Bölümü o kadar zor şartlarda yetiştirdim ki xbkdhdkd O yüzden lütfen herkes oy versin, kendimi bununla avutacağım🤧
Ayrıca bol bol yorum da bekliyorum🤝🏻💖
⏳
O sabaha büyük bir kargaşa ile uyandı Altuğlu Malikânesi.
Üç köpek, sanki bir şeylere isyan edermiş gibi havlayarak ortalığı yıkarken, sorunun ne olduğunu anlamaya çalışan adamlar, bahçede bir o yana bir bu yana koşan köpekleri izliyor ama yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı. Yaklaşanı parçalayacaklarmış gibi görünüyorlardı çünkü.
Onların seslerine açtı Aras Akın Altuğlu gözlerini.
Göğsünün üzerindeki ağırlık ve boynuna vuran ılık nefeslerle dikkati göğsünde uyuyakalan kızına kaydığında, köpeklerin çıldırmış gibi gelen seslerini unutmuştu bile çoktan.
Dudakları kıvrılırken tam kalbinin üzerine denk gelen yüzüne, tombul yanaklarına baktı.
Dün gece uyumadan önce onu görme isteği ile odasına gittiğinde onu uyanık bulmuştu ve Nefes birlikte uyumak istediğindeyse bu reddedemeyeceği bir teklifti.
Bir parmağı, kıvır kıvır olan kısa saç tutamıyla oynarken, sırtında destek gibi duran elini öne doğru uzatıp parmaklarının sırtıyla yumuşacık yanağını tüy gibi bir dokunuş ile okşadı. Bu dokunuşla hafifçe huzursuzlanan bebek, dudaklarını birbirine bastırıp babasının göğsüne doğru biraz daha sokulmuştu.
Küçücüktü, minicikti ve öyle savunmasızdı ki...
Ona her baktığında kalbi göğsünün içinde biraz daha genişliyordu sanki. Boncuk gibi gözlerini açıp ona seyrek dişlerini göstererek gülümsediğinde Aras'ın yapamayacağı hiçbir şey yoktu.
O kızını izlemeye dalmışken bir anlığına susan köpekler, daha yüksek sesle havlamaya başladıklarında Aras'ın ilgisi yeniden onlara kaydı ve bakışları Nefes'ten perdesi ardına kadar açık olan cama kaydı. Bu noktadan görebildiği tek şey balkon ve yeni yeni ağarmaya başlayan gündü.
Henüz sabahın çok erken saatleriydi, dertleri neydi bu köpeklerin?
Kollarını Nefes'in etrafına sarıp eliyle başından destek olurken yavaşça kalktı yatağından. Ağır hareketleriyle Nefes'in uyanmaması için üstün bir çaba sarf ediyordu. Eğer uyanırsa köpek seslerinin onu korkutacağını biliyordu Aras.
Hafifçe kıpırdansa da kollarında uyumaya devam ederken adımları önce balkona gitti, sıkı sıkı kapalı perdeleri gördüğünde hiç şaşırmadı. Bu perdeler asla açılmıyordu, ortak olan balkon yüzünden kendine böyle mahremiyet alanı yaratıyor olmalıydı. Dudağının bir kenarı kıvrıldı.
Kapıyı açıp araladığı perdelerin arasından içeri geçtiğinde bomboş bir odayla karşılaşmak beklediği bir şeydi. Her sabah koşuya çıktığını biliyordu artık, hâlâ dönmemiş olmalıydı.
Derin bir nefesi içine çektiğinde ciğerlerine nefis bir gül kokusu doldu.
Evindeki odasında da aynı kokuyu almıştı ama yatağının yanındaki komodinin üzerinde duran vazonun içindeki güllerden geldiğini düşünmüştü.
Beyaz güllerin kokusunun sindiği teni, bu kokuyu eşsiz bir şekilde yansıtıyordu.
Sen gülünce güller açar Gülbeyaz...
Açan güller koparılır dalından...
Koparıldıklarında silinir kokuları yavaş yavaş.
Seni silmeye yetmemiş güçleri Gülbeyaz...
İçine çektiği her nefeste ciğerine dolan kokunun ona daha derin bir imza attığını fark ettiğinde başını iki yana sallayıp geriye doğru bir adım attı. Tam odanın kapısına ilerleyecekken bakışları bir yatağa bir de bir köşeye yerleştirilmiş koltuğa kaydı.
Yatakta tek bir kırışıklık bile yokken koltuğun kolçağında katlanmış halde ince bir örtü duruyordu ve bir tarafta da yastık vardı.
"İnatçı kadın..." diye homurdandı kendi kendine. Nasıl bir tikti ki bu sırtı duvara yaslanmadan uyuyamıyordu yatakta? Günlerdir uyuduğu o koltuk yüzünden tutulmayan bir tarafı kalmış mıydı acaba?
Gerçi dün gördüğü o kadının tutuk hiçbir tarafı yoktu ya neyse.
Ölümcül bir silah, gerçek bir ölüm makinesiydi.
O resimlerde gördüğü, kırmızı ayıcığına sarılan küçük kıza çok tezattı bu kadın.
Hayat bir insanı bu denli değiştirebilir miydi?
Hayat bir insanı bu denli değiştirmek için o insana neler yapardı?
Kulaklarında yankılanan bu iki kelimeyle birlikte aklının her bir kulvarına, bir kafesin soğuk zemininde bir yığın kanlı et parçasından ibaret gibi yatan yaralı küçük bir kız çocuğunun hatırası doldu.
Hayat bir insanı bu denli değiştirmek için canını tam olarak kaç farklı noktadan hangi ateşlerle yakardı?
Omzundaki o yara izi düştü aklına... Yara izini kapatan ejderha dövmesi...
Karnının üst kısmında bir kısmı görünen o dövmenin de bir yara izini kapatıp kapatmadığını merak etti. Dahası dövmenin devamını... Nasıl bir şekille tamamlanıyordu o dövme? Nasıl bir yaranın üstünü örtüyordu bir örtü misali?
Yapboz her geçen an daha da genişliyor, birleştirmesi gereken parçalar daha da küçülüyor, işler daha karmaşık bir hâle geliyordu.
Özellikle Poyraz Karan'ı, Roman Vladsova bile bulamamışken...
Birlikte bakmadıkları delik kalmamıştı, öyle ki Don'dan da yardım almış, aramayı maksimum düzeyde genişletmişti Aras. Her ne kadar Bratva ve Cosa Nostra arasında köprü görevi görse de iki topluluğun hâlâ birbirlerinin topraklarına yasaklı olduğu çok fazla alan vardı.
Ayrıca Yakuza ile aralarında çatırdayan buzlar yüzünden onların sınırlarını arayabilecek tek kişi de Don Michelangelo Patrizio'ydu. Kız kardeşini Yakuza'nın liderine gelin verdiğinde doğal bir aile bağları oluşmuştu aralarında. Akıllıca bir hamle olsa da Aras'ın asla tercih etmeyeceği bir yoldu. O anlaşmalarına ailesini, özellikle de kız kardeşini dahil etmezdi. Para, güç ve bilgi, onun anlaşmalarının en temel kaynakları olurdu hep.
Odadan çıkıp alt kata indiğinde Esin Hanım'ı üzerinde sabahlığıyla uykulu gözlerle merdivenin yanında buldu.
"Ah..." dedi Esin Hanım merdivene doğru attığı bir adımı geri çekerken. "Bende tam Yazgı'ya bakmaya geliyordum. Sanırım köpeklerinin bir sorunu var."
"Yazgı yukarıda değil..." dedi Aras kısık bir sesle. Nefes'in köpeklerin sesine uyanmamış olması bir nimetti Aras için. Onu hemen odasına götürmeliydi, o kanatta seslerinin çok daha azalacağından emindi. "Babam uyandı mı?"
"Hiç uyudu mu diye bir sorsana." diye homurdandı Esin Hanım, bakışları Aras'ın kucağındaki bebeğe kaydığında gözleri gözle görülür bir şekilde ısınmış, dudakları şefkatle kıvrılmıştı. "Dün gece evden ayrıldığınızı öğrendiğinden beri çok kızgın. Sağlam bir fırça bekliyor seni haberin olsun. Şimdi çalışma odasında, muhtemelen o yüzden sesleri duymuyor. Lütfen Yazgı her neredeyse köpeklerini sustursun, çünkü kâbus gibi geliyor sesleri."
Ardından ellerini Nefes'e uzatıp "Onu bana ver..." diye mırıldandı. "Ben onu odasına yatırayım, sende köpekler ile ilgilen çünkü bu gidişle tek uyandırdıkları biz olmayacağız."
Aşağıdan gelen hareketlenmeler Esin Hanım'ın sözlerini destekler nitelikteydi. Sara çoktan uyanmış olacak ki kısık sesli konuşma sesleri geliyordu alt kattan.
Aras başını sallayarak onu onayladıktan sonra Nefes'i Esin Hanım'ın ona uzanan kollarına bıraktı. "Melek gibi..." diye fısıldadı Esin Hanım Nefes'in alnına küçük bir öpücük kondururken. Ardından Aras'a arkasını dönüp koridorda sol tarafa doğru ilerleyerek Nefes'i seslerden uzaklaştırdı.
Aşağı inip arka bahçeye çıkan tarafa yöneldiğinde korumaların bir kısmını içerde bulmayı beklemiyordu Aras.
Yaklaşık yirmi tane adam arka bahçeye açılan kapının önünde durmuş dışarı bakıyorlardı.
"Bana izin verirseniz ben onları sakinleştirebilirim." diyen kız kardeşinin sesiyle bakışları adamlarından kenarda duran kardeşine kaydı.
Üzerinde pijamalar görmeyi beklerken spor kıyafetleri görmek şaşırtıcı bir ayrıntıydı Aras için.
"Hayatta olmaz Sara Hanım..." dedi adı Salih olan iri kıyım bir koruma. Camda olan bedenini Sara'ya doğru çevirdiğinde üzerindeki takım elbisesinin ceketinin kenarındaki yırtık dikkatini çekti. Aynı yırtıktan pantolonunun paçalarında da vardı ama görünürlerde hiç kan yoktu. Alnında parlayan boncuk boncuk terler buradan bile belli oluyordu ve kravatı sıkıntının getirisi ile bir hayli gevşemiş, saçları karıştırılmaktan darmadağın olmuştu. Aslında... hepsi aynı şekilde görünüyordu. Bir tür savaştan çıkmışlar gibi...
"Dışarıdaki şeyler birer canavar. Kesinlikle çok tehlikeli sizin için." diyerek Salih'e katılan Faruk'tu. Onun da ceketi çıkmıştı, beyaz gömleği, sanki yerde yuvarlanmış gibi çimen lekeleri ile doluydu ve pantolonu dizinden aşağı doğru açılmış koca bir yırtık ile kullanılamaz hale gelmişti.
"Yazgı'nın yanından defalarca kez sevdim onları, bana bir şey yapmazlar..."
Adamlar yeniden itiraz etmek için ağızlarını açtıklarında "Ne oluyor burada?" diye sorarak araya girdi Aras.
Elleri siyah eşofmanının ceplerindeyken durduğu yerden tek tek herkesin üzerinde gezdiriyordu donuk kurşun grisi gözlerini.
Geniş salona yayılan sesiyle adamlar anında hizaya girip ceketlerinin düğmelerini iliklemeye çalıştılar. Onların kenara çekilmesi ile arka bahçeye açılan cam kapının önündeki köpekler görüş açısına girmişti. Hınçla, salyalarını akıta akıta cama doğru havlıyorlardı.
"Ne olduğunu biz de anlamadık Aras Bey." diye cevap verdi Salih. "Bir anda çıldırdılar."
"Azrailden daha aşağısı kurtarmaz, bir an toplu kıyım yapacaklar sandım."
"Erkek olanlardan biri paçama işedi."
"Sanırım biri benim kulaklığımın birini midesine indirdi."
Adamlar rastgele konuşurlarken Sara durduğu köşeden köpeklere bakıp omuz silkti. "Bence overthink saatleri geldi ve onlar bu saatleri bu şekilde geçiriyorlar. Dalıp gitmekten daha eğlenceli olmalı..."
Aras tüm bu yorumlara göz devirmemek için kendini tutarken ellerini cebinden çıkarıp ileri doğru adımladı. Adamların üzerinde gezdirdiği bakışları hasar kontrolü yapar gibiydi. "İyi..." diye mırıldandı en sonunda. "En azından hiçbirinizi gerçekten ısırmamışlar."
Camın önüne geldiğinde tek dizinin üzerine çöküp dişi köpekle göz göze gelirken "Madem çıldırdılar, ne diye yaklaşıyorsunuz köpeklere oğlum siz?" diye sordu.
Jane bu sırada ayakta durduğu yere oturmuş, ulurcasına havlamaya devam ediyordu. Sanki bir şey anlatmaya çalışır gibiydi. Kaşları çatıldı Aras'ın. Diğerleri tüm hırçınlıklarıyla camın önünden diğer tarafa doğru koşmaya başladığında Jane olduğu yerde kalmıştı.
"Biz onlara yaklaşmadık ki efendim." dedi adı Faruk olan koruma. "Onlar bize yaklaştı..." Sesi suçlayıcı çıkıyordu.
Onun yorumunu duymazdan gelerek ayağa kalktı Aras ama gözleri Jane'den ayrılmadı. Sorunun ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. "Yazgı gelmedi mi henüz koşusundan?"
Salih başını iki yana sallayıp, "Henüz gelmediler efendim." diyerek cevapladı bu soruyu.
"Ne kadar oldu gideli?" diye sordu bunun üzerine Aras. Şimdiye kadar gelmiş olması gerekmiyor muydu? Öğrencileri gelene kadar kendini derse hazırlamış oluyordu çoktan. Bugün dersi mi yoktu, bu nedenle mi uzatmıştı koşusunu?
"Of ya..." diye bir sitem geldi bu sırada Aras'ın arkasından. Bu Sara'ydı. "En sonunda sabah koşusunda ona katılacağım diye sevinirken onun erken gidesi tutmuş. O kadar da alarm üstüne alarm kurmuştum oysaki uyanacağım diye."
Aras en sonunda gözlerini Jane'den çekip kız kardeşinin asık suratına kısa bir bakış attı. Spor kıyafetlerinin nedeni şimdi anlaşılmıştı.
"Eğer istersen birlikte koşabiliriz." diye bir öneri attı ortaya ama Sara'nın yüzü daha memnuniyetsiz bir hâl aldı bu öneri ile. "Seninle değil, Yazgı ile koşmak istiyorum ben." derken küçük hokka burnunu havaya dikmişti.
"Ah..." dedi Aras oyunbaz bir incinmişlikle elini kalbine koyarken. "Sanırım alındım sevgili küçük kardeşim. Pabucum dama mı atılıyor?"
Sara'nın yeşil gözleri anında hesapçı bir ifadeyle kısıldı, konuşmaya başladığında aynı hesapçılık sesinde de vardı. "Hâlâ Yazgı'ya zarar vermeyi düşünüyor musun?"
Genç adamın dudaklarının arasından hayrete çok benzer bir soluk dökülürken tüm bedenini kardeşine çevirdi. Dik duruşu, güçlü yapısı ve kararlı bakışları karşısında onunla gurur duymadığını söylerse, bu büyük bir yalan olurdu. Dudakları belli belirsiz bir gülüşle kıvrılırken başını usulca iki yana salladı Aras. "Vermeyeceğimi biliyorsun Meleğim."
"Evet, veremeyeceğini biliyorum abi ama sorduğum bu değil. Düşünüp düşünmediğini soruyorum ben."1
"Düşünmüyorum." Tereddüde yer bırakmayan sesi ve Sara'nın gözlerinden daha kararlı bakışları karşısında Sara başını aşağı yukarı sallayarak onayladı abisini ve kollarını çözüp, "O zaman henüz pabucun dama atılmadı." diye mırıldandı.
Adımları usul usul Aras'ın yanına gelmiş, parmak uçlarında yükselip abisinin yanağına küçük bir öpücük kondurmuş ve sevimli bir gülümsemeyle abisine bakmıştı.
"Yine de sabahları Yazgı ile koşmayı tercih ederim çünkü sen adımlarını bana uydurmak için yavaşlarsın, Yazgı ise adımlarımı ona uydurmam için beni zorlar."
Kardeşinin sözleri ile çatılan kaşlarının arasından baktı kardeşine. "Zorlanmak mı istiyorsun?"
Bir adım geri çıkıp abisinden uzaklaşan Sara bir kez cıkladı. "Sadece Yazgı gibi güçlü olmak istiyorum." Dalgalanan yeşil harelerinde buna olan arzusunu çok net görüyordu Aras.
Son kez abisinin yüzüne bakıp tamamen arkasını dönen genç kız, "Her neyse..." diyerek konuyu kapattığını belli etti. "Gidip Hicran Abla'ya kahvaltıyı hazırlamasında yardım edeceğim. Hilal kahvaltı için şu sevdiğim böbreklerden yapacağını söylüyordu, belki tarifini de öğrenebilirim."
Salonun çıkışına ilerlerken yolda karşılaştığı Sühandan ile dudakları tatlı bir gülümsemeye ev sahipliği yaptı. "Günaydın Sühandan..." diyerek koluna girip uykulu kadının yolunu değiştirerek onu da kendiyle birlikte mutfak tarafına doğru çekiştirdi. "Burada heyecanlı hiçbir şey yok, gel biz mutfağa gidelim. Nefes hâlâ uyuyor mu?"
Onların sesleri uzaklaşırken Sara'nın sırtında gezindi Aras'ın bakışları bir süre daha.
Sadece Yazgı gibi güçlü olmak istiyorum...
Güç, çoğu zaman acıyla doğru orantılıydı. Acı seni yaktıkça içindeki gücü bulurdun.
Artık emin olduğu bir şey varsa o da Yazgı'nın gücünün acısıyla doğru orantılı olduğuydu.
Peki Yazgı gibi bir güç için kaç acının çemberinden geçmek gerekirdi?
Teninin ürperdiğini hissetti Aras, sıktığı dişleri yüzünden çene kasları kasıldı. Kaç olduğunu bilmiyordu ama çok olduğunu bilmek yetiyordu. Kardeşinin tırnağının ucuna bile zarar gelmesine tahammülü yoktu, Sara olduğu haliyle zaten güçlü bir kızdı, her şeye rağmen güzel gülüşü yüzünden hiç solmamıştı. Her şeye rağmen... Hiç...
Salonun diğer tarafından ona doğru gelen iki beden gözünün kıyısına iliştiğinde Sara tamamen gözden kaybolmuştu.
"Benim küçük ergenim..." diye mırıldandı kendi kendine iç çekercesine. "Hiçbir zaman, o kadar güçlü olmak zorunda kalmayacağın kadar güvende tutacağım seni."
Bir yemin eder gibiydi dudaklarından dökülen sözcüleri. Bu hayattaki tek varlığını bile koruyamayacaksa niye var olacak, niye nefes almaya devam edecekti ki?
"Ona ergen dediğini duysaydı, güvende tutulması gereken sen olurdun biliyorsun değil mi?"
Kuzey'in sesiyle bakışlarını ona çevirirken arkasında birleşen elleri belinin oyuntusuna yaslanmıştı bile. "Benim için hâlâ sekiz yaşında bir kız çocuğu o, gözümde ergen diyecek kadar büyüttüğüme şükretmeli."
Büyüdüğünü görüyordu ama baktığında gördüğü şeyin minicik bir kız çocuğu olmasına engel olamıyordu. Sara kaç yaşına gelirse gelsin bu hiç değişmeyecekti. O hep küçük kız kardeşi olarak kalacaktı. Aralarında on altı yaş varken Aras başka nasıl görebilirdi ki onu?1
"Hafızası göz önüne alındığında, aslında yedi..." diye mırıldandı Kuzey, yanına geldiği sırada çok ince ve çok keskin bir konuya değinerek. Yasaklı bir konuya değinerek... Aras'ın tüm sinir uçlarının gerildi. Bir an bedeni uyuşmuş gibi karıncalanmıştı hatta.
Ters bakışları, en sert düğümlerle Kuzey'in yüzüne dikildiğinde, görünmez ipliklerin arasından omuz silkti Kuzey. "Sadece kendini hazırla diye söylüyorum. Yakından on yedi yaşına girecek ve önünde sonunda sormaya, araştırmaya başlayacak. Konuyu açmıyor olması bunun farkında olmadığı anlamına gelmez. O senin küçük bir versiyonun Aras. Her şeyi ile senin bir kopyan... Önünde sonunda patlayacak bu konu."
Arkasındaki ellerini çözüp sıkıntıyla burun kemerini sıkarken sakinleşmek adına gözlerini kapattı birkaç saniye. Bunlar duymaya ihtiyacı olan şeyler değildi, bunun zaten farkındaydı Aras. O günün geleceğini bilerek diken üstünde duruyordu çoğu zaman ama elinde o günün gelmemesi için dua etmekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Sara gerçeklerin ağırlığını taşıyamaz altında ezilirdi. Kendini suçlardı, yaptığı seçim yüzünden abisinden nefret ederdi. Tüm bunlarla yaşayamazdı o.
Kendi iç hesaplaşmasından sıyrılıp Kuzey'in yüzüne son kez baktıktan sonra ona cevap vermeden yanında duran adama çevirdi yüzünü.
Samet, elleri cebinde sessizce dikiliyordu.
"Açabildin mi?" diye sordu yalnızca. O konudan uzaklaşma ihtiyacı içine girmiş, bu kadar erken saatte burada ne işinin olduğunu sorgulamamıştı bile. Şirketin siber güvenlik uzmanıydı o, ekibin başında o vardı.
Adı Samet olan adam, Kuzey'in yanından geçip elini cebine attı ve Aras'ın ona gönderdiği telefonu çıkarıp Aras'a uzattı. Yüzünde beliren umutsuz ifade sorusunun cevabını Aras'a yeterince veriyordu ama yine de konuştu Samet.
"Bu beni aşıyor. Videoya bir türlü virüs bulaştırılmış ve bunu fark etmem günlerimi aldı. Sistemimi sikip attı virüs, cihazlarım çöktü."1
Aras telefonu aldığında ellerini yeniden kotunun ön ceplerine yerleştirip omuz silkti. "Dua et bunu şirketlerinin o güçlü sistemleriyle açmaya çalışmamışım. Yoksa şimdi şirket namına bir şey bile kalmazdı..."
Duyduklarını sindirmeye çalışırken elindeki telefonu evirip çevirdi usulca. Bu sözler kulağa çok fazla... tuzakmış gibi geliyordu.
Emin olmak için arkadaşının yüzüne bakarken "Bir çeşit tuzak mı yani bu?" diye sordu.
Dudakları tereddütlü bir ifadeyle büküldü. "Cihazın nereden eline geçtiğine göre değişir ama virüs iki ağ arasında bir nevi köprü görevi görüyor." diye cevap verdi ve cebinden çıkardığı elleriyle havada hayali bir köprü oluşturarak açıklamaya devam etti. "Sen o köprüyü fark edene kadar sendeki her bilgi kırıntısına erişiyorlar o köprü sayesinde. Ve köprüyü ne zaman fark edebiliyorsun biliyor musun?" Çizdiği o hayali köprü yıkılmış gibi parmakları bir kapanıp bir açıldı ve dudaklarının arasından ince bir ıslığı andıran bir puf sesi döküldü. "Köprü yıkıldığında. Köprüyü onlar yıkıyor ve tam o an cihazlarında sikik bir çöküş başlıyor."
Aras'ın parmakları kendiliğinden telefonu açıp galerisindeki videonun yerini bulmuştu ama diğeri açılırken bu videoda tek bir değişiklik bile yoktu.
Telefonu Yazgı'nın bulması bekleniyordu, dün Rauf Karan'ın ısrarla sormasının nedeni bu olmalıydı.1
Yazgı videoyu arkadaşına açtırmaya çalışacaktı ve o virüsler onun başına bela olacaktı. Emindi ki o ikisi Rauf Karan'a teknolojiyi kullanarak pek çok açıdan zarar vermişlerdi. Bunun intikamını istiyor olmalıydı, böylece Beyaz Kedi'yi saf dışı bırakmış olacaktı.
Aç o telefonu ve gerçeklerini gör demişti Rauf Karan. O gerçek her neyse bu videonun içinde olmalıydı.
"Zararımın faturasını sana göndereceğim." diyen Samet'in sesiyle sıyrıldı düşüncelerinden ve telefonun cebine soktu.
"Siktir lan oradan." diye homurdanmıştı Kuzey, Samet'in sözlerine karşın ve bir eliyle ensesine bir şaplak indirmişti. O boynunu büküp başını geriye atarak Kuzey'den kaçarken "Dün gece cihazlarını yenileyip Aras'a ulaşamadığını söyleyerek hepisinin parasını bana ödettin ya piç herif." dedi ters bir sesle. "Asıl zararda olan benim, ben..."
Dramını biraz daha artırıp, bir eliyle de göğsüne birkaç kez vurunca tam olmuştu.
"Bu bahsettiğim manevi bir zarar bir kere." diye homurdandı Samet bir eliyle ensesini ovuşturarak. Yediği şaplağın etkisiyle ensesi sızlıyordu. "Egom büyük darbe aldı. Önce Beyaz Kedi denen şu illet, şimdi bu... Kendimi hacker zannederdim meğer daha acemi bir lamermışım amına koyayım. Bununla yüzleşmek benim için ne kadar zordu biliyor musun?"
"İyi o zaman..." diye homurdanarak araya girdi Aras. "Ekibin başına senin yerine Gökçe'yi geçireyim bari."
Samet'in ağzı şaşkınlıkla açılırken Kuzey buna gürültülü bir kahkaha atmıştı ama kahkahası, Aras'ın arkasında kalan adamları gördüğünde "Ovvv!" diye bir nidaya evrilerek yarıda kesilmişti.
"Köpekler sadece havlamakla kalmamış anlaşılan." diye bir yorumda bulundu ve bedeni tamamen adamlara çevrildi. "Isırılan var mı? Kuduz aşısı lazım mı?" diye sordu.
Adamlar senkronize bir hareketle başlarını iki yana salladılar.
Köpekler sanki onlardan bahsedildiğini anlamışlar gibi evin etrafındaki turlarını tamamlamış, yeniden cam kapının önüne gelmişlerdi ve şimdi sesler çok daha netti.
"Sorunları ne bunların?" diye sordu Kuzey, camın ardındaki köpekleri işaret ederek. "Sesleri daha malikâneye ulaşmadan ortalığı inletiyordu."
"Şu bahsettiğin çocuklar bunlar mı?" Samet'in de kapının ardındaki köpeklerde olan bakışları imayla Aras'a dönmüştü. "Aras'ın güzeller güzeli, yeni, çıtır korumasının çocukları?"
Duyduğu sözcüklerle kafasının içinde bir anda kırmızı alarmlar ötmeye başladı sanki. Başı omzuna doğru düşerken gözlerine çöken tehlikeli bir pusla arkadaşına bakıp "Bunu benim güzeller güzeli, yeni, çıtır korumamın yüzüne karşı da söyle olur mu?" dedi. Sesinde hissedilen tehdit Kuzey'in kaşlarını kaldırarak şaşkınca Aras'a bakmasına neden olmuştu. "Suratını dağıtışını izlemek keyifli olacaktır."
Kuzey'in fark ettiği o tehlikeyi fark edemeyen Samet, geri adım atmadan aynı alaylı sesiyle "Onunla tanışmak için sabırsızlanıyorum." diyerek Aras'ın sabrını sınamaya devam ettiğinde genç adamın parmakları avuçlarına doğru göçtü. Dikleşen duruşuyla geniş omuzları gerilmiş, siyah tişörtünü altına gizlenen kürek kemikleri dalgalanmıştı.
"Kuzey güzelliğini öve öve bitireme..."
Samet de o cümlenin devamını bitirememişti, Aras öyle ani bir hareketle onu yakasından tutup kendine çekmişti ki yanlışlıkla dilini ısırmıştı zavallı adam.
Bir an ayakları yerden kesilid gibi olan Samet, iri iri açtığı gözleriyle anlamayan ifadelerle Aras'a bakarken Aras kaskatı bir surat ve buz gibi bakışlarla arkadaşının yüzüne bakıp kaşlarıyla cam kapıyı işaret etti. "Oyun istiyorlar biliyor musun?"
Köpekler hâlâ o kapının önündeydi ve öfkeleri katlanarak artıyordu.
Aras ellerini Samet'in yakalarından çekip gömleğindeki sebep olduğu kırışıklığı parmak uçlarıyla silkeledi. "Ağzından çıkanlara dikkat et ki seni oyuncak diye önlerine atmayayım!"
Samet yaşadığı afallamayla gözlerini kırpıştırırken Kuzey bıyık altından sırıtıyordu. Aras her ikisine de arkasını dönüp adamlarına "Cenk'e söyleyin," diyerek talimatını verdi. "Köpekleri beslesin, Yazgı gelene kadar belki biraz sakinleşirler. İtiraz etmeye kalkacak olursa da ona, Aras Bey'in karısının selamı var deyin, o anlar."
Sözlerine müteakip adımları salonun çıkışına yöneldiğinde adamlar arkasından bakakalmışlardı. Ve hepsinin takıldığı tek bir nokta vardı: Karısı mı?
Adamların soramadığı soruyu Kuzey sorduğunda Aras bir elini kaldırıp onu geçiştirdi. Tam salondan çıkacakken karşısına çıkan Mahzun ile durdu.
"Köpekleri sakinleştirici iğnelerle bayıltmamızı ister misiniz efendim?" diye sordu Mahzun bakışları kısa bir an için adamlarla köpekler arasında gidip gelmişti.
"Sakın." dedi Aras katı bir sesle. Düşüncesi bile kabul edilemezdi. "Yazgı gelir zaten birazdan, annelerini görünce sakinleşirler. Yazgı onların dilinden anlıyor. Sen Osman'a söyle bana matkap takımını getirsin, sonra da git Kuzey kontrollerini yapsın."
Dün gece kafaya koyduğu şeyi şimdi yapacaktı.
"Matkap takımını ne yapacaksın evlat?" diye sordu mahsun merakla. Aras'a doğru biraz daha yaklaşmış ve sesini kısmıştı.
"Küçük bir işim var... " dedi kısaca ve Mahzun'un yanından geçip yoluna devam etti.
Kuzey'in sitemi geldi arkadan.
"Abi diplomamı mı yiyeyim ne istiyorsun? Ne işin var senin ayakta?"
"Sen onu bunu bırak Kuzey Efendi," diye tersledi Mahzun onu. "Yazgı denen o kadının göğsümün içinde makas unutmasına izin mi verdin, onu söyle bana?"
Onlar tartışmaya devam ederlerken Aras başını iki yana sallamış ve merdiveni tırmanmaya başlamıştı.
On dakika sonra Yazgı'nın yatağının kenarında tek dizinin üzerine çökmüş bir hâlde, Osman'ın getirdiği matkap takımının çantasının içinden uygun ucu bulmaya çalışıyordu.
Köpekler büyük ölçüde sakinleşmiş gibiydiler ama hâlâ ara ara sitemkâr uluma sesleri duyuluyordu. Yazgı koşusundan hâlâ dönmemişti.
Elinin altındaki gözde aradığını bulamadığında kapağı kaldırıp diğer tarafa baktı ve sonunda doğru ucu buldu.
Zarif parmakları makinanın başlığını çevirip ucu yerine oturttu ve kapıya kısa bir bakış attıktan sonra vidaları sökmeye başladı.
Geldiğinde ve yatağın yerinin değiştiğini gördüğünde muhtemelen dün gece bahsettiği o tehdidi yerine getirme isteği ile dolup taşacaktı. Kıçını tekmeleye tekmeleye genç adamı balkondan atıp babasına da kendisinin düştüğünü söyleyeceği ile ilgili olan o tehdidi...
İstemsiz dudakları kıvrıldı ve kendini gülerken buldu Aras.
Hiç şüphesiz bunu gerçekleştirmek için büyük bir arzu duyacaktı ama umursamadı Aras. Sadece nefes alıyor olmasının bile onu bu azruyla tutuşturduğundan emindi zaten, yani onlar için yeni bir şey olmayacaktı bu.
Tüm vidaları söktükten sonra zorlanmadan önce yatağı sonra komodini çekti kenara. Parmakları komodinlerin çekmecelerini açma isteği ile karıncalanıyor, zihninin gerisinden gelen kısık bir ses, etrafa kısa da olsa göz atmasını söylüyordu ama bunu yapmadı Aras.
Yatağı duvara dayanana kadar ittikten sonra komodini de yanına çekip üzerindeki vazoyu düzeltti. Burnuna yine o koku dolduğunda aklının köşesine dün gecenin puslu anıları doldu. Yazgı'nın saçlarının yüzüne çarptığı o an... Koyu gür dalgalar beline kadar iniyor ve mürai duygularla Aras'ı gafil avlıyordu sanki. Güzeldi saçları... Yüzü de güzeldi... Ama en çok kokusu...
İşi bittiğinde takım çantasını toplayıp ayağa kalktı. Duvara montelenmiş yumruk makinasıyla yoga merdiveni ve vazodaki beyaz güller dışında odada Yazgı'ya dair hiçbir iz yok gibiydi. Kişiselleştirmemişti. Neyi varsa, kapalı kapılar arkasına gizlemişti.
Perdeleri açık tutsaysı belki onu burada bu makineyi yumruklarken görebilirdi, ya da yoga merdiveninde bedenini esnetirken... Ama zihninde canlandırmak hiç zor değildi Aras için.
Öyle ki karnının üst kısmında görünen ve göğüs arasına doğru uzandığından emin olduğu o dövmenin gerilişini bile hayal edebiliyordu.
Hayır diye sertçe kendine ültimatom verdi. O dövmeyi düşünme. O dövmeyi düşünme. O dövmeyi düşünme...
O dövmeyi her düşündüğünde devamını görme isteği daha yoğun çarpıyordu ona. Bu istek her çarptığındaysa görmek için elinden geleni yapma dürtüsü ile savaşıyordu.
Baş parmağının sırtıyla alnının kenarını kaşıdıktan sonra parmaklarını gür saçlarının arasından geçirip çıkışa yöneldi ama çalan telefonununun sesi adımlarını sekteye uğrattı.
Telefonu cebinden çıkarıp arayanın kim olduğuna baktığında bilinmeyen numara yazısını görmek kaşlarını çatmasına neden olmuştu.
Yüz kasları anında ciddiyetle kasılırken aramayı cevaplayıp telefonu kulağına yasladı. "Alo?"
"Altuğlu..." diye karşılık verdi karşısındaki alaycı, tanıdık ve yakın bir geçmişe gömdüğünü düşündüğü bir ses.
Genzinden hırıltılı bir nefes dökülürken öfke damarlarının içinde kabardı genç adamın. "Ah..." diye alaylı bir sesle karşılık verdi Aras. Çelik kadar sert grileri karşısındaki duvara dikilmişti şimdi. "Elbette... Eceline senin kadar susayan kaç dangalak var ki?"
Çoktu elbette... Dünya üzerinde her şey biterdi ama eceline susayan dangalaklar hiç bitmezdi. Dünyayı çoğu zaman çekilmez kılan şey de buydu ya...
Bu herif sabah sabah ne halt yemeye arıyordu?
Derin bir gülüş sesi geldi ahizenin diğer ucundan, yüzünü buruşturarak telefonu kulağından uzaklaştırdı. Bu adamı dinlemeye tenezzül bile etmemeliydi aslında. Ayırdığı vaktin tek saniyesine bile değmezdi.
"Yerinde olsam kelimelerime dikkat ederdim Altuğlu!" dedi Sezgin Karadağ son derece keyifli bir sesle.
Aras'ın duraksayan adımları yeniden hareket ettiği sırada dudaklarından alaylı bir "Hah..." sesi döküldü. "Çapının yetmeyeceği şeyi diline dolama Karadağ. Sadede gel, pezevenk tohumlarına ayıracak vaktim yok benim."
"Sende bana ait olan bir şey var ama..." dedi konuyu daha fazla uzatmadan Sezgin Karadağ. "Bende de sana ait olan bir şey var Altuğlu..."
Adımları ikinci bir kez duraksadı Aras'ın.
Kaşları çatıldı, iki kaşının arasındaki o çizgiler derinleşti.
Omzunun üzerinden çıkmak üzere olduğu odaya bakarken sanki kafasının içinde iki parça yapboz daha birleşti ama ihtimal vermedi.
Konuşmadı da, her ne saçmalıyorsa devam etmesi için sessiz kaldı. Gelen kelimelerse, onlar sarf edenin kıyametini koparan son sur'u söndürmüştü.
"Torunumu bana getir, kadınını al."
⏳
Geçmişimiz, geleceğimizin sınırlarını çizer.
Geleceğimiz, geçmişimizin izmaritlerinin külleriyle lekelenir.
Çekilen temiz sayfalar koca bir yalandan ibarettir. Sen temiz bir sayfa açtığında kirli sayfaların izleri yeni sayfana bulaşır, bir tarafı temiz sanırsın da o sayfanın diğer yüzünün ne hâlde olduğunu bilmezsin. Görmüyorsun diye bulaşan lekelerin varlığı silinir mi sandın? Silinmezler.
Geçmişimiz, geleceğimizin yargısıdır; geleceğimiz, geçmişimizin meyus yansıması...
Kulaklarımdaki keskin uğultu geçene kadar kaç nefes gerekiyorsa o kadar...
El ve ayak bileklerimde tenimi kerten ipler vardı, bir sandalyede oturuyordum ve görebildiğim tek şey zifiri bir karanlıktı.
Ağzımda acı bir tat vardı ama bu tadın nedeni ağzımı kapatmak için kullandıkları kumaş parçası mı yoksa başka bir şey mi ayırt edemiyordum. Gözlerime bağladıkları kumaş o kadar sıkıydı ki göz kenarlarım kaşınıyordu.
Hatırlamakla ilgili bir sorunum yoktu, başıma ne geldiğini iyi biliyordum. Sadece zaman konusunda bir kavram karmaşası yaşıyordum, bir de misendeleyip bu demde bir yanma vardı ama onun dışında bir sorunum yoktu.
Nefes seslerime odaklanmaya devam ettim. Böylece, olası bir yabancı sese karşı daha duyarlı hâle gelecektim ve odada yalnız olup olmadığımı anlamış olacaktım. Şimdiye kadar üçüncü bir kişinin varlığını sezmemiştim bu da şimdilik yalnız olduğum anlamına geliyordu.
Zahmetsiz bir hareket ile karnımı hafifçe öne doğru çıkarıp sırtımı sandalyenin arkasında iyice yasladığımda göğüslerim yükselmişti.
Odada yalnız olabilirdim ama bu beni bir yerlerden izliyor olma ihtimallerini değiştirmiyordu. Bu yüzden hareketlerim uyuşuktu.
İplerden kurtulduğum saniye, kimin neyi fark ettiği önemli değildi ama şu noktada dikkatli olmam gerekiyordu ki zapt etmek için fazladan bir önlem almalarına yol açmayayım.
Ne kadar kolay, o kadar çabuk...
Bileklerimi iplerin izin verdiği ölçüde büküp parmaklarımla ipleri kavradım.
Usulca ipleri çözmeye çalışırken alnımdan süzülen ter damlaları, gözlerimi bağlayan bağın kumaşında yitip gitti.
Sanki kilometrelerce koşmuş gibiydim, saçlarımın diplerindeki ıslaklığın ağırlığını hissediyordum, ensemden süzülen damlaları ve hatta kollarımdan süzülenleri...
Parmaklarım az da olsa düğümü gevşettiği sırada nefes seslerimin arasına bir adım sesi karıştı.
Hiç bozuntuya vermeden işime devam ettim. Demir bir kapının, kulak tırmalayıcı bir gıcırtıyla açıldığını duyduğumda hareketlerim biraz daha yavaşladı ama hiç durmadı.
"Kaynağınız sağlam değil mi?" diyen yabancı bir ses doldu kulağıma.
Kurbanımın sesini zihnime kaydettim. Kimdi bunlar, benden ne istiyorlardı hiçbir fikrim yoktu ama ellerimi çözdüğüm anda artık birer ölü olacaklarını biliyordum.
Nasıl bir mantıkla beni kaçırmaya cüret edebilmişlerdi ki?
"Sağlam..." dedi başka bir ses. "Doğrudan içlerinden biri... Çok büyük bir balık yakaladık, çok..."1
Ağzım sıkıcı bağlanmış olmasaydı bu cümleye gülebilirdim bile. Bahsettikleri balık ben mi oluyordum?
Kısa bir an sessizlik çöktü odaya ve adım sesleri boşluğu doldurdu.
"Güzel parça..." dedi ilk konuşan adam. "Defne'den sonra hayatına birini aldığına inanmak zor ama herif ağzının tadını biliyor."
Tam o an adım sesleri önümde durdu ve çıplak bacağımda bir el hissettim.
Tamamen bir refleks ile irkilerek elin sahibinden kurtulmak için bacağımı çekmeye çalıştım.
Midemdeki yanma biraz daha arttı.
"Ah..." dedi ikinci konuşan adam ve onun da artık önümde durduğunu biliyordum.
Gözlerimdeki bağ, yüzümden aşağı doğru kaydırılarak açıldığında, sıkı kumaş yüzünden cildim tahriş oldu.
"Demek küçük balığımız uyanmış..."
Gözüme dolan yapay ışıklar yüzünden görüş açım sıfırlanırken, gözlerimi sımsıkı yumarak ışığın yolunu kestim.
Göz kapaklarımın önünde minik parlak benekler dans ediyordu.
"Bu beklediğimden daha farklı oldu..." dedi adamlardan biri.
Gözlerimi kırpıştırarak açtığımda sonunda ışığa alışmayı başarmıştım.
"Uyandığın an korkuyla çığlıklar atmaya çalışmanı, çırpınarak kurtulma çabalarını görmeyi bekliyordum."1
Taş duvarları olan bomboş, penceresiz bir odanın içindeydim. Bir mahzeni andırıyordu.
Karşımda iki tane herif duruyordu, biri elinde tuttuğu bastonuna dayanarak ayakta duran, altmışlı yaşlarında biriyken, diğeri alçıya sarılmış koluyla karşımda dikilen ve diğerinden on yaş kadar genç görünen bir herifti.
Yaşlı olan gözlerimi açan olduğuna göre, diğeri elini bacağıma koymaya cüret edendi. Sağlam olan ve birazdan kıçına sokacağım elini...
Sadece... elimdeki bağlardan kurtulmam gerekiyordu. O el bacağıma dokunduğu anda dağılan dikkatim yüzünden pozisyonumu kaybetmiştim ve şimdi en ufak bir hareketimde ne yaptığımı anlamaları çok olasıydı. Bu yüzden acele etmedim... Sabretmeyi sevmesem de sabır konusunda iyiydim, bekleyebilirdim.
"Hiç korkuyor gibi görünmüyor..." dedi daha genç duran, yüzündeki iğrenç sırıtma halihazırda yanan midemi daha da bulandırıyordu.
"Altuğlu'yu ne zaman arayacaksın?"
Maya'nın bulaştığı heriflerden birileri olmalarını bekleyebilirdim... Ya da geçmiş zamanda Kumite'de kuyruğuna bastığım birileri olmalarını... Belki de, öğrencilerimi yetim ya da öksüz diyerek aşağılamaya çalışan, bunun gibi daha nice onur ve kalp kırıcı sözcüklerle onları ezmeyi deneyen ve karşılarında beni bulan, zevkle benzettiğim insan müsveddelerinden birileri olmalarını bekleyebilirdim.
Gözlerimi kapatıp başımı iki yana salladım. Bu nasıl bir kâbustu böyle?
Buradan kurtulduğumda o şerefsizi de gebertecektim!
"Daha değil..." diye cevap verdi yaşlı olan. Ardından cebinden köstekli bir saat çıkarıp kapağını kaldırdı. "Daha zamanı var."
Bu hoşuma gitmemiş gibi bakışları sertleşti kolu kırık olanın. Gür, yer yer akların düştüğü kaşlarını çatttı. "Neyi bekliyoruz ki?"
"Zamanı Hayati..." diye cevap verdi ve bir an bakışlarım yaşlı olanda takılı kaldı. Gözlerinde tanıdık bir duygu gördüm, aynaya her baktığımda gördüğüm bir duygu...
İntikam için zamanını bekliyordu.
İntikamı için aracı olarak beni kullanıyordu.
"Onu görmek istedin, gördün. Artık gidelim. Baran'la Nadir gelir şimdi, onlar gelene kadar şu düğün işini konuşalım. Nadir hazır, kızın ile evlenmeyi kabul etti ama Sühandan'ı nasıl ikna edeceksin onu düşün. Torunu alın o gelir dedin, gelmedi."
"Gelecek..." diye cevap verdi Hayati kendinden emin bir sesle. "Altuğlu'ya güveniyordu ama bu..." diyip başıyla beni işaret etti. "Onun güvenini boşa çıkaracak."
Ah... Bu adam Sühandan'ın babasıydı. Yanındaki de bu denklemde, Nefes'in babasının babası olmalıydı. Ne demişlerdi ismine o gün anlatırlarken? Sezgin... Sezgin Karadağ.
İyi de ben bu denklemin neresindeydim de bu salaklar beni kaçırmıştı?
Hâlâ oturmayan bir şeyler vardı.
"Göreceğiz!" diye homurdandı adı Sezgin olan.
Oğlunun intikamını istiyordu. Aras oğlunu öldürmüştü çünkü o bunu hâk etmişti ama ben hâlâ kendimi bu denklemde bir yere oturtamıyordum.
Hayati öne eğilip ellerini yüzüme doğru uzattığında yine tamamen bir refleks ile geriye doğru eğilmeye çalıştım.
Yanlışlıkla yaptığım bir hareketti belki ama mükemmel bir zamanlamayla yaptığım, mükemmel bir hamleye dönüştü. Çünkü kaybettiğim o pozisyonu yeniden bulmamı sağlamıştı. Parmaklarım hızla, düğümde ezberledikleri noktaya yerleştiler ve kaldıkları yerden ipleri çözmeye başladılar.
Hayati'nin parmaklarıysa ağzımdaki beze uzanmış ve tıpkı gözlerimdeki gibi onu da aşağı çekerek boynuma indirmişti.
"Eğer..." dedi tehditvari bir sesle. "Bağırırsan ölürsün."
Hadi ya?1
Ona alay dolu bir bakış atıp "Sen bağırmasan da öleceksin!" diye karşılık verdim. Konuşabilmenin nimetini anladığım saniyelerin içindeydim.
Verdiğim cevap hoşuna gitmiş gibi dudakları kıvrıldı Hayati'nin.
"Ondan çok farklısın..." diye mırıldandı bakışları ilgiyle üzerimde dolanıyordu. Söylediğim altı fazlasıyla dolu olan tehdidi dikkate almamış gibiydi. "Yüzün, saçın, bakışların... Hatta sözlerin bile... Beni onun gücüyle tehdit edebiliyorsun, gözlerinde hiç korku yok. Sende ne bulduğunu merak ediyorum. Yıllar sonra nasıl oldu da kalbine aldı seni?"1
Kalkan tek kaşınla yüzüne bakarken sözcüklerinden bir mânâ çıkarmaya çalıştım ama hiçbir parçayı uyduramadım.
Ondan diye bahsettikleri kişi kimdi?
Aras mı yıllar sonra beni kalbine almıştı?
Tanrım... Kafalarının içinde nasıl bir çark dönüyordu da beyinleri bu kadar düşünme yetisinden noksandı bu heriflerin?
"Neyden bahsettiğini hiç bilmiyorum..." diye homurdandım parmaklarım hâlâ ipin üstündeyken. Şimdiye kadar çözmüş olmam gerekiyordu ama sanki ellerimde bir uyuşma varmış gibi güçten düşmüştüm. Ayrıca parmak uçlarım terlediği için bazen ip parmaklarımın arasından kayıyordu.
Lanet olsun, bu kadar terliyor olmam normal değildi.
Midemdeki geçmek bilmeyen bu yanma normal değildi.
Nefeslerimin ağır olması normal değildi.
Bu yorgunluk, parmaklarımdaki güçsüzlük... Hiçbiri normal değildi, kendi bedenimi tanıyordum ben. Bir sorun vardı, yolunda olmayan bir şeyler...
"Defne'den bahsediyorum..." diye cevap verdi Hayati. Sonra doğrulup uzaklara dalar gibi bakışlarını taş duvarlardan birine dikti. Birkaç saniye geçmişi yad eder gibi sustuktan sonra derince bir iç çekip çirkin bakışlarını bana çevirdi. "Sevgilinin eski nişanlısından... Yoksa daha eski defterleri açmamış mıydınız? Tüh, desene tüm sürprizi kaçtı diye..."
Ah...
Siktiğimin beyinsizleri beni gerçekten Aras'ın sevgilisi sanıyorlardı.
Böyle bir şeyin ihtimali bile varmış gibi...
Arasların evindeki o hain her kimse bu geri zekalılara yanlış bilgi vermişti ve onlar da bunu yemişti.
Arasların evindeki o hain, suyuma bir şey katmıştı. Tadında hiçbir değişiklik hissetmemiştim oysaki. Ya da renginde... Ama şişemin içine yabancı bir madde girmişti işte ve şimdi beni bu denli etkileyen şey de o madde olmalıydı.
"Yaklaş..." dedim karşımdaki adama tüm düşüncelerimden sıyrılıp.
Tereddüt etse de yeniden öne doğru eğilip yüzünü yüzüme yaklaştırdı.
"Biraz daha..." dedim istediğim yakınlığa gelmesi için.
Yüzüne yeniden o iğrenç sırıtma yerleşirken yüzünü biraz daha yaklaştırdı.
"Eski defterler açıldı mı bilmiyorum..." diye mırıldandım ve momentumumu ayarlayıp başımı geriye atarak adamın suratına sertçe kafamı geçirdim.
Ani hareket, bir an midemi daha fazla bulandırdı ve başım döner gibi oldu ama önemsemedim.
Burnuna gelen darbeyle başı arkaya doğru savruldu ve geriye doğru bir kaç adım gitti sürüklenircesine. Dudaklarından acı dolu bir inilti döküldüğünde ellerinden birini burnuna yaslayıp kanamaya başlayan burnunu tuttu. "Siktir..." diye kükredi acı içinde. "Burnumu kırdı! Siktiğimin kaltağı burnumu kırdı."
Alnımdaki sızıyı görmezden gelip yeniden arkama yaslandım ve gözümün önüne gelen bir tutam saçı, nefesimle geriye itmeye çalıştım. "Senin defterini önce dürüp sonra kapatacağım kesin." diyerek başladığım cümlemin sonunu getirdim. "Tamamen..."
Adamın acı dolu inilti seslerine gelen bir grup koruma doldurdu odanın içini.
Hayati denen herif apar topar odadan çıkarılırken Sezgin Karadağ başını iki yana sallayıp bir kez daha köstekli saatini kontrol ederek onların arkasından çıktı.
Kapanıp kilitlenen kapıya baktım birkaç saniye ve boğazıma doğru tırmanan safrayı sertçe yutup derin bir nefes aldım.
Parmaklarım daha sert asıldılar düğüme. Çok az kalmıştı... Çok çok az...
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama en sonunda düğümü çözmeyi başardığımda rahat bir nefes alabilmiştim. Bileklerimi önüme doğru getirip iplerin bıraktığı izleri ovaladıktan sonra ayak bileklerimdeki iplere yöneldim. Ellerimdekilerden çok daha kolay oldu onları çözmek.
Ayağa kalktığımda her şeyin normal olacağını sanıyordum, vücudumda seyreden anormalliğe rağmen ama düşündüğüm gibi olmadı.
Yer ayaklarımın altından kaydı sanki bir an için, başım öyle çok döndü ki kalktığım sandalyeye gerisin geri yığıldım.
Tüm bunların başıma Aras yüzünden geldiğine inanamıyordum.
Ellerimi başımın iki yanına yaslayıp birkaç saniye şakaklarıma masaj yaparak kendimi rahatlatmaya çalıştım nafile bir çabayla.
Belirtiler tek bir şeyi gösteriyordu ve bu şey hiç hoşuma gitmiyordu.
Baş dönmem biraz olsun azaldığında bu kez daha yavaş hareketlerle ayağa kalkmayı denedim. Kondisyonumu sağlam tutmalıydım. Bundan çok daha kötülerini de görmüştüm, bu onların yanında hiçbir şeydi. Halledebilirdim, yapabilirdim. Aptal bir zehire yenilecek değildim.
Tam ayağa kalkabildiğim sırada kapının önünden yine ayak sesleri gelmeye başladı ama bu kez çok daha kalabalıktı.
Gelen konuşma seslerini dinlerken mantıklı olanı yaparak yeniden oturdum sandalyeye ve yerdeki ipleri alarak ayak bileğime basitçe doladım. Dışarıdan bağlı gibi görünse de istediğimde basit bir hamleyle kurtulabileceğim ayardaydı. El bileklerime de aynısını yaptıktan sonra beklemeye başladım.
Burnumdan aldığım nefesi ağzımdan vererek birkaç tur nefes egzersizi ile kendimi rahatlatmaya çalıştım belki bir faydası olur diye...
Bedenimin ter damlası dökmeyen tek bir noktası bile yoktu o an. Öyle ki alnımdan sürünerek kurtulan bir damla, burnumun ucunda çıplak bacağıma damlamıştı.
Zehirlerin pek çok türevleri vardı, her birinin zaman ayarı birbirinden farklıydı. Öyle bir durumun içindeydim ki tam şu an, beklemek en mantıklı hareketken, yine beklemek en mantıksız hareketti.
Sezgin Karadağ, yanında birer kopyası gibi görünen ama onun çok daha genç versiyonu olan iki adamla ve arkalarında beş kadar korumayla içeri giriyorlardı.
Sezgin Karadağ, telefonunu kulağına yaslamışken "Altuğlu?" dedi karşısındaki kişiye. Aras ile konuştuğunu anladım. Dertleri her neyse, Aras'ın onlara istediğini vermeyeceğini biliyordum. Boşuna uğraşıyorlardı aptallar. Boşuna öleceklerdi.
Zehirin bana ne yapacağını bilmiyordum ama bana bir şey olmadan önce buradaki herkes ölecekti.
"Beni tanıdın mı?" diye sordu Sezgin Karadağ, Aras'a. Dudaklarındaki o keyifli gülüşle doğrudan bana bakıyordu. Yakaladığı bir avmışım gibi...
Ona benzeyen gençlerden biri usulca etrafımda dolanmaya başladı. Aynı sinsi bakıştan onda da vardı, hatta diğerinde de...
Bu ikisi, Sezgin Karadağ'ın oğulları olmalıydı.
Bir kahkaha sesi yankılandı boş odanın içinde, akabinde "Yerinde olsam kelimelerime dikkat ederdim Altuğlu!" dedi Sezgin Karadağ. Aras her ne dediyse ona bozulmuş gibi bakışları kısılmıştı, boştaki eli yumruk haline gelmişti ama ses tonuna bunu yansıtmamaya gayret ediyordu. Sesinin tınısı keyif ile doluydu.
Aras yine bir şey söyledi ve Sezgin Karadağ'ın parmak boğumları, yumruklarını sıkmaktan bembeyaz kesildi.
"Sende bana ait olan bir şey var ama..." dedi konuyu daha fazla uzatmadan. "Bende de sana ait olan bir şey var Altuğlu..."
Her geçen an beni çileden çıkarmaya biraz daha yaklaşıyorlardı.
Etrafımda dolanan adam tam arkamda durup ellerini oturduğum sandalyenin arkalığına koyduğunda herhangi bir hamle yapmamak için kendimi zor tuttum. Kendimde olsaydım şayet arkamdakinin hiç şansı yoktu ama şimdi herhangi bir hamle yaparsam, bu yalnızca gereksiz bir risk olacaktı.
Mantık devreye girdiğinde riskin yolu kısalırdı.
"Yazık olacak bu güzelliğe..." diye mırıldandı arkamdaki adam, başını kulağımın hizasına doğru indirip. Ardından sandalyeden uzaklaşarak kenarda duran kardeşinin yanına gitti ve yerini onlarla birlikte gelen korumalardan biri aldı. Tek farkı onun sandalyeme dokunmamasıydı.
Burada birine yazık olacaksa, o kesinlikle ben değildim.
Pes etmeyişlerimin direnci ile yaşıyordum ben, direnişlerimin gücüyle...
"Torunumu bana getir, kadınını al."
Aras'tan beni kızıyla mı takas etmesini istemişlerdi.
Dudaklarımın arasından istemsiz bir kahkaha döküldü.
Tam olarak hangi noktanın sinirlerimi bozduğunu bilmiyordum. Beni Aras'ın kadını diyerek aşağıladıkları noktanın mı, Aras'ın beni gerçekten kızıyla takas edeceğini düşünme aptallığı gösterdikleri noktanın mı, yoksa kanıma karışan bu zehrin her geçen saniyede beni daha çok etkilediği gerçeğinin yattığı noktanın mı?
"Sevgilin..." dedi Sezgin bana doğru yaklaşıp telefonu yüzüme doğru tutarak. Yüzündeki sırıtma, zehrin etkisinden daha çok midemi bulandırıyordu. "Seninle konuşmak istiyor."
Eş zamanlı olarak hoparlöre alınmış ahizeden Aras'ın "Yazgı..." diyen sesi döküldü. Sesi gayet sakin geliyordu ama bu sakinliğin nasıl bir sakinlik olduğunu anlayamıyordum. Grilerini görsem belki farkı ayırt edebilirdim ama şimdi koca bir sırdı önümde.
"İyi misin?" diye sordu. İşte şimdi sesindeki temkini, emin olmaya çalışma halini yakalamıştım. Sesine eşlik eden acelecilik adım seslerini... Birden fazlaydılar.
"Ben iyiyim..." diye mırıldandım. "Ama buradakiler iyi olmayacak."
"Hiç şüphem yok..." diye cevap verdi.
Dün gece beni görmüş, izlemişti. Müdahale etmemiş, rolümden bir parça çalmamış, uslu bir şekilde sözümü dinleyip ben yolu temizlerken kenarda beklemişti.
Şimdi aldığım her nefes, bir öncekinden daha ağır dökülürken dudaklarımın arasından, saçlarım artık sırılsıklam diyebileceğim bir noktaya gelmişken, zehir her an daha fazla kanıma karışıyorken ona güvenebilir miydim?
"Biliyor musun?" diye sordum seçtiğim yolun beni pişman etmemesini umarak. Ölüm en yavaş haliyle ensenize bindiğinde hissediyordunuz. Hissediyordum bende, fazla zamanım kalmamıştı.
O kadar acıdan sonra biriktirdiğim kum saatlerini teker teker patlatmadan ölemezdim.
İntikamım havada asılı dururken henüz ölemezdim.
"Ellerimi çözdüğümün farkında bile değiller..." Cümlenin sonu gülüşümle noktalandı. Adamların afallayan yüzlerine şimdi keyifle bakan taraf bendim.
Aras bir şey söyledi ama duymadım.
Bana doğru hamle yapmaya çalıştı biri ama vücudumun bana ihanet etmemesi için dua ederken bileklerime sarılı halde tuttuğum ipten kurtulup Sezgin Karadağ'ın belinin ön tarafında görünen silah ile elindeki telefonu aynı anda kaparken ben daha hızlıydım.
Ayağa kalkmadan oturduğum yerden bana silah çekenleri teker teker vurmaya başladığımda patlayan silah sesleri ile içeriye daha fazla adam doluştu.
Oda barut ve kan kokusuyla dolarken bu hengâmede Sezgin ve oğullarının odanın dışına doğru kaçtıklarını zar zor görebildim.
Yere düşenlerden birinin elinden fırlayıp ayağımın dibime kadar gelen silah benim şansımdı.
Adrenalin damarlarımın içinde çağlamaya başladığında ona tutunup ayağa kalktım ve ayak bileğimdeki iplerden kurtulup içeri girmeye çalışan herkesi teker teker vurdum.
Bedenlere açılan deliklerden fışkıran kanlar taş duvarlara kadar sıçrarken her elde barut kokusu daha da yoğunlaşıyordu.
Sonuncuyu da vurduğumda silahtaki mermi bitmişti.
"Yazgı!" Silah sesleri sustuğunda Aras'ın gür sesi odanın içinde yankılandı bir an.
Adrenalin beni ayakta tutarken gözlerimi birkaç kez sıkı sıkı yumup açtıktan sonra kapıya doğru gittim.
"Bana iyi olduğunu söyle, Malen'kaya Devochka?" diye sordu Aras. Arabaların motor gürültülerini ancak o zaman fark edebildim.
"Bana şöyle deyip durma be adam!" diye homurdandım sinirle. Buradan çıkar çıkmaz yapacağım ilk şey şu lanet sıfatın anlamına bakmak olacaktı. Bu herif bana ikide bir ne deyip duruyordu?
Adımlarım kapıya doğru ilerlerken, bakışlarım yerdeki adamlarda gezindi birkaç saniye. Yirmiden fazla değillerdi, kesinlikle arkası gelecekti.
"Anladım iyisin..." dedi Aras, sesi sakinleşmişti. Az önce rahat bir nefes mi almıştı o?
"Ben sana ayarlarını düzelt demedim mi?" diye tersledim onu.
Gerçekten şu birkaç gündür bu adamın ne olduğunu anlayamıyordum. Kafamı karıştırıyordu, sinirlerimi zıplatıyordu, bu halleri bende onu daha fazla dövme isteği uyandırıyordu. Böyle eşek sudan gelene kadar, bütün hıncımı çıkara çıkara, ağzını burnunu kıra kıra dövmek istiyordum.
"Yoldayım..." demekle yetindi Aras.
Kapının açıldığını koridorun ötesinden gelen sesler, haklı olduğumu gösteriyordu.
Artık birer ölüden ibaret olan adamların ellerinde emanet gibi duran, gördüğüm tüm silahları alıp şortumun beline sıkıştırabildiğim kadar sıkıştırdım, kendime silahlardan bir kemer yaptım.
Bu durumda yakın dövüşe girerek bir risk daha almayacaktım. Hareket etmek, zehrin daha da hızlı yayılmasına neden olacaktı. Ne kadar hızlı yayılırsa o kadar hasar bırakırdı. Kalbime ulaştığındayse ölürdüm.
Kararsızlık damarlarıma zehirden daha sert çarptı. Bir kez güvenmeyi seçmişsem bunu ikinci kez de yapabilirdim değil mi?
"Söyle..." diye karşılık verdi. Bunu öyle bir tona söylemişti ki...
Başımın iki yana sallayıp kendimi bu düşünceden uzaklaştırdım. Gerçekten ayarlarımı bozuyordu bu adam benim.
"Sabah koşuya çıkarken yanıma aldığım şişedeki suyun içinde zehir vardı. Ne tür bir zehir olduğunu bilmiyorum ama kanıma fazlasıyla hızlı yayıldığını biliyorum."
Devam edemedim konuşmaya ama o kadar da aptal olmasa gerek, ne söylemek istediğimi anladı.
"Anladım..." demekle yetindi sadece. Ardından sesi ahizeden uzaklaştı ve yanındaki her kimse ona "İki kişiyi Yazgı'nın koştuğu alana gönder, su şişesini arasınlar, bulmadan da gelmesinler." diye talimat verdi.
"Teşekkür ederim..." diye fısıldadım, yutkunuşlarımın arasında... Ağzımın içi bir anda kupkuru olmuştu. Gözlerimi açık duran kapının ilerisindeki koridordan ayırmıyordum, elimdeki silahın namlusu o tarafa doğrultulmuştu ve silah ateşlemeye hazırdı
"Teşekkürün sende kalsın..." diye karşılık verdi Aras, "Ben gelene kadar hayatta kal, o bana yeter."
Ben gelene kadar hayatta kal...
Sanki beni görebilecekmiş gibi başımı sallayarak onayladım onu.
Başka bir şey söylemedim, Onun da söylemesine izin vermedim. Telefonu kapatıp bir köşeye fırlatırken bir adamın gölgesi düştü koridora. Temkinli adımlarını gölgesinden saydım.
Boşalan elimi belimdeki silahlardan biriyle doldurdum ve adamlar sırayla ortaya çıkmaya başladığında hiç düşünmeden ateş ettim.
Bir ceset olacaksan eğer, gireceğim mezara benimle birlikte götürebildiğim kadar çok kişiyi götürecektim.
Her kurşunda ortaya çıkan manzaranın adıydı bu...
Onlarca koruma zaman zaman sırayla zaman zaman toplu bir şekilde üzerime akın etmeye çalıştı, geride kalanlar arkadaşlarının cesetlerinin üzerine basarak geçmek zorunda kaldı.
Patlayan silahların sesi ayrı, yere düşen kovanların sesi ayrı, son nefesini verirken adamlardan dökülen inilti sesleri apayrıydı.
Ayakta durmak benim için artık eziyet haline geldiğinde ve gözüm kararmaya başladığında sertçe yutkunup nişan alamasam bile ateş etmeye devam ettim.
Belime soktuğum silahlar bir bir eksildi, yere düşen adamların sayısı üçer beşer çoğaldı.
Bir noktada artık kendilerini göstermemeye başladılar. Duvarı kendilerine siper ettiklerinde atesler susmuştu. Onlardan gelen karşı ateşten de ben duvara sinip kurtulmuştum.
Ama buradan çıkmam gerekiyordu artık. Kaç kişiler bilmiyordum, elimdeki silahları sayısı azalıyordu, doğru düzgün nişan alamıyordum, vurduğum kadar boşa sıktığım da çok olmuştu eminim.
Başım artık o kadar çok dönüyordu ki, attığım adımların doğruluğundan bile emin değildim.
Aras takası kabul etseydi bile beni öldürmeyi düşünüyor olmalıydı Sezgin Karadağ. Bu sayede oğlunun intikamını aldığını düşünecekti.
Daha ilk zorlukta arkasına bakmadan kaçıp gitmişti.
Cesetlerin arasından geçerken elimi duvara yaslamış, duvardan destek alarak ilerliyordum.
Koridordan sessizce dönüp diğer koridora geçtiğimde bomboş bir yol ile karşılaşmak beklediğim bir şey değildi.
Bitmediklerinden emindim, geri mi çekilmişlerdi yani?
Ucunun nereye çıktığını bilmeden koridorda ilerlemeye devam ettim.
Bir elimdeki silahı o kadar çok sıkıyordum ki parmaklarımın arasında, parmak boğumlarım bembeyaz olmuştu. Varlığını hissetmeliydim o soğuk metalin, camının teminatıydı çünkü bu silah benim.
Koridor bir kapıya açıldı, kapıyı ittiğindeyse karşıma büyük bir avlu çıktı.
Yirmi kadar adam, oluşturdukları hilal şeklinde bir düzenle, çıktığım kapıya doğrulttukları silahla beni bekliyorlardı.
Dudaklarımın arasından umutsuz bir nefes dökülürken doğrulttuğum silahı hangisine ateş edeceğimi şaşırdığım bir andaydım.
Ya zehir öldürecekti beni, ya da kurşun...
İki yol vardı, iki yolun sonu da ölüme açılıyordu artık...
Daha işim bitmemişti bu dünya ile.
Söz verdiğim bir kız çocuğu vardı, kanını yerde bırakmayacaktım...
Şimdi ölürsem sözümü tutamazdım.
Tam o an beklemediğim bir şey oldu ve avlunun kapısından gelen gürültülü bir sesle birlikte, kapı paramparça olup parçaları etrafa saçıldı.
Arka arkaya avluya giren arabalar, adamlardan oluşan hilalin bir kısmını dağıtmış, ayakta kalanlarsa namlularını benden çekip içeri giren arabalara doğrultmuşlardı.
Aras Akın Altuğlu'yi gördüğüme gerçekten sevineceğimi söyleselerdi inanmazdım ama gerçekti işte. Kanlı canlı buradaydı. Nasıl bu kadar hızlı geldiğini bilmiyordum ama buradaydı.
Şimdi önümde yine iki yol vardı ya beni kurtaracaktı ya da ayağına altın tepsiyle sunulan fırsatı değerlendirip benden kurtulacaktı.
Bir keresinde bana güvenmek zorunda olduğunu, aksi takdirde beni öldürmek zorunda kalacağını çünkü bende başka türlü kurtuluşun olmadığını söylediğini hatırlıyordum.
Fırsat artık bir adım ötesindeydi.
Sara onu suçlamazdı. Beni kurtarmaya geldiği gerekçesiyle Maya'yı belgeleri ifşalama konusunda ekarte edebilirdi.
İndiği arabasının kapısını sertçe kapatırken adamları ondan çok daha önce davranmışlar, diğerlerini ablukaya alarak etrafta bir güven çemberi oluşturmuşlardı.
Aras dik adımlarla bana doğru gelirken, elimdeki silahı indirdim. Yerimde sallanmak umurumda değildi, dimdik durmaya devam ettiğimi düşünmem yeteri bana. Dimdik duruyordum karşısında, ve gözlerinin içine bakıyordum. Bu bana yeterdi.
"Tüm eğlenceyi kendine saklamışsın." diye mırıldandı bakışları üzerimde dikkatle gezinirken. Hasarı tespit etmeye çalışıyordu.
Burnumun ucunda hissettiğim sıcak ıslaklıkla parmaklarım istemsizce oraya yükselmiş ve parmak uçlarım, dudağımın kıyısına kadar inen o sıcaklığa dokunmuştu.
Parmaklarıma bulaşan kan benim kanımdı ve ben ilk kez kendi kanımın bir yaradan sızıyor olmasını diliyordum.
Zaman aleyhime o kadar hızlı işliyordu ki zehir belki de çoktan kalbime ulaşmıştı.
Sıtma tutmuş gibi bir titreme başgösterdi önce elimde, sonra koluna doğru yayılmaya başladı.
Elimi indirip yeniden Aras'a baktığımda onun gözlerinin endişeyle yüzümde, burnumdan akıp çeneme kadar inen kanamada olduğunu gördüm.
"Sen..." diye konuşmaya çalıştığımda sesim beklediğimden daha yorgun çıkmıştı, bir fısıltıdan ibaretti artık. "Ne kadar- kabul etmesende- ya da inanmasan da- ben iyi- bir dövüş- dövüşçüyüm."
Kolumdan omzuma, oradan tüm vücuduma yayılan titreme yüzünden cümlelerim o kadar kesik kesik döküldü ki anlayıp anlamadığı konusunda endişelerim vardı.
Dünya, eksenimde dönmeye başladığında, içimdeki karamsarlık daha da yoğunlaştı. "Maya..." diye fısıldadım o daha da yakına gelmişken. Daha en başında bunu istemediğim için kendime kızacaktım. Eğer yaşarsam...
En başında ondan Maya'yı da getirnesini istemeliydim. Hatta telefonu bir kenara atmadan önce eğer yapabiliyorsam Maya'yı aramalıydım...
Aras güven konusunda şüpheliydi ama Maya ölmeme asla izin vermezdi.
Eksenimde dönen dünya tamamen kararmadan bir salise önce dökülebildi bu cümle dudaklarımdan. Sonra dünya durdu. Ben durdum. Her şey durdu.
Son gördüğüm şey ise, yere düşmeden önce beni tutan kolların varlığıydı. Bu kez bir yabancıya ait değillerdi, Aras'a aittiler.
Tercihsiz bırakmıştım kendimi, elimde ona güvenmekten başka çarem yoktu.
Tabii hâlâ geç kalmamışsak ve ortada kurtarılabilecek bir ben kaldıysa...1
⏳
Önceki bölümde kolların sahibinin Aras olmasını isteyenler, bu bölüm sonu sizin için🤭
Şaka şaka, çoktandır belliydi bu🤭
Sizce yeni bölümde neler bekliyor bizi🌚🌝1
Umarım keyif aldığınız bir bölüm olmuştur, zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkür ediyorum. Seviliyorsunuz❤️1
Okur Yorumları | Yorum Ekle |