10. Bölüm

9|KARANLIK DETAYLAR

Saniye Solak
saniyesolak

Keyifli okumalar✨

۝

Korkunun aynı zamanda insana cesaret verdiğini duydunuz mu hiç? Adı bile var hatta bunun... Deli cesareti diyorlar...

Hava karanlık... Biz korku içindeyiz. Çünkü tam kurtulduğumuzu sandığımız anda kandırıldığımızı anladık. Yanıldık, onların hiçbir şeyden haberlerinin olmadığını düşünürken ağır yanıldık. En başından beri haberdarlardı ve bizi bekliyorlardı.

Etrafımız, zifiri karanlığı delen meşaleleri tutan adamlarla çevriliyken gözlerimi bile kırpmadan diğerlerinden bir adım önde duran Tamian'a bakıyordum. İçimdeki korkunun boyutunu size anlatmaya çalışsam kelimelerim kifayetsiz kalırdı. Bitmiştik... Kelimenin tam anlamıyla bitmiştik. Bu noktadan sonra geri dönebilme ihtimalimiz hiç yoktu artık. Ölecektik. En trajik şekilde değil, en iğrenç şekilde ölecektik.

İşte benim şu an içime dolan deli cesaretimin kaynağı bu düşünceydi. Artık bu noktadan sonra geri dönüşün olmaması ve en adi şekilde öldürülecek olmamız... Korku o cesaretin ardına itildiğinde burnumdan verdiğim sert bir solukla ilk adımı attım. Arkadaşlarımın ve Luca'nın gözlerinin bana kaydığını bilmek beni durdurmadı. Gözlerimi bir an olsun Tamian'ın harelerinde meşale ateşlerinin oynaştığı gözlerinden ayırmıyordum. Adımlarım beni ona taşıyordu, ben deli gibi korkuyordum ama kendime engel de olamıyordum. Her şey çok fazla geliyordu, çok ağır... Taşıyabileceğimden tonlarca daha ağır...

Meraklı gözlerle beni izlerken etrafımızdaki adamların hareketlendiklerini görebiliyordum. Tamian da merakla bana bakıyordu.

"En azından içimde kalmasın..." diye mırıldandım sinirle sıktığım dişlerimin arasından ve yumruk yaptığım elimi o daha ne olduğunu bile anlayamadan suratının ortasına geçirdim. Bu konuda küçük bir avantajım vardı. Yalnız yaşayan bir kadın olarak kendimi korumayı öğrenmek zorundaydım. Bu düşüncenin ışığında yazıldığım savunma sanatları dersleri sayesinde nasıl yumruk atılması gerektiğini biliyordum. Keşke buna gerek kalmasaydı, keşke her kadın kendini olası bir durumda nasıl savunması gerektiğini düşünmek zorunda kalmasaydı ama dünya adil bir yer değildi. En çok da kadınlara, çocuklara ve masumlara...

Beklemediği bu hareket karşısında geriye doğru sendeledi Tamian. Eli hızla yüzüne giderken büyük bir afallamışlıkla burnunu tuttu.

Arkamdaki bir noktadan Yücel'in gülen sesi karıştı havaya önce. Hemen ardından "İşte benim kızım be!" dedi gururla. Eş zamanlı olarak etrafımızı çevreleyen adamlar da hareketlenmişti. Öyle ki sessizliğin içine birkaç tetik çekme sesi karıştı. Silahlarını bize doğrultmuşlardı. Tenimi korkunun ürpertisi sarsa da gözlerimi Tamian'dan ayırmadım ya da geri adım atmak adına bir harekette bulunmadım. Sanırım bir kurşunla ölmek, diğer seçeneklerin yanında şu an için en iyi seçenekti.

Ama beklediğim şey olmadı, silahlar bize doğrultulmuş bir hâlde dursa da Tamina burnunu tutmadığı elini kaldırıp herkesi durdurmuştu. Bakışları şimdi alayla yanarken "Sanırım bu hareketini mazur göreceğim..." dedi. Bir insanın sesinden bile midenizin bulanması mümkün müydü? Karşımdaki bu adamın sesi bile midemi bulandırmaya yetiyordu.

"Nasıl olsa etini yerken acısını fazlası ile çıkaracağım..."

Beni dehşet içinde bırakıp arkasını döndü ve "Alın hepsini..." diye bir emir verip bizden uzaklaştı.

Apar topar sürüklenerek ilerledik gecenin içinde. Meşaleler yanıyordu ama karanlığı bastırmaya hiç yetmiyordu. Her yer hâlâ çok karanlıktı.

Kasabaya doğru yaklaşırken beşimiz de sessizlik içindeydik artık. Başta itiraz eden ve adamlarla kavga etmeye hazır olan Yücel ve Efehan bile... Neyin sessizliğiydi bu bilmiyorum. Çaresiz bir kabullenişin mi, yoksa kabullenememenin vermiş olduğu çaresizliğin mi?

Hayal bile sessizdi. Ağlamıyor, metanetli bir tavırla hemen yan tarafımda ilerliyordu.

Önümüzde ve ardımızda bir dolu adam vardı. İkişerli olarak bizi ayırmışlar ve bir abluka altında ilerletiyorlardı.

Karanlığın içinde korkunç birer silüeti andıran evler dikkatimi çekti önce. Köyün içine doğru ilerlediğimizi anladım. Bizi neyin beklediğini hiç bilmiyordum. Hemen şimdi mi ölecektik yoksa nefes almak için hâlâ biraz zamanımız var mıydı?

Ölmeyi istemiyordum...

Ölmekten korkuyordum...

Hayallerim vardı çok fazla, yarım kalsınlar istemiyordum...

Annem ve babamı son kez görmeden, onlara son kez sarılmadan ölmek istemiyordum. Onlara kendimi affettirmeden, onları affetmeden...

Kalbimde derin bir yarık oluştu. Hislerim kirli bir kan misali aktı o yarıktan. Etime karıştı; beni boğdu, yaktı, yıktı. Kirpiğimden kopup yanağımdan kayan bir damla göz yaşımdan dışarı taştı.

İçimde bir yerlerde hâlâ bile pes etmeyi reddeden bir taraf vardı. Savaş meydanında yalnız ve savunmasız kalmıştı ama pes etmiyordu.

Her şey bu şekilde mi son bulacak gerçekten diyordu bana. Sanki böyle olmasını ben istemişim, bir şeyler benim elimdeymiş gibi...

O tarafı dinlemek öyle cazip geliyordu ki... Ama nasıl yapacağımı bilmiyordum. Parçalanan umutlarla öylece ortada kalakalmışken hâlâ nasıl umut etmeye devam edebilirdim ki? Hâlâ nasıl inanabilir ve o inanca tutunabilirdim? Bilmiyordum. Her şey koca bir karmaşaya bulanmıştı ve ben nasıl aralayacağımı bilmiyordum.

Tek bildiğim ölmek istemediğimdi.

Bir yolu olmalıydı... Sıfır noktasında bir yol zaten bulmuştuk, bir tane daha olmalıydı. Her şey bu kadar umutsuz olamazdı, bir umut olmalıydı, bir ışık...

Derin bir nefes alıp gözlerimi kırpıştırdım. İki damla yaş daha yanağıma doğru kaydı. Bu çaresizliğin belki de en dip noktasıydı ama adamlara sezdirmeden montumun cebinde olan gözlüğümü çıkarıp, açma tuşuna bastım ve gözlerime taktım. Muhtemelen ben ölecektim ama bu gözlüğün içindeki hafıza kartını hiç kimseye sezdirmeden kıyafetlerimin içine saklayabilirsem, belki de onu birileri bulabilirdi. Bulur, izler ve bize aslında ne olduğunu öğrenirdi. Öylece hiçliğe karışıp gitmezdik, adalet yerini bulur, suçlular cezalarını çekerdi. Ne de olsa bizi öldürdükten sonra kimse bir şey anlamasın diye eşyalarımızı geri göndereceklerdi. Cesetlerimizden geriye kalan kalıntılarla birlikte...

Köyün ortasındaki büyük bir yapının önüne geldiğimizde durduk. Çift kanatlı kapısı ardına kadar açıktı ve tam orta noktada yana kocaman bir ateş, içeriyi aydınlatıyordu. O ateş öyle büyüktü ki, tavandaki büyük delikten dışarı taşıyordu, içerisi is, duman ve vahşet kokuyordu. Burası Luca'nın bahsettiği o sunak olmalıydı.

Korku büyüdü, büyüdü, büyüdü...

Kalbim o korkuyla öyle hızlı atıyordu ki, göğsümü döven şiddetli darbelerini hissedebiliyordum. Nabzım çok hızlıydı, kendimi bayılacak gibi hissediyordum. Arkadan belimi dürten silahın ucu olmasaydı muhtemelen bayılırdım da.

"Çok korkuyorum..."

Uzun bir zamanın ardından Hayal'in söylediği ilk cümleydi bu... Sanki benim hislerimi hissetmiş ve sesli söylemeye cesaret edemediğim cümleyi kendi hisleriyle birlikte tercüme etmişti...

"Sana korkma diyebilmeyi o kadar çok isterdim ki..."

Duraksadığımız için, belimizi dürten silahlara karşın ilerlemek zorunda kaldık.

Sunağın içine adımımızı attığımız ilk anda ateşin ısısı soğuktan donan tenimize vurdu. Tüm bu korkunun içinde o ısı öyle iyi gelmişti ki bedenime... Ölüme bir adım uzakta olmak önemli değildi, hâlâ bir insandık ve hâlâ hissediyorduk. Üşüyorduk, soğuktan sıcağa geçtiğimizde bedenlerimiz alıştıkları o refleksleri veriyordu. Versin istemiyordum aslında. Zaten öleceksem hissetmek istemiyordum hiçbir şey. Böylesi daha çok acı veriyordu çünkü. Hissetmek, yaşamayı istememe neden oluyordu. Bu adamların elinde istemeye hakkımın olmadığı tek şeyi istememe...

"İttirip durmasana şerefsiz piç!" diye bağıran Yücel'in sesiyle gözlerimi ateşten çekip ona çevirdim. Kızgın bir boğadan halliceydi. Yol boyunca sessiz kalmıştı ama artık sabrının taştığını görebiliyordum. "Elinizdeki silahlara dua edin siz orospu çocukları!"

Onun aksine Efehan ve Luca daha sessiz bir şekilde girdiler içeri. Efehan'ın mavilerine karışan acı ve kederi görebiliyordum. Luca'nın ise bomboş bir ifadeyle baktığını... Üç hafta boyunca burada bir şekilde hayatta kalmayı başarmıştı ama görünen o ki o da bizim gibi yolun sonuna yaklaşıyordu. İstemsiz bir de bunun için kendimi suçlu hissettim...

"Yürüyün..." dedi adamlardan biri eliyle ileriyi işaret edip. Etrafımızı kuşatan yirmiye yakın adam olmasa, bu noktadan bile kaçmayı düşünebilirdim ama artık kaçış yoktu.

Söylediğini yaptık. Şimdi beşimiz de dip dibe, sunağın içinde bir adamı takip ediyorduk. Peşimizde de bizi yürümeye teşvik etmek için adamlar bulunuyordu. Silahlarının tehditlerini hissettirmekten hiç çekinmiyorlardı.

Bu bomboş alanda yürümek garipti. Ateşin çıtırtıları alanda yankılanırken adım seslerimiz o yankılara karışıyordu.

"Silahla kendimizi öldürtmek her şeyi daha fazla kolaylaştırmaz mıydı?" diye mırıldandım umudunu yitirmiş bir sesle. Hissettiğim korku yüzünden sesimin titrediğini ancak o zaman fark edebildim. Ve bacaklarım da dahil, tüm bedenimin titrediğini...

"Ölmeyi reddediyorum dersem, beni bir aptal olarak görür müsünüz?" diye sordu sözlerimin üzerine Efehan. Sesindeki çaresizliğe tezattı sözleri. Kendisi için değil, Deniz için reddettiğini anlamamak aptallık olurdu. Kendinden bile çok onu düşünüyordu...

Ölmeyi reddetmek...

Böyle bir şey mümkün müydü?

Başlangıçta belki ama şu an çok uzak bir ihtimal gibiydi.

Tam cevap vermek için dudaklarımı aralayacağım sırada arkamdaki adam belimi dürtüp "Sessiz olun!" diye bağırdı. Biraz önce söylediklerimizi Türkçe söylediğimiz için muhtemelen hiçbir şey anlamamış ama yine de konuşmamızdan rahatsız olmuştu.

"Hay senin silahına!" deyip sert bir nefes veren Yücel ile birlikte hepimiz tekrar sessizliğe gömüldük.

Yeniden durduğumuzda kulağıma dolan seslerle kaşlarım çatıldı. Varla yok arası kısık iniltileri andıran sesler... Sanki biri sessizce ağlıyormuş gibi... Öyle belirsizdi ki bir an kendi hayal ürünüm olabileceğini düşündüm. Öyle baskı altında, büyük bir tehlike tarafından yutulmuş gibi hissediyordum ki, öyle çok korkuyordum ki uydurduğumu düşündüm. Ama hayır, odaklandığın bu noktada hâlâ duymaya devam ediyordum. Neler oluyordu, neyin nesiydi bu sesler?

Gözüm karanlığın içine doğru odaklandı. Ateşin yalımı, bulunduğumuz noktayı aydınlatmaya yetmiyordu ama karanlığı bir noktada kırıyordu. O kırıktan gözüme ilişen silüetleri seçebildim. Bambaşka bir ürpertinin kollarına itildiğim andı o an... Burada birileri vardı. Burada bizden başka birileri daha vardı. Kısık inlemeler o kişilerden geliyordu. Karanlık onları yuttuğu için kaç kişi olduklarını seçemiyordum ama en az üç kişi olduklarını söyleyebilirdim.

Luca'nın söylediklerini hatırlamaya çalıştım. O mağaraya gelen diğerleri ile ilgili söylediklerini... Ama korkunun ve dehşetin sisi zihnimi öyle bir kaplamıştı ki hiçbir şey hatırlayamadım. Sadece uslu durmayanların alındığıydı bildiğim. Demek onları buraya getiriyorlardı.

Ellerimiz ve ayaklarımız kalın halatlarla bağlandığında hâlâ burada bizden başka birilerinin de olduğu gerçeği ile yüzleşiyordum. Yücel ve Efehan'ın direnişleri uzaktan gelen bir fırtına gibiydi. Görebiliyor, duyabiliyor ama tepki veremiyordum. Onların aksine ben, Hayal ve Luca; ellerimiz ayaklarımız bağlanırken hiçbir şey yapamamıştık.

Zorla oturtulduğumuz soğuk zemindeki bir yere bağlandı ellerimizi bağlayan ipler. Adamlar geriye çekildiklerinde hareket alanımız artık çok kısıtlıydı. Büyük ateş önümüzde cayır cayır yanmaya devam ediyordu. Burası mağaradan daha ılık olsa da şu an burada olmak yerine o mağarayı tercih ederdim. Oradayken en azından daha az korkuyordum. Sanki ölüme bu kadar yakın değilmişim gibi hissettiriyordu orası. Oysa burası buram buram ölüm kokuyordu.

Açık kapıdan birinin girdiğini gördüm. Ateş, o noktaya bize olduğundan daha yakın olduğu için net bir şekilde görülüyordu giren. Tamian'dı.

"Üçken sekiz kişi oldunuz. En azından son günlerinizde yalnızlık çekmeyeceksiniz..." dedi alay eder gibi. Sesini kaplayan eğlenen tona karşın keşke suratına bir yumruk daha atabilseydim diye düşündüm. Parmak eklemlerim, biraz önce attığım yumruk yüzünden hafifçe sızlıyordu ama sonuna kadar değerdi.

"Lütfen bırakın bizi... Yalvarırım..." diyen korku dolu, titrek ve zayıf bir ses yükseldi biraz önce karanlıkta silüetleri gördüğüm noktadan. Aksanı çok bozuktu ve kelimeleri yutarak konuşuyordu. İngilizce'yi yeni söküyormuş gibi... Demek orada üç kişi vardı. "Ne isterseniz yaparız, lütfen bırakın bizi..." diyerek yalvarmaya devam etti kadın. Ama karşısında onun yalvarmalarına karşı yumuşayacak bir insan yoktu. Karşısında bir insan yoktu. Bir canavar vardı...

Kadının sesinin geldiği taraftan bir adam sesi daha yükseldi. Gırtlağını yırtarcasına bağırdığı cümlelerin hiçbirini anlayamadım, konuştuğu dili bilmiyordum ve hangi dil olduğunu da çıkaramıyordum.

Silahlı adamlardan biri hızla o tarafa yönelip elindeki tüfeğin arkasını adama geçirdiğinde içim acıdı. Adamın acı dolu inlemeleri alanı doldururken "Kapat çeneni..." diye hırladı ona vuran silahlı adam. Onları sindirmişti...

Eş zamanlı olarak bir kahkaha sesi yükselip ateşin çıtırtılarına eşlik ettiğinde sanki şeytan aramıza karışmış gibi hissettim. Belki de gerçekten karışmıştı. Bunlar şeytan değilse başka ne olabilirlerdi ki? Biraz önce, yalvaran kadın ile dayak yiyen adama ağrıyan içim şimdi kendi korkuma yanıyordu bir sigara misali... Alevi yoktu ama dumanı zehirliyordu...

Hemen yanımda oturan Efehan'ın aldığı nefeslerim şiddetinin giderek arttığını duydum. Gözlerini bile kırpmadan Tamian'a baktığından emindim.

"Pezevengin çocuğu..." diye homurdanansa Yücel'di. Onunla aramızda Hayal oturuyordu.

Hayal mi? O sessizdi. Gözyaşı döküyor muydu bilmiyorum ama sessiz kalmayı tercih ediyordu. Sessiz ve tepkisiz... Kapatmıştı sanki kendini içine çekildiğimiz bu ana...

Tamian'ın bize doğru yaklaştığını gördüğümde ilgim yeniden ona kaydı ve duvara biraz daha sinme ihtiyacı ile doldum. Sanki duvar beni bu canavarlardan koruyabilirmiş gibi... Koruyamazdı.

"Yarın..." dedi Tamian... "O kenardaki üçlünün zamanı... Harvey geldiğinde de sizin zamanınız başlayacak. O zamana kadar aldığınız nefeslerin tadını çıkarın. Yarın çok büyük bir eğlenceye şahit olacaksınız..."

Gözümdeki gözlüğün varlığı beni konuşmaya iten şeydi. Açık bir itiraf almak umuduyla...

Acı bir gerçekti... Umut, görüp görebileceğiniz en narsist duyguydu. Sizi varlığına alıştırır ve en ihtiyacınız olduğu anda yapayalnız bırakırdı. Yalnızlıktan o kadar canınız yanardı ki umut yeniden döndüğünde onu kucaklamaktan başka şansınız kalmazdı. Sizi kendine bağımlı bir hâle getirir sonra da yüz üstü bırakır giderdi. Ama geri dönmekten de hiç vazgeçmezdi.

Bendeki de böyle bir şeydi işte... Sindiremiyordum. Burada böylece hiçliğe karışmayı, katillerimizin ellerini kollarını sallayarak hayatlarına devam edecek olmalarını ve bu sırrın bizim kanımızla beraber toprağa karışacak olmasını sindiremiyordum. Öleceksem bile herkes failimin kim olduğunu, başıma nelerin geldiğini öğrensin istiyordum. Öylece bir trafik kazası diyerek tüm bu iğrençliğin üzerini kapatamasınlar...

"Eğlence mi?" diye sordum. Soğuk çıkarmaya çalıştığım sesim en azından korkumu bir nebze de olsa maskeliyordu. "İnsanları yiyorsunuz ve sen buna eğlence mi diyorsunuz? Bunun adı iğrençlikten, rezillikten, vahşilikten başka hiçbir şey değil..." Dilimden dökülenler mideme yumruk yemişim gibi hissettirdi. Dile kolay gelen bu kelimeler akla mantığa sığamıyordu. İnsanları yiyorlardı...

Tam önümde diz çöktüğünü gördüm sırtından vuran ateş sayesinde. Bir silüetten ibaretti, yüz ifadesini göremiyordum ama böylesi daha iyiydi. Hayal'in yanımda hareketlendiğini hissettim. Muhtemelen Tamian'dan olabildiğince uzaklaşmaya çalışıyordu. Nereye kadar uzaklaşabilirse işte...

"Ah küçük kız..." diye mırıldandı Tamian. "Ne kadar lezzetli olduğunu bir bilseydin böyle konuşmazdın."

Yandan bir öğürme sesi geldiğinde, duygularıma tercüman olan bir sesti bu. Yapmak istediğim tek şey buydu... İçim dışıma çıkana kadar kusmak...

"Bunun inancınla hiçbir ilgisi yok değil mi?" diye sordum. Sabahtan beri söyledikleriydi beni bunu düşünmeye iten. Eti yemekten, lezzetten bahsediyordu ama inanç kelimesi diline hiç uğramıyordu.

Alaylı bir tavırla güldü söylediklerime. "Babam inanıyordu..." diye mırıldandı. "Ama bu ona hiçbir şey kazandırmadı. Annem hastalandığında o çok inandığı tanrısına kaç adak adadı... Bu onu kurtarmadı. Oralarda bir yerlerde bir Tanrı olsaydı, daha en başından böyle bir duruma düşmezdik. Atalarımız Katalana topraklarından sürüldü, burada sefalete mahkûm edildik."

El ve ayak bileklerimi sıkan ipler yüzünden hiç rahat değildim. Oturduğum yerde biraz geriye doğru kayıp sırtımı duvara tamamen yasladım. "Tüm bunlar, başta bir deliye inanmayı seçen atalarının suçu... Ve o gelenekleri devam ettiren sizin... Rezilsiniz ve önünde sonunda cezanızı çekeceksiniz."

Bir şey söylemedi söylediklerime karşın. Yalnızca yüzüme baktı. Göremiyordum ama midemi bulandıran bakışlarının ağırlığını hissediyordum. Bu konuşmasından daha kötüydü. Konuşurken en azından ses tonundan bir ifade yakalayabiliyordum. Şimdi tamamen susarken ve karanlıkken tam anlamıyla bir bulmacaydı her şey... O iğrenç zihninden ne geçiyordu?

Çok değil, birkaç dakika sonra "Cesur bir kızsın..." diye mırıldandı. "O iki genç adam da öyle..." Kısacık bir duraksama daha oldu. "Aklınızı kullanırsanız hayatta kalabilirsiniz..."

Ne demek istiyordu? Kaşlarım çatılırken sorarcasına baktım yüzüne, göremeyeceğini bile bile.

"Dinleme onu Lizge..." diye homurdandı hemen yan tarafımda oturan Efehan. "Dinlemeye değmez..." Sesinde, fırtına öncesi sessizlik vardı sanki... İçinde bir yerlerde taşmayı bekleyen sönmüş bir volkan...

"Sanırım arkadaşın söylediğim şeyden pek memnun olmadı..." Tamian'ın sesiyle yeniden ona dönmek zorunda kaldım. Efehan Türkçe konuştuğu için onun ne söylediğini muhtemelen anlamamıştı ama ses tonundan bir şeyler sezinleyebilmişti.

"Biri mi konuşuyordu ki?" diyerek diğer taraftan da Yücel atladı bu kez. "Ben bir it havlıyor sanıyordum..."

"Köpeklere hakaret ettin şu an..." dedi Hayal de onlara katılarak... Tüm o korkusuna rağmen sesine yaydığı o cesur tona karşın içimde istemsizce bir gurur oluşmuştu.

"Hayatta kalmak istemiyor musunuz?"

Üstünlüğü kendi elinde tuttuğuna inanan sesi hiç sarsılmamıştı. Aksine daha alaycı bir tona bulanmıştı. "Ah..." diyerek uzunca bir iç çekti. "İstediğinizi biliyorum çocuklar..."

İstiyorduk... Ama çocuk değildik. Bizi öylece özgür bırakmayacağını biliyorduk. Derdi her neyse artık, bizi eksiye kendini artıya çıkarmak için bunları söylediğini biliyorduk.

"Özgürlüğünüz yalnızca size sunacağım teklifin cevabında..."

Teklif...

Teklif...

Düşündüğüm şeyi yapmayacaktı değil mi?

"Eğer..." diye devam etti sözlerine. "Bana katıl..."

"Seni aşağılık pislik herif!" diye bağırarak kestim sözlerini. Yerimden hareketlenip beni bağlayan ipin izin verdiği ölçüde ona doğru yaklaşmıştım. Bu yalnızca birkaç santim yapıyordu... Duymak bile istemiyordum. O cümlelerin devamımı tahmin etmek zor değildi ve ben bunun imasını bile duymak istemiyordum. "Her ne söyleyeceksen, umurumuzda bile değil... Çek şu sefil görüntünü gözlerimizin önünden! Yalnızca midemizi bulandırıyorsun!"

Ve hızımı alamayıp suratına tükürdüm.

Birkaç saniyelik sessizlik ve suratımda patlayan şiddetli bir tokat ses ve darebesi.

Başım geriye doğru savrulup duvara çarptığında, tokat attığı esnada çınlayan kulağım beynimin içinde bir zonklamaya dönüştü.

Yanımda duran Efehan'ın hareketlendiğini dizime değen dizinden anladım. Diğer taraftan bağıran Yücel miydi? O çınlama öyle yüksekti ki, seslerin hepsi çok uzaktan geliyor, bana ulaşamadan benden uzaklaşıp gidiyordu.

Dudaklarımı aralayıp derin bir nefes almaya çalıştım. İki darbenin de şiddeti yüzünden soluğum kesilmişti.

Hayal'in yan taraftan adımı söyleyişini duyuyor gibiydim ama emin de olamıyordum. Hâlâ uyanık mıyım, yoksa kendimden mi geçtim onu da bilmiyordum...

Sadece korkuyu biliyordum. O an bile yakamı bırakmayan korkunç bir korku...

۝

Zaman umarsızca geçmiş ve ateş usul usul sönmüştü... Açık kapıdan ve tavandaki o koca delikten havanın yavaş yavaş aydınlanmaya başladığını görebiliyordum.

Ellerimizdeki ipler öyle sıkıydı ki, parmak uçlarıma kan gidiyor mu şüpheliydim ve başımda beni tüketen bir ağrı vardı, yanağımda da...

Uyuyamamıştım hiç...

Sarsılan beynime ve patladığını çok sonradan fark ettiğim dudağımdaki yaranın acısına rağmen... Belki de onlar yüzünden... Başımı ne zaman sağ tarafa çevirsem duvara değen noktada acı katbekat artıyordu. Oradaki şişliği hissedebiliyordum.

İyi olup olmadığımla ilgili sorulan o kadar sorudan sonra nihayet sessizlik vuku bulduğu için minnettardım. Hayır, arkadaşlarımdan rahatsız değildim, sadece başım çok ağrıyordu.

Ateşin sıcaklığı geçtiğinden beri içerisi buz gibiydi. Kapıdan ve tavandan içeri dolan rüzgâr uğursuz bir sesle uğulduyordu. Tüm bu soğuğa rağmen, omurgamdan aşağı inen ter damlacıklarını hissetmem normal miydi?

"Lizge..." dediğini duydum birinin. Ama başımı kaldırıp kimin konuştuğunu anlayamadım. Ses sanki efsunlu bir rüyanın içinden geliyor gibiydi... Bir ağırlık vardı üzerimde, altından kalkmak için hiç çabalayasım yoktu. Derin bir nefes almaya çalıştım. Ciğerlerime dolan soluk bir an kendimi gül bahçesinde gibi hissetmeme neden olmuştu.

"Lizge... Kızım, suyla oynama, hasta olacaksın..." dedi aynı ses.

Ne zaman kapandığını anlamadığım gözlerimi açtım. Gözüme çarpan ilk şey, tüm canlılığıyla yeryüzünü ısıtan güneşti. Neşeli bir çocuk kahkahası doldu kulaklarıma. Başımı çevirdiğimde gördüğüm şey kalbimde kocaman bir delik açmıştı. O kadar uzun zamandır kapısına bile uğramadığım evim... Hayır uğrayamadığım...

Kovulduğum evim...

Annemin yeniden "Lizge..." diyen sesini duydum. Arka verandada durmuştu. Uzun kıvırcık saçları omuzlarından beline doğru uzanırken beyaz çiçekli elbisesinin içinde çok güzeldi. "Güller yeterince sulanmıştır, kapat suyu ve gelip ödevlerini yap..."

Hiçbir zaman onu ödevim yok diye kandıramamıştım çünkü okuduğum lisede öğretmenlik yapıyordu. O da babam da...

Gülleri sulamak benim ev ödevlerinden kaçış yolumdu... Tabii güllerle birlikte kendimi de... Çamur içinde kalıp banyoya girer, derslerin başına oturmak için biraz daha zaman kazanırdım. Herkes uyuduktan sonraysa kameramı açar ve günümün nasıl geçtiğini anlatırdım oraya... Kameralarım benim günlüklerim gibi olmuştu. Ta ki bir gün babama yakalanana kadar... Kameramı kırdığını dün gibi hatırlıyordum. On birinci sınıfa geçtiğim o yaz... Ailemin korkunç baskısından kaçmak için sığınabildiğim tek limandı. Üniversite sınavına hazırlanmam için durmadan tepemdeydiler... Ailemizdeki geleneği tıpkı abim gibi benim de sürdürmemi bekliyorlardı. Onlar gibi, onların ebeveynleri gibi bir öğretmen olmamı bekliyorlardı benden. Balığa uçmayı, file ağaca tırmanmayı öğretmek gibiydi bu...

On dört yaşındaki halime döndü gözlerim. Suyu kapatmış, kenara koyduğu kamerasını alıp güllerin önünde bir poz vererek fotoğrafını çekip istemeye istemeye eve doğru yürümüştü.

Peşinden gitmek istedim. Annem çoktan evin içine girmişti bile. Babamın da orada olduğunu biliyordum. Tüm ciddiyetiyle köşe koltuğuna oturmuş ya bir kitap okuyordu ya da bir bulmaca çözüyordu.

Sanki bu son şansımmış gibi...

Son kez onları görecekmişim gibi...

Gidemedim. Ayaklarım oldukları yere çakıldı sanki... Sonra birden ayaklarımın altındaki toprak içe göçtü ve kendimi karanlık sularda buldum. Derin bir nefesi içime doldururken gerçekliğe uyanmıştım. Ne olmuştu bana? Yüzümden aşağı akan sular, aldığım her nefeste ağzıma kaçarken birkaç kez öksürmek zorunda kaldım. Gözlerim bulunduğum yeri taramaya başladı. Şimdi ne güneş vardı, ne gibi bahçe, ne annem... Ne de babam...

Büyük bir alanının içindeydik. Ateşin yandığı sunak bizden metrelerce ötedeydi. Etrafımızı saran duvarlar yukarıya doğru ovalleşiyor ve en tepedeki büyük bir boşlukla birleşiyorlardı.

Yediğim tokat ve başımı çarpmam... Sabaha kadar uyanık kalmıştım ama bir noktada kendimden geçmiş olmalıydım. O nokta hangi noktaydı hiçbir fikrim yoktu. Rüya görmüştüm... Annemi görmüştüm... Ailemin yanında mutlu olduğum günleri... Ve başımdan aşağı dökülen bir kova soğuk suyla uyandırılmıştım.

Ard arda birkaç kez yutkunduktan sonra kovayı kimin döktüğünü bulmak için başımı kaldırdığımda Harvey ile göz göze geldim.

"Yiyorsa o hareketi ellerimi çözüp bir daha tekrarla..." diye bağırıyordu Yücel... Efehan ve Hayal'in bakışlarını yüzümde hissedebiliyordum.

Harvey Yücel'i hiç duymamış gibi yapıp gözlerini benden bir an olsun çekmeden önümde tek dizinin üzerine çöktü.

"Bir süreliğine gittim ve beni hiç şaşırtmadınız..." dedi alay eder gibi. Başımdaki ağrı biraz da olsa geçmişti. Yüzümdeki sızı da...

"Açtığınız o delik yüzünden şimdi yeni misafirlerimiz o delik kapanana kadar uyutulmak zorunda kalacaklar. Hiç eğlenceli olmayacak..."

Yoğun bir ağlama isteği içimi dağladığında gözümden şakağıma doğru kayan yaşa engel olamadım. Başımı doğrultmaya hiç halim yoktu. Canım cesedim çekilmiş gibi hissediyordum...

"Tüm bunları neden yapıyorsun?" diye fısıldadım. Neler oluyordu bana? Buraya getirilirken şu an olduğumdan çok daha iyiydim oysaki...

"Sana söyledim Lizge..." diye karşılık verdi Harvey. "Bareen ile bir anlaşma yaptık..."

Ah evet, şu anlaşma...

"Hikâyenin en eğlenceli kısmına hazır mısınız?"

Yere tam olarak oturup bağdaş kurdu ve sırayla hepimize baktı. Bakışları Luca'da ve köşeye sinip korku içinde onlara bakan iki adam ve bir kadından oluşan grupta daha fazla oyalandı. "Siz zaten dinlediniz..." Sonra sırayla bizim üzerimizde oyalandı. "Ama size henüz anlatma fırsatı bulamadım."

"İnanır mısın, hiç ilgimizi çekmiyor senin boktan hikâyen..." diye homurdandı Efehan hemen yan tarafımdan. O kadar haklıydı ki...

Tek bir ses bile duymak istemiyordum. Özellikle onlardan birinin sesini...

"Neyse ki sizin ilginizi çekip çekmemesi ile hiç ilgilenmiyorum." diyerek anlatmaya başladı. "Anne baba baskısının ne demek olduğunu bilir misiniz? Benimkiler bunu fazla abartmıştı. Hayatımın her anına müdahale ediyorlar bana nefes alma alanı bırakmıyorlardı. Ve baş belası iki kız kardeş... Onlarla aynı odayı paylaşmak zorunda olmak işkence gibiydi." Duraksayıp derin bir nefes alarak başını iki yana salladı. Sanki o zamanlara gitmiş gibiydi. "Boğulduğumu hissettiğim o noktada kendimi öldürmeyi bile düşünmüştüm..." Gözlerinden karanlık bir parıltı geçtiğinde ürpertmiş, kendimi biraz daha duvara sinerken bulmuştum. "Sonra kendi kendime dedim ki neden ölen ben olmak zorundayım ki?"

Şimdi gözlerindeki karanlık parıltının yankıları dudaklarındaydı. Sinsi bir gülüş peyda oldu orada... Daha fazla ürperemem sanmıştım ama zihnimi yoklayan düşünce ile daha fazla ürperdim.

Kendi ailesini öldürmüş olamazdı değil mi?

Sanki düşüncelerimi duymuş gibi doğrularcasına başını salladı. "Evet Lizge... Ben öldürdüm onları... Her birinin kanını akıttım sonra da gidip cesetlerini bir ormana gömdüm. Yakalanmayacağımı sanıyordum ama ertesi gün her haber kanalında boy boy fotoğraflarım vardı. Komşularımız neler olduğunu duymuş ve beni ihbar etmişlerdi."

Kısa bir duraklama daha... Sanki aklında onu ihbar eden her komşusunu zihninde paramparça ediyordu...

"Kaçtım... Yol beni buraya kadar getirdi. Yirmi yıl önce bu köye kendi isteğimle sığındığımda burada neler döndüğünü bilmiyordum." Başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. "Öğrendiğimde seninle aynı konumdaydım. Onlar avcıydı bense tuzağa kendi ayaklarıyla gelen bir av..." İki parmağını şakağına bastırdı. "Aklımı kullandım. Bareen'e bir anlaşma teklif ettim. Yolun konumu tüm planlar için eşsizdi. Tek yapmamız gereken insanları buraya çekmekti. Merak, insanların en büyük düşmanıdır. Ben onları meraklarından vurdum. Genel olarak güvenli olan bu yola bizzat ben tehlike oldum. Onlara av çektim, onlar da beni sakladılar." Dudakları bir kez daha kıvrılırken "Tüm dünyada aranan bir seri katilim ama burada kimse bana dokunamıyor, özgürüm."

Midem bir kez daha yoğun bir bulantı ile karşı karşıya kalmıştı. Her şey öyle gerçeküstü geliyordu ki artık... Bir adamın cezasından kaçmasının bedelini yüzlerce insan ödüyordu.

Böyle bir durumda ne söylenebilirdi? Söyleyebilecek hiçbir şeyim yoktu.

"Ve sen bununla gurur duyuyorsun öyle mi?" diye sordu Efehan tükürürcesine. "Aileni katlettin ve bununla övünüyorsun?"

Harvey tam konuşmak için dudaklarını aralamıştı ki biri "Harvey..." diye seslenip onun dikkatini kendi üzerine çekti. O omzunun üzerinden geriye baktığında bizim de bakışlarımız o noktaya kaymıştı. Elinde tüfeği ile bir adam girişte dikiliyordu.

Adam başı ile kenarda duran üçlüyü işaret etti. "Tamian zamanın geldiğini söyledi..."

Kanım çekildi o an...

Zaman gelmişti.

Bize yaşatacakları şeyi ön gösterimini önden izleteceklerdi.

O üç kişiyi vahşice katledecekler ve bize bunu izletip bizi neyin beklediğini göstereceklerdi.

En karanlık detaylara birazdan en çirkin şekilde şahit olacaktık...

۝

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler✨❤️

Bölüm : 12.12.2024 21:53 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...