
Sellam✨
Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın 💖
Bu arada 17 Ocak Gece Hancı ve Damla Hancı'nın doğum günü✨ İyi ki doğdun benim serseri, doğruları yanlış yollardan yapmaya çalışan deli çocuğum🎉 İyi ki doğdun benim naif ama cesur kızım🎉
Keyifli okumalar diliyorum💖
💎🎭
YAZARDAN:
Çaresizliğin en belirgin haliydi geç kalmışlıkların umuda attığı kesik izleri.
Geç kalmıştı...
Tam olarak hangi noktada geç kalmıştı?
Boynuna saplanan o iğneyi fark edemediği noktada mı?
Gözlerini gerçekliğe açtığı anda mı?
Daha erken uyansa bir şeyleri değiştirebilir miydi mesela?
Yoksa daha en başından, yıllar öncesinden mi geç kalmıştı bu ana? Yasemin'i Güney'den uzak tutamadığı tüm o yılların içinde...
İzel içeri adım attığından beri gözlerini ondan çekemiyordu Savaş. Kalbinde büyüyen o korku şimdi kalbine yük olan bir kamburdu. Öyle ki sol göğsünde amansız bir ağrı başlamıştı.
İzel buraya hiç gelmemeli diyordu ama geç kalmıştı...
Yine ve yine...
Her şeye rağmen, onları kafesin içinde bulmasına rağmen, birden ortaya çıkıp karşısına dikilen tuhaf maskeli, iri yarı adamlara rağmen, Yasemin'e rağmen dik duruşundan ödün vermiyor olması, korkusuzca önlerinde dikilmesi, cesareti... Sanki mümkünmüş gibi daha fazla hayran oldu ona, daha fazla aşık oldu...
Korku biraz daha büyüdü...
Cesaretini değil, cesaretsizliğini istiyordu Savaş; korkusuzluğunu değil, korkusunu...
Kırılsın cesareti, korksun; korksun ki ardına bile bakmadan kaçıp gitsin buradan.
Kalbindeki korku biraz daha büyüdü; o İzel yerine de korkmaya başladı.
Ona bir şey olursa bununla yaşayamazdı. Düşüncesi bile tüm kaburga kemiklerinin sırayla kırılıp, göğüs kafesinin içinde korkunç bir tahribata neden olmasıyla eş değer bir acıyla sarsıyordu onu.
Bir gülüş, minik bir tebessüm... bu kadar acıya rağmen ona nefes olan bir gülümseme...
Karşılık olarak dudakları kıvrıldı istemsiz...
Kaçıp gitmeyeceğini biliyordu Savaş, güçlü duruşuna rağmen içten içe korktuğunu bildiği gibi... Nasıl ki onun bir nefese ihtiyacı varsa onun da ihtiyaç duyduğunu, tutunacak bir dal aradığını biliyordu. Aradaki mesafeye rağmen o kahvelerin irislerinin arasına dağılan her kıvrımı her tonu ezberlemişti. Onun neye ihtiyacı olduğunu biliyor ve ona istediğini veriyordu.
Bu gülümsemeden cesaret alan tek kişi İzel olmadı. Savaş'ın korkunun katranıyla yıkanmış kalbine ışık oldu o gülümseme.
Bulundukları yer bir savaş muharebesiydi, ateş hattının ortasındaydılar ve üzerlerine kara bulutlar çökmüştü. Ona rağmen bir güneşin sıcak kolları uzandı onlara sanki.
İzel gözlerini çektiğinde en sonunda o da bakışlarını çekmişti İzel'den. "Yazgı Deha Yaman..." diyerek neyi kastettiğini anlamasa da o kişinin İzel'in ders aldığı dövüş eğitmeni olduğunu biliyordu.
Yasemin konuştu... Mide bulandıran pek çok ayrıntıyı döktü ortaya kendi ile ilgili ve Savaş hiçbirine şaşırmadı. İlgilenmedi de...
O an ilgilendiği tek şey o kafesin içinden çıkmaktı. Kafesin kapısını kontrol etti, Kalın zincirlerle ve üç farklı kilitle kilitlenmişti. Kırması imkânsız gibi görünüyordu ama Savaş pes etmeyi kabul edemiyordu. Burada eli kolu bağlı oturmak yerine denedi, elinden geleni yaptı o kapıyı kırmak için. Güney'in uyarıları umurunda bile olmadı; Her darbesi bir öncekinden daha şiddetliydi.
Havada sallanan bir kafesin içinde olmasaydı belki bir şansı olabilirdi ama darbeleri şiddetlendikçe kafes daha fazla sallanıyor ve Savaş'ın dengede durmasını bile zorlaştırıyordu.
"Gece..." diyen zayıf bir ses, kafese attığı darbe seslerinin arasından kulağına çalındığında bir anlığına bakışları sesin geldiği yöne kaydı Savaş'ın. Ama kapıya attığı tekmelerin şiddeti hiç duraksamadı.
Damla'yı kafesinin bir köşesine oturmuş, bacaklarını göğsüne çekip kollarını bacaklarının etrafına dolamış bir halde buldu. Başını kafesin demirlerine yaslamış ve ağır ve derin nefesleri içine çekmeye başlamıştı.
"Yirmi yedi dakika kırk sekiz saniye..." Sakince aldığı nefeslerin arasında Gece'ye bakarken devam ettiğinde ortaya saçılan sözlerle istemsiz duraksadı Savaş. Tekmesi demir parmaklıkların üzerinde asılı kalırken çattığı kasları ile baktı Damla'ya. "Zorlarsam otuz dakikaya ulaşabilirim. Ben işaret verdiğimde aşağı atla."
Ne saçmalıyordu bu kız?
Güney'in dehşetle Damla'ya baktığını gördü göz ucuyla, Gece'nin çaresizlikle Damla'ya baktığını...
"Atlamayı aklından bile geçirme Gece!" diye seslendi İzel aşağıdan, sesi içine işliyordu Savaş'ın. Bakışları bir kez daha kaydı sevdiği kadına. İzel'in dikkatli bakışları adamlarla bulundukları bina arasında mekik dokuyor, aklında bir plan çiziyordu sanki. Yoğun bir arzuyla doldu tam o an... Onu çekip kollarına almak, dudaklarına kapanıp tüm korkuları ruhundan silinip geriye ikisinden başka kimse kalmayana kadar onu öpmek...
Küçükken yaraların acısı anneler öpünce geçerdi ya. Savaş'ın yaraları hiçbir zaman annesi tarafından öpülmemişti. Aksine Semiha Kalkavan, kendi rahminden kopup dünyaya gözlerini açan oğlunun kanayan yaralarını hep daha fazla deşmiş, deşmek yetmemiş her seferinde de acımasızca gözyaşlarının tuzuyla yıkamıştı o yaraları.
Bir annenin öpücüğü ile iyileşmenin ne demek olduğunu bilmiyordu belki Savaş ama artık sevdiği kadının dudaklarıyla kutsanmanın ne demek olduğunu iyi biliyordu. Öyle ki canı bedeninden çıksa bile ayağa kalkıp onun için herkesle ve her şeyle savaşabilirmiş gibi hissediyordu. Hiç canı yanmıyormuş gibi... Aynısını ona da hissettirmek istiyordu.
Düşüncelerinin arasına giren şey Damla'nın "...silerim seni!" diyen sesi olduğunda bakışlarını yeniden Damla'ya çevirdi.
Öncesinde 'Atlamazsan beni artık kardeşin olarak sayma' demişti değil mi? Yanlış işitilmiş cümlelerin yankıları dolanmıyordu yani şu an kafasının içinde.
Damla Gece'den atlamasını istiyordu...
"Kafayı mı yedin sen prenses!" diye soludu sinirli bir sesle Güney.
Kesinlikle kafayı yemiş olmalıydı...
"Damla..." demek istedi ama sesi çıkmadı Savaş'ın. Kıramadığı bu kafesin içinde kapana kısılmışken İzel'in aşağıdakilerle yalnız olduğunu bilmek onu öldürüyordu. Ne demesi gerektiğini bilmiyordu...
Ne Gece ne Damla onlarla hiç ilgilenmiyordu.
"Damla..." diye mırıldandı Gece, ses tonu kısılmıştı şimdi. Sanki İzel duymasın diye çabalıyordu. "Ya yetişemezsem?"
Gözleri kapalı olan Damla gözlerini açma zahmetine girmeden yalnızca "Yetişirsin..." demekle yetindi. "Bizim Gece'miz bize hep yetişir, tıpkı şimdi İzel'e yetişeceğin gibi..."
Sonra bir şey ona tetiklemiş gibi gözleri usul usul açıldı, o gözlerdeki acı çok netti. Kabulleniş... Sertçe yutkundu Savaş.
Damla kendini feda ediyordu.
Damla ölümünü kabulleniyordu.
"Damla..." dedi daha güçlü bir sesle. O anın içinde bile tek düşündüğü İzel'di. Damla'ya bir şey olursa İzel bununla nasıl baş ederdi? Cevabı basitti; edemezdi... "Bunu yapma, bunun İzel'e hiçbir faydası olmaz..."
Duyulmadı yine. Kardeşlerin tamamen birbirlerine odaklandıklarını anladı o an. Kelimeler vardı ortaya saçılan evet... Ama bir de ortaya saçılmayanlar vardı; yalnızca Damla ve Gece'nin gözlerinden akanlar, yalnızca birbirlerinin anladıkları...
"Benim hâlâ yirmi yedi dakika kırk sekiz saniyem olacak Gece, ama İzel'in bir dakikası bile olmayabilir."
Damla'nın bu sözleri, göğsüne zehirli bir hançeri sapladı sanki, öyle ki o hançerin ucu kalbini delip geçmiş ve iki kanadı andıran kürek kemiklerinden birini paramparça edip sırtından çıkmıştı.
Gece'nin o çaresiz kararsızlığı öyle bir karanlığa açıyordu ki kapılarını... Gece Hancı bile içeride kayboluyordu. Öfkesinin yaktığı damarları yüzünden tüm bedeni titriyordu. Yıkım istiyordu. Onları bu hale düşürenlerin yıkımını...
"Bunu İzel'e borçluyuz Gece..." diye devam etti Damla. Sesi öylesine cesur, öylesine kendinden emin çıkıyordu ki... Öyle bir anın içinde bile göğsü, kardeşine duyduğu gurur ile kabardı Gece'nin.
İtiraz istemeyen sesiyle son hamlesini yaptı Damla ve Gece'nin kararsızlığını yıkıp geçti, diğer seçenekleri çekip aldı Gece'nin önünden ve ona tek bir seçenek bıraktı. "Sen de ben de bunu İzel'e borçluyuz. Atlamazsan seni silerim, asla affetmem... Lütfen atla ve beni abisiz bırakma... Ne beni ne İzel'i..."
Dudaklarından çaresiz bir inilti döküldü Gece'nin ve yüzü aynı çaresizlik ile buruştu. Başını bir kez sallayıp kafesin kenarına geçtiğinde Güney "Saçmalamayı kesin!" diye solumuştu sert bir sesle. Şimdi o da kafesin kenarına geçmiş ve dehşetle Gece'ye bakıyordu. "Atladığın an o ölecek farkında mısın?" dedi. "Onu kendi ellerinle öldüreceksin!"
Savaş da en az Güney kadar şaşkındı, afallamıştı ve dehşet ile sarmalanıyordu. Ama bildiği tek bir şey vardı, o da Gece Hancı'nın güvendiği bir şey, bir ayrıntı olmadan böyle bir adım atmayacağı, ne İzel'i ne de Damla'yı gözden çıkarıp ölüme itmeyeceği...
Damla işaret verdi. Gece Hancı aşağı atladı. Aynı anda Damla'nın kafesi de gözlerinin önünden hızla kayıp gitmiş ve kısacık bir sürenin ardından da metal plakanın suya çarpan sesi dolmuştu kulaklarına.
"Hayır..." diye fısıldadı bu kez Güney. Gözlerini bile kırpmadan Damla'nın kafesinin düştüğü noktaya bakıyordu şimdi. "Bunu yapmış olamaz. Prensesi öylece ölüme itmiş olamaz."
Öyle bir bakıyordu ki aşağı... Bir an onun da atlayacağını düşündü Savaş ve o an ilk kez gözleri sessizce ağlayan Hazal'a kaydı. O kadar çok titriyordu ki sindiği köşesinde aradaki mesafeye rağmen fark ediyordu genç adam. "Güney!" dedi uyarırcasına. "Gece Hancı kardeşini öylece ölüme itmez, bir bildiği olmalı."
Yirmi yedi dakika deyip durmuşları.
Bu mümkün olabilir miydi?
Damla yirmi yedi dakika boyunca durabilir miydi o suyun altında?
"Ne bildiği amına koyayım." diye gürledi Güney bunun üzerine. Ateş saçan mavileri sonunda çekilmişti o noktadan "Ne bildiği Savaş? Kız suyun içine gömüldü. Balık mı bu kız suyun altında nefes alsın? Kendi elleriyle ölüme itti onu..."
"Sende atlayabilirsin..." diyen cılız bir ses girdi aralarına. Ölesiye korku dolu, öylesine zayıf, öylesine titrek... "Benim için sorun değil, alınmam ya da kırılmam..." diye devam etti Hazal. "Buradan kurtulamayacaksan, boğularak ölmeyi tercih ederim. Ben öldükten sonra cesedimi ne yapacakları umurumda değil..."
Biraz önce Gece'nin geçtiği o çaresizliğin zifiri karanlık kapısına bu kez itilen Güney'di. Diz çöktü kafesin zeminine... Aldığı derin soluklarla bakıyordu aşağı. Kafesin üstünü oluşturan plaka yüzünden Damla'yı göremiyordu ama belki de görememesi daha iyiydi. Onun öldüğü ana şahitlik etme düşüncesi bir an içinde bir yerlerin ipini kopardı, kopan halatların çarptığı noktalarda bıraktığı izleri en derinden hissetti Güney Kalkavan.
Çok derin bir geçmişe değil daha dün gece yaşananlara gitti aklı. Küçücük banyonun içinde olanlara... Hayat dolu gülüşü geldi aklına, gözlerindeki o ışık...
İzel'in ve Gece'nin ona hep bir koruma duvarı ördüğünü söylemişti. O zaman neden şimdi Gece Hancı kendi elleriyle ölüme itmişti kardeşini?
Gençti... Genç olmasının yanında çok eksikti. Daha ilk kez dün gece sarhoş olmuştu bu kız...
Öpsene beni...
Hep merak etmişimdir biriyle öpüşmek nasıl bir duygu diye...
Hiç denemeye cesaret edemedim.
(Buraya şey demeyin lütfen dhkxhx senin düşüneceğin düşüncenin çapını delsinler falan xbkxjxkx Her ikisinin de içinde kaldı o öpücük dhkxbxkjx)
Hayatın bu kadar gerisindeyken ölümün ellerinin ona uzandığını düşünmek, kopan ipin geride bıraktığı izlerin daha fazla sızlamasına neden oldu.
Derin bir nefesi içine çekip başını kaldırdı yerden ve Hazal'a baktı. Onda da bir kabulleniş gördü, titreyen dudağına kendini korumak ister gibi bedenine doladığı kollarına rağmen o da kabulleniyordu ölümü.
İsterdi. Aşağı atlamayı ve camı kırıp Damla'nın ciğerlerinde solmaya başlayan soluklar bitmeden ona yeni nefesler bahşetmeyi isterdi.
Aklı almıyordu ondan nasıl bu kadar çabuk vazgeçebildiklerini...
(Güney ne dram yaptın yaa hiçbir halt bilmeden hdksnskx sakın kendin yazıyorsun demeyin vallahi kendileri kendilerini yazdırıyo)
İçine çektiği o nefesi geri dışarı verirken "Hayır..." dedi fısıldarcasına.
Olayların en başına döndüklerinde istemsizce Hazal'ın yaşadığı o korkunç şeylerden kendini sorumlu tutuyordu. Daha en başından Hazal'ı uyarabilirdi Aksel konusunda. O Aksel'e hiç kapılmadan; yalanlarına, aldatmacalarına hiç inanmadan...
Pişmanlıklar arka arkaya dizeleniyordu ama neye yaradı ki?
O âşık olduğu kadın için göz yummuştu her şeye ve başı yanan Hazal olmuş, hikâyeleri onları bu noktaya kadar taşımıştı...
"Korkma..." diye mırıldandı Güney sıkıntılı bir tavırla ellerini saçlarından geçirirken. "Atlayıp ölüm fermanını imzalamayacağım." Sonra söylediği sözler aklına geldiğinde dudağının ucuna kadar gelen küfrü yuttu ve genç kızı biraz da olsa rahatlatmak için "Ayrıca kurtulmanın bir yolunu bulacağız." diye mırıldandı. Nasıl olacağını henüz o da bilmiyordu ama kurtulmak zorunda olduklarını biliyordu.
Savaş kuzenine kısacık bir bakış attı, onu çok iyi tanıyordu, yüzüne baktığında nasıl bir karmaşanın içine çekildiğini, o karanlıkla nasıl savaşmaya çalıştığını anlayacak kadar. Gözleri onun bile farkında olmadığı bir şekilde dalıyordu aşağı, Damla'nın kafesinin düştüğü yere.
Savaş'ın da aklı Damla'daydı ama İzel için duyduğu endişe her şeyin önüne geçiyordu.
Yeniden kafese tekme atmak için döndüğünde darbeyi atmadan önce onun da bakışları kısacık bir an aşağı kaydı. Amacı İzel'in ne durumda olduğunu kontrol etmekti, sonra işine dönecekti ama üzerine doğru koşmakta olan adamlara doğru koşan bir İzel görmeyi beklemiyordu.
Yüreği boğazına doğru tırmandı, soluklarının önüne kurduğu barajın ardından kalp atışları o noktada durdu. Zaman ağırlaştı, ağırlaştı, ağırlaştı. Ta ki durup onların üzerine tersi yöne doğru akmaya başlayana kadar.
Adamlarla arasında belli bir mesafe kaldığında koşmayı bir an bırakmadan kendini dizlerinin üzerine atışını izledi Savaş. Dizlerinin üzerinde yerde sürünüşünü ve saniyeler içinde iki adamın arasından geçip yerdeki paslı demir boruyu kavrayışını... Çevik bir hareketle bedenini çevirip ayağa kalktığını gördü. Gözlerinde korkunun esamesi yoktu şimdi, yalnızca öfkenin cesareti vardı. Adamlar arkalarını dönemeden İzel boruyu birinin sırtına serçe indirmeyi başarmış, onun acı dolu inlemesiyle diğeri İzel'e döndüğü andaysa İzel bu kez de beklemeden, bir an bile düşünmeden demir boruyu onun suratına geçirmişti. Kırılan kemiğin sesini oradan bile duyabilmişti Savaş.
Dudağı kıvrıldı, kalbi yeniden sol göğsünde atmaya başlamış, soluklarını tıkayan her yumru kaybolmuştu, uzun zaman sonra ilk kez nefes alabildi o an. 'İşte' diye geçirdi aklından, gururla onu izlerken. 'İşte benim kızım..."
🎭💎
İZEL İZEM HANCI'DAN;
İzleniyormuş hissi bir mıknatıs gibi çekti bakışlarımı bir yöne ve kahvelerim Savaş'ın okyanusları ile çarpıştı. Gözlerindeki ifadelerden ve dudağındaki kıvrımdan, biraz önce o iki adamı nasıl devirdiğimi gördüğünü anladım.
Elimdeki demir sopayı parmaklarımın arasında çevirirken ona göz kırptım çapkın bir tavırla. Amacım onu bir nebze de olsa rahatlatmaktı. Gece'nin atlayışının ardından Damla'nın suya gömülmesinin onları korkuttuğundan emindi.
Yirmi yedi dakika kırk sekiz saniyemiz artık yirmi altı dakika otuz iki saniyeydi. Dakikaları sayarken hiç bu kadar dikkatli olduğumu hatırlamıyordum bu zamana kadar.
Zihnime kurulan bir saat kulesi vardı, her saniyeyi çınlatıyordu adeta zihnimin duvarlarında.
Elimdeki sopanın ucuyla Savaş'ı işaret ettim ve "Sakın kendini incitecek bir şey yapma!" dedim şakayla karışık bir ciddiyetle.
Kafesin kapısını kırmaya çalıştığı her an kendini gerçekten incitmeye biraz daha yaklaşıyordu ve bu benim canımı sıkıyordu. Bu bir film ya da dizi senaryosu değildi, o kapıyı kırması imkânsızdı... "Uslu uslu orada otur ve beni bekle. Kahramanın olup gelip kurtaracağım seni."
Gülüşü biraz daha derinleşti ve "Seni seviyorum..." dedi yalnızca dudaklarını oynatarak. Yüzüne bakmasan bunu söylediğini asla bilmezdim, ya da dudak okuma sanatını bilmesem... Dudaklarım kıvrıldı istemsizce "Biliyorum..." dedim tıpkı onun gibi.
Tam o an kulağımın dibinden vınlayarak bir şey geçip beni irkiltmiş, bir saniye sonraysa yakınlarımdan bir adamın inlemesi dolmuştu kulağıma. Savaş ile bakışlarımız koparken kahvelerimi karşıma çevirdiğimde bana doğru yönelen ama göğsünün tam ortasına saplanan pala yüzünden durmak zorunda kalmış bir adamı gördüm. Başındaki domuz kafası şeklindeki başlık ifadelerini görmeme engel oluyordu, bakışlarını...
Palanın etrafına sardığı ellerinin ardından, dizlerinin üzerine çöktüğünde yanımda duran Gece "Romantizminizi sonraya saklayın." diye homurdandı ve ileri doğru bir adım atıp hâlâ dizlerinin üzerinde duran adamın göğsünden palayı çekip aldı. Adamın göğsünden fışkıran kan Gece'nin ayakkabılarının üzerine sıçramıştı, palanın ucundan yere kan damlıyordu.
Ayağının ucuyla artık cansız olan bedeni dürtüp yana devrilmesini sağladı ve "Beş..." diye soludu sinirle. "Geriye kalır..." Bakışları kısıldı ve üzerimize gelmeye devam eden adamlara bakıp yüzünü buruşturdu. "Siktir etsene... Yirmi beş dakika içinde buradaki herkesi indirip Damla'yı o sikik fanusun içinden çıkarmamız gerekiyor."
Başımı sallayarak onayladım onu.
Yasemin'e kaydı bakışlarım. Tüm dikkati bizim üzerimizdeydi.
Gece ile sırt sırta dururken "Sen de benim düşündüğümü mü düşünüyorsun?" diye sordu Gece. Elimdeki sopayı daha sıkı kavradım, odağım tamamen Yasemin'deydi. Yasemin'e baktığım anı seçmişse bu soruyu sormak için, kesinlikle aynı fikirdeydik.
"Onu bana bırak..." diye cevap verdim ona ve bana hızla yaklaşmakta olan adamlardan birinin kafasına elimdeki demir sopayı geçirdim.
Acımak yoktu...
Düşünmek yoktu...
Zaman aleyhimize işliyordu. Artık sadece yirmi dört dakika elli iki saniyemiz vardı. Elli bir...
Adamın kafası vurduğum darbeyle sağına doğru savrulurken gelen ses yüzünden midem bulandı ve yüzümü buruşturdum. Bu altıncıydı ama etrafımızda hala bunun birkaç katı adam vardı. Gece ile yeniden ayrıldık, o bambaşka bir noktada üzerine saldıranları kelimenin tam anlamıyla doğruyordu, sadece bir anlık gözüme çarpmıştı yüzü ve o bir an bile yetmişti yüzüne sinen vahşeti görmeme...
Kan... duvarlara kadar sıçramış, zemin kanla yıkanmaya başlamıştı.
İleri doğru bir adım daha attım, amacım önüme geçen herkesi yolumdan çekmek ve Yasemin'e ulaşmaktı. Ona ulaşırsam adamları geri çekmesini sağlayabilir, bunun için seve seve suratını dağıtabilirdim.
Tam önüme çıkan adama vurmak için sopayı kaldırmıştım ki sopa biri tarafından tutuldu ve aynı anda yan taraftan kaburga kemiklerimin üzerine gelen sert bir tekmeyle nefesim kesildi. Dudaklarımın arasından kaçan acı dolu bir inlemeye Savaş'ın "İzel!" diye bağıran sesi karışmıştı.
Zemini ayaklarımın altında hissedemedim bir an ve ileri doğru savrulup sertçe yere düştüm. Son anda başımı korumayı başarabilmiştim ama yere çarpıp yuvarlanan bedenimin her bir noktası acıyla sızlıyor, tekmenin vurulduğu yer kemiklerim kırılmışçasına zonkluyordu.
Sertçe yutkunup dirseklerimi zemine yaslayarak ayağa kalkmaya çalıştığımda gözüme çarpan ve kurudukça derimin gerilmesine neden olan kanla yüz yüze geldim, keskin kokusu aldığım soluklarla ciğerime sızıyordu.
Kulaklarımdaki uğultunun yanına bir de görüşümdeki bulanıklık eklenince gözlerimi sımsıkı yumup başımı iki yana salladım. Kaybedilen her saniye bizim için ölüm demekti.
Gözlerimi yeniden açtığımda hemen birkaç adım ötemden bana doğru gelen adamı son anda fark ettim. Başımı kaldırıp baktığımda kaldırdığı dikenli topuzu bana vurmak üzere olduğunu görmek, gözlerimin büyümesine neden oldu.
Telaş reflekslerimi esir alırken topuzun dikenli başı uzandığım yere çarpıp eskimiş zemini aşındırmadan yalnızca bir salise önce yana doğru yuvarlanarak alacağım ağır darbeden kurtulmayı başardım.
Demirin yere çarpan sesi ve darbeyle zeminden sökülüp etrafa saçılan parçaların sesi kulaklarımda çınladı.
Kahvelerimi topuzdan çekip adama çevirdiğimde suratı jokere benzeyen bir tavşan başlığı karşıladı beni. Ama o maskenin ardındaki gözleri gördüm sanki. Vahşi, öldürme arzusu ile dolu, kanımın akışını görmek isteyen o bakışı...
Topuzu yerden kaldırdı, o yeni bir hamle yapmadan önce ben ayağa kalkmak için harekete geçmiştim ki bir kurşun sesi doldurdu alanı ve aynı anda adamın başındaki joker tavşan başlığında bir delik açıldı. Açılan delikten fışkıran kanların eşliğinde bedeni yere devrilirken son anda kendimi kenara çekip o kanın üzerime akmasını engelleyebilmiştim. Sanki zaten yeterince kana bulanmamışım gibi...
Başımı kaldırıp silah sesinin geldiği yere baktığımda, biraz önce içeri girdiğim, camları siyaha boyanmış kapının önünde duran Yazgı Deha Yaman'ı gördüm. Hemen arkasından kapıdan içeri giren beden ise Maya'dan başkası değildi.
Tanrım, tam zamanında...
Sıkılan silah sesi, boş hastanenin içinde yankılanmış, herkesin duraksamasına ve bakışlarını o tarafa çevirmelerine neden olmuştu.
Oluşan sessizlikte, Yazgı'nın indirdiği adama bakarken "Benim Küçük Kızımı benden başkası dövemez." diye homurdanışı çok net duyuldu.
Zaman bir anlığına, roller coasterın en tepesine çıkmaya başlayan bir vagon gibi yavaşladı, herkesin hareketleri ağır çekime alınmıştı sanki, sesler ağırlaşan zamanın altında boğuluyordu.
En tepeye çıktı vagon ve bir an sonra freni patlamış kamyon misali yokuş aşağı kaymaya başladı.
Elimden fırlayıp birkaç metre öteme düşen demir sopaya, ayağa kalkmadan kanlı zeminde çabucak sürünerek ulaştım ve yeniden kavradım. Parmaklarımdaki o soğuk demirin hissi, bana kendimi bir nebze de olsa güvende hissettiriyordu.
Aynı anda Gece'ye yönelmiş durumda olan adamlardan birkaçı, Yazgı ve Maya'yı çoktan düşmanları ilan etmiş, ellerindeki baltaları havada sallayıp kükreyerek onlara doğru yönelmişlerdi. Yazgı yerinden bile kıpırdama gereği görmedi, halihazırda ileri doğru tuttuğu silahın namlusunu onlara çevirdi ve arka arkaya tetiğe bastı. Atılan her kurşun, yerini buluyor, alnının ortasından vurulan adamlar sırayla yere düşüyorlardı.
"İlkel silahlar mı? Hangi devirdeyiz biz?" diye homurdandı adamların elindeki silahlara bakarken. Sanki, ilk karşılaştığımız zaman bir koridor adamı kılıçtan geçiren o değilmiş gibi...
Gece ise elindeki palayı öne doğru savurup hemen önünde duran adamlardan birinin boğazını kesmiş, bir an bile duraksamadan çevik bir hareket ile palanın sapını parmaklarının arasında çevirip keskin tarafını arkaya getirmiş ve kolunu geriye doğru itip palayı, dibine kadar giren adamın karnına saplamıştı.
Şimdi yüzünde her zaman tanıdığım o Gece'den çok daha farklı bir ifade vardı, akıttığı kandan zevk alıyormuş gibi.
Palayı adamın karnından çekerken gözleri suyun içinde bekleyen Damla'daydı. Yirmi üçüncü dakikaya doğru hızla geriliyorduk.
Soldan kafasına doğru savrulan baltanın gövdesinden tutup son anda kendini kurtarmayı başardı ve palayı o tarafa savurup ona saldıran adamın karnına derin bir kesik attı, öyle ki bağırsakları açılan yarıktan dışarı fırlamıştı.
Tuttuğu baltayı bırakmadı Gece, sol elinde olmasının hiçbir önemi yoktu. Bizim için sağlak ya da solak olmanın hiçbir önemi yoktu. O baltayı önünde duran adamlardan birinin kafasına indirdiğinde burun hizasına kadar o kafayı ortadan ikiye ayırmıştı.
Yüzüm buruştu bu manzara karşısında. Hızla ayağa kalktım, bakışlarım bir kez daha Yasemin'e kaydı. Hâlâ bulunduğu noktadan bizi izliyordu ama artık farklı olan bir şey vardı. Yüzündeki zafer duygusu, yerini şaşkınlığa bırakmıştı. Böylesi bir direniş beklemediğinden emindim. Ama hesaplaması gerekirdi, düşünmesi...
Ben yeniden ona hamle yaparken Yazgı'nın Maya'ya, "Suyun içindeki kızı çıkar!" dediğini duydum, hemen ardından ise Gece'ye doğru yaklaşıp elindeki silahla birkaç adamı daha indirmişti.
Hızla ileri doğru koşmaya başladım.
Karşımdaki duvarda boylu boyunca uzanan bir raf vardı, rafın bir metre kadar yukarısındaysa asma kat...
Eğer raf, göründüğü kadar eski değilse ve tutunduğumda yıkılmazsa o kata çıkmak benim için yalnızca birkaç saniyeye bedel olacaktı.
Göğsüm aldığım nefeslerle inip kalkarken sertçe yutkunup biraz daha hızlandım. Çok az kalmıştı ulaşmama, en fazla beş metre...
Bir adım daha attım ama ikinci adımı atamadan bir şey bacağıma sıkıca dolanmaya başladı. Atamadığım o ikinci adım yüzünden ileri doğru savrulurken sertçe yere düştüm. Öyle ani ve beklenmedikti ki yüzümü korumaya bile fırsat bulamamıştım ve çenem yere çarpmıştı.
Çeneme açılan yaranın sızısını, damarlarıma dolan adrenalin yüzünden hissedemedim bile.
Bedenimi hızla çevirip beni neyim durdurduğuna baktığımda elinde uzun bir kırbaç tutan adamla yüz yüze geldim daha doğrusu başka bir domuz maskesi başlığıyla. Kırbacın ayak bileğime dolanan ucunda keskin bıçaklar görmemek dudaklarımdan sert bir nefesin dökülmesine neden oldu. Bu başka bir kırbaçtı, daha zararsız olandan.
Bileğimdeki deriyi çözmeye çalışırken o domuz maskelinini yanına üç kişi daha katıldı. İstemsizce geriye doğru sürünmeye çalıştım kalçamın üstünde. Ucu altta kaldığı için çözmesi o kadar zordu ki...
Kahretsin!
Çenemden sızlayan kanım, atletimin açıkta bıraktığı boynuma oradan da göğüslerimin arasına akıyordu.
Kırbacı çözemeyeceğimi anladığımda bakışlarım, deriyi kesebileceğim bir şey bulma umuduyla etrafımda gezindi. Biraz ileride gördüğüm bir baltayla o tarafa doğru sürünmeye çalıştım. Parmak uçlarım baltanın sapına dokunduğu an adam kırbacı çekmiş, beraberinde bedenimin de sürüklenerek baltadan uzaklaşmasına neden olmuştu.
Kalbim öyle hızlı atıyordu ki, her bir atışta odacıklarının içine korku doluyordu şimdi.
Adamlardan bir gülüş sesi geldi kulağıma.
Dört kişi gülerek üzerime doğru gelirken, birden arkalarında beden belirdi. Havaya sıçrayan o bedenin bacakları adamın boynuna dolanmış, sırtından öne doğru atlarken bacaklarının arasındaki o başı da çevirip boynunu kırmıştı. Adam yere devrilmeden önceyse Yazgı elindeki silahla diğerlerini başlarından vurmuştu.
Adamın bedeni yere yığılırken o usta bir hareketle bulunduğu yerden ayaklarının üzerine atladı. Çattığı kaşlarıyla büyük bir ciddiyetle yüzüme bakıyordu şimdi. "Neyin içine bulaştınız siz böyle?"
Parmaklarım seri hareketlerle ayak bileğime sarılı olan deriyi çözerken "Gerçekten felaket derecede uzun bir hikâye..." diye cevap verdim ona.
"Sarışın?" diye sordu bu kez kasları ile hâlâ fanusun içinde duran Damla'yı işaret ederken. "Öldü mü?" Sertçe yutkundum. Zaman daralıyordu, en çok da onun için daralıyordu.
"Ölmedi." diye cevap verdim net bir sesle. "Ölmeyecek de!" Bunun düşüncesinin verdiği acıyla, ne kaburgalarımdaki ne de çenemdeki acı yarışabilirdi. "Suyun altında nefesini tutma konusunda çok iyidir Damla. Yirmi bir dakika kadar daha dayanabilir."
Derin bir nefes aldı ve tek kaşını kaldırıp sertçe baktı bana. "O, o kadar dayanabilir diye düşündünüz de o kızı oradan nasıl çıkaracağınızı düşündünüz mü bari?" diye sordu. "Camlar kurşun geçirmez, çatlamıyorlar bile."
Nefesim bir an göğsümün içinde sıkıştı. "Adamları bir an önce halletmeliyiz." diye mırıldandım. Hiçbir şey bilemiyorsam o fanusun içine dalar o kilidi açar yine çekip çıkarırdım onu.
Bakışlarım yeniden raflara kaydı, "Ben Yasemin'e gidiyorum." dedim ona ve aklıma oturttuğum plana uyup yeniden ilerledim.
Rafın altında durduğumda beklemeden dizlerime yüklenerek havaya sıçradım. İzlendiğimi hissetmek gerilmeme neden olsa da Savaş'a, onun aklı sağlığı için gözlerini çek diyemezdim. Kalbinin ağzında attığından emindim, dudaklarından adımın dua gibi döküldüğüne...
Parmaklarım rafa tutunduğunda tuttuğum nefesi verip zorlanmadan kendimi yukarı çektim. Duvardan destek alıp rafın üzerinde ayakta durduğumda raf bir an sallanır gibi olsa da beni yarı yolda bırakmadı.
Beklemeden asma katın zeminine tutundum ve ayaklarımı raftan ayırıp bacaklarımı kaldırarak trabzanlara kalçamı yasladım. Dizlerimin arkasında demiri hissettiğim an dizlerimi kırıp demiri kavramış ve üst bedenimi havaya kaldırıp kendimi asma kata atmıştım.
Yaptığım hareketle yüzüme akan saçları elimle geri iterken kısacık bir an aşağı baktım.
Gece soluk soluğa Yazgı'nın ona fırlattığı silahla arada adamlara, aradaysa Damla'nın içine düştüğü havuza ateş ediyordu.
Adamlar avlanan kuş misali düşüyorlardı ama havuzu oluşturan cam bana mısın demiyordu. Nefeslerim biraz daha sıkıştı içimde. O cam bir şekilde kırılmalıydı...
Yazgı biraz önce ilkel bulduğunu söylediği silahlardan uzun bir tanesiyle iki adamı arka arkaya karınlarından delip geçmiş ve duvara yapıştırmıştı.
Maya ise elindeki baltayla Gece'nin ateş edip kıramadığı camı can hıraş kırmaya çalışıyordu.
Kurşun geçirmez cam, işinin hakkını veriyordu...
Sıktığım dişlerimle Yasemin'e döndüm. İçeri ilk giren gümüş maskeli adamla yan yana duruyorlardı şimdi. Adamın duruşundan Yasemin'e bir şeyler söylediğini anlayabiliyordum. Yasemin iyiden iyiye öfkeli görünüyordu artık.
Elimdeki demiri, paslı tranzanın demirlerine sürterken ona doğru ilerlemeye başladım. Kaybeden biz olmayacaktık... Kaybeden. Biz. Olmayacaktık.
Son olarak yanındaki adama gözlerimin içine baka baka bir şey söyledi Yasemin ve geri geri yürümeye, ardından yönünü çevirip ileri doğru koşmaya başladı. Alfonso dedikleri adam ise elini kulağına götürmüştü ama ne söylediğini anlamam, yüzünü kaplayan o maske yüzünden imkansızdı.
Kaç tabii Yasemin... Kaç tabii...
Bu kata çıkan tek kişi ben değildim. Alt kattan gelen adamlar Alfonso'nun arkasında toplandılar. Ne bitmek bilmiyorlardı ama!
Alfonso elini kaldırıp bir işaret verdiğinde adamların bir kısmı ayrılıp asma katın diğer tarafına doğru akın etmeye başladılar. Katı dolanıp beni iki taraftan sıkıştırmayı planlıyor olmalıydılar.
Dudaklarımdan sinirle karışık alaylı bir 'hıh' sesi döküldü. Başım iki yana sallanırken yeniden trabzanlara yönelip üstüne çıktım. Ayaklarımın tabanında ince demiri ortaladığımda ellerimi trabzandan çekip ayağa kalkmış ve bir üst katın demirlerine tutunup yine kendimi yukarı çekmiştim.
O kata çıktığımda Yasemin'in de bu katta ve yalnız olduğunu görmek dudağımın kıvrılmasına neden oldu. Nereye kadar kaçabileceksin bakalım Yasemin?
Aşağıda başlıklılardan kimse kalmamış, Gece ve Yazgı da onlarla birlikte yukarı çıkmaya başlamışlardı.
Asma katta ileri doğru adımladım. Bir asma kat daha yoktu, Yasemin'in tarafında yukarı çıkmaya devam eden merdivenler görünüyordu ama nereye açıldığı belirsizdi.
Kafeslerin zincirlerinin trabzanlara yakın olduğu bir noktaya geldiğimde adımlarım istemsizce durdu. Savaş'ın kafesi bana hala uzak kalıyordu ama, Güney'inki yakınımdaydı.
Gözlerim bir elimdeki demir sopaya Bir de kafesin tavanda asılı kalmasını sağlayan noktaya kaydı. Tavana sabitlenmiş küçük bir halkanın içinden geçirilmişti zincir.
Eğer doğru açıyı tutturabilirsem, elimdeki demiri o halkanın içine geçirip zincirin sıkışmasını sağlayabilirdim. Böylece Güney de aşağı atlayabilir ve Maya'ya yardım edebilirdi ve Hazal tehlikeye girmezdi.
Bir alt kattaki adamların buraya çıkmak üzere olduğunu bilmek beni durdurmadı.
Başımı omzumun üzerinden geriye çevirip, buraya çıktığımda gözüme ilişen kabloya baktım. Oradaydı, zihnimin bana oynadığı bir oyun değildi.
Hızla geri döndüm. Çok az vaktim vardı, iyi değerlendirmem gerekiyordu.
Kabloyu bir ucunu elimdeki demir sopanın içinden geçirip elimden geldiğince sıkı bir düğümle bağladım. Kayması riskini alamazdım.
Başımı çevirip adamların nerede olduğuna bakarken bağladığım düğümü kontrol ettim.
Üst kata çıkan merdiven onların ters tarafından kaldığı için şükretmeliydim, çünkü bu kata çıkmaya başlamışlardı bile. Gece ve Yazgı da hemen arkalarındaydı. Artık silah sesi gelmiyordu, muhtemelen mermi bitmişti.
Sertçe yutkunup düğümün sağlamlığından emin olduktan sonra hızla eski yerime dönüp demir sopayı bir kement gibi başımın etrafında çevirdim birkaç kez. Yalnızca bir şansım vardı. Tek bir şans... Boşa harcamamam gerekiyordu.
Nabzım yavaşladı. Bir an tehlikenin içinde değilmişiz gibi hayal ettim, hızlanan bir nabızla hareket etmek iskalama ihtimalimi katbekat daha artırırdı.
Derin bir nefesi çektim içime ve o nefes ciğerlerimde sıkışırken boruyu ileri doğru fırlattım.
İleri atılan o boruyu takip ederken bir an ölüyor gibi hissettim kendimi. Son umudum o boruymuş gibi...
Zincirin etrafından dolandı ve durmadan dönmeye başladı.
Kablonun serbest kalan tarafı sıkıca zincire dolanırken tuttuğum nefesi bıraktım, kablonun elimde kalan ucunu hızla trabzana bağladım.
"Güney!" diye bağırdım aşağıya doğru. Saniyesinde başını kafesin kenarından uzatıp bana bakmıştı. Elimle kabloyu işaret edip, "Aşağı atlayabilirsin, Hazal güvende olacak."
Durup cevap beklemedim ya da yüzüne bakmadım. Ama baksam gözlerinde gururu göreceğimden emindim.
Adamlar merdivenin yolunu kapatmadan önce çok az bir zamanım vardı, hızla koşmaya başladım. Bir grubun önünde Alfonso yürüyordu, bir grup diğer taraftan yolumu kesmek için ilerliyordu bir grup ise Gece ve Yazgı'yı durdurmaya çalışıyordu. Artık ilk andaki kadar kalabalık değillerdi ve Gece ve Yazgı sayesinde sayıları her geçen an biraz daha azalıyordu.
Başaracaktık...
Bu belayı da savacaktık başımızdan.
Ya da ben öyle sanıyordum...
Adamlarla aramızda sadece birkaç adımlık mesafe kalmışken merdivene attım kendimi.
Yasemin sanki onu takip etmemi bekliyormuş gibi bir noktada durmuş, ben merdivene adım attığım andaysa yoluna devam etmişti. Bir üst kata çıktık, burasının da aşağılardan bir farkı yoktu.
Dar bir koridor sağlı sollu kapılarla doluydu.
Herhangi bir kapıdan içeri girmedi Yasemin, dümdüz ilerlemeye devam etti. Biraz daha hızlandım ama o bir üst kata çıkan merdivenlere çıkmadan önce yetişememiştim ona.
Alfonso bulunduğumuz kata geldiği sırada sonunda bende merdivenlerin başına ulaşmıştım. Tanrım korkunç bir kovalamacanın içindeydik ve bilinmeze doğru gidiyorduk.
Merdivenler çatıya açılıyordu.
Çatıya çıktığım an dümdüz zeminin üzerinde gördüğüm helikopter ile adımlarım duraksadı. Henüz pervaneleri dönmüyordu ama kokpitinde oturan bir pilot görünüyordu. Onun da yüzü siyah bir kar maskesinin ardına gizlenmişti.
Gizliliğe de ne önem veriyorlardı ama!
Yasemin bir uçta duran helikoptere doğru ilerlerken burnumdan sert bir soluk döküldü. Hayır... Kaçıp gitmesine izin vermeyecektim. İzleyeceğim ilk cinayet olacaktı belki ama bu gün bu iş burada bitecek ve Yasemin belası tamamen hayatımızdan çıkacaktı. Aksini kabul edebilmem mümkün değildi, daha fazlasına tahammül edebilmem...
Bizim aramızdan Alfonso ve adamları da çıktılar çatıya. Hemen arkalarından Yazgı ve Gece'de... Yazgı ve Gece ile aramda bir dolu adam vardı.
Yasemin tam helikoptere ulaştığında bende ona ulaşmış ve o içeri giremeden saçlarına asılarak onu geriye doğru çekmiştim.
Saçlarını bırakmadan yüzüne bakarken o acıyla inledi ve tırnaklarını bileğime geçirip elimdek kurtulmaya çalıştı.
Hah! Kaburgalarımda yediğim tekmenin korkunç acısı duruyordu, çenemde ise kurumaya başlayan kanın altındaki yaranın sızısı...
Yüreğimi aşağıda bırakmıştım, Damla ile birlikte suyun içinde boğulmak üzereydi. Gerçekten basit bir tırnak darbesinin canımı yakabileceğini mi düşünüyordu?
"Şimdi elime düştün!" diye mırıldandım sıktığım dişlerimin ardından. Ve saçlarını bırakmadan diğer elimle suratına sert bir tokat attım.
Dudağı yarıldı, geriye doğru eğdiğim başı yüzünden yarıktan sızan bir damla kan, çene hizası boyunca kulağının altına kadar süzüldü ama o sadece gülmekle yetindi.
"Bence tam tersi oldu İzem Hancı!" diye tısladı o da. Dişleri de dudağından yayılan kanla kıpkırmızı olmuştu. Tam bir tokat daha atmak için elimi kaldırmıştım ki bir şey oldu.
Boynumun sağ tarafına batan bir iğnenin acısını hissettim önce. Ardından gürültülü bir ses yükselmeye başladı beraberinde getirdiği şiddetli bir rüzgârla.
Parmaklarımın uyuştuğunu hissettim önce, Yasemin'in sıkıca kavradığım saçlarından çözülüverdiler.
"Bu kadar direnmenizi beklemiyorduk." dedi arkamdan bir ses... Alfonso'ydu. Tıpkı iğneyi batıran da o olduğu gibi. Sesi helikopterin gürültülü sesine karışıyordu. "Gelen misafirleriniz ve verdiğim kayıplar kesinlikle beklenmedikti. Bana çok pahalıya patladın ama telafi edebileceğin bir çok yol var."
Bulana zihnim yüzünden sesini o kadar zor algılıyordum ki...
Dönmeye başlayan başımla birlikte dizlerim tutmaz oldu, yere yığılmadan önce Alfonso tarafından tutuldum ve havalandım.
Gözlerim kapanmak için an kollarken direndim.
"Gece..." demeye çalıştım onların olduğu tarafa bakmaya çalışırken. Direnmeyi istiyordum ama sanki felç olmuş gibiydim, zihnim karanlığa doğru sürükleniyordu hızla.
Onları gördüm, bir avuç adam kalmıştı artık önlerinde ve Gece olanları fark etmişti.
"İzel!" diye bağıran sesi o kadar uzaktan geliyordu ki...
Yazgı'nın da Gece'nin de hareketleri daha vahşi bir hâl aldı. Önlerine çıkan herkesi tek hamlede çektiler önlerinden, ellerinden geleni yaptılar bana yetişmek için ama yetmedi.
Alfonso'nuj kucağında helikoptere bindirilirken zihnim artık tamamen karanlıktaydı ve duyduğum son şey Gece'nin çaresizce "İzel!" diye bağıran sesiydi.
💎🎭
YAZARDAN:
İzel... Gerçekten sürprizlerle dolu bir insandı. O kadar telaşın içinde düşünüp ayarladığı o düzenek...
Onun sözlerinden sonra bir an bile düşünmeden aşağı atlamıştı Güney ve Hazal'ın kafesi birkaç santim kaysa da havada asılı kalmayı başarmıştı. İzel, başarmıştı...
Savaş yüreği ağzında yukarı bakıyor, deli gibi neler olduğunu merak ediyor, anlamaya çalışıyordu.
Ara ara kırmayı denediği kapıya bir tekme daha indirdi ama hiç faydası yoktu. Kendini daha aciz hissettiği bir an var mıydı? Pek çok anda, özellikle annesinin önünde acizliğin dibine vurduğu çok olmuştu ama hiçbiri şu anki kadar yoğun değildi, şu anki kadar canını yakmıyordu.
Sevdiği kadın kanının son damlasına kadar savaşıyordu ama o hiçbir şey yapamadan eli kolu bağlı bekliyordu.
Maya bir taraftan Güney bir taraftan kafese sertçe vurmaya devam ederlerken sonunda ilk çatlağı açmayı başaran Güney oldu.
"Evet!" diye soludu.
Neye evet dediğini bile bilmiyordu. Damla suyun içindeydi, kafesin bir köşesine dizlerini karnına çekerek oturmuş ve kollarını da dizlerine sarmış bir şekilde duruyordu.
Yaşayıp yaşamadığını bile anlayamıyordu Güney, bildiği tek şey çok uzun süredir suyun içinde olduğuydu. Bir insan bu kadar uzun süre dayanabilir miydi nefessiz kalmaya?
"Dayan Prenses!" diye bir fısıltı döküldü dudaklarından ve çatlayan kısma yeni bir darbe daha indirdi. Camın kırılmadığı her saniyede kalbi biraz daha sıkışıyordu Güney'in. Gece'nin tercih yapıp aşağı atladığı o an geliyordu gözlerinin önüne ve düşünebildiği tek şey suyun içindeki o kızı kollarına alıp sarıp sarmalamak istediği oluyordu.
Nasıl onu öylece ölüme itebildiğini hâlâ anlayamıyordu.
İmkânsızı dilese bile "Lütfen Dayan Damla..." diye fısıldadı. "Lütfen çoktan ölmüş olma..."
"Sırayla vurursak daha çok yol kat ederiz genç adam..."
Karşı tarafında duran kadının ne zaman yanına geldiğini bilmiyordu Güney ama sadece bir an ona baktı ve başını sallayarak onayladı onu. İlk çatlak oluştuğuna göre aynı noktaya vurmaları önemliydi artık.
"Bizim sarışın senin sevgilin mi?" diye sordu Maya elindeki baltanın bu kez keskin tarafını çatlayan kısma vururken.
Amacı onun aklının olumsuzluklara kaymasını önlemekti. Şu an ihtiyaçları olan son şey, olumsuzlukların zayflatacağı bir zihindi.
Bu çocukları tanıyordu Maya ve içerideki kızın hâlâ yaşadığından adı kadar emindi.
İzel ve Gece hâlâ savaşmaya devam ediyorlarsa burada duran kardeşleri için bir umutları var demekti. Özellikle de İzel...
"Değil..." dedi Güney, Maya'nın baltası çatlağın üzerinden çekildiği an bu kez o sertçe vurmuştu aynı noktaya.
"O zaman ondan hoşlanıyorsun?"
Cevap vermek için ağzını açtı Güney ama kelimeler dilinde lâl oldu.
Hayır ve evet arasında gidip geldi... Kuzeninin daha dün gece söyledikleri geldi aklına...
Cevapsızlıkla yüzleştiğinde Maya ile aynı anda farklı noktalara vurmuşlar ve çatlağı büyütmeyi başarmışlardı.
Artık açılan çatlaktan su sızıyordu.
Güney'in göz bebekleri genişledi bununla ve beklemeden arka arkaya darbeler indirmeye devam etti.
Çok değil, birkaç darbeden sonra açtıkları delik iyiden iyiye genişlemiş ve su hızla dışarı akmaya başlamıştı.
"Çok az kaldı..." dedi Güney ve yeni bir darbe daha indirdi cama. "Neyden yapmışlar bu siktiğimin camını anlamıyorum ki!"
"Alfonso bu!" diye homurdandı Maya da tıpkı Güney gibi cama vurmaya devam ederken. "Dünya onun ayaklarının altına serili. Yani sağlamlığına şaşırma."
Her darbede genişleyen delik daha fazla suyu dışarı akıtırken en sonunda suyun boyu kafes ile aynı hizaya gelmişti. Sadece bir karış daha boşaldığında Damla'ya kafesin içinde nefes alabileceği bir alan açılacaktı.
Tabi hâlâ nefes alabilecek kadar hayattaysa...
Güney ve Maya sertçe havuza vurmaya devam ederken birden kulaklarına dolan gürültülü bir ses hareketlerini duraksattı.
Bir helikopterin sesi...
"Bu da ne?" dedi sorarcasına Güney. Bakışları, sanki orada neler olduğunu görebilecekmiş gibi tavana çıkmıştı.
"Bilmiyorum..." diye homurdandı Maya ve bakışlarını yeniden havuza çevirdi. "Ama hiç hoşuma gitmediği kesin, eğer kaçıyorlarsa Alfonso burada olanların rövanşını isteyecektir. Çok daha vahşi ve tehlikeli bir şekilde..."
"Dalağını sikeceğim o herifin!" diye homurdandı Güney bu sözler üzerine. Sesinin her noktasına nefret yayılmıştı. "Ramsay'in köpeği olmuş Greyjoy gibi gezecek ortalarda piç kurusu!"
Maya kaşlarını çatıp kısacık bir bakış attı yanındaki durmadan havuza vuran gence. "Ramsay de kim? Ya da Greyjoy?"
"Boş ver!" demekle yetindi Güney. İki saat ona bunu açıklayacak durumda değildi. O an daha çok Arya Stark'ın yaptığı gibi bir ölüm listesi hazırlamayı düşünüyordu. Başa da Yasemin Koçer'i yazmayı...
Ardından Alfonso...
Sonra Gece Hancı...
(Ramsay Bolton, Theon Greyjoy ve Arya Stark; Game of Thrones dizisinden karakterlerdir. Güney'in GoT sevdasını bilmeyen kalmadı zaten xhkzbzjz)
Sonra durdu; Gece'yi, Damla buradan sağ çıkamazsa listeye eklemeye karar verdi.
Bir darbe daha, bir darbe daha derken en sonunda cam paramparça olmuştu ama yine de dağılmadı. Daha fazla sabredemedi Güney, su boşalmaya devam ediyordu ama yeterli değildi.
Elindeki baltayı bir kenara atarken parmaklarını, kesilmelerini umursamadan açılan deliklerden geçirip camı sertçe çekmeye başladı.
Başta hiç hareket etmeyecek gibi olsa da en sonunda sallanmaya başlamış ve derin çatlakların olduğu kısımlardan bükülüp yerinden çıkmıştı. O kadar çok asılmıştı ki Güney, cam çıktığı an sertçe kıçının üstüne düşmüş; bulduğu boşluktan akın eden su, doğrudan üzerine aktığı için baştan aşağı sırılsıklam olmuştu.
Ama umursamadı Güney. Elindeki camı bir köşeye atarken gözlerini bile kırpmadan, gözlerini açıp içine derin bir nefes çeken Damla'ya bakmakla meşguldü.
Yaşıyordu...
Gerçekten yaşıyordu.
Gözleri açıktı ve hâlâ nefes alıyordu.
Dudaklarının arasından bir kahkaha kaçtı. Hızla kalktı yerinden ve artık boşalan havuzun içine girip kafesin önünde dizlerinin üzerine çöktü.
"Prenses?" diye fısıldadı sanki karşısında gerçekten bir insan yokta bir huri varmış gibi. "Gerçekten yaşıyorsun değil mi?"
Kendine gelmeye çalışan Damla havasızlıkla sızlamaya başlayan ciğerlerini rahatlatmak için derin nefeslerle soluklandı birkaç saniye. Olanları kavramak için biraz zamana ihtiyacı vardı.
Bir süredir kapalı olan gözleri yüzünden gözünün önüne beyaz benekler uçuşurken o beneklerin arasında gördü bir çift koyu mavi gözü.
"Noldu?" diye sordu kolları otomatik olarak bacaklarından çözülürken. Ellerini yere yaslamış ve kafesin içinde Güney'e doğru yaklaşmıştı. "Kurtulduk mu? İzel ve Gece nerede?"
Aynı anda "İzel nerede?" diye gürleyen Savaş'ın sesi çınladı boş hastanenin duvarlarında. Hâlâ kafesinin içinde havadaydı.
"Size soruyorum!" diye bağırdı yeniden Savaş. "İzel nerede?"
Herkesin dikkati onun baktığı yere kaydı.
Beklentiyle aşağı inen Gece ve Yazgı'ya baktılar.
Gece Hancı, kelimenin tam anlamıyla yıkılmış gibi görünüyordu.
Gibisi fazlaydı.
Gece Hancı kelimenin tam anlamıyla yıkılmıştı.
"Gece!" dedi Savaş bu kez bağırmadan. Bağırmaya bile gücü kalmamıştı, kafesinin içinde dizlerinin üzerine çökmüştü. Hissettiği o acizlik daha da yoğunlaştı. Onu diri diri gömdü derin bir mezarın içine. "İzel nerede?"
Aşağı indiklerinde Gece bir adım daha atmaya takati yokmuş gibi dizlerinin üzerine çöktü. Dudaklarından kopan bir feryatla yumrukları arka arkaya indi kanlı zemine. Savaş yumrukların her bir darbesini kendi göğsünde hissetti.
Herkes nefeslerini tutmuştu o anın içinde ve bir umut merdivenlerden İzel'in de inmesini bekliyorlardı.
Ama o an hiç gelmedi.
Gerçeği ortaya dökmek Yazgı Deha Yaman'a düşmüştü.
"Aldılar onu..." diye fısıldadı. "Helikoptere bindirip götürdüler."
Herkes donup kalırken Savaş Kalkavan buz tuttu. Duyduğu tek şey artık aldılar onu cümlesinden ibaretti, bir daha hiç silinmemek üzere kazındı zihnine.
"Tünel turnuvaları için..."
Maya'nın sesine sinen farkındalığı bir tek Yazgı fark etmişti. Maya başını kaldırıp baktı Yazgı'nın gözlerine. "İki hafta sonra tünel turnuvaları var, onun için almış olmalı."
"Bunun anlamı ne?"
Belli etmiyordu belki ama Yazgı da en az Gece kadar sarsılmıştı... Nasıl izin verebilirdi böyle bir şeye? İzel tarafından aranmıştı, yardım istemişti İzel ondan... Nasıl edemezdi? Nasıl o kadar kolay alıp götürebilmişlerdi onu?
"Bunun anlamı..." diye mırıldandı Maya arkadaşının sorusuna karşın. "En azından onu nereye götürdüklerini biliyoruz. Seattle'a, Alfonso'nun inine."
💎🎭
Huh... Ne bölümdü ama...
Olup olmadığına siz karar verin, umarım ayırdığınız vakte değer bir bölüm olmuştur🤧
Son bir bölüm daha biraz aksiyon dolu geçecek, sonra rahat bir nefes alacağız ve tatlı, soft sahnelerle yolumuza devam edeceğiz birkaç bölüm. Dinlenme arası gibi🤭
Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler💖
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 6.8k Okunma |
634 Oy |
0 Takip |
48 Bölümlü Kitap |