9. Bölüm

8|UMUDA ALDANMAK

Saniye Solak
saniyesolak

Bölüme geçmeden önce oy ve yorumlarınızı alabilir miyim lütfen. Satır aralarında sizleri bekliyor olacağım❤️

Keyifli okumalar✨

۝

Hayal için geliyorlardı...

Onu kontrol etmek ve hâlâ kötüyse onu almak için...

İçimde yükselen o korku bedenime kasırga gibi çarparken aceleyle kalktım oturduğum yerden ve Efehan'ın yanından geçip dışarı çıktım. Gittikçe yaklaşan dört adam... Gözlerindeki tehlikeyi buradan bile görebiliyordum.

Yücel'in hemen arkasında durmuş, korkuyla titreyerek adamlara bakan Hayal'in yanına gittim hışımla. Dikkatini kendime çekmek için koluna dokunduğunda dolu dolu olan gözleriyle yüzüme baktı.

"Lizge..." diye mırıldandı korku dolu, titrek sesiyle. "Benim için geliyorlar... Ben..."

"Şşhhh..." diye fısıldayarak onu kendime çekip sımsıkı sarıldım. "Buna izin vermeyeceğiz..."

Kollarımın arasında tir tir titreyen bedeni, hislerini en yalın haliyle okuyordu bana. "Lütfen..." diye fısıldadı. Sesi kulağımın dibinde olmasaydı muhtemelen sesini ben bile duymazdım. "Lütfen beni onlara vermeyin..." Şimdi, iki yanında öylece duran kollarını zayıfça sarmıştı bana. Kollarımı sıkılaştırıp ona daha sıkı sarıldım. Elbette onu vermeyecektik. Gerekirse bu uğurda kendi canımı verirdim ama Hayal'i almalarına izin vermezdim.

Korkusunun kokusu her noktasından buram buram taşarken kalbim ağrıdı. Tüm korkusunu çekip alabilseydim keşke. Onun yerine de seve seve taşırdım ben...

Gözlerim gittikçe yaklaşan adamlardan bir an olsun çekmeden "Tabii ki vermeyeceğiz güzelim..." dedim yemin eder gibi. "Kimse dokunamaz sana..."

O an içimde öyle bir ateş vardı ki, Hayal'e dokunmaya çalışırlarsa yapabileceklerimin bir sınırı var mıydı ben bile bilmiyordum.

"Yemin ederim..." diye hırlayan sesi bize ulaşan Yücel'de gözlerini bile kırpmadan adamlara bakıyordu. "Sana bir dokunmaya kalksınlar..."

Yarım kalan cümlesindeki boşluğu aklından nelerle doldurduğunu o söylemeden duyabiliyordum. Ne pahasına olursa olsun, elinden geleni ardına koymayacağına yemin eder gibi çıkıyordu sesi.

Hâlâ köşesinde oturmaya devam eden Luca "Yapabileceğiniz hiçbir şey yok..." diye mırıldandı Yücel'in sözlerinin üzerine. "Almak isterlerse alırlar..."

"Sen arkadaşından kolay vazgeçmiş olabilirsin dostum ama bizde durumlar öyle olmaz. Birimizi almak için önce üçümüzü çiğnemeleri gerek."

Yücel'in sert sesi ve sert sözlerine karşın Luca ters ters bakmakla yetindi ona.

Neyse ki...

Böyle bir durumda bir de onların kendi aralarında başlatacakları kavgaya odaklanamazdık. Şu an önceliğimiz gelen adamlar ve Hayal olmalıydı.

Benim gözlerim adamlardayken Efehan da yanımızda yerini almıştı. "Almaya çalışırlarsa tam olarak nasıl bir yol izleyeceğiz?"

Kararlı sesi, o an ne söylersek söyleyelim kabul edecek gibi çıkıyordu. Kabul ederdi de...

"Doğaçlama ilerleriz..."

Bekledik... Korku içinde, damarlarımızı yaka yaka ilerleyen o gerilimle adamların gelmesini bekledik. Son ana kadar gözlerimizin içine bakan adamlar tam parmaklıkların önüne geldiklerinde yönlerini değiştirmiş ve başka bir noktaya doğru yürümeye devam etmişlerdi.

Dakikalardır nefesini tutan Hayal, sert bir nefesle koyverdi o soluğu. Hemen ardından onu bizim soluklarımız takip etmişti. Saniyeler içinde üzerimden tonlarca yük kalkmış gibi hissediyordum kendimi. Öyle bir rahatlık, öyle bir hafiflik...

"Resmen bizimle alay ediyorlar..."

Yücel'in sözlerine bir yorum yapmadan kollarımı Hayal'den çekip yeniden işimin başına döndüm. Artık kaybedecek bir dakikamız bile yoktu. Ne zaman gelecekler düşüncesi ile yaşayamazdık, bir an önce buradan defolup gitmek zorundaydık. Hem beden sağlığımız için hem de akıl sağlığımız için...

Elime aldığım kaşıkla titreyen parmaklarım kendilerini daha çok belli ederken ıslanmış toprağa daldırdım kaşığı. Suyu emen toprak beni zorlamadan duvardan ayrılıp yere düşmüştü. Durmadım. Tüm hırsımı, öfkemi, nefretimi duvara yöneltip sanki karşımda onlardan biri varmışçasına kazımaya devam ettim. Bu kendi içimdeki savaşın rotasını duvara yöneltmekti, işe de yaradı. Gerilen sinirlerim, kendimi içine düşürdüğüm çaresizlik, yoğun ağlama isteği ve beni hasta hissettiren mide bulantısı... Hepsi birleşip beni bir enkaza çevirince duvara attığım her darbeden nasibini alan elimdeki acıyı hissedemiyordum. Ara ara duvarın içinden çıkan minik taş parçaları, derimi yırtıyor, açılan açıktan hafif hafif kan sızıyordu ama bunların hiçbir önemi yoktu şu an.

Bir insanın en çaresiz anının ona yaptırabileceklerini hayal dâhi edemezdiniz. Bir noktada çaresizlik korkusuzluğu doğururdu. Bir noktada çaresizlik acı hissini uyuturdu. Ta ki pes edip o çaresizliğe boyun eğene kadar...

Elimin üzerini büyük bir el kaplayana kadar gözyaşlarımın gözlerime battığını ve görüşümü bulanıklaştırdığını fark edemedim. Ne zaman ki gözlerimi kırpıştırdım ve o damlalar hızla yanaklarıma doğru aktı, ancak o zaman fark edebildim ağladığımı.

Burnumu çekip sertçe yutkunarak o ağlama isteğini yuttuğumda boğazıma takılacağını biliyordum ama umurumda değildi. Bu laneti üzerimizden atana kadar kendime ağlamayı yasaklıyordum. Göz yaşlarına ihtiyacım yoktu şu an, yalnızca kan ve tere ihtiyacım vardı.

Başımı çevirip elimi tutan kişiye baktığımda Efehan'ı gördüm. Durgun bakışları elimdeydi. "Kendine bu şekilde zarar vermeye devam edersen seni buraya almam ve bu işi tek başıma yaparım."

Öylece yüzüne bakmaya devam ettiğimde "Kendine gelmek zorundasın Lizge..." diye mırıldandı. "Hepimiz kendimizde olmak zorundayız ki buradan kurtulabilelim. Anlık öfkelerin hiçbir yararı yok, sakinliğini koru. İstersen içeri geç biraz dinlen, sakinleş. İstersen de benim için şişeye su doldur ve kazıma işini bana bırak. Ellerini mahvetmişsin zaten."

Çamur lekelerinin arasında kendilerine yer bulan kan lekeleri çok barizdi. Parmak uçlarım parçalanmıştı, tırnak diplerimdeki aşınmalar ve yırtıklardan ve elimin üst tarafındaki sıyrıklardan hafif hafif kan sızıyordu. İyi tarafından bakacak olursak, Efehan ile buradan çıkmadan önce ıslattığımız kısmın hepsini kazımayı başarmıştım.

Uysal bie hareketle başımı sallayarak onayladım onu ve ayaga kalkıp ona daha fazla yer açtım. Ben yerdeki şişeyi alırken Efehan da bıraktığım boşluğa tamamen yerleşmişti.

Lavaboya ulaşıp önce şişeye su doldurdum. Ellerimdeki yaralar yavaş yavaş sızılarını belli etmeye başlamıştı.

Doldurduğum şişeyi ona uzattığımda almadan hemen önce kısacık bir an yüzüme bakmıştı. "En son ne zaman Instagram'ından hikâye paylaştın?"

Durup düşündüm, hatırlamaya çalıştım. Mornel'den çıktıktan kısa bir süre sonra telefonlarımız çekmemeye başlamıştı zaten. Sabah da Harvey denen o aşağılık adam tarafından aceleyle uyandırılmıştık ve geç kalma telaşıyla hikâye falan atamamıştım. Gece bir öz çekimimle paylaştığım iyi geceler hikâyesinden başka hiçbir şey atmamıştım. Onun üzerinden de yirmi dört saatten fazla bir zaman geçmişti.

"Son yirmi dört saattir hiçbir şey paylaşmadım." diyerek açıkladım ona ve elimi yıkamak için arkamı dönüp akmaya devam eden musluğa yöneldim.

"Yani birileri bir şeylerin ters gittiğini anlamaya başlamıştır..."

Ellerimi suyun altına sokmadan önce sözlerini düşündüm. Buraya geldiğimizi duyurmamıştık. Yalnızca ailelerimiz biliyordu. Ağabeyim merak etmiş olmalıydı. Eminim telefonuma pek çok arama ve mesaj bırakmaya çalışmıştı ama ulaşamazdı.

"Deniz korkmuştur Lizge..." dedi güçsüz bir sesle. "Deniz çok korkmuştur."

Kalbim kendimden önce onun için acıdı. Deniz'den başka kimsesi yoktu onun. Ailesini dört yıl önce bir trafik kazasında kaybetmişti. Onun hayatında bir tek Deniz'i vardı ve onu her şeyin önünde tutardı Efehan.

Usulca ellerimi yıkamaya başlarken bir şey söyleyemedim. Sudaki bir şey yaralarımın sızısını almak yerine daha fazla acıtıyordu. Muhtemelen Luca'nın bahsettiği Tanrı ağacı bitkisi yüzündendi. Yine de ellerimi temizleyene kadar çekmedim suyun altından. Hiçbir şey içimdeki suçluluk kadar rahatsız edemez, acıtamazdı çünkü. Sadece onlara karşı değil ailelerine karşı da suçluydum.

Allah'ım... Birine bir şey olacaksa eğer bu yerde, lütfen o ben olayım... Eğer illaki birinin zarar görmesi gerekiyorsa ben göreyim ama lütfen diğerlerine hiçbir şey olmasın...

Yaraları umursamadan ellerimi hoyrat hareketlerle yıkarken "Ona söz verdim..." diye konuşmaya devam etti. Ellerim suyun altında anlık duraksadı. "Ona geri döneceğime, onu yarım bırakmayacağıma söz verdim. Bana bir şey olmasından korkmuyorum ama bu ihtimalin onu ağlatacak olması canımı yakıyor."

Ellerimi sudan çekip ona döndüğümde yeni bir gözyaşı seli göz pınarlarıma batıyordu. Tüm sakinliği üzerindeyken şişeyi yavaş yavaş duvara döküyordu. Tamamen boşalttığında bana dönüp şişeyi yeniden uzattı. Bakmadım eline, kıpkırmızı olmuş mavilerinden başka hiçbir yere bakamadım.

Gözlerini kızartan o ıslaklık kendisi için değil nişanlısı Deniz içindi. Omuzlarım düşerken "Efe..." diye fısıldadım ve ona doğru ilerleyip hemen yanında dizlerimin üzerine çöktüm.

Gevşekçe şişeyi tutan parmaklarına uzanıp destek olmak ister gibi sıktım elini. "Buradan çıkacağız. Duvarın delinmesi çok uzun sürmeyecek, akşama bu delikten çıkacağız inan bana. Deniz'e verdiğin sözü tutacaktın Efehan..."

Buna gerçekten inanmak istiyormuş gibi gözlerimin içine bakıp "Tutabileceğim değil mi?" diye sorarken öyle masum görünüyordu ki... Kalbim biraz daha ezildi. Daha fazla da ezilebileceğini sanmıyordum zaten. Yeterince un ufak olmuştu. Başımı sallayarak onayladım onu. O andan sonra hiç konuşmadık, sadece çalıştık. Ben suyu doldurdum o duvarı ıslatıp toprağı kazımaya devam etti. Ardımızda iz bırakmamak için oyulan kısımdan çıkan çamurlu toprağı elimden geldiğince toparlayıp klozete atıyor ve arada sifona basarak o topraktan kurtuluyordum. Her ihtimale karşı... Burada olduğumuz süre boyunca dikkat çekecek hiçbir şey yapmamalıydık.

Bu böyle ne kadar sürdü bilmiyorum ama iyi bir yol kat etmiştik. En azından artık gözle görülür bir oyuk vardı orada. Birkaç saatin sonunda küçük de olsa bir delik açabilirdik.

Tam yeni bir şişe doldurmak için ayağa kalktığım sırada "Birazdan öğle yemeği için gelirler..." diyen sesini duyduk Luca'nın. Bakışlarım tuvaletin kapısından içeri dolan ışığa kaydı. Her ne kadar oradan ışık giriyor olursa olsun, bulunduğumuz ortamı tam olarak aydınlatmaya yetmiyordu. Musluğun olduğu taraf karanlıkta kalıyor bile diyebilirdim. Bu yüzden ilk an fark edememiştik zaten.

Efehan ile arka arkaya çıktık tuvaletten. Gözlerim ilk olarak Hayal'i buldu. Yücel ile yan yana oturmuş, Yücel'e sığınır gibi kollarını onun kaslı koluna sarmış ve yanağını da koluna yaslayıp orada uyuyakalmıştı. O uyanmasın diye Yücel de put gibi duruyor, hareket etmiyordu. Uyuması iyiydi, az da olsa kendini toparlayabilirdi. Kaldı ki yüzüne biraz olsun renk gelmeye başlamıştı bile.

"Hey..." diyen Luca ile ilgim ona evrildi. Onu ilk gördüğüm andaki köşesindeydi yine. Eliyle bizi işaret etti. "Karşılarına bu hâlde çıkmayı düşünmüyorsunuz değil mi?"

Kaşlarım çatılırken eğilip üzerimize baktığım sırada "Çamur banyosu yapmış gibisiniz..." diyerek Yücel de fikrini ortaya dökmüştü. "Şimdi bir yıkansanız çamur sayesinde cildiniz parlar yemin ederim."

Haklılardı. Pantolonlarımızdan montlarımıza kadar çamura bulanmış gibiydik.

"Nasıl temizleyeceğiz bunları?"

Hiçbir fikrim yoktu. Başımı kaldırıp bilmiyorum dercesine omuz silkerek baktım Efehan'a. "Sanırım biraz ıslamamız gerekecek. Aklıma başka bir çözüm gelmiyor."

Başını sallayarak onaylayıp yeniden tuvalete girdi, peşinden bende giderken Luca arkamızdan "Acele edin..." diye seslenmişti. "Birkaç dakika içinde görüş açımıza girmiş olurlar."

Elimizden geldiğince hızlı davranıp suyla üzerimize yapışan çamurları temizlemeye çalıştık. Giydiklerimizim dış kısımları naylonumsu bir yapıda ve su geçirmez olduğu için o kadar da zorlanmamış ve ıslanmamıştık neyse ki. Benim yalnızca pantolonum biraz ıslanmıştı, beni üşüteceğini biliyordum ama yapabilecek hiçbir şeyim de yoktu.

"Dikkat çekecek kadar kalmadı sanırım." diye mırıldandı Efehan yan tarafımdan kendi üzerini kontrol ederken. Başımı sallayarak onayladım onu. "Daha fazla ıslanırsak bu soğuk yüzünden donarız zaten."

Yeniden mağaranın içine girdiğimizde Hayal de uyanmış ayılmaya çalışıyordu. Tam önünde durup dizlerimi kırarak yere çöktüm ve uyku mahmuru olan gözlerine baktım.

"Kendini nasıl hissediyorsun?"

Derin bir nefes aldı. "Her an gelip alma ihtimallerini saymazsak daha iyiyim."

Defalarca kez söylediğim şeyi bir kez daha söyleme gereği görmedim. Ellerim dizlerini hafifçe sıkarken "Hadi..." diye mırıldandım. "Bir elini yüzünü yıka..."

Başını sallayarak onayladı beni ve ellerimi dizlerinden çektiğim sırada ayağa kalkıp gözden kayboldu. Bıraktığı boşluğu kendi bedenimle doldurdum. Efehan da bulduğu bir köşeye oturmuştu.

Sabah gelen sepetler hâlâ oldukları yerde duruyordu. İçlerinden yükselen koku hâlâ buradaydı.

Düşünmek yok Lizge...

Az kaldı kızım...

Ruhları bile duymadan buradan defolup gideceksiniz.

"Duvarın delinmesine az kaldı."

Efehan'ın durgun sesi birkaç saniyelik sessizliğin önünü çabucak kesmişti.

"Su..." dedi Luca. "İşimizi çok hızlandırdı. Aksi takdirde bu kadar çabuk delinmesinin imkânı yoktu." Dudaklarından alay eder gibi çıkan sesin kendine bir sitem olduğunu, bir sonraki cümlesinde anlamıştık. "Haftalardır uğraşıyorum orayı kazımak için. Ama duvar bir taş kadar sertti, taş parçasını kaşıkla nasıl kazır ki bir insan... Meğer tek eksik suymuş. Nasıl gelmedi bu benim aklıma?" Başını iki yana sallarken başı önüne doğru düşmüştü. "Şimdiye çoktan buradan çıkmış olabilirdim. Kurtulmuş olabilirdim bu canavarların elinden... Chen de kurtulmuş olabilirdi..."

İki kaşık vardı. Biri onun için diğeri Chen için...

Derin acısı göğsümün tam ortasına bir alev topu fırlattı. Üç resim vardı orada, o alev topundan sıçrayan kıvılcımlar o resimleri yaktı. Hissettiğim acı onun acısını paylaşmak değildi, onun başına gelen bizim de başımıza gelir diye korkuyordum tam o anda. Elbette Luca ile empati kurabiliyordum ama şartlarımız eşitken önceliğim kendi arkadaşlarımdı, ailemdi...

Birini bile kaybedemezdim...

Hiç birimiz edemezdik...

Sadece kendimiz için değil, birbirimiz için de hayatta kalmalıydık...

"Bu gece buradan çıkabilir miyiz yani?"

Hemen yan tarafımda oturan Yücel, şimdi elimi ellerinin arasına almış aldığım hasarları inceliyordu. Onun elinin yanında benim elimdekiler sinek ısırığı sayılırdı. Boştaki elimi uzatıp ellerinin üzerine koydum ve usulca sıktım elini. Bu ben iyiyim demekti. Koyu kahvelerinin arayışı bu kez yüzüme çıktı, gülümsemekle yetindim.

"Çıkacağız." dedi Efehan, sesi öyle kendinden emin çıkıyordu ki... Kendine olan güveninden değildi bu içerde bunu çok net anlamıştım. Zorunluluktandı. Her şeyden önce Deniz için buradan çıkmak zorunda olduğundan...

Bunlar son kelimelerimiz olmuştu çünkü tıpkı Luca'nın söylediği gibi buraya doğru gelenler vardı. Hemen gözlüğümü takıp minik düğmesini açtım ve kayda başladım. Her şeyi ama her şeyi kaydedecek sonra kurdukları bu akla mantığa sığmayan sistemlerini başlarına yıkacaktım.

Altı adam ve iki kadın... Dışarıdan görsen insan zannederdin onları ama değillerdi. İğrenç birer yaratıktı hepsi gözümde.

Onlardan önce Hayal geldi yanımıza ve hemen yan tarafıma attı bedenini. Gözlerim onun üzerindeydi, biraz önceye nazaran gerçekten daha iyi görünüyordu, daha sağlıklı... Kısa bir an rahatladığımı hissettim. Sinirlerine dokunacak bir şey yapmadığımız sürece onu almazlardı değil mi? Tamian hâlâ hastaysa alın demişti çünkü.

Zincirler çözüldü, kapı açılmadan önce tüfeklerin emniyetleri açıldı ve patlamaya hazır bir hâle getirildi. Ardından bize doğrulttuklarında hareket alanımızı bile kısıtlamışlardı. Hareket edersek ellerindeki makineleri patlatmak için ikinci bir kez düşünmezlerdi muhtemelen. Zaten bizim de hareket etmek gibi bir niyetimiz yoktu. Kadınlar önde adamlar arkada içeri girdiklerinde hiçbirimiz kılımızı dahi kıpırdatmadık. Kadınlardan biri gelip Hayal ile benim tam önümüzde durduğunda başımı kaldırmış kadının yüzüne bakıyordum. Kırklarında olmalıydı. Yüzünde kırışıklık olmasa da gözlerinin etrafı onun yaşını ele veriyordu. Simsiyah saçlarını bir tokayla arkadan tutturmuştu ve gözünde tıpkı benim gözümdeki gibi bir gözlük vardı. Üzerindeki beyaz elbisesinin etekleri buraya gelene kadar yerde sürtünmekten kirlenmişti ama o bunu umursuyor gibi görünmüyordu.

Koyu yeşil gözleri bir benim bir Hayal'in üzerinde dolaşırken anlamadığımız o dilde bir şeyler söyledi. Muhtemelen sözlerinin muhatabı birlikte geldiği adamlardı. Adamlardan ikisi ellerindeki sepetleri yere bırakıp yerdeki sepetleri alırken bizi kontrol eden dörtlüden biri tüfeğinin ucuyla Hayal'i işaret ettiğinde kadının ne söylediğini de anlamış olmuştuk.

Hasta olanın kim olduğunu soruyordu...

Kadın Hayal'e doğru eğildiğinde Hayal ürkek bir tavırla geriye doğru çekilip kadından kaçmaya çalıştı. Kadının eli onu umursamadan ona uzanırken reflekslerim devreye girmiş ve Hayal'e uzanan o eli havada yakalarken bulmuştum kendimi.

Bakışları kendi üzerime çekmiştim. Korkuyordum. Çok korkuyordum ama Hayal'in korkusu benimkinin önüne geçiyordu. Bu yüzden gözlerimi kadından bir an olsun çekmedim. Muhtemelen oradaki korkuyu açık açık okuyordu, aksi takdirde yeşillerine yerleşen alaylı aşağılamanın başka bir açıklaması olamazdı.

"O iyi..." dediğimde gözleri kısıldı. Ardından sözlerimin hiçbir önemi yokmuş gibi elini hışımla ellerimden çekip Hayal'in çenesini sertçe tuttu ve yüzüne doğru eğildi.

Dikkatli gözlerle Hayal'in yüzüne bakarken yan tarafımdaki Yücel'in tıslarcasına bir nefes aldığını duydum. Göz ucuyla onu kontrol ettiğimde atağa hazır bir halde kadına baktığını gördüm. Ama hareket etmedi. İlk hamleyi yapan kişi olup bir şeyleri berbat etmek istemiyor, bu yüzden kendini dizginlemeye çalışıyordu.

Kadın en sonunda Hayal'i bıraktığında rahatlayarak bir nefes aldım. Adamlara döndü. "Kız iyi..." dedi bizden uzaklaşırken. Üzerimdeki tüm gerilimi çekip almıştı bu iki kelime. Eğer şu an Hayal'i almaya çalışsalardı burada kıyametin kopacağını biliyordum. Kurtulmamız çok yakınken böyle bir arbede yaşansın istemiyordum. Onlara karşı hiçbir şansımız yoktu çünkü ölümcül silahlara sahip olan onlardı. Bu arbede sadece bize zarar verirdi.

"Sadece korkmuş ve sarsılmış, alışacaktır. Alınması gerekmiyor."

Adamlar yalnızca başlarını sallamakla yetindiler. Ardından geldikleri gibi çıkıp gittiklerinde Hayal'in "Şükürler olsun..." diyen sesiyle gözlerimi bizden uzaklaşmakta olan kişilerden çekip ona döndüm. Gülmekle ağlamak arasında bir yerdeydi. Uzanıp ellerini tuttuğumda "Bir an gerçekten beni alıp götürecekler sandım." diye mırıldandı. Gözleri dolu doluydu ama dudaklarında da bir gülümseme vardı.

Yücel arkamdan uzanıp Hayal'in kısa saçlarını karıştırdı ve eğlenen bir sesle "Hiç izin verir miydik kız seni almalarına..." dedi. "Yatardım önlerine önce beni alın derdim." Amacı onu güldürmekti ve başarmıştı da.

"Kadınlardan birini ayartmayı da deneyebilirdin sen Yücel..." diyerek kendi yorumunu yapan da Efehan oldu. O da rahatlamış bir tavırla gülüyordu. "Yapsan hiç şaşırmazdım yani..."

Yücel'in çapkın kişiliğine dem vuruyordu. Yücel kısık bakışları ile kötü kötü bakıp "Sonra da kadın beni ızgara kebap yapsaydı değil mi?" diye homurdandı.

Ortam yumuşak kalsın diye gülmüştüm ama bunun kinaye olmadığını bilmek tenimin ürperti ile dalgalanmasına neden olmuştu.

Eğer buradan kurtulamazsak sonumuz buydu...

۝

"Evet be! İşte bu!"

Yücel'in sevinç dolu sesine Hayal'in kısık çaplı çığlığı karıştığında kapalı olan gözlerimi açıp başımı yasladığım yerden kaldırdım ve seslerinin geldiği tarafa baktım.

Hayal üstü başı çamur içinde tuvaletin olduğu taraftan çıkıp sevinçle yanımıza geldi. "Açtık..." derken sesine yansıyan heyecan en saf halindeydi.

Tam karşımda dizlerinin üzerine çöküp iri iri açtığı ela gözleriyle yüzüme bakarken masum bir çocuk gibi duruyordu.

Duruşumu daha da dikleştirirken anlamaya çalışırcasına yüzüne baktığımda "Duvarda küçük bir delik açmayı başardık..." diyerek açıkladı ne demek istediğini.

İlk an idrak edemedim, anladığımdaysa dudaklarımdan şaşkınlık dolu bir nida dökülmüş ve gözlerim irileşmişti. "Nasıl?"

Bakışlarım dışarı kaydı. Henüz hava kararmamıştı bile. Efehan ile aynı anda ayağa kalktık ve tuvalete doğru ilerledik. Yücel ve Luca kazıdığımız yerin önünde oturmuş, ellerindeki su şişeleri ile toprağı ıslatmaya devam ediyorlardı. Gerçekten orada bir delik vardı. Henüz kararmayan havanın ışığı yavaşça o delikten içeri sızıyordu. Boyutu şimdilik küçüktü, elimizin bile sığamayacağı kadar küçüktü hemde, ama o deliğin bize verdiği umut koskoca bir evren kadardı.

Dudaklarımın arasından bir gülme kaçtı istemsizce. Başarmaya artık bir adım daha yakındık.

Sesimizi duyan Yücel ve Luca, işlerine ara verip bize döndüler. İkisi de çamurdan fazlasıyla nasiplerini almışlardı.

Yücel muzip bir ifadeyle gözlerini kırpıp duvardaki deliği işaret etti. "Cazibeme dayanamadı."

Gülerken alt dudağım dişlerimin arasına doğru yuvarlanmıştı.

"Bu noktadan sonra işimiz daha kolay." diyerek söze giren Luca'ydı. Bakışları yeniden deliğe kayarken elindeki şişede kalan suyu duvara dökmeye devam etti. "Burayı yeterince ıslak tutarsak, bir iki tekmeyle istediğimiz boyuta ulaşırız. Akşam yemeği gelmeden kaçarsak yakalanmamız kaçınılmaz, bu yüzden biraz daha gecenin çökmesini beklemek zorundayız."

Haklıydı. Herkesin ayak altından çekildiği bir anı tercih etmeliydik kaçmak için.

"Peki hangi yöne gideceğiz? Karanlık olacak..." Efehan'ın sesi sorgularcasına çıkıyordu. Muhtemelen sormamız gereken ilk soru da buydu. Bu mağaradan çıkmayı başarmak ilk ve en önemsiz adımdı. Asıl önemli olan o andan sonra atacağımız adımlardı.

Luca ellerini silkeleyerek ayağa kalkıp "İşte onu bende bilmiyorum..." diye mırıldandı sıkıntı dolu bir sesle. "Önceliğim buradan çıkmaktı, çıktıktan sonra ne yapacağımı düşünecek fırsatım olmadı çünkü bunun bu kadar hızlı olacağını tahmin etmiyordum." Yine dudaklarından alaylı bir gülüş döküldü. "Doğruyu söylemek gerekirse bunun işe yarayacağına olan inancımı bile kaybetmiştim siz gelene kadar. Duvarı kazımak o kadar zordu ki..."

Ama başarmıştık...

"Pekâlâ..." diye mırıldandım. "Harvey bu sabah yola çıktı, kafileyi yarın getirecek. Hazırlıktan bahsetmişti. Muhtemelen gece boyunca yolda kafileyi tuzağa düşürmek için hazırlık yapacaklardır o yüzden yola çıkamayız. En azından Mornel'e giden tarafına..."

"Katalana'ya mı gideceğiz yani?"

Derin bir iç çeken Efehan, "Öyle görünüyor..." diyerek cevapladı Hayal'in sorusunu. En iyi ihtimaldi Katalana. Zaten yürüyerek yolun sonuna yaklaşmıştık. Gece boyunca hiç durmadan ilerlersek iki saat içinde Katalana'da olurduk. Bize söylendiği gibi kurt falan da olmadığına göre gece rahat rahat yürüyebilirdik, hareket halinde olmamız da bizi soğuktan koruyan bir etken olurdu.

Lütfen bir aksilik çıkmasın artık...

Lütfen...

۝

Yine altı tane adam getirmişti akşam yemeğini ama bu kez yanlarında kadınlar yoktu. Neyse ki... Kadınların bakışlarından hiç hoşlanmamıştım. İnsanı rahatsız eden çok fazla şey vardı o gözlerde. Mesela bizi potansiyel yemek olarak görmeleri gibi...

Hava kararmıştı artık. Akrep ve yelkovan, yarışını bizim için bitirmek üzereydi. Buradan defolup gitmemize çok az kalmıştı, çok az hemde.

Bu kez hiç birimiz ekmek ve sularımıza dokunmamıştık. Her ihtimali değerlendirmeye karar vermiştik. Katalana'ya ulaşamayabilirdik... Kaybolabilirdik... Elimizdeki son yiyecek ve içeceklerdi bunlar, iyi değerlendirmeliydik.

Adamlar bu kez sepetleri bırakmamış, sadece yiyecekleri bırakıp, meşaleyi yakıp gitmişlerdi. Şimdi tek ışık kaynağımız o meşaleydi ama buradan çıktığımız anda tamamen karanlığa gömülecektik. Yanımıza ışık alıp fark edilme riskine giremezdik hiç birimiz.

Ve duvar...

Deliğin açıldığı andan bu yana geçen saatlerde duvarı sürekli ıslatmayı ihmal etmemiştik. Toprak o kadar çok su emmişti ki artık biz dokunmadan kendi kendine göçmeye başlamıştı.

Kolay olmuştu ve olmaya da devam ediyordu.

İşte tam bu noktada içime kötü bir hissin doğmasına engel olamıyordum.

Bu kadar kolay olması normal miydi?

Tek dileğim bunun bizim şansımız olmasıydı. Şanslıydık ki kolaydı diye ummaktan başka ellerimden hiçbir şey gelmiyordu.

Yücel kolundaki saati meşalenin ışığına doğru tutup saate baktı. "Gece yarısına gelmek üzere. Ne zaman başlıyoruz?"

Luca demir parmaklıkların önünde durmuş öylece karanlığın yuttuğu evlere doğru bakıyordu. "Üç el silah sesi duymamız gerek." diye mırıldandı. "Biri güce, biri özgürlüğe, diğeri de nimetlere şükür için... Kabilenin lideri Tamian tarafından ateş edildikten sonra herkes evlerine çekilecek. Sonra tüm evlerin tam ortasına konumlandırılan sunağa, inançlarının simgesi olan bir ateş yakacak Tamian. Buradan bile görülen bir ateş... O ateşi gördükten on dakika sonra başlayacağız."

Tüm bunları nasıl bildiğini sormadım. Üç hafta uzun bir süreydi. Biz yirmi dört saattir buradaydık ve biz bile çok şey öğrenmiştik onlar hakkında, o kim bilir daha nelere maruz kalmıştı. Onun için gerçekten hiç kolay değildi. Burada yaşadıkları bir yana, buradan çıktıktan sonrası da kolay olmayacaktı. Hiç birimiz için kolay olmayacaktı.

Başımı sallayarak onaylamakla yetindim onu. Gerçekten de söylediği gibi oldu. Uzaktan duyulan üç el silah sesi havaya karıştı önce. Ardından bir ateş yükseldi oradan. Biz dün bu saatlerde baygın olduğumuz için bunların hiçbirini görmemiştik. Muhtemelen uyandığım vakte kadar da ateş sönmüştü.

Herkesin inancı kendineydi, kimsenin inancı beni bağlamıyordu ve yargılamakta bana düşmezdi ama böylesine kirli zihniyetler doğuran bir inanca saygı duymamın hiçbir imkânı yoktu. Rezil bir şeydi bu, iğrenç ötesi bir inanıştı...

Akrep ve yelkovan yarışlarında son turları da atarken "Hadi..." diyerek demir parmaklıkların önünden ayrıldı Luca. Tuvaletin olduğu tarafa giderken hepimiz onu takip ediyorduk.

Duvarın önüne oturup bir dizini kendine doğru çekti ve sabahtan beri ıslattığımız alanı tek bir tekmeyle yıktı. Tam tahmin ettiğimiz gibi...

Açılan boşluk, gecenin karanlığı ile birleşince sanki başka bir boyuta açılan zifiri bir geçit gibi görünüyordu. Gecenin serin havası şimdi yüzümüze doğru çarpıyor, çamur kokusunu ciğerlerimize taşıyordu.

Hiç ses yoktu, gece böceklerinin sesleri bile yoktu. Sanki her şey gece tarafından yutulmuş gibi...

İlk Luca çıktı açtığı boşluktan. Onu Yücel takip etti, ardından Hayal'i çıkardık ve Efehan elini sırtıma koyup beni öne doğru itti.

Hepimiz de dışarı adımımızı attığımızda sanki havanın kokusu bile değişmişti. Daha açıktı, daha ferah... Daha bir özgürlük kokuyordu...

İçime bir umut dolduğunda elimi uzatıp yan taraflarımı dolduran Hayal ve Yücel'in ellerini tuttum. Başarmıştık. Gerçekten dışarı çıkmayı başarmıştık.

"Mağaranın önüne dolanmamız gerekiyor..." diye fısıldadı Luca. "Buraya inerken kullandığınız bir yol vardı değil mi?"

Biz kendi ayaklarımızla gelmiştik ama o bayıltılarak getirilmişti. O yüzden yolu bilen bizdik.

"Evet..." Ben de tıpkı onun gibi fısıldadım.

"Güzel..." diye devam etti sözlerine. "O yolu kullanıp anayola çıkmalı ve Katalana'ya ilerlemeliyiz."

Tam başımı sallayarak onu onaylayacaktım ki bir şey oldu. Kalbimi korkuyla sıkıştıran bir şey...

Bir alkış sesi gecenin karanlığında bize ulaştı. Hemen ardından küçük bir ışık huzmesi karanlığı yarıp geçti. Bu bir meşaleydi. O meşale bir yanındakini yaktı, o bir yanındakini... Birbiri ardına yanan meşaleler etrafımızı kuşattığında gece artık karanlık değildi. Gece, tam karşımızda durup etrafımızı kuşatan adamların hiçbiri kadar karanlık değildi.

Otuzdan fazla adam... En önde duran Tamian...

Alkışlayan Tamian'dı.

"Azminize hayran kaldım..." diye mırıldandı keyifli bir sesle. "İçinizden dolup taşan umuda da..."

Alkışlamayı kestiğinde ellerimin arasındaki elleri daha sıkı tuttum. En başından beri biliyorlardı, en başından beri haberleri vardı ve çıkacağımız anı bekliyorlardı. Bizi bekliyorlardı. Umudu ekmişlerdi içimize sırf filizlerini kendi elleriyle koparabilmek için...

"Ama..." diye devam etti Tamian. "O azim ve umut, sizin için çizilen kaderi öne çekecek."

Umut paramparça oldu, parçaları soluk borumuzu kesti. O andan sonra biz artık birer ölüydük. Bizim için çizilen kaderi öne çekilmesinin anlamı buydu.

Ölüm...

Tek bir umuda tutunmuş ve o umuda aldanmıştık.

Şimdi hiç umut kalmamıştı.

۝

Bölümü nasıl buldunuz?

Durağan ilerleyen bir bölümün sonu ancak böyle olmalıydı bence shjshsjnd

Finale doğru adım adım gittiğimizi haber vermek isterim. Çok az kaldı✨

Zaman ayırıp okuyan ve yorumlarını esirgemeyen herkese sonsuz teşekkürler❤️✨

Bölüm : 12.12.2024 21:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...