
Keyifli okumalar❤️
"Hey, siz..." diyordu kaba gür bir ses. "Ne yapıyorsunuz orada?"
Yüreğim ağzımda atıyordu... Yüreğim bedenimi terk ediyordu sanki...
Arkamızdan gelen kaba sesin sahibine dönüp bakamıyordum. Bence hiçbirimiz bakamıyorduk o anda. Donup kalmış, taş kesilmiştik.
Böyle olurdu insanoğluna... Yakalandığı anda kilitlenir kalırdı, ne dudaklarından tek bir kelime çıkardı ne de bedeni hareket etmek adına bir atakta bulunurdu. Beyin bile düşünmeyi bırakırdı böyle zamanlarda...
Neyse ki benim beynim o an beni yalnız bırakmadı. Düşüncelerimin odaklandığı tek bir nokta vardı. Girişte durup Hayal ve beni adamların görmesini engelleyen Yücel'e baktım kısa bir an...
Dışarıdan adamların sesleri gelmeye devam ediyordu. Metalin metale çarpma sesi, kilidi açtıklarını gösteriyordu. Hafifçe Hayal'e doğru eğilip "Yere uzan..." diye fısıldadım kulağına. Onun solgun teni ve bedenini titreten korkusu işimizi görürdü söyleyeceğimiz yalan konusunda. İri iri açtığı gözleriyle yüzüme baktı birkaç saniye. Ne demek istediğimi anlamadığı her halinden belliydi. "Bayıl..." diye fısıldadım bu kez
Dudaklarından kesik bir nefes çıkarken anladığını belli edercesine kaşları kalktı önce, hemen ardından yere çöküp hızlıca uzandı. Gözlerini de kapattığında işlem tamamdı. Adamlar mağaranın içinde bize doğru ilerlerken, Efehan yapmaya çalıştığımız şeyi anlamış, Hayal'in başını kucağına almıştı. Luca da onun bileğini tutmuş nabzını kontrol ediyormuş gibi yapıyordu. Herkes birden sözsüz bir şekilde anlaşmayı başarmıştı.
Bende ayaklarının dibinde yere çöküp gözlerimin korkuyla dolmasını sağladıktan sonra, ki bulunduğumuz noktada bu benim için hiç zor olmamıştı, "Hayal..." diye mırıldandım sanki sabahtan beri bunu yapıyormuş gibi... "Lütfen aç gözlerini..."
Anlasınlar diye özellikle İngilizce konuşuyordum. Yücel bileğindeki saati kontrol ederken Luca'ya bakıp "Bir dakika doldu, kaç atıyor?" diye sordu. Adamlar şimdi Yücel'in hemen arkasında bizi kontrol ediyorlardı. En öndekinin Tamian olduğunu gördüğümde sinirlerim gerildi, içimde yükselen o öfke bana kalkıp onu paralamamı söylüyordu. Derin bir nefesle kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Aşağılık pisliği iyi, misafirperver biri sanmıştık bir de...
Luca, Yücel'e gözlerini kırpıştırarak baktı birkaç saniye. Neyden bahsettiğini anlamamış olacak ki tereddüt dolu bir sesle "İki yüz..." diye mırıldandı.
Yücel'in gözleri irileşirken "Yuh..." diye fısıldadı kendi kendine. Efehan bile bir an durup Luca'ya bakmıştı.
Luca masum masum nerede hata yaptığını anlamaya çalışırken "Üç yüz..." diye değiştirdi söylediği sayıyı tereddüt dolu bir sesle. Ama durumu daha da kötüleştirmekten öteye gitmemişti. Tepkilerine karşın dudaklarımı birbirine bastırıp gelen gülme isteğini geri ittim.
"Allah'ın beyinsizi..." diye homurdandı Yücel. Kelimeleri Türkçe kullandığı için onu kimse anlamamıştı neyse ki... "Ne iki yüzü üç yüzü yavrucuğum altmış yetmiştir o... Hadi seksek yüz olsun... O da senin güzel hatırına..."
Luca'nın yüzü daha da garip bir hâl alırken ağzı bir açılıp bir kapanıyordu.
"Neler oluyor burada?" diye sordu bir kez daha Tamian gırtlaktan gelen bir sesle. Yücel onu yeni fark etmiş gibi sıçrayarak arkasını döndüğünde yerde yatan Hayal tamamen görüş açılarına girmişti. Yüzümdeki korku ifadesini sabit tutmaya çalıştım ama yemin ederim, arkasındaki adamların ellerinde tuttukları tüfekler her an bize doğrultulmaya hazır olmasaydı yapacağım tek şey onun üzerine atlamak olurdu. Üzerine atlamak ve onu paramparça edene kadar tırnaklarımı suratına geçirmek...
Güç almak istercesine Hayal'in ayak bileğine tutunurken gözlerimi yüzlerinden çekip Hayal'e diktim yeniden. Yüzlerine bakmak, sabahtan beri bastırdığım kusma isteğimi yeniden ön plana çıkarıyordu. Luca'nın söyledikleri öyle korkunç ve iğrençti ki...
Adamlar kendi aralarında bilmediğimiz dilde bir şeyler konuşmaya başladıklarında kısa bir anlığına gözlerimi Hayal'in yüzünden Efehan ve Luca'ya çevirdim. Ne yapacaklarını bilemez bir hâlde birbirlerine bakıyorlardı. Bakışlarım onlardan Yücel'e kaydı. Yücel'in öldürücü bakışları Tamian ve yanındaki adamlardaydı.
Gerginlik omurgamda bir titreşime neden oldu, sırtımda kabaran ter damlacıklarını hissedebiliyordum. Kolay olanı sevmezdim normalde, zor her zaman daha fazla ilgimi çekerdi. Ama ilk kez bir şeyler kolay olsun istiyordum. Çok kolay... Buraya girmemiz ve çıkmamız bir olsun... Bir değil iki yolumuz vardı. Bir değil iki umut... İkisinde de başarılı olma şansımız yüksekti. Eğer yakalanmazsak, işimiz kolaydı. Ama ya yakalanırsak... İşte bittiğimizin resmi o zaman bu duvarlara etimizle kemiğimizle kazınır, kanımızla boyanırdı.
En sonunda adamlar kendi aralarında konuşmaya bir son verdiklerinde gerginlikle yutkundum. Bu gerginliğin sadece bende olmadığını biliyordum, havayı saran o gerilim elle tutulur cinstendi.
Tamian Yücel'in yanından geçip bulunduğumuz alana adım attığında Yücel'in boğazından hırlamaya benzer bir ses çıktı ve "Senin yardımına ihtiyacımız yok." diye tısladı. Yerinde bir söylemdi. Fazla gürültü yapıp sorun çıkarırsak bu sonumuzu getirirdi evet ama fazla sessiz ve sakin kalmak da iyi değildi. Bu da şüphe uyandırırdı.
Diğer adamlar silahlarının varlıklarını hissettirircesine önlerinde daha dik tutmaya başlarken Tamian onu hiç duymamış gibi Hayal'e doğru eğildi önce. Ardından ayağı ile onun belinin kenarını dürttüğünde bakışlarındaki bir şey beni içine düştüğümüz durumdan daha fazla rahatsız hissettirmişti. Gözlerimi bir an bile ondan ayırmıyordum ve korku dolu bakışlarımın arasına biraz da nefreti ekeliyordum.
Anlamadığımız dilde bir şeyler daha söyledi arkasındaki adamlara Hayal'i incelemeye devam ederken. Ne söylediğini anlamadım ama bazen gözler dilden daha iyi konuşurdu. Hangi dilde olursa olsun... Bizi buraya akşam yemeği olarak tıkan bu adam, bu kafesin içinde hasta birini istemiyordu. Ve Hayal, şu anki haliyle fazlasıyla hasta görünüyordu. Beyaz teni, solgun cildi, gözaltlarındaki mor halkalar, soğuk yüzünden kuruyan derisi çatlamış dudaklar...
Dişlerimi sıktım. Tamian'ın yüzüne bakarken sanki ona bir şeyler söylüyormuş gibi, anlayamayacağını bildiğim dilde, yani Türkçe, "Uyanmanın tam sırası güzelim..." dedim. Sesimin özellikle dişlerimin arasından tıslarcasına çıkmasına özen göstermiş ve adını bilerek söyleme miştim. Ona seslendiğimi düşünsünler istemezdim. "Bileğini sıktığım an gözlerini yavaşça aç..."
Sözlerimi bitirdiğim noktada Tamian gözlerini bana çevirdi, ürkütücü bakışları bir an titrememe neden olmuştu. Ama sadece bir an... "Eğer..." dedi o genizden gelen sesiyle. Üzerimizde kurduğu baskının gayet farkındaydı. "Söyleyecek bir şeyin varsa, anlayacağım dilde konuş."
Gözlerim kısıldı onun gözlerinin içine bakarken. Bir yandan Hayal'in bileğini yavaşça sıkıp bir yandan da "Yaptığınız bütün bu iğrençlikler..." diye tısladım yüzüne doğru. Biraz önceki sesim ve sözlerimle doğru tonu yakalamaya çalışıyordum. "Yanınıza kalmayacak, cezanızı eninde sonunda çekeceksiniz."
Güldü... Gülerken çıkardığı o hırıltılı ses mide bulantımı daha fazla tetiklese de dişlerimi sıkıp sertçe yutkunarak kendimi tuttum.
"Bir gün yakalansak bile..." diye mırıldandı Tamian sözlerime karşılık. Sesine ekilen ürkütücü ton ciğerlerime nüfuz edip beni nefessiz bırakıyordu sanki. "Bu gerçekleştiğinde sen çoktan ölmüş olacaksın." Gözlerimin içine içine bakarken bir kez daha güldü. Kemiklerime dolanan canımı kemiklerimi kıra kıra söküp aldı sanki içimden. "Ve tatlı kız, sana söz veriyorum senin etinin tadına bakan ilk kişi ben olacağım."
İçimde büyük bir fırtına koptu tam o an. Ama dışımda yaprak kıpırdamadı. Hani demiştim ya, insan bazı anlarda kilitlenir kalır da vermesi gereken tepkileri veremez diye. Yine öyle bir andaydım işte.
Yandan Yücel'in atıldığını gördüm göz ucuyla. Bir şeyler söyledi Yücel ama kulaklarım duymayı reddetti. Hayal'in yavaşça doğrulduğunu da gördüm mesela... Dönüp bakamadım. O an yapabildiğim tek şey; öğürme refleksiyle elimi ağzıma kapatıp, geri itemeyeceğimi bildiğim safranın acı tadıyla boğuşurken dizlerimin üzerinde doğrulmak ve hızla Luca'dan tarafa doğru ilerlemek oldu. Luca'yı kenarı itip klozete eğilmem ve midemdekileri kusmam arasında bir saniye ya vardı ya yoktu.
Kusma seslerimin arasında uğuldayan kulaklarıma ulaşan sesler aynen şöyleydi.
"Kızı alalım mı efendim?"
"Şimdilik kalsın, arada gelip kontrol edin. Eğer daha da kötüleşirse alırsınız. Zaten yeterince zayıf, daha da zayıf düşmesin."
Midemden yükselip tüm bedenimi sarsan ve bana kendimi hasta hissettiren bir mide bulantısı ile baş başaydım. Başımda keskin bir ağrı vardı, boğazım bir noktadan sonra kuru kuru öğürmekten ağrıyordu ve üşüyordum. Tüm bunların yanında ağzımda zehir gibi bir tat vardı ve su içmek istiyordum.
Bize getirdikleri sepetler bıraktıkları noktalarda duruyordu. Sepetine dokunan tek kişi Luca olmuştu ve o da yalnızca ekmek ve suyu tüketmiş geri kalanları sepette bırakmıştı.
Etin kokusu burnuma doldukça daha çok midem bulanıyordu...
Suya olan ihtiyacım, geride bıraktığım her saniye daha da yoğunlaşıyordu. Yine de o sepetteki herhangi bir şeye dokunmayı reddediyordum. Suya bile...
Zaman bizi yutan bir canavara dönüşmüş durumdaydı. Tamian ve adamları gideli ne kadar olmuştu, ne kadar süredir duvarla demir parmaklıkların birleştiği bu köşede, dizlerimi karnıma çekmiş bir halde oturuyordum hiçbir fikrim yoktu. Yüzüm dizlerime gömülü bir hâlde öylece oturuyordum. Sessizlik şu an içine düştüğümüz mağaraya hakim olan tek şeydi. Ya da benim kulaklarımdaki uğultu bir şeyler duymamı engelliyordu. Bilmiyorum, ayırt edemiyorum...
Omuzumda hissettiğim bir el ile başımı dizlerimden ancak kaldırdım ve karşımdaki kişiye baktım. Efehan hemen karşımda duruyor, yumuşak bakışlarla yüzümü tarıyordu. Ona baktığımı gördüğünde "İyi misin?" diye sordu.
İyi miydim?
Değildim...
Sadece ben değil, o da iyi değildi. Hemen birkaç metre ötemde aynı benim pozisyonumda oturan Hayal'de iyi değildi. İşte bu yüzden kusmamam gerekiyordu. Onları toparlayan, ayakta tutan kişi ben olmalıydım. Buradaysak suçlusu bendim ve kendini bırakma hakkı olmayan tek kişi de bendim.
Şimdi kendime bir faydam yokken onlara nasıl güç verecektim ki?
Ben ona bir cevap veremeden tuvalet tarafından Yücel ve Luca çıktı. Üstleri toz içindeydi. Luca sessizce bir kenarı koyduğu suyunu içerken Yücel sinirle homurdandı. "Kaşıkla kazması o kadar zor ki, bir yıl uğraşsak belki de o deliği açamayız."
Yüz hatlarına çöken yorgunluk, parmaklarındaki ve eklemlerindeki açılmış ve hafifçe kanlanmış yaralar...
Suçluluk biraz daha sardı beni. Aptal gibi gecenin o vaktinde haber dinleyesim tutmuştu. Yetmemişti gecemi gündüzüme katıp araştırmıştım burayı. Ne için? Bir grup yamyamın akşam yemeği olmak için mi?
"Bir şeyler yemeniz gerekiyor..." dedi Luca kendi köşesine otururken. Yemek fikri bile midenin yeniden boğazıma doğru tırmanmasına neden oluyordu ama tırmansa bile orada artık çıkarabileceğim hiçbir şey kalmamıştı.
"Ben o sepetlere dokunmam bile..." diye homurdanan Hayal'di. Yüzü hâlâ dizlerine gömülü olduğundan sesi boğuk çıkıyordu.
Luca oturduğu yerden kalkıp sepetlere doğru ilerlerken "Ben senin yerine dokunurum." diye mırıldandı. Ardından sepetlerin yanında diz çöküp içindeki kese kâğıdına sarılmış ekmekleri ve pet şişelerdeki suları çıkardı. Kucağında biriktirdikleriyle bize doğru yaklaşırken "Kaçmak için hangi yolu denersek deneyelim, enerjiye ihtiyacınız var." diye mırıldandı. Ekmekleri ve suları ortamızdaki bir noktaya bıraktı. Koyu kahveleri sırayla üzerimizde geziniyordu. "Eğer kendinizi aç bırakırsanız zayıf düşersiniz. Kaçma şansınız hiç kalmaz."
Bu sözleriyle, Tamian'ın gitmeden önce söyledikleri zihnimde sert bir uğultu şeklinde dolandı.
Şimdilik kalsın, arada gelip kontrol edin. Eğer daha da kötüleşirse alırsınız. Zaten yeterince zayıf, daha da zayıf düşmesin.
Gözlerim istemsizce Hayal'e kaymıştı. Yüzünü göremiyordum ama titreyen elleri çok net görünüyordu. İyi değildi ve iyi görünmekle de uzaktan yakından alakası yoktu. Bir an gözlerimin önüne bir hayal dolandı. Hayal'i alıp götürdükleri bir kâbus... İrkildim. Hayal'in göz yaşları ve yakarışları zihnime bir mıh gibi kazınırken buna tutundum. O sesi duymamaya ve o göz yaşlarını görmemeye...
İzin veremezdim, onu almalarına izin veremezdim.
Hiç birimizin burada ölüp gitmesine izin veremezdim.
Senin etinin tadına ilk ben bakacağım demişti Tamian. Hayır, ona bu zevki tattırmayacaktım. Kaybeden taraf biz olmayacaktık.
İnandıklarım beni bu noktaya getirmişti ve yine inandıklarım beni bu noktadan kurtaracaktı.
Oturduğum yerden kalkıp sendeleyen adımlarla ekmeklere doğru ilerledim. Yoğun mide bulantısı ve duyularıma kadar her şeyimi sarsan bir baş ağrısı eşliğinde yerden aldığım bir şişe suyla bir ekmeği Hayal'e götürdüm. Önünde diz çöküp bacaklarına sarılı olan ellerine dokunduğumda başını ancak kaldırdı dizlerinden. Yaşlı gözleriyle yüzüme bakması canımı yakmıştı.
Onları yemeye teşvik etmem gerekiyorsa öyle olsun... Luca haklıydı, midemizin almayışını dikkate alıp kendimizi aç bırakırsak buradan çıkamazdık.
"Yemen gerekiyor..." diye fısıldadım, gözyaşlarına yapışan bir tutam saçını kulağının arkasına sıkıştırırken.
Dudakları titrerken, "Onlardan gelen hiçbir şeyi yemek istemiyorum..." diye karşılık verdi. Ağlamaklı çıkan sesi kalbimi kırıyordu. En çok ona karşı suçluluk hissediyordum, en çok ona karşı mahcuptum. "Ya..." diye devam etti sözlerine. "Gelip beni gerçekten götürürlerse..." Çenesi daha fazla titremeye başlamıştı. Gözlerinden bir damla yaş daha kayarken "Ölmek istemiyorum..." diye fısıldadı son kez.
Kalbimin parçaları göğsüme saplanırken uzanıp gözyaşını sildim ve "Şşhh..." diye fısıldadım. "Öyle bir şey olmayacak güzelim. Cesedimi çiğnemeleri gerek..."
Bu muhtemelen onlar için hiç de zor olmazdı ama o an ne diyeceğimi gerçekten bilmiyordum. Çaresizliğin en pik noktasını yaşıyorduk. İki kaçış ihtimaline rağmen...
Yanaklarını güzelce kuruladıktan sonra bir kez daha su ve ekmeği uzattım ona. "Ellerine fırsat vermemek için yemek zorundayız. Direncimiz düşmesin, karşılarında zayıf kalmayalım diye..." Tüm inancımla baktım gözlerinin içine. "Biliyorum, şu ana kadar her şeyi batırdım. Ama sana söz veriyorum, buradan sağ salim çıkacağız."
Birkaç saniye gözlerimin içine baktıktan sonra burnunu çekip sertçe yutkundu ve başını sallayıp elimdekileri aldı. Son kez yanağını okşadıktan sonra ayağa kalkıp Efehan ve Yücel'e baktım.
"Sizde yiyin... O sekizli grup gelmeden buradan defolup gidelim ve polise haber verelim. Herkes onlarla ilgilenirken kaçmamız daha kolay olur ve bizim kaçtığımızı fark ettiklerinde peşimize düşecekleri için onlara dokunmazlar. En azından onları da kurtarmış oluruz."
Uzanıp kendi ekmeğimi ve suyumu alıp geri yerime oturdum. Midem hâlâ çok bulanıyordu, hâlâ kusma isteğimle savaşmaya çalışıyordum ama derin nefeslerle bu hissi bastırdım. Titreyen ellerimi görmezden gelip şişenin ağzını açmaya çalışırken gözlerimi birkaç kez yumup açmış ve baş ağrımı da mide bulantım gibi bastırmaya çalışmıştım.
İşe yaramıyordu ama kendimi kandırmaktan daha iyi bir çözümüm de yoktu. Yarıyormuş gibi davranmayı seçtim o yüzden. Kapağı çevirmeye çalıştım, çalıştım, çalıştım... Beceremedim. Beceremedikçe hareketlerim hoyratlaştı. Beceremedikçe bastırmaya çalıştığım her şey taştı. Önce görüş açım bulanıklaştı, sonra zihnim. Kendi içimde duygularım birbirleriyle o kadar çok çakışıyordu ki, sinir sistemim çökmüş gibi hissediyordum. Bir an umudum vardı; diğer an o umudun pamuk ipliği boynuma dolanıyor, beni boğuyordu. Bir an kendimi cesur hissediyordum, herkese ve her şeye kafa tutabilirmişim gibi; diğer an o cesaret sünger gibi emiliyordu korku tarafından. Her şey o kadar çok birbirine giriyordu ki arada kalan ruhum biraz daha eziliyordu tüm bu olanların altında.
Daha kendi içimdeki düğümleri çözememişken nasıl arkadaşlarıma güç olacaktım ki ben?
Kahretsin daha bir şişenin kapağını bile açamıyordum...
Daha kendi içimdeki savaşı bile durduramıyordum...
Dudaklarımdan kopan bir hıçkırıkla tam şişeyi fırlatacaktım ki "Bana bırak..." diyen bir ses duydum ve aynı anda şişe ellerimden çekilip alındı. Gözlerimi kırpıştırdığımda karşımda Yücel'i gördüm. Benim açmadığım kapağı zorlanmadan açıp bana uzatırken "Bundan daha güçlüsün Lizge..." diye mırıldandı. Hiç olmadığı kadar ciddi bir ifadeyle yüzümü izliyordu. "Sinirlerinin bozulduğunun farkındayım, hepimizin ki bozuk..." Dudaklarından alaylı bir gülüş nefesiyle beraber kaçtı. Sanki nasıl olmasın ki der gibiydi. "Ama..." diye devam etti sözlerine. "Duygularını kontrol altına almazsan, o duygular seni yiyip bitirecek. Güçlü durmaya çalışıyorsun ama içinde bir savaş var... Bu ikilemin ortasında kalmaya devam edersen yok olacaksın Lizge, bir taraf seçmen gerek: Pes mi edeceksin yoksa dik bir şekilde biraz önce söylediğin gibi buradan çıkacak mıyız? Benim tanıdığım Lizge Alâ Gürkan pes etmez..."
Uzattığı suyu titreyen elimle alırken, kirpiklerimden yanaklarıma düşen gözyaşlarımı montumun koluyla sildim. Suyu içmeye zahmet etmeden önce, "Korkuyorum..." diye fısıldadım gizli bir sırmış gibi... "Burada olmamızın sorumlusu benim, suçluyum ve bu suçluluk beni öldürüyor."
Uzanıp çehremi saran saç tutamımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. Başını iki yana sallarken, "Böyle düşünürsen işin içinden çıkamazsın." diye mırıldandı. "Hepimiz kendi tercihlerimizin sonucunda buraya geldik. Durup birbirimizi suçlayacak konumda değiliz hiçbirimiz. Manipüle edildik, kandırıldık, asla tahmin edemezdik."
Elini yanağımdan çekti ve kucağımda duran ekmeği alıp kâğıdını sıyırmaya başladı. Bir yandan da konuşmaya devam ediyordu. Ben ise uslu bir kız çocuğu gibi sessizce, tüm dikkatimi ona vermiş bir hâlde onu dinliyordum.
"Arabanın ezildiği o noktada, buraya gelme konusunda en çok karşı çıkan Efehan bile, söylenenler karşısında geri dönmeye cesaret edemezdi."
Kağıdını yarıya kadar sıyırdığı ekmeği de diğer elime tutuşturup yeniden yüzüme baktı.
"Hem Allah aşkına... Burada uyandığımız andan beri bize destek olan sensin. Hayal'i ayakta tutmaya çalışırken bir yandan da -beni geç- Efehan'ı bile sakinleştirmeye çalışıyorsun. Oysaki sende en az bizim kadar korkuyorsun ve endişelisin." Bakışlarında hüzünlü bir gölge yeşerirken daha dikkatli bakmaya başladı gözlerime, daha ısrarlı. "Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi? Sen bizim yalnızca beynimiz değil, belkemiğimizsin. Sen kırılırsan biz yok oluruz."
O noktadan sonra hiçbir şey söyleyemedim. Yücel son kez gözlerimin içine baktıktan sonra karşımdan kalktı ve kendi suyu ile ekmeğini alıp kendi köşesine çekildi. Sanırım tüm ihtiyacım olan buydu. Düştüğümü hissettiğim noktada elimi tutup kaldıracak, hislerimin bataklığından beni çekip çıkaracak biri...
Suyumdan bir yudum aldım ilk anki stratejime tutunarak. Düşünmek yok. Düşünmek yok. Düşünmek yok.
Düşünmediğimde her şey daha kolay, daha berraktı.
Ben yemeye başlayınca diğerleri de birer birer yemeye başladılar. Kafayı yeme noktasında olabilirdik ama hâlâ yememiştik, mantığımız hâlâ bizimleydi ve biz hâlâ birbirimize sımsıkı kenetlenmiş bir haldeydik. Önemli olan buydu, bu krizi bize atlatacak olan tam olarak buydu.
O andan sonra kimse konuşmadı, oturduğum yerden usulca kalktım, su ve kuru ekmek mide bulantımı bastırmıştı. Düşünmediğim taktirde de bu görevi layığıyla yerine getireceğini biliyordum.
Düşünmek yok...
Düşüncelerimin önünü kesmek için tuvalete girdiğimde Efehan oradaydı ve Yücel ile Luca'nın bir miktar genişlettiği o çukur ile ilgileniyordu. Yanına gidip diz çöktüğümde hareketleri kesildi ve bakışları bana kaydı.
"İyi misin?" diye sorarken yeniden işine dönmüştü. Derin bir iç çekip "İyi gibiyim..." diye cevap verdim. Hâlâ iyi olmadığımın farkındaydım ama biraz önceye nazaran daha iyi hissediyordum kendimi. "Diğer kaşık nerede?"
Efehan bir kez daha durdu sorumla. Gözleri yüzümü tararken dudaklarında şefkatli bir gülümseme vardı. "Yardım etme isteğini anlıyorum ama senin kaşıkla kazamayacağın kadar sert burası. Yalnızca elini yaraladığınla kalırsın." Yeniden önüne döndü ve işine devan etti. "Zaten o yüzden bu kadar oyalıyor. Yoksa duvar o kadar da kalın değil."
Anlatmasına gerek yoktu, gayet net bir şekilde görebiliyordum ne kadar sert olduğunu. Kaşığı avucu ile iyice sarmış, bükülmesini önlerken ucuyla topraktan oluşan o duvarı aşındırmaya çalışıyordu.
Elimi uzatıp duvarın oyulan kısmına parmak uçlarımı sürttüm. Sert ve kuru toprağın pürüzlü yüzeyi parmak uçlarıma battı hafifçe. Kaşlarım çatılırken başımı omzuma doğru yatırıp daha dikkatli incelemeye başladım dokunduğum kısmı. Zihnimin köşesinden bir anının sisi yükseliyordu şimdi. Uzak geçmişte annemle birlikte evimizin önündeki küçük bir alana birlikte gül fidesi diktiğimiz bir anı...
Zihnimde bir aydınlanma yaşadım, o aydınlanma gözlerime de yansıdı. Bakışlarım hızla Efehan'a dönerken "Ya toprağı ıslatırsak?" diye sordum. Efehan üçüncü kez durdu. Ama bu kez bana dönmedi, elini duvardan da çekmemişti. Tıpkı biraz önce benim yaptığım gibi parmakuçkarı kazdığı noktaya dokundu. Benim yaşadığım aydınlanmayı o da yaşıyordu. "Doğru..." diye mırıldandı son harfi uzatarak. "Islatırsak daha kolay aşınır."
Dudaklarım yan bir gülüş ile kıvrılırken "Adamlardan mermi çalıp içindeki barut ile kilidi patlatmayı düşünen senin aklına nasıl gelmedi bu?" diye sordum.
Sözlerimle gülerken "Bazen..." diye mırıldandı. "Beyin en zora odaklanıp en kolay olanı görmeyebilir. Her şeyi de benden beklemeyin canım." Sözleri beni de güldürmüştü.
"Pekâlâ..." diye devam etti konuşmaya elini duvardan çekip bana dönerek. "Nasıl ıslatacağız?"
Hızla ayağa kalkıp tuvaletten çıktım ve oturduğum yere gidip kenarı koyduğum boş su şişesini aldım. Meraklı gözler eşliğinde yeniden tuvalete girdiğimde Efehan klozetin sifon kısmının kapağını açarken buldum. İçinden diğer kaşığı çıkardıktan sonra ona uzattığım şişeyi alıp sifonun suyundan içine doldurdu.
Şişenin içindeki suyu duvarın aşınan kısımlarına tamamen boca ettiğinde eğilip elimdeki kaşıkla ıslak alanı kazımaya çalıştım. Tam olarak suyu emmediği için hâlâ zor kazılıyordu ama yine de işe yarayacağını görmek bile bir nimet sayılırdı. Efehan şişeyi bir kez daha doldurduktan sonra sifonu çalıştırıp, boşalttığımız suyu yeniden doldurmaya başlarken elindeki suyu bu kez daha yavaş döktü duvara. Birkaç dakika beklersek güzel bir ilerleme kaydedebilirdik.
"Ne yapıyorsunuz?" diyerek kapıda beliren Yücel'e ikimiz de dönüp bakmadık. Efehan şişeyi bir kez daha doldururken "İşimizi hızlandırıyoruz..." diye cevap verdi yalnızca. Ardından suyun bir kısmını daha duvara döktü.
Kaşığı yeniden ıslak zemine daldırdığımda emilen kısmın komple kaşıkla birlikte çıktığını gördüğümde içindeki heyecan artmıştı.
"Kahretsin dostum, bu niye daha önce benim aklıma gelmedi..." diye yakınan bir ses duyduğumda kaşıkla duvarı kazmaya devam ederken omzumun üzerinden Luca'ya baktım. Şaşkınlıkla bir Efehan'ın elindeki şişeye bir de benim oyduğum noktaya bakıyordu.
Ona cevap vermeden önüme dönüp, parmaklarıma bulaşan çamuru göz ardı ederek ıslak yüzeyi aşındırmaya devam ettim.
"Hey..." dedi bu kez Luca. Sesi daha yakından geliyordu. "Suyu oradan almaya çalışmakla neden uğraşıyorsun? Orada lavabo var ya..."
Sözleriyle kaşlarım çatılırken yeniden omzumun üstünden ona baktım. Köşede bir noktayı işaret ediyordu. Bakışlarım o noktaya döndüğünde bahsettiği gibi bir lavabonun orada durduğunu gördüm.
Gerçekten mi?
Hayretle başımı çevirirken dudaklarımdan alaylı bir nefesin eşliğinde "Tutsaklarının hijyenlerini düşünecek kadar da ince ruhlular..." diye homurdandım. Madem o lavabo oradaydı neden daha önce fark etmemiştim? Mesela kustuğum esnada? Bir yandan kendi kendime homurdanırken bir yandan da suyla ıslanan kısmı almaya devam ediyordum.
"Onunla alakalı değil..." dedi Luca. Şimdi sesi daha uzaktan geliyordu. Muhtemelen, sabahki gibi bir olay yaşamamak için geri yerine dönmüştü.
Yücel'in yanıma geldiğini hissettim ama dönüp ona bakmadan çamuru kazımaya devam ettim. Referans aldığımız boru boyunca, bir insanın sığabileceği boyutta kazıyorduk. Duvar kalın değildi, ıslatarak kazmaya devam edersek deliği açmamız çok uzun sürmezdi.
Efehan, Luca'nın gösterdiği musluktan şişeye su doldururken yan tarafımda duran Yücel "Bana bırak istersen..." diye mırıldandı. Gözlerim bu kez de onun elimdeki kaşığa uzanan, yara bere içinde kalmış ellerine kaydı. Elini tutup bakışlarımı gözlerine çevirdim. "Gidip biraz dinlen olur mu? Sabahtan beri bunu siz yapıyorsunuz zaten..."
"Ama..." diyerek itiraz edecek oldu ama "Yücel..." diyerek onu durdurdum. "Dönüşümlü olarak çalışırsak daha çabuk ilerleriz. Ayrıca sarf edeceğimiz gücü de paylaşmış oluruz. İş sadece kazmakla bitmiyor. Mornel'e kadar kaçmamız gerek, bunun için de güce ve enerjiye ihtiyacımız var."
Birkaç saniye yüzüme, gözlerimin içine baktı ama haklı olduğumu o da biliyordu. Bu yüzden daha fazla itiraz etmeden kabullenip ayağa kalktı ve o da tuvaletten çıktı.
Efehan yeni bir şişe suyla geldiğinde uzanıp şişeyi aldım ve "Hadi..." dedim ona. "Sen de geç diğer tarafa. Adamlar kontrole gelirlerse ikimizi de burada görmeleri şüphe çeker."
Omuz silktim hemen yan tarafıma oturdu ve o da bir yandan kazmaya başladı. "Diğer tarafa geçmesi gereken biri varsa o da sensin..."
Omuz silkip bende devam ettim işime. Bir yandan da aklımda Luca'nın sözleri dönüp duruyordu. Onunla alakalı değil demişti en son.
"Peki ne ile alakalı?" diye sordum bilgi almak adına. Daha ne gibi saçmalıklar karşımıza çıkabilirdi ki? Dillere destan ölüm yolu size ölümü vaad ediyordu evet ama bunun bilinenle uzaktan yakından alâkası yoktu. Her şey ince işlenmiş bir planın iğrenç parçalarından başka bir şey değildi. Düşen kayalar, kurtlar, yolda öldüğü söylenen insanlar...
"Suyu koklarsanız tuhaf bir kokunun geldiğini fark edersiniz..." diye devam etti sorumdan sonra Luca. Elimdeki şişeyi burnuma yaklaştırıp kokladığımda keskin bir koku burnuma doldu. Yüzümü buruşturarak şişeyi burnumdan uzaklaştırdım. Adlandıramadığım bir kokuydu, daha önce hiç duyumsamadığım...
"Tadı da acı zaten suyun, o yüzden içilebilir durumda değil."
Bir an tatmayı düşünsem de kokusu içimi kaldırdığı için irkilerek bu düşünceden uzaklaştım ve şişenin içindeki suyu ıslak kısmı tamamen sıyırdığımız yere döktüm yavaş yavaş, toprağa suyu yedire yedire...
"O rehber bozuntusunun söylediklerine göre, bizler kurbanlarız. Bu insanların tanrılarına adadıkları birer adak..."
Kaşlarım çatılırken elim bir an duraksadı. Bir çeşit tarikat gibi bir şey miydi bu? Ne demekti insanı adak olarak kurban etmek ve üzerine etini yemek?
İçerden gelen Hayal'in homurtularını duydum ama sesi kısık olduğu için ne söylediğini anlayamadım.
"Yaklaşık elli yıl kadar önce başlamış bu gelenek..." diye devam etti Luca. Aslında merak ettiğim bu saçmalığın nasıl başladığı değildi. Nasıl ve ne şekilde olursa olsun, bu insanların insan eti yemeye nasıl başladıklarını bilmek istemiyordum, bilmeden de yaşayabilirdim bunu... Ama Luca kararlı bir sesle anlatmaya başladı.
"Şehri çok büyük bir kıtlık vurmuş, herkes açlıktan kırılıyormuş. O zamanlarda bir adam, rüyasında Tanrı'yı gördüğünü iddia etmiş. Tanrı ona bu kıtlığın iki yıl süreceğini ve yalnızca kendi türlerini kurban edip onlardan beslenenlerin hayatta kalacağını söylemiş. Adam bu fikri kime anlatsa adamı dinlememişler ve deli deyip geçmişler..."
Tüylerimin ürperdiğini hissettim. Tüm bu safsatanın altında bir deli yatıyordu yani? Başıma yeni bir ağrının saplandığını hissettim, bu kez nedeni duyduklarımın saçmalık seviyesi ile alakalıydı. Burnumdan sert bir nefesi dökerken hemen yan tarafımda duran Efehan "Saçmalık..." diye homurdandı.
Kaşlarım alnıma doğru kalkarken derince bir iç çekip bir miktar suyu daha döktüm. "Saçmalığın daniskası hemde..."
"Kimse de adama iki tane çakmamış mı?" diye homurdandı Yücel. Şiddet yanlısı biri değildim ama... haklıydı açıkçası...
"Çakmamışlar işte..." diye cevap verdi Luca ve devam etti. "Hatta ona inanan birkaç kişi bile çıkmış. Öyle açlarmış ki gözleri kapalı birbirlerini yemeyi kabul etmişler. İlk kurbanları kasabadaki sekiz yaşında bir oğlan çocuğuymuş..."
Parmaklarımdaki tüm güç çekiliverdi birden.
İlk kurbanları sekiz yaşında bir oğlan çocuğu...
Sekiz yaşında...
Kaşık birden elimden düştü. Ruhum bedenime dar geliyormuş gibi hissettim. Bu nasıl bir mantık, nasıl bir zihniyetti? Mideme biri bir yumruk geçirdi sanki. Derin bir nefes almaya çalıştım. Tek donakalan ben değildim çünkü Efehan'ın da yanımda hareketsizce durduğunu hissedebiliyordum.
Luca susmadı... O noktadan sonra Luca'dan başka kimsenin de sesi çıkmadı.
"Adam rüyasında gördüğünü söylediği şekilde, çocuğu Tanrı ağacı dedikleri bir ağacın yapraklarını kaynattıkları suyla yıkamış. İnandıklarına göre o su kişiyi günahlarından arındırıyor, kurbanı Tanrı'ya layık bir hâle getiriyormuş. Böyle başlamışlar işte. Sonra kayıplar çoğalınca halk adamdan şüphelenmiş ve adamı idam etmişler ama ona inananlar hâlâ içlerindeymiş. Bir noktadan sonra dikkat çekmemek için Katalana'dan ayrılıp burada kendilerine yeni bir yerleşim yeri kurmuşlar sanırım ve ellerini Katalana'dan çekip Mornel'e bulaşmışlar..."
Derin bir nefes aldığını duydum Luca'nın. "En az on kez dinledim bu hikâyeyi..." diye söylendi kendi kendine. "Ezberlemişim..." Memnuniyetsiz çıkan sesiyle nedense yüzünü buruşturduğunu düşündüm.
Şimdi de senin yüzünden biz ezberlemiş olacağız...
Derin bir nefesi içime çektim bilmem kaçıncı kez. Artık bu derin nefesler yüzünden ciğerlerim sızlıyordu. Tüm bu yaşananlar, zihnime kazınan bilgiler... Buradan kurturursak bile gerçekten kurtulmuş olacak mıydım sahi? Hayır, zihnim tam bu anda, bu sesin içine dolduğu zaman diliminde hapsolacaktı. İmkânsızın adıydı bunları unutmak... Beynime yerleşen kötü huylu bir kanser hücresi gibi...
Düşünme Lizge... Düşünme... Düşünmeyi sonraya ertele ve şu an yapman gerekene odaklan...
"Chen'i de o suyla yıkadılar..." dedi Luca... Sesi bu kez önceye nazaran daha güçsüz geliyordu. Onu o kadar iyi anlıyordum ki... Benim düşünmeye bile korktuğum şeyleri o bizzat yaşamıştı. Hâlâ ayakta kalabiliyor olması bile bir mucizeydi... "Bu suyun içinde de o bitki var. Bu yüzden kokusu bir tuhaf ve tadı acı... Ruhlarımızı arındırmaya bu andan başladıklarına inanıyorlar..."
Ortada arınması gereken bir şey varsa o da bu adamların hepsiydi. Dediğim gibi şiddet yanlısı biri değildim, aksine şiddete tüm benliğimle karşıydım ama bu adamların hayattan arınması gerekiyordu. Böyle iğrenç bir zihniyetin yaşamaya bile hakkı yoktu.
Efehan'ın omzumu dürttüğünü hissettiğimde bakışlarım ona kaydı. Tam dudaklarını aralayıp bir şey söyleyeceği sırada, Yücel'in sesini duyduk.
"Çabuk çıkın oradan... Bu tarafa doğru dört kişi geliyor..."
Bu sözler başımı hızla Hayal'e çevirmeme neden oldu. Onun solgun tenine bakarken aklımda tek bir ses vardı.
Şimdilik kalsın, arada gelip kontrol edin. Eğer daha da kötüleşirse alırsınız. Zaten yeterince zayıf, daha da zayıf düşmesin.
Bölümü nasıl buldunuz?
Umarım beğenmişsinizdir❤️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |