6. Bölüm

5| KURŞUN GEÇİRMEZ BİR KALKAN

Saniye Solak
saniyesolak

Sellam✨

 

Nasılsınız?

 

Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve satır aralarında beni yalnız bırakmamayı unutmayın olur mu? Yorumlarınızı merak ediyorum🤭

 

Ve keyifli okumalar diliyorum💐

 

 

YAZARDAN:

iki yıl önce

 

Elindeki havlu ile saçlarının ıslaklığını alırken yatağında uyumaya devam eden kadına göz ucuyla bakıp arasını döndü ve kaldığı otel odasının boydan boya cam olan duvarına doğru bir adım attı. Moskova'nın renkli ışıklı manzarası ayaklarının altındaydı.

 

Saçlarını kuruladığı havluyu omzuna atıp, gür saçlarının arasından parmaklarını geçirdi bu kez. Çıplak göğsünden süzülen sular, karın kaslarının arasından ince yollar çizerek süzülüp, beline sardığı havlu tarafından emiliyordu ama o damlaları kurulamak adına hiçbir şey yapmıyordu. Aklı, yarın Bratva'nın Pakhan'ı Roman Vladsova ile yapacağı toplantıdaydı. Tırlara yüklenmiş silahlar, yarın akşam sekizde Moskova'dan yola çıkmalı ve Vladivostok limanına kadar güvenli bir şekilde geçebilmeliydi. Her noktayı sorunsuz geçeceğinden emindi Aras ama Krasnoyarks bölgesindeki haşerelerin sorun çıkaracağı bir kesindi. Tırların kime ait olduğunu biliyor olacaklardı, bekliyor olacaklardı; bunun onlar için bir intikam fırsatı olduğunu düşüneceklerdi.

 

Haşerelerle uğraşarak zaman kaybetmek istemiyordu Aras. Ve onları geride tutabilecek tek isimdi Roman Vladsova.

 

Çalan kapı sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı ve belinde havlu olmasını umursamadan kapıyı açtı. Karşısında gördüğü Mahzun ile tek kaşı kalkarken sorgulayıcı bir ifadeyle baktı sol koluna. Mahzun'un endişeli yüzü ve kararmış bakışları bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteriyordu.

 

"Çok acil bir durum var efendim." diye girdi söze Mahzun. Sesi de bakışları kadar karanlıktı.

"Adamlar hazır, aşağıda bekliyorlar. Giyinseniz iyi olur."

 

Burnundan dökülen sert bir nefesle kapıyı sertçe kapattı. Üzerine hızlıca geçirdiği beyaz gömleği ve siyah kumaş pantolonuyla birlikte komodinin üzerine bir tomar para bırakıp ceketini de alarak çıktı otel odasından.

 

O önde Mahzun bir adım gerisinde ilerlerken "Neler oluyor?" diye sordu en sonunda. Kurşuni gözleri önüne bakıyor olsa da dikkati tamamen Mahzun'daydı ve bir cevap bekliyordu.

 

"Fatih Bey aradı Aras Bey..." diye girdi söze Mahzun. Sıkıntı dolu sesi, birazdan vereceği haberin hiç de hayra alamet olmadığını net bir şekilde belli ediyordu. Aras'ın kaşları daha çok çatıldı bu haber karşısında, iki kaşının ortasındaki çizgiler daha da derinleşti. Mahzun'un duraksaması üzerine "Devam et!" dedi katı bir sesle.

 

"Sizi aramış ama ulaşamamış..." diye devam etti Mahzun. Konuştukça sesi daha çok sıkıntıya boğuluyor, bakışları daha fazla kararıyordu. "Sühandan Hanım'ı acilen hastaneye kaldırmışlar, şu an ameliyattaymış ve durumu kritikmiş."2

 

Geniş koridorun ortasında adımları jilet gibi kesildi Aras'ın.

 

Sühandan Hanım'ı acilen hastaneye kaldırmışlar sözleri yankılandı önce zihninde. Ameliyattaymış, durumu kritikmiş...

 

Başı hızla Mahzun'a dönerken gözlerinden akan endişe seli çok netti. "Neden?" diye sorarken o endişeler sesine de yapışmış durumdaydı. "Ne olmuş?"

 

Mahzun, patronunun yanında takındığı o saygıyı tam o an bir kenara bırakmış, elini kaldırıp kravatını gevşetmişti. Sanki otelin geniş koridoru dar geliyormuş, aldığı nefesler ciğerlerine yetmiyormuş gibi...

 

"Darp edilmiş efendim..."

 

Endişe silinip gitti o an Aras'ın içinden. Geriye kalan her şey öfkenin kanıyla boyandı.

 

Darp edilmiş efendim...

 

Ameliyattaymış...

 

Durumu kritikmiş...

 

"Kim?"

 

Tek bir kelimeye öyle çok şey sığdırdı ki... Bu üç harfle imzaladı bir ölüm fermanını...

 

"Emre Karadağ..." diye cevap verdi Mahzun net bir sesle, tereddüde yer bırakmayan bir öfkeyle.

 

Bir saniye verdi kendine Aras. İçine çektiği, öfkesiyle yoğurulup ciğerlerini yakan o derin soluğa sığan bir saniye... Kontrolünü yitirmeden, bu oteli yakıp yıkmadan kendini dışarı atabilmek için gereken bir saniye...

 

"Bulun onu..." diye soludu ölüm kokan nefesiyle.

 

Hışımla dönüp koridorda ilerlemeye başladı. Zemini döven kendinden emin, sert adımları ölümü vaad eder gibiydi. Kıyamet olup yeryüzüne yağmak üzereydi de her adımında bunu önceden haber veriyordu sanki.

 

O Rusya'nın Konest Sveta'sıydı. Ona burada kıyamet diyorlar, kıyamet olarak tanıyorlardı.

 

Yağacaktı... Şimdi değil ama sırası geldiğinde kıyamet olup yağacaktı Emre Karadağ denen o herifin üzerine...

 

Otelden dışarı adımını attığı an, otelin önünde sıra sıra dizilmiş arabalara kısa bir bakış attı. Arabaların başında bekleyen bir ordu adam, onu gördüğü an saygı duruşuna geçiyor, ceketlerini ilikliyorlardı.

 

Arabasına yönelirken dönüp bakmadan "Mahzun..." diye seslendi. "Sen yarınki teslimat için burada kal, Pakhan ile benim yerime görüş ve durumu ona bildir, Roman anlayışla karşılayacaktır."

 

Sonra dönüp yanında duran ve onun şoförlüğünü yapacak olan adama baktı. "Uçaklar hazır bekliyor değil mi Cenk"

 

"Evet efendim." diye cevap verdi Cenk başını bir kez sallayıp. "Ayrıca Emre Karadağ'ın yerini az önce tespit ettik. Yunanistan'a kaçmış... Çocukları yönlendirdik, yakalar yakalamaz ayağınıza getirecekler."

 

İşte bunlar tam olarak duymak istediği şeylerdi.

 

"Getirsinler bakalım orospu çocuğunu!" diye homurdandı hırsla. Tam arabaya binmek için harekete geçmişti ki "Aras!" diyen Mahzun'un sesiyle durdu. Sol kolu olduğu zamanlarda değil de akıl hocalığını yaptığı zamanlardaki gibi çıkmıştı sesi. Sıfatları bir kenara atmış, bir abi gibi bakıyordu artık Aras'a; karşısında patronu değil de bir kardeşi, hatta oğlu varmış gibi...

 

"Bir şey daha var evlat." dedi adam, yaşının yorgunluğu ilk kez sesine yansırken. "Sühandan hamileymiş."

 

 

İKİ YIL SONRA

(Dün gece, Altuğlu Malikânesi)

 

Elinin tersiyle burnundan akan kanı silerken, ona öfke saçarak bakan kadına baktı. Yazgı son sözlerini söyleyip bir hışımla arkasını dönerken, Aras'ın kurşuni gözlerine bir kez daha çarpmıştı; uzantıları sıkı karın kaslarına kadar ulaşan ama büyük ölçüde üstündeki sporcu sütyenin altına gizlenmiş dövme. Omzunda da bir dövmesi vardı ve onu da tam olarak görememişti.

 

Nedensiz her iki dövmenin de devamını merak ederken buldu kendini.

 

Ama bu bir saniyeden kısa sürdü.

 

Parmak uçları yanağındaki sızlayan noktaya dokunduğunda parmağına bulaşan ıslaklıkla bunun nedenini de anlamış oldu. Yumruk attığı elinin parmağındaki yüzük yanağını kesmiş olmalıydı.

 

Burnundaki ve yanağındaki hafif sızı kendini belli ediyordu ama sinek ısırığı kadar bile hissettirmiyorlardı kendilerini genç adama.

 

Adamlarından ikisinin Yazgı'nın peşinden gitmek için harekete geçtiğini fark ettiğinde elini kaldırıp durdurdu adamlarını. "Bırakın gitsin..."

 

Adamlar şaşkınca bir kendilerine bir patronlarına baksalar da durup yeniden yerlerine geçmişlerdi.

 

Ağır adımlarla yanına gelen Fatih Altuğlu, arkasında birleştirdiği elleriyle oğlunun karşısında dikildi bu kez. Kısa bir an oğlunun burnuyla yanağına bakmış ve memnuniyetsiz bir tavırla dudağını bükmüştü. "Kıza söylediğin o kadar şeyden sonra az bile yaptı."

 

Babasının yorumuna cevap vermedi Aras. Sadece bir an için baktı yüzüne ve bakışlarını ondan çekip yanından geçip gitti. Adımları Mahzun'un ameliyat edildiği odaya doğru ilerlerken kafasının içinde dönüp dolaşan düşüncelerine kulak verdi.

 

Babasının haklı olduğunu kabullendi mesela içten içe.

 

Fazla üzerine gittiğini...

 

Panik insana hata yaptırırdı, Aras'ın da amacı buydu. Amacına ulaştığı sürece yürüdüğü yolu hiçbir zaman umursamamıştı, bu yaşından sonra da umursayacak değildi elbette.

 

Bir insanın sözlerinden istediğinizi alamıyorsanız sözleri bir kenara bırakır, eylemlerine bakardınız. Ve eylemler yeterince zorlandıklarında hata yapar, kendilerini ele verirlerdi.

 

Biraz önce yediği o kafa darbesi ve yumruğu boşuna yememişti Aras...

 

Yazgı Deha Yaman istediği kadar umursamaz davransın, sözlerinde ya da gözlerinde istediği kadar zayıf bir noktasına yer bırakmasın, genç adam öyle olmadığını bugün çok net anlamıştı.

 

Aile onun zayıf noktasıydı.

 

On yedi yaşı onun zayıf noktasıydı.

 

Dudağının bir köşesi kıvrıldı. Gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçen anlara; kafesin içindeki o kusursuz duruşuna, evinin ortasında ona meydan okuyan haline, ya da bahçedeki o küstah tavırlarına karşın, 'O kadar da zor değilsin Yazgı Deha Yaman.' diye geçirdi aklından. 'O kadar da yenilmez değilsin.'

 

Tam odaya gireceği sırada Kuzey ellerini peçete ile kurulayarak dışarı çıktı. Buraya girerken telaşla kavrulan yeşilleri şimdi rahatlamış görünüyordu.

 

"Mahzun nasıl?" diye sordu hemen. Uzun boyu sayesinde, ameliyat odasından çıkarılıp hasta yatağına yatırılan adamı zorlanmadan görebiliyordu. EKG cihazı hâlâ çalışıyor, kalp atışlarını dışarı taşıyordu.

 

Kuzey Aras'a cevap vereceği sırada yüzündeki izler dikkatini çekince konudan sapıp "Yüzüne ne oldu senin?" diye sordu. Yeşiller şimdi burnunun kenarından çenesine doğru sızan ve kuruyarak izini bırakan kanda ve yanağındaki kesikte dolanıyor, kesiğin altındaki kızarmaya başlayan tene bakıyordu.

 

Aras'ın parmakları bir kez daha otomatik olarak yanağına gitti, varlığını unuttuğu sızılar da eşzamanlı olarak kendilerini belli etmişlerdi.

 

"Yok bir şey..." demekle yetindi sadece. "Küçük bir sıyrık sadece, Mahzun nasıl?"

 

"Eski topraktır Mahzun abi..." diye cevap verdi Kuzey bakışlarını Aras'ın yüzünden çekip ilerdeki bir çöp kovasına çevirirken. Ellerini kurulamayı bitirdiği peçeteyi avucunda top yapıp o çöp kovasına basket atmıştı. "Durumu gayet iyi. Bana gerek bile yokmuş, az önceki kadın durumu çok güzel idare etmiş." Peçeteyi takip eden yeşillerini yeniden Aras'a çevirip kıstığı gözleriyle baktı yüzüne. "Kendinize yeni bir doktor mu buldunuz?"

 

Biraz önce odada gördüğü o kızdan bahsediyor, yeşilleri cevap arar gibi Aras'ın grilerini izliyordu.

 

"Hayır..." dedi Aras net bir sesle. Bunun düşüncesi bile onu rahatsız etmişti. Bir daha o kadını ne kendi ne de ailesinin etrafında görmek istemiyordu. Bir noktada elbette yolları kesişecekti ama bunun bu evin sınırları içinde olmayacağından bizzat emin olacaktı.

 

Kuzey ellerini göğsünde bağlayıp omzunu kapının kirişine yasladı. Arkadaşının yüzüne, buna inanmıyormuş gibi bakarken "Kimdi o zaman?" diye sordu direterek. Merak artık sesine ağlarını örmüş bir örümcek gibiydi.

 

Sorgulanıyormuş gibi hisseden Aras, arkadaşının yüzüne bakarken istemsiz tek kaşını kaldırmış ve gözlerindeki ifadeler yerini uyarıya bırakmıştı. Sorgulanmaktan hoşlanmıyordu. "Seni ilgilendiren biri değil."

 

Bu cevap üzerine Kuzey'in gözlerine bir ima yerleşti, başı yana doğru eğilirken dudağının bir köşesi de o imayla kıvrılmıştı. "Hayırdır Aras Bey?" dedi sorarcasına. Sesine yansıyan o muziplikle arkadaşına sataşıyordu. "Yeni bir yengemiz oldu da bizden mi saklıyorsun yoksa?"

 

Kuzey'in yüzüne, alnında üçüncü bir göz daha çıkmış gibi baktı bir an genç adam.

 

Yenge mi demişti o az önce?

 

Yazgı Deha Yaman'ı kastederek hemde?

 

Teni bu düşünce ile gerilirken burun delikleri genişledi ve sert bir soluk döküldü burnundan. "Saçma sapan konuşup adamın asabını bozma." diye tersledi Kuzey'i. Düşüncesine bile tahammülü yokken bir de duymak, halihazırda gergin olan sinirlerini adeta bir keman yayı gibi daha da germişti. Artık kopması an meselesi gibi hissediyordu. Tek bir hareket, sonrası kıyamet...

 

Kuzey bir anda aldığı bu sert tepkiyi garipserken, göğsünde bağlı olan kollarını çözüp ellerini teslim olur gibi kaldırdı omuz hizasında. Aynı anda dudaklarından abartılı bir nefes dökülmüş ve gözlerini irileştirip "Sakin ol şampiyon, şaka yaptım sadece..." diye mırıldanmıştı.

 

"Yapma!" Aras'ın sert sesi tavizsizdi, gerilen kasları üstündeki gömleğin üzerinden bile belli oluyordu. "Bana o kadınla ilgili şaka maka yapma kardeşim."

 

Kuzey kollarını yeniden göğsünde birleştirirken, birkaç saniyesini sessizliğe yatırıp muzip tavırlarından sıyrılarak baktı arkadaşına. Ciddileşen bakışlarıyla onu neyin rahatsız ettiğini çözmeye çalışıyordu. Onu tanıdı tanıyalı bu adamın katı mizacına, sert yüz hatlarına ve her an birini öldürecekmiş gibi bakan gri gözlerine alışıktı ama şimdi halihazırda olandan daha da sertleşmişti yüzü, bakışları.

 

"Kim o kadın?" diye sordu en sonunda, ciddiyetini bozmadan. "Seni neden bu kadar rahatsız ediyor..."

 

Aras tam cevap verecekti ki Kuzey'in yanından sıyrılarak geçip içerden çıkan ve yan tarafında duran Yener ile susmak zorunda kaldı.

 

"Aras Bey..." dedi Yener, elindeki kırmızı çantayı Aras'a uzatırken. "Yazdı Deha Yaman bunu unutmuş efendim."

 

Bu isim ortaya dökülür dökülmez Kuzey'in de dudaklarından sert bir küfür dökülmüş, akabinde "O kadın, bu kadın mıydı?" diye sormuştu şaşkınca.

 

Aras arkadaşının tepkisini görmezden gelip Yener'in uzattığı çantaya kısa bir bakış attı. Elbette Sara'nın kayıp olduğunu biliyordu ve yine elbette bulunduğundan ya da kimin bulduğundan haberdardı. Sara dilinden düşürmüyordu ki hiçbir şeyi.

 

Uzanıp Yener'in elinden çantayı alacağı sırada, çantadan düşen minik bir metal parçası mermer zemine düşüp, zeminin üzerinde sekerek yuvarlanmıştı. Çıkan ses bir an sanki bütün koridorda yankılanmıştı.

 

Aras'ın emir vermesine gerek kalmadan Yener hızlı adımlarla yuvarlanan o minik metalin peşinden gidip yerden aldı ve Aras'a uzattı.

 

Parmaklarının arasında tuttuğu şey bir mermiydi.

 

Garip bir mermi...

 

Kaşları çatıldı Aras'ın. Yener'den aldığı mermiyi sağa sola çevirirken, kıstığı bakışlarıyla nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalıştı birkaç saniye.

 

Gövde kısmında ince uzun boşlukları vardı yer yer. Boşlukların camla örtülü olduğunu ve camın ardında şeffaf bir sıvı olduğunu gördü. Kapsülü andırıyordu ama yapısı ve ağırlığı onun bir mermi olduğunu söylüyordu.

 

"Bu da ne böyle?"

 

Kuzey'in de dikkatini çekmişti o mermi ve o da tıpkı Aras gibi inceliyor, anlamaya çalışıyordu.

 

"Bilmiyorum..." diye cevap verdi Aras. Parmaklarının arasında tuttuğu o mermiyi avucunun içine gömerken "Ama öğreneceğim..." diye ekledi.

 

Gerçekten sürprizlerle doluydu Yazgı denen kadın. Bakışları yeniden çantaya düştü. İçi tıbbi malzemelerle doluydu. Yine de incelemek istedi, içinden bir ses o çantanın içinde başka sürprizler de bulacağını söylüyordu.

 

"Çantanın içindekileri yere dök!"

 

Yener ikiletmedi patronunu ve çantayı kaldırıp altından tutarak ters çevirdi. İçindeki her şey bir bir yere dökülürken ilk atak Kuzey'den gelmiş ve eğilip dikkatini çeken bir ilaç kutusuna uzanmıştı. Bir süre çöktüğü yerden kutuyu inceledi, Aras da dikildiği yerden onun hareketlerini izliyordu.

 

Kuzey ilaç kutusunu göz hizasından çekip boştaki elini çantadan dökülen yığının arasına daldırırken ve bir şeyler arıyormuş gibi o yığını karıştırırken Aras merakla ona bakıyordu.

 

Bir dolu ampul, enjektör, sargı bezinin arasında aradığını bulamamış olacak ki bir tek elindeki kutuyla kalktı ayağa ve kutuyu Aras'a doğru salladı. "Galiba buldum..."

 

"Neyi?"

 

"Bu ilaç..." dedi yeniden salladığı kutuyu işaret ederek. "Ne işe yarıyor biliyor musun?"

 

Aras cevap vermeden öylece bakmaya devam ettiğinde Kuzey yeniden konuşmuştu. "Nekrotizan Fasitt'in tedavisinde kullanılabilecek en etkili ilaç bu."

 

Aklı daha da karışan Aras ters ters baktı Kuzey'e. "Oradan bakınca doktora mı benziyorum da bana tıp dilinde konuşuyorsun Kuzey?" Sabrı tükenmiş gibi gözlerini kapatıp bir saniye nefeslendikten sonra sabırsız bir sesle "Nekrotizan Fasitt de ne?" diye sordu.

 

"Et yiyen bakterilere deniyor..." cevabı ise kesinlikle beklenmedikti Aras için. "Bence..." Kuzey ilaç kutusunun ucunu Aras'ın avuç içinde mermi olan eline dokundurdu. "Merminin içindeki o sıvıda et yiyen bakteriler var. Yoksa bir insan böyle bir ilacı niye taşır ki? İlk yardımın hiçbir noktasında yeri olmayan son derece ağır bir ilaç bu."

 

Avucunu açıp mermiyi bir kere daha kontrol etti Aras. Öyle olsa bile bu nasıl çalışıyordu ki? Diyelim ki cam, patlamanın şiddeti ile kırılıp dağıldı; içindeki sıvı dağılmadan nasıl mermiyle birlikte kurbanın vücudunu buluyordu?

 

'Bunu tasarlamayı bilen, o kısmı da düşünmüş olsa gerek...' diye mırıldandı kendi içinde. Kabul etmesi gerekirdi, çok zekice bir silahtı. Karşısındaki kişi hafifçe yaralanmış olsa bile aldığı hasar son derece büyük olacaktı.

 

"Vay anasını be..." dedi Kuzey de Aras'ın kendi içinde düşündüklerini tercüme ederek. "Gerçekten içinde et yiyen bakteriler varsa, çok zekice tasarlanmış bir silah bu." Dudaklarının arasından engel olamadığı bir gülüş kaçtı. "Çok zeki kadın olmalı şu Yazgı Deha Yaman. Hem düşmanın kızı hem de kardeşinin kurtarıcısı." Dudaklarından alaylı bir gülüş kaçarken teselli etmek ister gibi Aras'ın omzunu sıktı dostane bir tavırla. "Sadece Sara'nın da değil üstelik... Artık Mahzun abinin de kurtarıcısı..."

 

Aras yeniden parmaklarını avucuna göçürüp mermiyi avuç içine hapsederken ters bir bakış attı Kuzey'e uyarıncasına. Uyarıyı alan Kuzey elini çekip gülüşünü bastırmaya çalışmıştı. Damarına basmaya gelmiyordu Aras Akın Altuğlu'nun.

 

"Hicran abla yukarıda..." dedi Aras konunun ibresini asıl olaya çevirirken. Şu kadının adını artık daha fazla duymak istemiyordu, duyduğu her saniye vücudu elektrik akımına maruz kalmış gibi tetikleniyordu. Katlanamıyordu. "Kocasına olanları kaldıramadı, fenalaşınca yukarı çıkarttırdım. Onu da bir git gör, kocası hakkında bilgilendir, rahatlat kadının içini."

 

Mesajı alan Kuzey başını sallayarak onayladı Aras'ı ve yanından geçip koridorda ilerlemeye başladı.

 

Bitmeyen günün bitmeyen gecesiydi bugün resmen. Ama en sonunda bu da bitmişti.

 

Ya da o öyle düşünüyordu, hiçbir şeyin bittiği falan yoktu. Hatta her şey yeni başlıyordu.

 

Koridorun bir tarafında ip gibi dizili duran korumalara kısa bir bakış atıp yerdeki yığını işaret edeceği sırada, sağ baştan bir korumanın elini kulaklığına götürmesi dikkatini çekmişti. Kurşuni grileri onda sabitlenirken korumanın da karşı duvarda olan gözleri Aras'a dönmüş ve tek bir kelime söyleyip elini çekmişti kulağından.

 

Aceleci adımlarla yerinden ayrılıp Aras'ın tam önünde durduğunda nedensiz bir sorun olduğunu hissetti Aras.

 

Keza koruma "Sühandan Hanım gelmişler efendim." dediğinde hislerinde yanılmadığını anladı. Bir an için aklından çıkan o ayrıntı şimdi yeniden oradaydı. Yukarı çıkmadan önce ona telefonunu getiren koruma, onu Sühandan'ın aradığını söylemişti ve şimdi Sühandan gecenin bu saatinde buraya kadar gelmişti.

 

Bir terslik vardı.

 

Hışımla korumanın yanından geçip önce otoparka ardından da bahçeye çıktığında içten içe ona dualar ettiren tek bir ayrıntı vardı. Küçük kızının, Nefes'in iyi olması...

 

Evin etrafından dolanıp ön bahçeye geçtiği sırada Sühandan'ın babasının arabası da bahçeye giriş yapmış ve sert bir frenle bahçenin ortasında durmuştu.

 

Farlar tamamen kapandığında, bahçe aydınlatmasının yansımalarında gördü Sühandan'ın yüzünü.

 

Bir an soluğu kesilir gibi oldu Aras'ın.

 

Yüzünde bir tokadın izi vardı, dudağının kenarında henüz kurumamış bir yara. Darmadağın bir haldeydi o ve ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü.

 

Attığı adımlar artık yeri dövmeye başlarken arabaya yaklaştıkça ikinci bir bedenin varlığını ararcasına bakışlarını diğer koltuklarda gezdirdi ama gördüğü tek şey kalbini endişeyle oyan bir boşluktan başka bir şey değildi.

 

Sühandan'dan önce davrandı, sürücü tarafına geçip kapıyı açtığı an sorduğu ile şey "Nefes nerede?" olmuştu. Yüzüne ne olduğunu tahmin ediyordu Aras, kimin yaptığını ve Sühandan'ın gecenin bu saatinde neden buraya geldiğini... Hepsinin sırası gelecekti ama önceliği kızıydı.1

 

Çenesi titreyen genç kadın, sicim gibi akıttığı göz yaşları ile baktı adamın yüzüne ve "Çok direndim..." dedi zayıf, titrek bir sesle. "Vermemek için çok direndim..."

 

Başı inkâra mahkûm bir halde iki yana sallanırken titreyen ellerini direksiyondan çekip Aras'a gösterdi. Avuç içleri yer yer derin olan kanlı sıyrıklarla doluydu. Genç adamın, Sühandan'ın avuçlarına düşen bakışları daha aşağılara kaydı istemsizce ve gördüğü her ayrıntıda öfkesi biraz daha kaynamaya başladı damarlarının içinde. Artık öfkeden gözlerinin arkası bile yanıyordu.

 

Ellerindekilerden çok daha derin sıyrıklar, sürünmekten paramparça olmuş pijamasından görünen dizlerinde vardı.

 

Aras'ın dudaklarından ağız dolusu bir küfür savrulurken hissettiği öfkeyle hızını alamayıp arabanın arka camına sert bir yumruk geçirdi. "Nefes nerede Sühandan?"

 

Genç kadın titreyen ellerini indirip karnına sararken hıçkırıklarının arasından "Babam onu Sezgin Karadağ'a verdi." diye fısıldadı. "Beni affetmemiş, amacı kızımdan kurtulmakmış... Yalan söylemişler abi... Gözümün içine baka baka, kendi elleriyle verdi kızımı."

 

Göz yaşları Sühandan'ın gözlerinden düşüyordu ama damladığı yer Aras'ın yüreğiydi, düştüğü yeri kavuruyordu...

 

Dişlerini kırarcasına birbirine bastırırken "Cenk!" diye kükredi. Elleri arabadan çekilmiş ve Sühadan'a arkasını dönmüştü.

 

Cenk, koşar adımlarla öne çıktığında, "Hazırlanın." dedi kesinkes bir sesle. "İki dakikanız var."

 

Başını bir kez eğerek onu onaylayan Cenk, arkasını dönüp işaret verdiği adamları da yanına alarak malikânenin arkasında gözden kayboldu.

 

Her şeyden habersiz, yeğeninin geldiğinin haberini alan Fatih Altuğlu, eşi Esin Hanım ile evden dışarı çıktığında oğlunu pimi çekilmiş bomba gibi bulmayı beklemiyordu.

Tıpkı merdivenleri inip onların yanına gittiğinde yeğenini öyle bir hâlde bulmayı beklemediği gibi.

 

"Aman Allah'ım... Sühandan..." diyen Esin Hanım, şok olmuş bir halde baba oğulun yanından geçip direkt Sühandan'a yöneldiğinde Fatih Bey'in bakışları oğlu ile yeğeni arasında gidip geldi bir an. "Ne oldu?"

 

Yere göğe sığamayan Aras, sağa sola attığı voltayı durdurup babasına çevirdi akları kıpkırmızı olmuş grilerini. Yüzünün her bir santimine ilmek ilmek işlenmiş bir sinir harbi hakimdi.

 

"O herifi geberteceğim!" dedi yemin eder gibi. "Ablanın kocası olması umurumda bile değil, bu sabaha sağ çıkamayacak o it oğlu it!"

 

Hiçbir şey anlamayan Fatih Altuğlu oğlunun sinirine de anlam veremiyordu. Bakışları Esin Hanım'dan destek alarak yürüyüp eve doğru giden yeğenine kaydığında "Kızın haline bak!" diye gürledi Aras. "Gitmesin dedim! Defalarca kez söyledim ama sen babasıyla arasını düzeltsin dedin. İki yıl geçti, unutmuştur her şeyi dedin." Parmaklarını sinirle saçlarının arasından geçirdi. "Al sana unutmak."

 

Otoparktan çıkan sekiz araç sırayla yanlarına gelirken "Hiçbir şey anlamıyorum." dedi Fatih Altuğlu. Ne yeğenine ne olduğunu anlayabiliyordu, ne de oğlunun sözlerinin nedenini...

 

Aras en baştaki araca yönelirken babasına bakmadan "Enişten olacak o it, benim kızımı Sezgin Karadağ denen o piçe vermiş." diye soludu öfkeyle.1

 

Parçaları çabucak yerine oturtan Fatih Bey, oğlunun da ne yapacağını anlamıştı. Onun peşinden giderken "Sen dur..." diye seslendi. "Ben gideceğim." Aldıkları ölüm tehdidinin üzerinden ne kadar zaman geçmişti ki?

 

Oğlunu tanıyordu. Dur durak bilmeyen, amacına ulaşana kadar önüne çıkan her şeyi acımadan yakıp yıkan bir yapısı vardı. Bu tavırları başına Rauf Karan gibi büyük bir belayı sarmışken daha fazlasına ihtiyaçları yoktu.

 

"Niye?" diye sordu Aras. "Ablanın gözyaşlarıyla yumuşayan yufka yüreğin o herifi azat etsin diye mi?" Arabanın kapısını açmadan önce omzunun üzerinden baktı babasına. "Bunu bir an bile düşünüyorsan git içerdeki yeğeninin haline bak."

 

Tam kapıyı açacağı sırada Fatih Bey elini arabanın camına yaslayarak ona engel oldu. "Hayati'nin sınırları aştığının farkındayım oğlum." dedi oğlunu yatıştırmaya çalışan bir sesle. "Ama sen öyle pervasızca hareket edecek konumda değilsin artık, çok tehlikeli."

 

"Baba..." diyerek araya girecek oldu Aras ama "Hayır!" diye gürledi Fatih Altuğlu. "Sen o notu ciddiye almıyor olabilirsin ama ben alıyorum. O herifin tehdidini daha önce ciddiye almadım diye neredeyse kızımı kaybediyordum, aynı hatayı tekrarlamayacağım. Rauf Karan beni bir kez daha evlatlarımla sınayamayacak duydun mu beni?"

 

Bu sözler Aras'ın acı bir gülümsemeyle bakmasına neden oldu babasına. "Senin evlatların söz konusuysa baba... Nefes de benim evladım."

 

Babasının koluna dokunup arabanın camına yaslı elini usulca indirdi ve kapıyı açıp araca yerleşmeden önce son kez baktı babasının yüzüne. "Beni hayal kırıklığına uğratıyorsun bana..." derken sesindeki o hayal kırıklığı çok netti. "Gözlerinde gördüğüm bu korku, kendimi bildim bileli kudretine hayran kaldığım Fatih Altuğlu'ya yakışmıyor."

 

Arabalar hızla uzaklaşırken arkalarından öylece bakakalan Fatih Bey, "Eşek herif..." diye homurdandı kendi kendine. "Kendi çocuğun için korkuyorsun da konu bana gelince mi yakışmıyor?"

 

Elleriyle sertçe yüzünü sıvazladı. Aklına gelen o fikrin ne kadar doğru ve akıllıca olduğunu bir kez daha anlamıştı Fatih Bey. "Bana başka bir şans bırakmadın oğlum..." dedi kendi kendine hızla uzaklaşan araçların arkasından bakarken. "Bunu sen istedin..."

 

💎🎭

 

Sekiz araç arka arkaya büyük konağın önüne geldiğinde, Aras en öndeki arabanın arka koltuğundan kapıda duran koruma ordusuna kısa bir bakış attı.

 

Elbette geleceğini biliyorlar ve hazır bekliyorlardı.

 

"Ne yapalım efendim?" diye sordu Cenk, dikiz aynasından Aras'ın yüzüne bakarken. Arkasındaki araçların içindeki adamlar da ondan gelecek bir emri bekliyorlardı şimdi.

 

"Sür..." demekle yetindi acımasız bir sesle.

 

Karadağ'ın korumaları, elleri her an bellerindeki silahlara davranacaklarmış gibi hazır beklerken, Cenk başını sallayarak onayladı Aras'ı ve kulağındaki kulaklığa dokunup, "İlerliyoruz..." dedi.

 

Ardından gaza basıp aracın hızla ileri doğru atılmasına neden oldu.

 

Araç, adamların üzerine yürüdüğünde fırsatını bulanlar kenara kaçmayı başarsa da iki kişi aracın altında kalmaktan kurtulamamıştı.

 

Çekilen silahlar art arda patlamaya başladı. Kurşunlar adeta yağmur gibi yağıyordu üzerlerine; cama çarpan mermiler, kurşun geçirmez camlardan sekerek etrafa saçılıyor, çıkardıkları tiz seslerle kulak tırmalıyorlardı. Ama o tepkisiz bir şekilde önüne bakmaya devam ediyordu.

 

Arka arkaya aynı noktalara isabet eden kurşunlar, camı çatlatsa da arabanın kapıyı darmaduman ederek içeri girmesine engel olamadılar.

 

Cenk arabayı hızla sürmeye devam ederken diğerleri de Cenk'in açtığı yoldan ilerleyip bahçeye giriş yapmışlardı.

 

Araçlar en sonunda durdu.

 

Sezgin Karadağ, hayatta kalan iki oğluyla birlikte avlunun ortasında dikiliyordu. O elleri arkasında birleşmiş bir halde gayri ihtiyari Aras'ı izlerken, oğulları çektikleri silahı ona doğrultmuşlardı.

 

Aras elini kapının koluna götürdüğünde Cenk, "Efendim..." diyerek aray girdi. Gözlerini bile kırpmadan çekilen silahlar bakıyordu. "Siz arabada kalın isterseniz."

 

Hiçbir şey söylemedi Aras. Sadece tek bir bakış atmış ve o tek bakışla susturmuştu Cenk'i.

 

Arabadan çıktığında yazın ılık havası çarptı tenine. Düşmanlardan birinin inideydi, o ılık havaya tehlikenin kokusu sinmişti. İçine çekti Aras o tehlikeyi.

 

"Eceline mi geldin Aras Akın Altuğlu?" diye sordu Sezgin Karadağ, Aras kapıyı kapattığı sırada. Yetmişe merdiven dayayan yaşına rağmen son derece dinç ve sağlıklı görünüyordu.

 

Bir kez cıklayıp arabanın etrafından dolandı ve ellerini ceplerine yerleştirip üçlünün karşısına dikildi. Adamları da hemen arkasında duruyordu ama onlar silah çekmek için acele etmemişlerdi. Aras emir vermeden bunu yapamayacaklarını iyi biliyorlardı.

 

"Kızımı almaya geldim." Kalçasını arabasının kaputuna yaslayıp bir ayağını diğer ayak bileğinin üzerine attı. "Ama onu alırken senin ecelin olup olmayacağıma sen karar vereceksin."

 

"Ne diyorsun lan sen?" diye gürlemişti Sezgin'in sağında duran büyük oğlu Baran. "Seni bu avluya gömerim oğlum."

 

Başını omzuna doğru yatırdı Aras. Çok öfkeliydi ama karşısındaki adamlara öfkesini belli etmek yerine alayını sunuyordu. "Benim seni gömmemden önce olmaz bu."

 

"Baba..." dedi bu kez soldaki, O da Nadir'di. Sıktığı dişlerinin arasından konuşuyordu. "Sık de sıkayım..."

 

Oğullarını tamamen duymazdan gelen Sezgin Karadağ "O senin kızın değil..." dedi Aras'a doğru bir adım yaklaşıp. "Benim oğlumun kızı o, benim torunum."1

 

Utanmazca torunum diyor olması Aras'ı daha çok çileden çıkarıyordu ama bunu belli etmedi Aras. Çenesini dikleştirirken "Oğlum dediğin o it, benim kardeşimi öldüresiye dövüp hastanelik ettiğinde; Sühandan iki ay boyunca yoğun bakımda kalırken neredeydin Sezgin Karadağ?" diye sordu.

 

Sessizlik her şeyi açıklıyordu.

 

"Ben söyleyeyim..." diyerek kendi sorusunu cevapladı Aras. "O it oğlu it oğlunu benden kaçırmaya çalışıyordun. O zaman anne karnında olan Nefes, torunun değil miydi?"

 

Doğrulup ileri doğru bir adım attı ve konuşmaya devam etti. "Siz Nefes'in ailesi olma hakkınızı iki yıl önce kaybettiniz. Emre Karadağ, Sühandan'ı bebek düşsün diye öldüresiye dövdüğünde, Nefes'i anne karnında öldürmeye çalıştığı o gün."

 

Başı önüne düştü Sezgin'in. "Sende karşılığında oğlumu öldürdün, sesimiz çıkmadı..."

 

"Lütfettiğinden değil Sezgin Karadağ, gücün yetmediğinden sesin çıkmadı." Kurşuni griler Baran ve Nadir'e kaydı. Silahları hâlâ inmemişti ve gözlerindeki nefret hâlâ yerli yerindeydi. "Hâlâ da yetmiyor... Şimdi bu rolleri kesin ve bana kızımı getirin, bende canınızı bağışla..."

 

Aras'ın sözleri "Baba..." diyen bebeksi, narin bir sesle kesildi. Yarım yamalak da olsa çıkan bu sözcük. hayatında duyduğu en güzel sıfattı Aras'ın.

 

Sesin ardından avlunun bir köşesinden çıkan minicik bedeni gördü. Çıplak ayaklarıyla paytak adımlarla ona doğru koşmaya çalışıyordu kızı.

 

Dudakları ilk kez huzurlu bir gülümsemeyle kıvrılırken kimseyi umursamadan ileri doğru atılıp yarı yolda karşıladı küçük Nefes'ini. Ona adını Aras koymuştu. Küçük savaşçısı her şeye rağmen annesiyle birlikte direnip nefes almayı seçtiği için...

 

Eğildi ve ölüm kokan ellerine tezat bir şefkatle kucaklayıp kaldırdı Nefes'i. Küçük kollar çoktan boynuna dolanmış ve minik yüzü boyun girintisine sokulmuştu bile. "Babam..." diye iç çeke çeke sayıklayan bebek, o gelmeden önceki korkusunu belli edercesine titriyordu Aras'ın kollarında. Saçlarını okşadı genç adam, başının üzerine minik öpücükler bırakıp cennet gibi kokusunu içine çekti.

 

Ağlamaktan helak olmuş küçük Nefes, babasının kollarının arasında olmanın verdiği güvenle gözlerini kapattığında onun sakinleşmeye başladığını anlayan Aras, başını kaldırıp yeniden karşısında duran adamlara baktı.

 

Silahların namluları hâlâ ona dönüktü.

 

"Kucağımdaki bebeğe rağmen hâlâ silah doğrultan size mi bırakacağım yani kızımı?" diye mırıldandı kısık bir sesle. O noktada kimsenin yüksek sesle konuşmasına izin vermeyecekti.

 

Kollarının arasındaki bu miniğin, bu süreçte ne kadar korktuğunu düşünmek bile delirmesine yetiyorken daha fazlasına tahammül edemezdi.

 

Bunun üzerine Sezgin Bey ters bir bakış attı oğullarına ve her ikisi de silahlarını indirdiler.

 

Nefes'i yatıştırmak için sırtını okşamaya devam ederken geldiğinin aksine sakin adımlarla ilerledi arabasına.

 

Cenk onun için arka kapıyı açtığında içeri girmeden önce son kez dönüp baktı Sezgin Karadağ'a. "Nefes'i unutun!" Kızına bakarken yumuşayan bakışları, şimdi yeniden buzdağından farksızdı. "Aksi takdirde Rusya'da bana neden Konets Sveta dediklerini bizzat deneyimlemek zorunda kalırsınız."

 

Patronunun bindiği aracın kapısını kapatan Cenk, arabanın önünden dolanıp sürücü koltuğuna geçmeden önce üçlüye kısa bir bakış attı. Aras'ın sözlerinden ne demek istediğini anlamadıkları çok açıktı.

 

Dudağının bir köşesi kıvrıldı. "Kıyamet demek..." diyerek karşısındaki adamları aydınlattıktan sonra arabaya yerleşip gaza basarak geldiği gibi uzaklaştı o konaktan. Geri kalanlar da bir konvoy halinde onu takip ediyorlardı.

 

Nefes nasıl ki babasının kollarında sakinleşmişse, Aras da kızının varlığı ile sakinleşmişti.

 

"Cenk..." diye seslendi trafiğe karışan adamına bakmadan. Cenk'in bakışları kısa bir an dikiz aynasından Aras'a çevrilmiş hemen ardından yeniden yola dönmüştü. "Buyrun efendim."

 

"Ben uğraşamayacağım." dedi Aras yorgun bir sesle. Günü artık noktalamak istiyordu, saat sabahın üzerine devrilmek üzereydi zaten. Yarın yeni bir gündü ve onu kim bilir neler bekliyordu?

 

"Bizi bıraktıktan sonra yanına iki adam al, halamın evine gidin. Ve Hayati Alkan'ın Sühandan diye bir kızı olduğunu unuttuğundan emin olun. Öldürecektim o şerefsizi ama vazgeçtim, Sühandan bir de bunun için kendini suçlar."

 

Cenk'in "Baş üstüne efendim..." diyen sesinin ardından tamamen kızına odaklandı Aras. Kollarının arasında uyuyakalmıştı.

 

Eğilip bir kez daha tüy hafifliğinde bir öpücük kondurdu kıvır kıvır duran sarı saçların arasına, "Söz veriyorum..." diye fısıldadı kulağına. "Kimsenin seni bir daha bugünkü gibi korkutmasına, incitmesine izin vermeyeceğim."

 

 

YAZGI DEHA YAMAN'DAN:

 

"Sana bir teklifim var. Açık çek, istediğin rakamla doldurabilirsin. Senden oğlumun şahsi koruması olmanı istiyorum."

 

Duyduklarımın benim hayal ürünümden ibaret olduğunu düşünebilirdim, tabii böyle bir şeyin ihtimali dahi aklıma gelseydi.

 

Oğlunun şahsi korumalığını yapmamı istiyordu benden, doğru mu anlıyordum?

 

Aras Akın Altuğlu'nun...

 

Görsem bir kaşık suda boğacak kadar nefretimi kazanan o adamın...

 

Denklemi kafamda oturtamıyordum.

 

Düşmanının kızından kendi oğluna koruma olmasını istiyordu.

 

Bana komik gelen bu düşünce karşısında kendimi tutamayıp gülmeye başladığında Fatih Bey hiç istifini bozmadan öylece durmaya devam etti. Ortada komik olan hiçbir şey yokmuş gibi... Ama bence komik olan çok şey vardı.

 

Birincisi, o heriften nefret ediyordum.

 

İkincisi, halihazırda ona tehdit oluşturan o adamın kızıydım onların gözünde.

 

Üçüncüsü, Aras Akın Altuğlu benden nefret ediyordu.

 

Bonus, o heriften gerçekten nefret ediyordum.

 

Ve bu adam karşıma geçmiş bana, oğlunun koruması olmamı istediğini söylüyordu.

 

Bu denklem birinin kafasına nasıl oturabilirdi ki?

 

"Sarhoş falan mısınız Fatih Bey?"

 

Kollarım göğsümde toparlanırken durdurduğum gülüşümle birlikte, ben de son derece ciddi duruyordum şimdi.

 

"Hayır. Sarhoş değilim." diye cevap verdi. "Teklifimde son derece ciddiyim."

 

"İnanır mısınız, bu daha komik..."

 

Başını iki yana salladı Fatih Bey. Yüzündeki kusursuz iş adamı maskesinin düştüğü ilk andı. Çok yorgun göründü o an gözüme, çok çaresiz...

 

Bana kadar geldiğine göre gerçekten çaresiz durumda olmalıydı.

 

"Rauf Karan ile aranda olanları herkes biliyor kızım."

 

Kızım...

 

İkinci kez bu adamın dilinden bana karşı dökülen o hitap...

 

Yeniden ürperdiğimi hissettim. Tüylerim diken diken olurken "Hiç kimsenin hiçbir şey bildiği yok!" diyen sert sesimle araya girdim. "Ayrıca rica ediyorum bana bir daha o şekilde hitap etmeyin. Yazgı demeniz kâfi..."

 

"Pekâlâ..." Başını kabulleniş ile aşağı yukarı salladıktan sonra devam etti. "Rauf Karan ile aranda, yıllardır herkesin dilinde olan bir savaş var Yazgı."

 

Bu doğruydu ama bunu şu an bana neden söylüyordu ki? Bunları duymak istediğimi mi sanıyordu?

 

"Geçen sene..." diye devam etti sözlerine. "Seni ilk kez gördüğümde kartel toplantısını basmıştın. Rauf Karan'ın bizi, Kahraman Hancı'ya karşı yardım dilenmek için topladığı o toplantı..."

 

Ah! Evet o toplantıyı hatırlıyordum. Küçük Kızın -İzel Hancı'nın- paldır küldür hayatımın orta yerine düştüğü o toplantıydı. Patlatacağım binayı o kız yüzünden patlatamamıştım ve bu adam şimdi karşımda duruyorsa, belki de İzel sayesindeydi. İzel ve kardeşleri Gece ve Damla sayesinde...

 

Çenem dikleşirken tek kaşımı kaldırıp devam etmesini istediğimi belirticesine baktım yüzüne.

 

"Elinde bir kılıç vardı, Üstün başın tamamen kan içindeydi ve sen Rauf Karan'a meydan okuyor, onunla alay ediyor, onu tehdit ediyordun. Sen, Yazgı Deha Yaman... Rauf Karan ve adamları için kurşun geçirmez bir kalkansın." Bir an duraksayıp duyduklarımı zihnime yedirmem için bana birkaç saniye verdi. Ardından, "Söylesene..." diyerek işi manipülasyona götürdü. "Oğlumun hayatı söz konusuyken, bir baba olarak o adama karşı, senden daha iyi bir seçenek gelebilir mi aklıma?"

 

(Burada Fatih'in bahsettiği sahneleri Kukla kitabımda yazdım çiçekler, okumak isterseniz Kukla'nın 30. Bölümünün son kısmından başlayıp 31. 32. ve 33. bölümlerini okuyabilirsiniz. Tilkilerle de daha yakından tanışmış olursunuz❤️)1

 

Bu çerçeveden bakıldığında haklı gibi görünüyordu.

 

Ama bu benim ne kadar umurumdaydı?

 

Hiç.

 

Yine de merakım ağır bastığından sormadan geçemedim. "Rauf Karan neden oğlunuza bu kadar taktı Fatih Bey? Kendi el yazısı ile imzalı bir not gönderecek kadar..." Gözlerim kısılırken ağırlığımı bir ayağımdan diğerine vermiştim. "Oğlunuz ne yaptı Rauf Karan'ın bu denli damarına basacak?"

 

Derin bir iç geçirdi Fatih Altuğlu. Üzerindeki yük birkaç kat daha artmış gibiydi.

 

"Sara'nın kayıp olduğu o bir haftada, Sara'yı ararken, Rauf Karan'a ait depoları patlattı."diyerek anlatmaya başladığında, konunun paraya bağlanacağını anlamıştım bile çoktan. Rauf Karan için konu başka ne olabilirdi ki zaten?

 

"Depoların bazıları uyuşturucu, kimyasal ya da ateşli silahlarla doluydu. Toplam zararının bir milyar dolardan fazla olduğu söyleniyor. Zamanında teslim edilemeyen mallar ve silahlar dolayısıyla kaybetmeye başladığı itibarı da cabası..."

 

Duyduklarımla içimde bir tatmin duygusu baş gösterdi, dudağımın bir köşesi kıvrıldı. Demek Aras Akın Altuğlu, Rauf'un depolarını patlatmıştı ve zararı bir milyar dolardan fazlaydı. Bunun yanında da itibar kaybediyordu öyle mi?

İşte bu hoşuma giderdi. Çok hoşuma giderdi hem de...

 

"Burası tam olarak seninle buluştuğumuz ortak nokta..." Fatih Bey gözlerini bile kırpmadan ifadelerimi izliyordu.

 

Tek kaşım alnıma doğru yükseldi. "Nasıl bir ortak noktada buluşuyoruz tam olarak?"

 

Gözlerini yüzümden çekip salonda gezdirmeye başladı, ilgiyle sıra sıra dizili olan kafeslere bakıyordu ama nedense izlediği şeyin kafesler olmadığını düşünüyordum.

 

"Kendine burada bir hayat kurmuşsun. Ama bir yandan da elin hep Rauf Karan'ın üstünde. Eline geçen her fırsatta onun işlerine çomak sokmakta üstüne yok. Rauf Karan'ın huzurunu kaçırmayı kendine bir görev edinmiş gibisin Yazgı."

 

Sözleri çenemi dikleştirmeme neden oldu. Bu konuda gizlim saklım yoktu, o yüzden adımı biliyordu ya bu ve bunun gibi adamlar. Rauf Karan'a meydan okuyan o kadın... Rauf Karan'ın üvey kızı...

 

Parmaklarım istemsizce avuç içime doğru yumulurken beraberinde kolumun derisine de saplandı, tırnaklarımın tenimde bırakmaya başladığı izleri hissedebiliyordum. "Lafı uzatmadan nereye varmak istediğinizi söylerseniz sanırım daha rahat anlaşırız Fatih Bey."

 

İfadeleri toparlanırken yeniden bir iş adamı moduna bürünmüş, duygularını gizleyen ifadesiz bir maskenin ardına saklamıştı ifadelerini.

 

"Karteller Rauf Karan'ın bunun altında kalmayacağını düşünüyorlar, yeraltı dünyasındaki herkes onun nasıl bir intikam alacağını merak ediyor." Dudaklarından alaylı bir gülüş kaçtı. Başı iki yana sallanırken "Kimse'nin onun itibarını zedeleyemeyeceğinden eminler..." dedi.

 

"Ve intikam alamadığı her saniye ona olan inançları, Rauf Karan'ın itibarıyla birlikte zedeleniyor." diyerek araya girip onun yerine cümlenin devamını ben getirdim.

 

"Aynen öyle..." Başını bir kez sallayıp onayladı beni. Şimdi aynı dili konuşuyoruz der gibi dudağının bir köşesi kıvrılmıştı. "Hepsi Aras'ın canına göz dikmiş durumda şu an, dört gözle Rauf'un onu öldüreceği anı bekliyorlar. İddialar bile dönüyor havada..." Şimdi sesinin tonu, hiç şahit olmadığım kadar sert ve acımasızdı. Hiçbirine katlanamıyormuş da elinden gelse hepsini kurşuna dizermiş gibi.

 

"Oğlum yaşadığı sürece o intikam alamayacak ve gün geçtikçe daha fazla itibar kaybedecek. Kaybettiği o itibar ona iş anlaşmaları kaybettirmeye başlayacak ve arkası kesilmeyecek. Çok büyük bir darbe aldı Rauf Karan, durmayacak... Oğlum ölene kadar durmayacak." Anlamamı ister gibi gözlerimin içine baktı. "Tabii arada sen olmazsan..."

 

Sözlerini kendi kafamın içinde tarttım bir süre.

 

Rauf Karan'ın bu denli bir darbe almış olması ve araya girdiğim taktirde daha da darbe alacak olması tarifi mümkün olmayan bir tatmin duygusunu aşılıyordu bana.

 

Aras denen o kendini beğenmiş herife rağmen...

 

Benim de bakışlarım artık evim olan salonun içinde gezindi.

 

Bir adamı hayatta tutmam, yıllarca uğraşsam veremeyeceğim bir hasar demekti.

 

Onun hasarları benim kârımdı.

 

Düşünceler birbirine girdi kafamın içinde. Birinin şahsi koruması olmak demek çok fazla sorumluluk getirirdi beraberinde, hayatın baştan aşağı değişirdi. Ve ben şu anımı geride bırakamazdım.

 

Her kafeste tek tek gezinen bakışlarım en sonunda Fatih Bey'in gözlerinde durduğunda, kahvelerimle bir süre göz çevresindeki yaşını ele veren kırışıklıklara baktım. "Kabul ediyorum, çok sağlam bir teklif Fatih Bey. Açık çek de diyorsunuz... Kârlı da aynı zamanda..." Derin bir nefesi içime çekip başımı iki yana salladıktan sonra, ciğerlerimde sıkışan o havayı geri verirken "Ama yapamam." diye mırıldandım ve kollarımı göğsümden çekip ellerimi iki yana açarak ona etrafı gösterdim. "Burayı geride bırakamam. Biraz önce gördüğünüz o çocuklar, ağzında gümüş kaşıkla doğanlardan ziyade; omuzlarında yükle, sırtlarında kamburla doğanlar. Birbirlerinden, bizden başka kimseleri yok. Bazılarını sokaktan bulup kendi yurdumuza yerleştirdik Maya'yla, bazıları ise yaşlarını doldurdukları için yetimhanelerden ayrılanlar. Onlara sırtımı çevirmemem ben, Kumite için bana ihtiyaçları var."

 

Elbette aralarında normal öğrenciler de vardı ama özellikle Kumite'ye hazırlananlar kimsesiz olanlardı, kaybedecek bir şeyi olmayanlar ama kazanacak çok şeyi olanlar...

 

Sessiz bir anlayış ile dinledi beni Fatih Altuğlu. Sustuğum noktada "Tek sorun bu mu?" diye sordu, önüne sunduğum bu soruna bir sorun gözüyle bakmıyormuş gibi.

 

Kaşlarım bundan alâ sorun mu olur der gibi kalktığında "Bunu halledebirim." diyerek meydan okudu bana. "Yalnızca yirmi dört saatte, seçeceğin herhangi bir yerde ve hatta evimin gördüğün o alt katındaki boş alanlardan birinde bile böyle bir salon kurdurabilirim."

 

Ağzım şaşkınlıkla açılırken ciddi mi diye baktım karşımdaki adama. Ama o son derece ciddiymiş gibi devam etti. "Hatta adamlarımın pek çoğu yakın dövüş sanatları konusunda oldukça yeteneklidir, öğrencilerin için iyi bir idman seçeneği olurlar, ayrıca paslarını da atarlar bu şekilde. Bir taşla birkaç kuş birden..."

 

Sesi şimdi keyfi yerine gelmiş gibi çıkıyordu. İnanılmazdı gerçekten.

 

"Diyelim ki buna tamam dedim..." diyerek yeni bir engel sundum önüne. "Bildiğiniz gibi eviniz pek de kolay ulaşılabilir bir yerde değil, çocukların ulaşımı..."

 

"Kaç servis gerekiyorsa ayarlanır." diyerek cümlemi bile bitirmeme izin vermemişti.

 

Gözlerim kısıldı bunun üzerine. İçimden bir ses, kendimi boşuna yorduğumu söylüyordu. "Önünüze hangi engeli sunarsam sunayım bir çözüm bulacaksınız değil mi?"

 

"Oğlum söz konusu..." dedi üstüne basa basa. "Bu noktada benim için imkansız diye bir şey olamaz. Buraya seni ikna etmeye geldim ve etmeden gitmek gibi bir düşüncem de yok. Öyle ki kalacağın odaya kadar her şey ayarlandı Yazgı."

 

İddialı bir çıkıştı. Bana kalırsa yersiz bir iddia.

 

"Oğlunuzun bu tekliften haberi var mı Fatih Bey?" diye sordum bu kez konuya çok farklı bir noktadan girip. Aslında sorudan daha çok bildiğim bir gerçeği dile getirmek sayılırdı bu. Bu yüzden cevap vermesine izin vermeden yeniden konuştum. "Elbette yok. Peki öğrendiğine kopacak kıyameti nasıl önleyeceğinizi de hesapladınız mı?"

 

"Anlayacak." dedi net bir sesle Fatih Bey. Bundan çok eminmiş gibi... "Öyle ya da böyle anlayacak senin bizim düşmanımız olmadığını. Öğrenecek, Rauf Karan'dan bağımsız olduğunu. Düşmanımızın ortak olduğunu o da görecek."

 

Bir an sessiz kalıp Fatih Bey'in yüzüne baktım. Bu söylediklerine gerçekten inanıyordu. Belki de doğruydu, bilmiyorum. O oğlunu benden iyi tanıyordu, belki de baktığı o dar çerçeveyi kırdığında olaylara asıl çerçeveden bakabileceğini düşünüyordu.

 

"Diyelim ki öyle..." dedim en sonunda sessizliği bir kenara bırakıp. "Oğlunuz anladı, öğrendi, biraz da Sara'nın etkisiyle kafama sıkmadı..."

 

Aklıma doluşan ayrıntılarla yüzümü buruşturup başımı iki yana sallamıştım istemsizce. "Alınmayın ama oğlunuz gerçekten katlanılacak gibi biri değil..." Asla değildi. O daha çok al beni bir kaşık suda boğ; o duvar senin bu duvar benim, benimle top gibi oyna cinsindendi. "Sabrımı sınadığı anlarda -Ki bunun çok sık olacağından eminim- onu benim elimden kim alacak Fatih Bey?"

 

Fatih Bey'in gözleri şaşkınlıkla dalgalandığında istemsizce güldüm. "Dün gece vurduğum iki fiskecik darbeyle içimin soğuyacağını düşünmediniz ya. Bana çok daha azını söyleyenler, şu an zebanilerle randevulardalar."

 

Benim sözlerimin üzerine, beklemediğim bir şekilde o da hafifçe gülmüştü. Ama kesinlikle keyifli ya da alaylı bir gülüş değildi bu, tamamen gerginliktendi.

 

"Aras dur durak bilmez, başına buyruk biridir. Hep burnunun dikine gider. Onu hayatta tutmak için işe önce onu zapt ederek başlamak gerekiyor..." Bir elini ensesine götürüp sıkıntıyla ensesini ovalarken kelimelerini seçerek konuşmaya çalışıyordu. Açık bir metin gibiydi önümde. Hesaba katmadığı bu ihtimali nasıl toparlayacağını düşünüyordu olabilecek en hızlı şekilde. "Bu nedenle bana da ondan korkmayacak biri lazım, gerektiğinde üzerine gidebilecek biri... Yani sen... Oğlumun kemiklerini kır falan demiyorum tabii ama..."

 

Cümlesinin devamını getiremeyişine ve kıvranışlarına karşın yüksek sesle gülerken "Sakin olun Fatih Bey..." diyerek karşımdaki adamı bir nebze de olsa rahatlattım. "Bazı konularda kemik kırma yöntemlerim farklıdır, parmağımın ucuyla bile dokunmam, oğlunuzun burnu bile kanamaz." Gülen yüzüm birden ciddileşti. "Ama canının çok yanacağını garanti ederim. Sadece oğlunuz işi o noktaya getirmesin diye dua edin."

 

"Bu teklifimi kabul ettiğin anlamına mı geliyor?"

 

Üzerimdeki soğumaya yüz tutan terden dolayı omuzlarıma yapışan saç tutamlarını çektim. Konuşmayı artık bitirmek ve kendimi suyun altına atmak istiyordum yalnızca.

 

"Düşüneceğim, kararımı akşam haber veririm size. Şimdi izninizle..."

 

Yanından geçtiğimde merdivenlere doğru birlikte yürümeye başladık. "Bir sözleşme getirdim." diye mırıldandı merdiveni çıkarken. "Şu sarı saçlı arkadaşın incelemek istediğini söyleyerek aldı."

 

Demek aşağı inmeden önce Maya ile bu konu hakkında konuşmuştu. Maya'nın ne düşündüğünü merak ettim o an. Muhtemelen kabul etmem gerektiğini düşünürdü

 

"Pekâlâ..." diye mırıldandı. "İnceleyeceğim."

 

Başını sallayarak onayladı Fatih Bey ve son kez yüzüme baktıktan sonra gayri ihtiyari adımlarla çıkışa yöneldi. Ana kapının önünde gördüğüm korumalar, patronlarını gördüklerinde anında toparlanmış ve hazır ola geçmişlerdi bile.

 

Kendimi bir an onlar gibi düşündüm. Emireri olmuş bir halde, gelecek bir emri beklerken... Gelen bir iğrenti hissiyle irkiltti bu düşünce beni.

 

Oyunun içine ben girdiğimde sınırları da ben belirlemiyorsam, bir başkasının da belirlemesine izin vermezdim.

 

 

"Bana kalırsa net bir şekilde kabul etmelisin!"

 

Su bedenimden akıp giderken sırtımı duvara yaslayıp gözlerimi kapatarak Fatih Bey'in sözlerini bir kez daha geçirdim zihnimden.

 

Oğlum yaşadığı sürece o intikam alamayacak ve gün geçtikçe daha fazla itibar kaybedecek.

 

Biçtiğim zamanı sayan kun saatinin yanına bir kum saati daha ekledim, içindeki kumlar Rauf Karan'ın gücü ve itibarından ibaretti. Bu sözcüklerle zaman ileri sarıldı, kumlar hızla azalmaya başladı.

 

Kaybettiği o itibar, ona iş anlaşmaları kaybettirmeye başlayacak ve arkası kesilmeyecek.

 

Zaman biraz daha ileri sarıldı... Kumlar daha fazla azaldı.

 

Çok büyük bir darbe aldı Rauf Karan, durmayacak...

 

Oğlum ölene kadar durmayacak.

 

Tabii arada sen olmazsan...

 

Zaman yolun sonuna geldi, dökülen kumların altında kalan Rauf Karan'dı.

 

Ben devreye gireresem tabii...

 

Teklifi cazip kılan tek ayrıntı buydu benim için.

 

Rauf Karan'ın her geçen gün biraz daha kan kaybedecek olması...

 

Maya ise daha çok parası ile ilgileniyormuş gibi "Açık çek diyor Yazgı." diyerek beni ikna etmek adına konuşmaya devam etti kapının dışından. "Sözleşmede de fiyat kısmı senin doldurman için boş bırakılmış."

 

Suyun yüzüme indirdiği saçlarımı parmaklarımla geriye doğru tararken "Bir kez daha söylemene gerek yok." diye seslendim ona bıkkın bir sesle. Duşa girdiğim andan beri kapının önünde aynı şeyleri tekrarlayıp duruyordu. "İlk söylediğinde anlamıştım zaten.

 

"Çık da doğru düzgün bak şu sözleşmeye o zaman." diye homurdandı benim yakınmama karşın. "İnanılmaz iyi bir fırsat bu. Ayrıca Fatih Bey ile konuşursak bence çocuklara sponsor bile olabilir. Bu da çocuklar için mükemmel bir fırsat olur Yazgı."

 

Maya konuşuyordu ama ben kendi içimdeki muhakemenin ortasındaydım şu an. Sanık da bendim, tanık da... Savcı da bendim, hakim de avukat da...

 

Oğlum ölene kadar durmayacak.

 

Aras Akın Altuğlu hayatta kaldığı sürece Rauf Karan daha fazla darbe alacaktı. Daha fazla ve daha fazla...

 

İçimdeki o intikam için yanıp tutuşan tarafım bu fikirle daha fazla harlanıyordu sanki.

 

Hayatımı mahveden adamın hayatını mahvedecek o hamle benim elimdeydi.

 

Aras Akın Altuğlu'nun önünde bir kalkan olarak durduğum sürece ne Rauf Karan ne de adamları ona dokunamayacaktı.

 

Ne de olsa ben Rauf Karan ve adamları için kurşun geçirmez bir kalkandım.

 

Üstelik tahminlerim beni yanıltmıyorsa bu yalnızca beş ya da altı ay sürecek bir süreç olacaktı.

 

Rauf Karan için kendi ellerimle işlediğim kum saatinde o kadarına yetecek kum kalmıştı yalnızca.

 

Sonra Poyraz gelecekti ve her şey bitecekti.

 

Elime bundan daha iyi bir fırsat bir daha geçer miydi?

 

Ne demişti Fatih Altuğlu?

 

Bir taşla birkaç kuş...

 

Muhakeme, hakimin kalemi kırmasıyla son buldu. Seçimler yapıldı ve karar verildi. Sonucunun iyiye ya da kötüye döndüğünü ise zaman gösterecekti.

 

Kumlar tükendiğinde zamanın altında kim kalacaktı? Bunu yalnızca zaman gösterecekti.

 

İçime çektiğim derin bir nefesin ardından suyu kapattım ve kapının arkasında asılı duran havluyu bedenime sarıp dışarı çıktım.

 

Uzun saçlarımdan damlayan suların zemini ıslatmasını umursamadan kapının kenarına yaslanmış bir halde bana bakan Maya'ya baktım. "İncelememe gerek yok, kabul edeceğim."

 

Onu arkamda bırakıp odaya geçtiğimde, elinde tuttuğu sözleşme sayfalarıyla peşimden o da girdi odaya. "Ciddi misin sen?"

 

Maya'nın varlığını umursamadan havluyu bedenimden çekip saçlarıma sardım. Maya bu hayatta utanacağım son insan bile değildi. Çok daha beter hallerde görmüştü beni, basit bir ten neydi ki?

 

"Para, sponsorluk ya da Aras Akın Altuğlu..." diye girdim söze yatağın üzerinde duran iç çamaşırlarını bedenime geçirirken. Sesim son derece kendimden emin çıkıyordu. "Hiçbiri umurumda değil."

 

Odaklandığım tek bir nokta vardı benim. Kabul etmeme yetecek kadar derin bir nokta...

 

İç çamaşırlarımdan sonra deri bir şortla askılı bodyi geçirdim bedenime ve havluyu çekip aldım saçlarımdan. Henüz kurumayan damlalar hâlâ uçlarından damlayıp, yer yer tenimi yer yer de zemini lekeliyordu.

 

"Kabul edeceğim çünkü ipin ucunda sallanan Rauf Karan olacak."

 

Sözlerimle Maya'nın yüzündeki alay çatladı.

 

"Bu mesele..." diye devam ettim. "Benim için paradan çok daha önemli."

 

Bakışları anlayışla bükülürken "Konuyu o kadar ayrıntılı bilmiyordum..." diye mırıldandı kırpıştırdığı gözleriyle. Konunun benim için ne denli hassas olduğunu ondan daha iyi bilen hiç kimse yoktu. "Sadece sözleşmede yazanlara kadar biliyordum." Söylediklerimin ona karşı bir laf çarpma olduğunu düşünmüştü. Değildi.

 

"Biliyorum..." diye mırıldandım cevap olarak, dudaklarıma yayılan hafif bir gülümsemeyle. Ardından derin bir iç çekip "Eşyalarımı sen toparlayabilir misin?" diye sordum. "Mezarlığı bir ziyaret etmek istiyorum da."

 

Gülümsememe karşılık verirken başını sallayarak onaylamakla yetindi sadece.

 

Başka bir şey söylemeden salondan ayrılıp mezarlığa doğru sürdüm arabamı. Bu hengâmenin içinde uzun bir süre ziyaret edemeyebilirdim. Gittiğimde bir şey yaptığımdan değil... Sadece en huzur bulduğum yerdi orası. Tamamalandığımı hissettiğim yer... Bir parçam hâlâ eksik bile olsa...

 

Yarım saatlik bir yolculuğun sonunda arabayı kapının önüne park ettiğimde diğer insanların aksine hissettiğim tek şeydi huzur. Ölüm beni bir zamanlar belki korkutuyordu ama o kadar uzun zamandır ölümle iç içeydim ki... Artık korkmuyordum.

 

Belki annemi ölümün koynuna yatırdığım zamandan beri...

 

Belki de işlediğim ilk cinayetimden bu yana...

 

Adımlarım mezarların arasındaki ezber bildiği yollardan geçti yavaş yavaş. Ta ki büyük mezarlığın en köşelerinde bulunan, yan yana duran iki mezara kadar...

 

Mezar taşlarına kısacık bir bakış attım.

 

Feris Yaman.

 

Yavuz Yaman.

 

Kalbimin tek düze atışlarının altında hafifçe gülümserken iki mezarın arasına geçip yere bağdaş kurdum önce. Şortun cebine sıkıştırdığım paketi çıkardığımda sanki annemin azarlayan bakışlarını üzerimde hissetmiştim. Keşke çıkıp gelse ve yaktığım sigara yüzünden beni azarlasaydı. Her şeyden çok isterdim bunu...

 

İçime çektiğim zehri dışarı verirken her zaman yaptığım şeyi yaptım ve iki mezarın arasındaki küçük boşluğa uzandım boylu boyunca. Sigara benim için bir alışkanlık değildi ama arada sırada yakmak iyi geliyordu. Kalbime batırılan izmaritlerin izini söndürüyordu sanki.

 

En çok buraya geldiğimde yakarken buluyordum kendimi. Belki de annem kalksın da içtiğim için bana kızsın diye... Buraya her gelişimin değişmez rutiniydi bu. Çocukçaydı, belki de aptalca... Ama kimin umurundaydı ki iyi geldiği sürece?

 

Arka arkaya yaktığım sigaralarla saatlerce uzanırdım iki mezarın arasında. Bana sanki annemle babamın arasında uzanıyormuşum gibi hissettirirdi. Sanki ölmemişler, uzandığımız bu yer kara toprak değil de yemyeşil çimlerle dolu bir kır bahçesi gibi...

 

Hayatta herkesin kaçıp saklandığı bir gizli köşesi, sığınağı olurdu ya; benimki de burasıydı işte. Gizli mabedimdi benim. Bir duvarı yıkıntılardan ibarette olsa.

 

Bir gün o duvar yeniden dikilecekti oraya. Poyraz'a ulaşmayı, gerçekten ulaşmayı, başardığımda eskisinden daha sağlam bir şekilde dikilecekti hem de...

 

İşte o zaman eksik olan her parçam tamamlanacaktı ve ben uzun bir zamandan sonra ilk defa gerçek bir nefes alabilecektim. O zaman bir sigara daha yakmama da gerek kalmayacaktı çünkü kalbimdeki o izmarit izleri sönmüş olacaktı.

 

Ne kadar zaman geçerse geçsin... Bir gün sönecekti o izmaritin küllü izleri. Buna inanmak istiyordum. Sönmeden yaşamak bu kadar zorken son nefesime kadar onları taşımanın ağırlığı ile yaşadığımı düşünmek istemiyordum.

 

Bir gün sönmek zorundaydı; er ya da geç...

 

 

Gün akşamın üzerine devrilirken önümdeki kapı bir kez daha kayarak açıldı benim için. Güvenlik kulübesindeki adamın gözleri yine benim üzerimdeydi ama tetikteymiş gibi bakmaktan çok şaşkınca bakıyordu bana.

 

Mezarlıktan, Maya'nın aramasıyla ayrılmıştım. Eşyalarımı toparladığını haber vermek için aramıştı ve çocuklarımı ne yapacağımızı soruyordu. Onlar için önce Fatih Bey ile konuşmam gerekecekti ama o koskocaman bahçeye sığdırmakta zorlanmazdık herhalde. Zaten kendilerine ait kulübeleri vardı, o yüzden herhangi bir sorun da teşkil etmeyecekti benim çocuklarım. Gerçi etse de umurumda değildi, ben bu evde olacaksam onlar da olmak zorundaydı. Onlardan ayrı kalmak kabul edebileceğim bir şey değildi kesinlikle.

 

Buraya gelene kadar da Maya bakacaktı onlara. En fazla yirmi dört belki kırk sekiz saat... Ama kırk dokuz değil.

 

Onun dışında benim için hazırlattığını söylediği odada da küçük değişiklikler yapmam gerekecekti. Günlük rutinlerimin bir parçası olan küçük değişiklikler... Tabii bunun için de önce odayı görmem gerekiyordu.

 

Hayatımı bu denli kökten değiştirecek bir kararı o kadar da düşünmeden almak, girdiğim bir riskmiş gibi görünüyordu ama içimdeki intikam hırsı öyle bir harlanıyordu ki bunu her düşündüğümde, başka bir şey düşünmeme engel oluyordu o hırs.

 

Bu zamana kadar beni yaşatan, bana nefes ve inanç olanla aynı duyguydu.

 

Daha fazlasını alabilecekken nasıl daha azıyla yetinebilirdim ki? Hem de böyle bir konuda...

 

Kapı tamamen açıldığında düşüncelerimden arınıp, şaşkın bakışlarla beni süzen korumayı umursamadan gaza bastım ve yoluma devam ettim. Kahvelerim yan koltukta duran mavi dosyaya kaymıştı bir anlığına.

 

Sözleşmeye kendi el yazımla bir madde daha eklemiştim.

 

Bu işi benim için daha eğlenceli hale getirecek bir madde daha...

 

Sabırlı olmayı o kadar da beceremeyen biri olarak biraz da kendimi garanti altına almaktı bu.

 

Dudağımın bir köşesi kıvrılırken gaza biraz daha bastım.

 

Arabam evin önünde durduğunda aydınlatmalarıyla adeta sarayı andıran büyük malikâneye kısa bir bakış attım ve yan koltukta duran sözleşmeyi de alarak arabadan çıktım.

 

Beni gören korumaların her birinin garip bakışlarına maruz kalmak sinir bozucu olsa da görmezden gelmek kolaydı. Ben bu bakışlara alışmayacaktım, artık onlar beni burada görmeye alışmak zorundaydı.

 

En azından aynı memnuniyetsiz tavır hepsinde yoktu, birkaç beni başı ile selamlamıştı. Tanıdık simalarından onların, o gün ameliyatta yanımda kalmaya zorladığım adamlar olduğunu çıkarmıştım. Yener denen adam da aralarındaydı.

 

Buraya ilk gelişimde giydiğim kıyafetlerin aksine üzerimdeki kumaş pantolon-blazer ceket takımımı hafifçe düzeltip topuklu ayakkabılarımın üzerinde döndüm ve yürümeye başladım.

 

Son derece sakin adımlarla çıktım o fildişi merdiveni.

 

Açık bulduğum ana kapıdan içeri girerken bir an bile tereddüt etmedim. Sanki gelişimi bekliyorlarmış gibi, yollar ardına kadar açıktı.

 

O gün ezberlediğim yollardan geçerken ailenin yemekte olduğunu, o taraftan gelen konuşma seslerinden anlamış ve salona dönmeden önce adımlarımı çevirip yemek odasına giriş yapmıştım.

 

Kalabalık bir masanın etrafındaydı herkes. O gün yolda karşılaştığım ve neredeyse çarpışmak üzere olduğum kadından tut, ameliyata sonradan dahil olan doktora kadar.

 

İlk an fark edilmeyen varlığımı "Herkese iyi akşamlar..." diyerek fark ettirdiğimde yükselen o konuşma sesleri saniyesinde kesildi ve ortam birden iğne atsan gümleyecek kıvama geldi. Bakışlar bir bir bana dönerken benim gözlerim istemsizce kurşuni grilerle çakışmıştı.1

 

"Fatih Bey..." diye devam ettim konuşmaya, Aras Akın Altuğlu'nun şaşkınlıkla kızgınlık arasında gidip gelen grilerinden gözlerimi çekmeden. Elimdeki dosyayı herkesin görebileceği şekilde yavaşça kaldırdım.

 

"Cevabımı akşama haber veririm demiştim. Minik bir madde ekledim sözleşmeye; onu onayladığınız taktirde, teklifinizi kabul ediyorum."

 

 

Bölümü nasıl buldunuz?1

 

Bundan sonra olacaklarla ilgili tahmini olan var mı?1

 

Bölümdeki favori sahneniz hangisiydi?1

 

Ve favori karakteriniz kim?1

 

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler, minnettarım❤️1

 

Bir sonraki bölümde görüşünceye dek kendinize iyi bakın, sağlıcakla kalın💐

 

Bölüm : 09.01.2025 10:30 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...