutuyorlar...

Onlar yamyam...

Kafamın içinde durmadan dönen bu sesleri gerçekten duydun mu ben?

Luca böyle mi söylemişti, yoksa bunlar tamamen benim mi hayal ürünümdü?

Gerçekle hayali ayırt edemiyordum ve zihnimin içindeki karmaşa bana hiç yardımcı olmuyordu. Üst üste binen sesler yalnızca her şeyi daha fazla karıştırmama neden oluyordu.

Tenimin altından bir ürpertinin geçtiğini hissettim. Gece kadar karanlık, bir buz küpü kadar soğuk bir ürperti...

Zihnimin duvarlarına çarpıp yankılanan, birbirine karışıp bana işkence eden bu sesler gerçekti...

Demirin demire çarpma sesi kulaklarından içeri dolduğunda tüm sesler birden kesildi. Bir an çığlık misali oradaydılar diğer an yoklardı. Yapabildiğim tek hareket başımı çevirip sesin geldiği noktaya bakmak oldu. Tanımadığım üç kişi kapının önünde durmuş, kilitleri açıp zincirleri çözüyorlardı.

Onlar yamyam...

Bağırmak istedim. Avazım çıktığı kadar, ciğerlerim parçalanıncaya dek belki... Boğazıma doğru tırmanan safrayı kusmak... Belki üzerlerine atlamak, onlar bizi parçalamadan ben onları parçalamak...

Bizi yemek için tutsak tutuyorlar...

Dudaklarımdan dökülen nefes zihnimin içinde yankılandı. Karmaşanın kesildiği zihnimin içi, şimdi ölüm kadar sessizdi.

Ölüm...

Ölüm etinizin tadına bakmak isteyecektir...

Korkunç gerçek, bir duvar misali önüme dikildiğinde başımdan aşağı kaynar sular döküldü sanki. Bize daha en başında bizi neyin beklediğini söylemişlerdi... Ölüm etinizin tadına bakmak isteyecek derken mübalağa yapmıyorlardı gerçeği söylüyorlardı.

"Umarım rahat edebilmişsinizdir..."

Kulaklarımın içine dolan ses, midemi daha çok bulandırdı. Yer ayaklarımın altından kayıyordu sanki. Hayır... Hayır... Bu kadarı çok fazlaydı. Bu kadarı gerçek olamayacak kadar fazlaydı. Kanımın damarlarımın içinden çekildiği hissettim. İdrak ettiklerim yüzünden ensemde başlayan bir yanma hissi, gözlerimin kararmasına neden oldu. Uzaklardan gelen bir karmaşa sesi vardı. Yücel'in bağırışlarını duyuyordum... Efehan'ın bağırışlarını duyuyordum... Tanımadığım insanların sesleri doluyordu kulaklarımdan içeri. Gözlerimin önünde hareketler vardı ama yalnızca sılüetlerden ibaretlerdi sanki.

Durduğum yerde sendelerken bedenime çarpan bir beden, ayakta zor duran bedenimi yıktı... Düştüğümü ancak birkaç saniye geriden gelen, kalçalarımdan yükselen acıdan ve avuçlarımda başgösteren yanma hissinden anladım. Gözlerimin önüne inen o karanlık perde çekildi önce, ardından zihnimde başlayan ikinci bir karmaşa da sustu. Gerçekliğe döndüğümde adamların sepetleri içeri bırakmış, kapıyı yeniden zincirlediklerini gördüm.

"Hayır..." diyebildim önce. Avuçlarımdaki yanmaya ve kalçamdaki acıya rağmen ayağa kalkmaya çalışırken arka arkaya hayır diyerek sayıklıyordum. Dudaklarımdan çıkan her bir sözcükte sesim biraz daha yüksek çıkıyordu. Yeterli değildi... Hiç yeterli değildi...

Tam ayağa kalktığım sırada hemen yan tarafımda birinin "Zavallı Lizge..." dediğini duydum. Başımı çevirip baktığım Harvey'i benden bir adım kadar uzakta, demir parmaklıkların diğer tarafında beni izlerken gördüm. Yüzünde iğrenç bir gülümseme, gururlu bir ifade vardı.

Dudaklarım konuşmak için aralandı ama benden önce davranan Yücel, "Seni orospu çocuğu..." diye bağırıp, düştüğü yerden demirlere doğru atıldı. Öyle hiddetli, öyle öfkeli görünüyordu ki, kavradığı demirleri parçalayıp atabilirdi sanki... "Çıkar lan bizi buradan..."

Harvey istifini hiç bozmadı. Yalnızca Yücel'in eli ona uzanmasın diye birkaç adım geriye gitmişti o kadar. Yüzündeki gülümseme yerli yerindeydi, o gururlu ifade...

"Yerinde olsam sakin olurdum genç adam..." dedi yakasını düzeltip Yücel'in gözlerinin içine bakarken. Başı ile yan tarafında hazırda bekleyen üç adamı işaret etti. "Onları kızdırmak istemezsin." İşaret ettiği yere dönüp bakmama gerek yoktu. Onların gözlerinin bizim üzerimizde olduğunu biliyordum. Bizi ne olarak gördüklerini de... Sırtlarında asılı olan tüfeklerin baş hizalarından yukarı uzanan namlularını daha bakmadan görebiliyordum. Bizi öldürmeye çoktan hazırlardı. Öldürmeye ve etimizle ziyafet çekmeye... Mide öz suyum biraz daha yukarı tırmandı, ağzımın içinde zehir gibi acı bir tat vardı. "Yeterince stokları var, size henüz ihtiyaçları yok." diye devam etti Harvey. "Ama onları kızdırırsan ihtiyaç olup olmamasına bakmadan alırlar seni..."

Yücel'in dudaklarından öfkeli bir inleme dökülürken avuç içini demirlere vurup "Korkak orospu çocukları..." diye bağırdı. "Götün yiyorsa gir lan içeri... Kim kimi alıyor görelim."

Tüm bunları boşuna söylüyordu. Karşısındaki adamların tek bir kelime bile anlamadıklarından emindim.

Zira Harvey düşüncemi kanıtlarcasına alayla gülüp başını iki yana salladı ve "Buraya ne kadar erken alışırsan senin için o kadar kolay olur genç adam..." dedi. Sesi de gülüşü kadar alay doluydu. "Bir süre burada misafirsiniz çünkü..." Midemi bulandırıyordu. Tüm yol boyunca bizi öyle ustaca kandırmıştı ki...

Tam arkasını dönüp gideceği sırada "Neden?" diye sordum anlayabileceği şekilde. "Bütün bunları neden yapıyorsun?"

Cevaplara ihtiyacım vardı. Aklımı koruyabilmem için cevaplara... Buradan kaçmak için de aklıma... Bir plan yapmamız gerekiyordu, fırsat kollamamız, düşmanımızı tanımamız... Bir süre burada misafir olduğumuzu söylediyse vaktimiz var demekti. O vakti en iyi şekilde değerlendirmeliydik. Hayır, bunu reddediyordum. Birilerinin akşam yemeği olmayı reddediyordum.

Düşüncesi bile midemin bilmem kaçıncı kez boğazıma doğru tırmanmasına neden oldu, gelen öğürme refleksini son anda bastırabildim. Yutkunup zayıf noktası olduğunu düşündüğüm noktaya parmak basmaya karar verdim.

"Bir karın, bir kızın var... İnsanları böyle bir yola sürükledikten sonra, onların yüzüne nasıl bakabiliyorsun?"

Sözlerimle yavaşça bana döndü. Birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra açtığı birkaç adımlık mesafeyi yeniden kapatmıştı. Buraya geldiği adamlar, onu yanımızda bırakıp giderken o parmaklıklarla arasına belli bir mesafe bırakıp tam karşımda dikildi. Şimdi kimseden çıt çıkmıyordu. Ondan başka...

"İnsanlar..." diye girdi söze, ardından derince bir iç çekti. "Konu aile olduğunda, anlatılan her hikâyeye inanmaya o kadar meyilliler ki..." Gözlerimin içine, en içine baktığında sözlerinin altında yatan anlamı net bir şekilde anlamıştım. "Bir karım yok." Sözleri düşüncelerimi doğrulamaktan başka bir halta yaramıyordu. "Biz kızım da... O gün geç kalmamın nedeni hazırlıklar sırasında çıkan aksiliğin düzelmesi için bana ihtiyaç olmasıydı. Aile, sizin çenenizi kapatmanın ve geç kalışımın yıktığı güven duygusunu yeniden inşa etmenin bir yoluydu. Ki işe de yaradı. O yumuşak kalpleriniz, bu yalana karşı hemen eriyiverdi."

Soğuk beni daha fazla üşütemez sanmıştım. Öğrendiklerimin şoku daha fazla kaynatamaz kanımı... Yanılmıştım... Nefes almaya çalıştım, güçlü ve dik durmaya... Şu an bulunduğum konumda bu ne kadar mümkün olabilirse tabii.

Gözlüğüm gözümdeydi. Kamerası açıktı. O ne söylerse kaydediyordu şu an... Daha fazla konuşmasına ihtiyacım vardı, daha fazla bilgiye... Alabileceğim her şeyi almalıydım...

"Neden bahsediyorsun sen?" diye bir fısıltı çıktı dudaklarımdan. Dehşet soluğumun ensesindeydi. "Ne hazırlığı? Ağzından çıkan her şey mi yalandı yani?" Sesimin hiddetinin düşüncelerimin yönlendirmesi ile bir ilgisi yoktu, o tamamen dehşete düşmüşlüğümün eseriydi.

Harvey'in yüzü, sözlerimle daha korkunç bir hâl aldı. Dudakları gülümsüyordu ama yüzüme diktiği bakışları öyle ürkütücüydü ki... Avını sonunda kafesine tıkmayı başaran bir avcı gibi... Onu parçalara ayırmadan önce ona son nefeslerini bahşediyormuş gibi... Ama bir cevap vermedi. Vermesine de gerek yoktu bu noktada, sessizliği en büyük cevap olmuştu zaten...

Gitmemesinden cesaret alıp sorularıma devam etmek istedim ama o kadar çok soru vardı ki zihnimde dönüp duran, hangisine öncelik tanımam gerektiğine karar veremiyordum.

Çocuklar ne yaptığımı anlamışlardı muhtemelen, bir köşede sessizce kaderlerine razı gelmişçesine duruyorlardı. Gelmediklerini biliyordum, yalnızca bana alan tanıyorlardı. Nasıl başaracağımıza dair hiçbir fikrim yoktu ama buradan kaçacaktık. Kaçmak zorundaydık.

"Yollar..." diye fısıldadım, yerine oturtmak için zihinimin etrafına saçılmış taşların arasında gezerken. Hangi taşı hareket ettirmeli, hangi hamleyi yapmalıydım karar veremiyordum. "Ya taş önümüze düşmeseydi? Ya arabamız ezilmeseydi? Ya da giriş noktasından geri dönmeyi seçseydik?"

Sanırım sorgulamaya başlamak için değinmem gereken nokta burasıydı. Geri dönmeyi seçseydik ya da yolumuz kesilmeseydi nasıl bir yol izleyeceklerdi?

Dudaklarından alaylı bir hah sesi döküldü önce. Ardından başını iki yana salladı. "Geri dönmek için var olan tek şansınız duraktı. Ahari şoför olmayı kabul etmediğinde geri dönseydiniz şu an bu konumda olmazdınız. Yolun girişine geldiğinizde devam etmemenize karşın sizi hazırda bekleyen adamlarımız vardı, onlar sizi alacaktı ama siz devam etmeyi seçerek bizi bu zahmetten kurtardınız." Duraksadı. Sözlerinin devamı olduğu her halinden belli oluyordu ve duraksadığı her an hissettiğim gerilim artıyordu. Çok uzun zamandır bu tuzağın içindeydik ve haberimiz yoktu... Kendi ayaklarımızla gelmiştik biz bu tuzağa ve hepsi benim suçumdu. Yutkunamadığımı hissettim. Boğazımda biriken yumru, her geçen saniye beni biraz daha boğuyordu.

Onları bu noktaya getiren bendim...

"Ve Lizge..." diye devam etti Harvey. "Ahari haklıydı... İnsanlar öldü ama insanları öldüren şey hiçbir zaman yol olmadı..."

O yola girerseniz canlı çıkamayacaksınız ve sizi öldüren şey yol olmayacak.

Aharinin sesi, kısık sesli bir fısıltı gibi zihnimin içinde süzüldüğünde aptallığım bir kez daha kafama dank etti. Ahari bir şekilde bizi uyarmıştı. Şimdi kendime sormam gereken şuydu: O, burada dönenleri biliyor muydu yoksa sadece hisleri mi ona bunları söyletmişti?

Bilseydi bize söylemez miydi?

Bizi uyarmaya çalışmıştı, bilseydi eğer söylerdi...

Düşündükçe başıma ağrılar saplanıyordu, içinden çıkamıyor daha da dibe batıyor ve altında kalıyordum her şeyin.

"Kazalar..." demek istedim ama sesim o kadar güçsüz çıktı ki beni duymadığını düşündüm. Duymuştu.

"Hiçbiri tesadüf değildi..." diye cevap verdi. "Yuvarlanan kayalar tamamen bizim eserimiz... Daha doğrusu benim... Yol aslında normal bir yol, isteyen gayet rahat geçer. Tabii biz izin verdiğimiz sürece..."

Zihnim sarsıldı. Nedeni dağınık parçalardan birinin sürüklenip ait olduğu noktaya oturmasıydı.

Kayalar aslında hiç düşmüyordu, kayaları onlar yuvarlıyorlardı.

Yolu tehlikeli yapan şey uçurumu değildi, burada yaşayan bu canavarlardı...

"Kurtlar da yalandı, öyle değil mi?"

Elbette... Hiç kurt sesi duymamıştık. Yakınımızda olmasalar bile sesleri gelirdi eğer gerçekten var olsalardı.

"En azından hipotermi kısmı doğruydu..." diye cevap verdi Harvey. Ardından elini cebine götürdüğünü gördüm. "Ama elinizde onun bir çözümü vardı ve yapmam gereken tek şey bu çözümü ortadan kaldırmaktı." İki parmağının arasında, havaya kaldırdığı şey Yücel'in sigara paketiydi.

"Ulan ben senin..." diye hırladı Yücel yeni bir atağa geçip. Ama kolunu tutup onu durdurdum ve elimin altındaki tenini uyarırcasına sıktım. Burnundan solur bir halde nefes nefese durdu hemen yanımda.

Tüm bunlar zihnime asla ölmeyecek bir bilgi olarak kazınmıştı artık, hiçbir kuvvet onları silemeyecekti. Ama elimde hâlâ bir neden yoktu. O, bu canavarlara neden yardım ediyordu. Artık emindim, o yerlilerden değildi. Görünüşü zaten benzemiyordu, buradaki insanlar beyazdı o ise siyahi ama burada doğan bir yabancı olarak düşünmüştüm, yanılmıştım... İlk an dikkatimi çeken ayrıntı olan aksanı... Harvey burada doğmamıştı, sonradan gelmişti bu şehre. Peki onun bu işten kazancı neydi? Para mı, itibar mı, ne?

"Neden?" Başımı iki yana salladım. "Tüm bu anlattıkların, bunu neden yaptığını açıklamıyor. Hiç mi vicdanın yok senin? Burada dönenler hiç mi mideni bulandırmıyor?"

Onlar yamyam...

Bizi yemek için tutsak tutuyorlar...

Luca'nın bu sözleri aklımdan çıkmıyordu. Atamıyordum zihnimin içinden, çakılıp kalmıştı sanki oraya.

"Vicdan nedir biliyor musun Lizge?" Sigara paketini tuttuğu havadaki elini gelişigüzel yan tarafına indirip bize doğru bir adım daha yaklaştı. "İnsanın ruhuna yüklediği bir yük yalnızca... Vicdan olmazsa ruh yüklerden arınır. Kuş kadar hafif olmak varken, neden vicdanımı içerde tutup bu yükü ruhuma bindireyim ki?"

Yüzüm tiksinircesine bir ifadeyle buruştu bu sözlerine. Sözün bittiği nokta mıydı burası? Böyle düşünen bir insana ne söylenebilirdi ki?

"Tüm bunları neden yaptığıma gelince..." Duraksadı... Düşündüğü için değil, tamaman içimizde doğduğunu bildiği gerilimi artırmak için... "Yirmi yıl önce Tamian'ın babası Bareen ile yaptığım bir anlaşma için..."

Sonra derin bir iç çekti ve ileri attığı bir adımı iki adım olarak geriye doğru yeniden attı ve demir parmaklıklardan uzaklaştı. "İşin en eğlenceli kısmı olan hikâyemi anlatma kısmını ne yazık ki ertelememiz gerekecek çünkü gidip almam gereken bir kafile var." Söylediği şey çok eğlenceliymiş gibi gülüp "Sekiz kişiler..." diye ekledi. "Onlar da aranıza katılınca toplu olarak anlatırım, öyle daha eğlenceli oluyor."

İçime çektiğim derin bir nefesle kendimi ayakta tutmayı başardım. Buraya birilerini daha getirecekti. Daha fazla kurban...

Tam arkasını dönüp yeniden gideceği sırada "Bekle..." diye bağırdı Efehan. Kaşlarım çatılırken hemen yan tarafımdan öne çıkıp demir parmaklıkları tutan Efehan'a baktım. Biraz önceki saldırgan halinin aksine, son derece sakin görünüyordu.

Harvey bir kez daha durdu ve omzunun üzerinden bize baktı. Efehan başıyla elini işaret edip "O paketin içinde tam üç tane sigara vardı..." diye mırıldandı. "Bize son bir iyilik yapabilirsin. Yirmi dört saattir içmedim ve ciğerlerim sönüyormuş gibi hissediyorum." Ne yapmaya çalışıyordu? O sigara bile içmezdi ki... Kaşlarım daha fazla çatıldı.

Harvey başını omzuna doğru yatırıp bedenini tamamen bize döndü. "Beni mi kandırmaya çalışıyorsun genç adam?" diye sordu şüpheci bir sesle. "Senin hiç sigara içtiğini görmedim. Sigara koktuğunu da..."

"Bir nişanlım var..." dedi Efehan... Şimdi nefesleri yavaş yavaş derinleşmeye başlamıştı. "Adı Deniz, astım hastası..." Duraksadı, profilini görüyor olmama rağmen, her daim durgun ve sevecen olan bakışlarını kirleten öfkeyi net bir şekilde okumuştum. "Merak etme..." diye tısladı sıktığı dişlerinin arasından. "Senin gibi ailemi ortaya atarak seni manipüle etmeye çalışmıyorum. Aldığınız telefonun ekranında onunla olan bir fotoğrafım var, gidip kontrol edebilirsin. Onun için sigarayı bırakmaya çalışıyorum. Bu yüzden her yirmi dört saatte bir tane içiyorum." Derin bir soluk daha döküldü dudaklarından. Anlattığı hikâyeye karşın şaşkınlığımı gizlemekte zorlanıyordum çünkü Deniz'in astımı falan yoktu.

Merakla bekledim ne yapacağını, bu işi nereye bağlayacağını. Acaba Yücel mi ondan o paketi almasını istemişti? Çünkü bağımlı olan Yücel'di ve o istese Harvey'in vermeyeceğinden neredeyse emindim.

Kısık bakışları birkaç saniye Efehan'ın yüzünü izledikten sonra omuz silkip durduğu yerden paketi bize doğru attı. Kafesin birkaç santim önüne düşmüştü. Başka bir şey söylemeden arkasını dönüp bizden uzaklaşmaya başladığında, Efehan beklemeden eğilip paketi aldı ve içini kontrol etti. Üç dal sigara ve bir çakmak...

Efehan'ın gözleri Harvey'deyken sigaralardan birini dudaklarının arasına koydu. Ve çakmağı çakıp usulca yaktı sigarayı. Bakışlarını takip ettiğimde Harvey'in uzaklaşmaya devam ederken omzunun üzerinden bizi kontrol ettiğini gördüm. Efehan'ın sigarayı yaktığını gördüğünde tamamen önüne döndü ve hızlı adımlarla uzaklaşıp gözden kayboldu.

O gider gitmez Efehan yüzünü buruşturarak sigarayı dudaklarından çekmiş ve dumanı tütmeye devam eden sigarayı Yücel'e uzatmıştı. Hiç itiraz etmedi Yücel, hâlihazırda yanan dalı dudaklarının arasına yerleştirip derin bir nefes çekti.

Tam düşüncemin doğruluğundan emin olduğumu sanmıştım ki, Efehan cebinden bir şey çıkardı. Kırmızı renkli iki adet mermi kovanı...

Kovanları iki parmağının arasında tutup bize doğru gösterirken dudaklarında gururlu bir gülümseme vardı. "Bu şeyler..." dedi gözleri pür dikkat kovanlardaydı. "Bizi buradan kurtaracak olan şeyler..."

Hayal gözlerindeki yaşları silip sindiği köşeden Efehan'a doğru yaklaşırken "Onları nereden buldun?" diye sordu. Şimdi hepimiz Efehan'ın etrafında toplanmıştık. Luca bile... Merakla bakıyorduk yüzüne.

Sırıtıp kovanları avucunun içinde sıkıştırdıktan sonra yeniden cebine sokup "Adamların bellerindeki kemerde bir düzine vardı. Kargaşa esnasında onlardan çaldım."

Onun gülüşü bana da bulaştı. Gerilim hâlâ hat safhadaydı ama bu gülmeme engel olmadı. "Onlarla ne yapmayı düşünüyorsun?" diye sordum.

Efehan açıklamasını yapmadan önce gözlerimi işaret edip, "Kameranı kapat... Boşa şarjı bitmesin, daha ona ihtiyacımız olacak." diye mırıldandı. Hızla gözlüğü çıkarıp kapatma tuşuna bastım. Çektiği görüntüler, minik hafıza kartına otomatik olarak kaydoluyordu. Gözlüğü yeniden montumun iç cebine yerleştirip meraklı gözlerimi Efehan'a diktim.

Kaşları ile kapıyı işaret etti. "Kilitlerin içine kovanlardaki barutu döküp patlatacağız ve kilitler açılacak..."

Heyecanla parlayan gözleri sırayla üçümüzün üzerinde gezdiğinde, üçümüzün de aklı aynı ana gitmişti. Tabii ya, sormamız hataydı.

"Eski bir manastıra girerken de aynısını yapmıştık..." diye soludu Hayal heyecanla. Saatler sonra sesi ilk kez bu kadar canlı çıkıyordu.

"Aynen öyle..." diye cevapladı onu Efehan. "Çıkacak olan gürültüyü hepimiz biliyoruz, bu yüzden uygun bir anı kollamalıyız. Anında fark edecekler ve kaçmak için fazla vaktimiz olmayacak. Elimizdeki tek şans bu gibi görünüyor, Hata yapma gibi bir lüksümüz yok."

"Siktir dostum..." Uzun bir aradan sonra Luca'nın söylediği şey bu olmuştu. "Bu çok iyi bir fikir. Ama..." Kaşları çatıldı. Şimdi aydınlık ortamda yüzünü daha net görebiliyordum. Yüzünün belli başlı kısımları zararsız çizik izleri ile doluydu. Koyu kahverengi saçları kirli ve yağlı görünüyordu, ayrıca kirli tişörtünde de yer yer yırtıklar vardı. "Çakmak olmasaydı o barutu nasıl patlatmayı düşünüyordun?" Daha önce bizi küçümseyen bakışları şimdi çok daha farklı bir ifadeyle bakıyordu bize. Ve bu soruyu sorarken Efehan'ın ona bir cevap vereceğinin de zaten farkında gibi bir hâli vardı.

"Hayatımdaki kadının bilim ve fene merakının olmasının en iyi yanı ne biliyor musun?" diye sordu. Deniz'den bahsederken hep olduğu gibi şimdi de gözleri parlıyordu. "Uygun ortamı sağlayıp sürtünme kuvvetiyle ateş yakabiliyor olmak..."

Bu sözleri üzerine Yücel onun ensesine bir tane sille çakmış ve "Ulan geri dönseydik ateş yakabilecektin yani?" diyerek kızmıştı ona. "Bir de bana çakmak soruyordun puşt."

Efehan ters ters Yücel'e bakarken ensesini ovuşturup "Sana çakmak falan sormadım ben..." diye homurdandı. "O şerefsiz ateşiniz var mı diye sorunca otomatik olarak hepimiz sana baktık ve sende salak gibi sigara paketini onlara çaldırmıştın çoktan." Elini ensesinden çekti ve omuz silkti. "Ayrıca hayır, orada ateş yakabilmem mümkün değildi. Çünkü ateşin hiç sevmediği tüm bileşenler bir aradaydı: rüzgâr, nem, soğuk, kar ve ıslaklık..." Bakışları ile mağaranın içini taradıktan sonra anlatmaya devam etti. "Ayrıca elimizde yanıcı bir madde de yoktu. Ama burası, kuru ve -bedenlerimizle rüzgârı kesersek- esmeyen bir ortam. Ve barutumuz da var. Yani sürtünme kuvveti ile ateş yakmak için birebir..."

Geriye doğru eğilip sırtını demirlere yasladıktan sonra gülümsedi. "Ama neyse ki buna gerek kalmadan bir çakmak bulduk. Şimdi tek yapmamız gereken, en sakin anı kollayıp doğru anda o kilitleri patlatmak. Dediğim gibi bu tek şansımız, doğru değerlendirmek zorundayız."

Hayal'in dudaklarından bir kıkırtı kaçtı. Gözlerinden akmaya devam eden yaşlara inat gülümsüyordu. "Kurtlar da olmadığına göre rahat rahat kaçabiliriz." dedi yenisinin ekleneceğini bilmesine rağmen gözyaşlarını silmeye devam ederken.

Yücel bitirdiği sigarasını söndürürken "Yine de erken sevinmeyelim derim ben..." diye homurdandı. "Hatta mümkünse tüm sevincimizi Türkiye sınırlarına girene kadar içimizde saklayalım ve gardımızı düşürmeyelim."

Durup birkaç saniye önündeki zemini izledikten sonra hayret edercesine başını çevirip "Anasını satayım..." diye homurdandı. "Resmen milletin akşam yemeği olmak üzereyiz."

Hızla başımı iki yana salladım bu sözleriyle. "Öyle bir şey olmayacak." Bu düşünce yeniden midemi ağzıma getirirken birkaç derin nefesle kendimi tuttum.

"Bundan emin miyiz?" Hayal'in sesi yeniden canlılığını yitirmişti. "Yani o şeyden olduklarından..." Kelimeyi bile söyleyemiyordu.

"Yamyam mı?" diye sordu Luca Hayal'in aksine gayet rahat bir tavırla. Burada geçirdiği üç haftanın ardından bu fikre alışmış gibiydi. Bu alışılabilecek bir şey değildi ama insanoğlu işte. Olmaz dediğin olurdu bazen hayatta. İçinde bulunduğumuz durum da tam olarak böyle bir durum değil miydi zaten. Asla ama asla aklımıza gelmezdi böyle bir şey ile karşı karşıya kalacağımız. "Yüzde yüz eminim. Chen'i gözlerimin önünde pişirip yediler..."

Keskin bir öğürme sesinden sonra Hayal ayağa fırlamış ve tuvaletin olduğu kısımda gözden kaybolmuş, hemen ardından da kusma sesi kulaklarımıza dolmuştu. Kendimi tuttum. Düşünmemeye çalıştım ve kendimi tuttum. Düşmek için doğru an değildi, sarsılmak için bile doğru an değildi. En çok benim için... Benim yüzümden bu haldeydik ve herkes düşse bile ben ayakta kalmak zorundaydım. Kendim için değil, onlar için...

"Başın sağolsun dostum..." diye mırıldandı Yücel. Hemen ardından Efehan ve bende başsağlığı dilemiştik. Bu durumda başka ne söylenirdi bilmiyorum...

Kısa bir an bakışları uzaklara daldı Luca'nın... Yüzü nefretin en koyu tonuna boyanırken "Onların cezalarını çektiklerini görmeden ölmeyeceğim..." dedi yemin eder gibi. Belki de içten içe yemin ediyordu. "Chen'e yaptıklarının bedelini ödeyecekler." Gözleri bana kaydı bu kez. "Buradan kaçmayı başarsam bile bunu kanıtlayacak hiçbir şeyim yoktu... Ama senin kameran sayesinde artık kanıtlayabilirim. Kanıylayabiliriz."

Başımı sallayarak onayladım onu. Çektiği acıyı gözlerinde görebiliyordum. Arkadaşı için duyduğu derin hüznü ve intikam isteğini... Ve o kadar haklıydı ki... Chen'in yaşadıkları korkunç ötesiydi. Bir an... Sadece bir an bizden birinin başına öyle bir şeyin geldiğini düşündüm. Hayır... Bunu kaldıramazdım, bununla yaşayamazdım. Olmazdı... Sertçe yutkunup bu düşünceyi hızla geri plana ittim. Ne olursa olsun bu senaryonun gerçekleşmesine izin vermeyecektim.

Ayağa kalktı Luca. "Tek şansımız o kovanlar değil..." diye mırıldandı. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Gözlerinde gördüğüm bir şey dudaklarımı kıvırmama neden oldu. Biliyordum, aklında bit şeyler olduğunu biliyordum.

"Neden söz ediyorsun sen?" Efehan'ın sesi, kafasının karışıklığını yeterince belli eden bir tondaydı. "Son şansımız olabilir, ama tek şansımız değil..." Başı ile tuvaletin olduğu tarafı işaret etti. "Beni takip edin."

Hepimiz ayaklanırken o tuvaletin kapısının önünde durmuştu. Kapıyı bir kez tıklatıp "Hey, içerdeki..." diye seslendi. "İyi misin?"

Öğürme sesleri kesilmişti, şimdi sessizlik hâkimdi. Kısa bir su sesi geldi önce, ardından kapı açıldı ve Hayal kıpkırmızı gözlerle dışarı çıktı. Başını sallamakla yetinmişti yalnızca. Uzanıp elini tuttum ve önüme çekip yüzüne yakından baktım. "Gerçekten iyi misin?"

Olmadığını biliyordum elbette... Ama zaten iyiyim diyerek beni kandırması da beklediğim cevap değildi. Aksine gerçekten nasıl olduğunu söylemesini istiyordum; İçinde tutmasın, söylesin ve rahatlasın... Şu an bana ana avrat küfretse yine haklıydı. Çünkü o kadar çok uyarmıştı ki bizi kendince ve biz, özellikle ben, o kadar çok dinlememiştim ki onu...

"Midem bulanıyor..." diye mırıldandı gözlerimin içine bakıp burnunu çekerken. "Korkuyorum ve sürekli ağlamak istiyorum... Ama iyiyim. Size ayak bağı olmayacak kadar iyiyim. Lütfen bir an önce kaçalım buradan."

Başımı sallayıp onu kendime çektim ve sımsıkı sarıldım ona. Anında karşılık verip bana sığınmıştı. Burada yalnızdık ve birbirimizden başka hiç kimsemiz yoktu.

Luca "Hadi..." dediğinde ayrılıp onu takip ederek küçücük alana girdik hepimiz. Dip dibe durarak ancak sığabilmiştik.

Luca kapağı kapalı olan klozetin hemen yan tarafında diz çöküp duvara dayalı olan büyük düz bir taş parçasını kenara çekti. Parça ince olduğu için kaldırırken zorlanmamıştı.

O taş parçası kapak görevi görüyordu. Küçük bir tünelin kapağı...

Taşı kenara bırakan Luca bize dönüp hafifçe gülerken "Zamanında çok kez Esaretin Bedeli'ni izlemiştim. Meğer gerçek hayatta da işime yarayacakmış." diye mırıldandı.

Bizden ilk hareket eden Efehan olmuştu. Bedeni daracık alanda bedenimize sürterken bir adım öne çıkıp Luca'nın yanında yere çöktü ve tüneli inceledi. Dikkatli baktığımda, Luca'nın tüneli tuvaletin borusunun hizasında kazdığını gördüm. Mantıklı bir hareketti.

"Ucu belki de bok çukuruna çıkacak ama en azından hayatta kalmış olacağız." diye mırıldandı bakışları yeniden tünele kayarken. "Henüz çok bir ilerleme kaydedemedim tek başıma... ama artık daha fazla kişiyiz, daha hızlı ilerleyebiliriz."

"Neyle kazıyorsun?" diye sordu Efehan. Sesi ilgili ve meraklı çıkıyordu. En az onun kadar hepimiz ilgili ve meraklıydık şu an... Bir değil iki umut vardı artık elimizde.

Luca bir kez daha güldü Efehan'ın bu sorusuyla. Ardından ayağa kalkıp klozetin sifonunun kapağını kaldırdı ve elini içine daldırdı. "Dostum bir şeyler çalan yalnızca sen değilsin..." diye mırıldandı. Elini çıkardığında elinde iki tane metal kaşık vardı. "Bende bunları çaldım. Fark edilecek diye ödüm koptu ama neyse ki fark etmediler..."

Kaşıkları görmek yine aklımı istemediğim düşüncelere kaydırdı. Hayır diye keskin bir ültimatom verdim kendime.

Düşünmek yok Lizge...

Düşünürsen, aklının kayacağı noktalarda seni bekleyen ayrıntılar hiç hoşuna gitmeyecek.

Bunu biliyordum...

Ne kadar itiraf etmek istemesem de dün akşam yediğimiz yemeğin gerçeği vardı önümüzde...

Bize geyik yahnisi diye yutturdukları o yemek... Gerçekten geyik etinden mi yapılmıştı yoksa...

Yoksa insan etinden mi?

Midem bir kez daha boğazıma tırmandığında güç bela elimi ağzıma kapatıp gelen öğürme isteğimi bastırdım. Kusmanın beni zayıf düşüreceğini bilirken kusamazdım. Acımı, kederimi, hasta düşeceğim anı, zayıflığımı sonraya saklamalıydım. Buradan kurtulduğum ana... Şimdi içimdeki gücün her bir zerresine ihtiyacım vardı, direncimin her bir damlasına...

Düşünme Lizge, düşünme kızım... Yapabilirsin, başarabilirsin. Güçlüsün sen, bununla baş edebilirsin...

Etmek zorundasın!

Yutkunup boğazıma tırmanan acı sıvıyı geri yuttum ve derin bir nefes aldım. Kendimi oyalamak için zihnimi başka bir şeyi düşünmeye zorladım. Aklıma gelen konuyla bu zorlayış işe de yaradı. Tam dudaklarımı aralayıp Harvey'in bahsettiği, Tamian'ın babası Bareen ile yaptığı anlaşmanın içeriğinin ne olduğunu bilip bilmediğini Luca'ya soracakken bir ses geldi hemen arkamızdan.

"Hey, siz..." diyordu kaba gür bir ses. "Ne yapıyorsunuz orada?"

۝

Bölümü nasıl buldunuz?

Zaman ayırıp okuyan ve yorumlarını esirgemeyen, oy verip destek olan herkese sonsuz teşekkürler���

Bir sonraki bölümde görüşünceye değin kendinize iyi bakın hoşçakalın✨

Bölüm : 12.12.2024 21:48 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...