8. Bölüm

7| YARALI KÜÇÜK BİR KIZ

Saniye Solak
saniyesolak

Sellam✨

 

Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve bol bol yorumlarka fikirlerinizi belli etmeyi unutmayın olur mu?

 

Keyifli okumalar diliyorum✨

 

 

İzleniyormuşum hissi beni iliklerime kadar sararken sanki yüksek bir yerden düşüyormuşum gibi sarsılarak gözlerimi açtım. Elim refleksle yastığımın altına gitti ve parmaklarıma değen soğuk metali kavradığım an doğrulup, saniyeler içinde izlendiğimi hissettiğim tarafa doğrulttum silahı. Uyku gözlerimin ferinden akıp gitmiş, ardından iz bile bırakmamıştı.

 

Yanılmamıştım.

 

Yatağımın tam karşısındaki koltukta, rahatça oturarak beni izleyen kişi Aras'tan başkası değildi.

 

Bir dirseğini koltuğun kolçağına yaslayıp baş parmağı ile alt dudağında ritim tutarken diğer eliyle...

 

Ah...

 

Gördüğüm şeyle dudaklarım aralandı şaşkınlıkla, kaşlarım çatıldı. Silahı indirirken karşımdaki manzaranın gerçekliğini sorguladım birkaç saniye. Ama gerçekti... Beni afallatmaya yetecek kadar gerçek...

 

Feris...

 

Aras'ın ayaklarının dibinde oturduğu yerden çenesini onun bacaklarına yaslamıştı ve Aras da onun başını okşuyordu. Benim çocuğum, kendini Aras'a sevdirirken hâlinden son derece memnun görünüyordu.

 

Dudakları sinsi bir kıvrımla kıvrıldı Aras'ın ve gri gözlerinde şeytani bir parıltı belirirken kemikli zarif parmakları köpeğimin başını bir kez daha okşadı. Sanki bana nispet yapar gibi... "Beni her gördüğünde silah çekeceksen, bu koruma işinin bir kez daha düşünülüp, gözden geçirilmesi gerekecek."

 

"Olmaman gereken yerlerden çıkıp durmazsan ben de silahımı çekmek zorunda kalmam." diye homurdandım bakışlarımı Feris'ten ayırmadan. Hayal kırıklığına uğradığımı inkâr edecek değildim.

 

Feris'in kulakları dikleşti sesimle ve başını Aras'ın dizinden kaldırıp onun elinden kurtararak bana çevirdi.

 

"Elindeki silah, benim silahım yalnız..." dedi Aras. Gözlerindeki o şeytani parıltının yaldızları sesine yansıyordu. Parmaklarımın arasında duran silahın gümüş parlak yüzeyindeki yan yana kazınmış üç A harfi gözlerimin kıyısına çarpar gibi oldu. Silahını ona geri vermemiştim, vermeyi de düşünmüyordum. Elime oturuşu ve parmaklarıma bıraktığı ağırlık hoşuma gitmişti.

 

"Artık değil..."

 

A. A. A.'nın üzerini Y. D. Y. ile kapatamayacağıma göre bence diğer yüzeye de kendi adımın baş harflerini kazıyabilirdim.

 

Yüzüne bakmıyordum ama dudağına konan o yan gülüşü ve kaldırdığı kaşlarını bakmadan bile görebiliyordum.

 

Feris'in kırpıştırarak yüzüme diktiği sarı gözleri, ben ona döndüğümde parladı ve kısık bakışlarımdan ne düşündüğümü anladı. Aras'tan uzaklaşıp tamamen bana döndüğü sırada kuyruğunu sallamaya başlamış, mırıldanırcasına havlayarak yere çöküp bir patisini yüzüne kapatmış ve mırıldanmaya devam etmişti. Bu onun, suçlu olduğunu bildiğinde utanıp mahçup olma şekliydi. Kendince benden özür diliyordu.

 

"Hiç öyle bakma bana hanımefendi..." diye homurdandım, kucağımda biriken yorganın üzerine dirseklerimi yaslayıp çenemi avuçlarımın arasına bırakarak. "Beni sırtımdan bıçakladın şu an. Resmen ihanet bunun adı..."

 

Patisi ile birkaç kez daha yüzünü kapattı ardından doğrulup uzun ulumalarla yerinde kıpırdandı birkaç saniye ve kendi etrafında bir kez dönüp yatağın üzerine atladı.

 

"Hayır..." diye homurdanan ikazlarım ise hiç umurunda olmamıştı. Dibime kadar girip patisini koluma yaslarken burnuyla yanağımı dürtüp beni koklamaya ve onu sevip okşamam için teşvik etmeye başlamıştı.

 

Derin bir iç çektim.

 

"Caziben ile anneni etkilemeye çalışmak yerine, bana hiç ihanet etmemeyi deneseydin ne iyi olurdu. Onun dışarıda kalması gerekiyordu, yatak odama girmesi değil..."

 

Kollarım ile dizlerimin arasındaki boşluktan geçip kucağıma çıkmaya yeltendi ama bir tarafım duvara yaslı olduğundan ve diğer tarafımda da yorganın bir köşesi biriktiğinden istediğini alamadı. En sonunda kafasını koltukaltımdan geçirip sırtıma doğru uzandı ve başını sırtıma sürtmeye başladı. Hissettiğim o hayal kırıklığı çok çabuk silinmiş, onun bu sevimli çabası karşısında kalbim sıcacık oluvermişti. Buz küpleri ile dolu bir kaderin içinde kederine terk edilmiş kalbimi ısıtacak çok az şey vardı şu hayatta.

 

Umutsuz bir iç çekişin daha ardından yüzümü ellerimden, dirseklerimi de yorganın üzerinden çekip ona alan açtığımda; o rahatça kucağıma kıvrılıp bana sırnaşmaya devam ederken, sırtındaki parlak tüylerini uzun okşamalarla severek "Annen sana kıyamadığı için şanslısın Jane..." diye mırıldandım.

 

Aras'ın varlığı tam karşımda dururken ona Feris diyemezdim. Maya bile bilmiyorken olmazdı. Onlar benim ailemdi, dağılan ailemi yeniden toparlamak gibiydi bu benim için. Bu yüzden onlara ailemin isimlerini vermiştim.

 

Çünkü aslında onlar dört kardeşti.

 

Üç yaralı, bir ölü...

 

Ne kadar da ironik...

 

Son nefesini veren ben değildim ama

toprağın metrelerce altına gömülen bendim, çürüyen ruhumla, küçük bir hayaldan ibaret olan beyaz bir güle can veren bendim...

 

Buna, ne kadar can vermek denebilirse işte...

 

Hayat, tesadüflerin hep en kötü olanını severdi. İmkânsız ihtimallerin bir araya gelip kurduğu köprüye kurardı salıncağını hayat. Her sallandığında bir deprem vuku bulurdu ruhta... Ve o depremlere tesadüfün adı verilirdi. Bazı sarsıntılar heyecanı doğururdu evet ama bazıları sadece yıkım demekti. Altından kalkamayacağın bir yıkım...

 

"Madem yatakta yatmakla ilgili bir sorunun yok, neden balkondaki koltuğum iki gündür sende?"

 

Feris'ın sırtını okşayan parmaklarım, kulaklarıma ulaşan soruyla duraksadı. Ben sessizliğe bir hayli zaman yatırdığımızı düşünmüştüm ama yalnızca birkaç saniyeden ibaret olduğunu ancak fark edebildim.

 

Sessizlik bizden alacaklıydı...

 

Cevabı olmayan sorularsa, benim sessizliğe yatıracağım kelimelerimin teminatı...

 

Ama hayır...

 

Sessizliğin de bir cevap olduğunu bilecek kadar tecrübem vardı. Bazen en gürültülü cevaptı sessizlik, bazen ise en dürüst cevap...

 

İkisi de işime gelmiyordu şu an.

 

"Onu nasıl ayarttın?" Parmaklarım hareketlerine devam ederken bakışlarımı kaldırıp baktım yüzüne. Anlamakta zorlandığım ifadelerle, büyük bir dikkatle beni izliyordu; gözlerini bile kırpmadan... "Ted ve Charles nerede?"

 

Feris kardeşlerinin adını duyduğunda kuyruğunu sallayıp kulaklarını dikleştirdi ama ellerimin sakinleştirici baskısı ile yeniden rahatladı.

 

Bir an gerildim.

 

Bakışlarıma sert bir ifadenin gölgesi çökerken "Eğer onlara zarar verdiysen..." diye başlayacak oldum, silahın soğuluğunu bir kez daha hissettim sanki. Parmaklarımın arasında bile değildi oysa... Feris'in hareketlerinden ötürü yorganın üzerinden kayıp yatağın içine düşmüştü.

 

"Sakin ol..." diyerek sözümü kesti. Dudağında ritim tutuğu elini çekip çenesini dikleştirdi ve umursamaz bir tavırla "Hayvanlara zarar vermem ben, ilgi alanım daha çok insanlar üzerine." diye mırıldandı. "Akıllılar. Acıkmış olacaklar ki bana mamalarının yerini gösterdiler ben de onlara mama verdim. Diğerleri en son onu yiyordu ama elindeki, Jane, yememekte ısrar etti."

 

Parmaklarım köpeğimin başına doğru çıkarken tek kaşım şüpheyle kalktı. Hepsine aynı mamayı verdiyse yememesi çok normaldi çünkü Poyraz ve Yavuz'un sevdiği mamaya Feris'in alerjisi vardı ve aynı dolapta bile bulunmaması gerekiyordu, nefes darlığına sebep oluyordu. Ayrıca veterinerleri de sevmiyordu Feris, ne zaman veterinere gitse bir iki gün iştahı kesiliyor, durgunlaşıyordu. Aslında hepsi durgunlaşıyordu.

 

Ama konumuz bu değildi şu an.

 

O niye benim çocuklarıma mama veriyordu ki?

 

"Onları nasıl ayarttın?" diyerek sorumu yineledim. "Normalde bu evin içine adım dahi atmana izin vermemeleri gerekiyordu ama sen şimdi odamdasın..."

 

Bastırarak sorduğum soruya karşılık dudağının kenarı sinsi bir kıvrımla kıvrıldı. "Şefkat, Yazgı..." diye mırıldandı. Gözlerinde bir duygu, bir ima nabız gibi seğirmeye başlamıştı. Öyle bir bakıyordu ki tam şu an yüzüme, utanmasam yorganın altına saklanacağım kadar çıplak hissettiriyordu bana kendimi. "Her canlının şefkate biraz zaafı vardır."

 

Her nasıl ki bakışları o imayla alev alev yanıyorsa, sesi de aynı ifadelerin boğumlarına takılmış, boğuklaşmıştı. Ne grilerinin ne de ses tonunun altında yatan anlamları anlamasam da o ima oradaydı.

 

Başı omzuna doğru düştü ve o da benim gibi kendi sorusunu yineledi. "İki gündür neden koltukta sabahlıyorsun?"

 

Yine cevapsız bir soru... Yine sessizliğe yatırılan bir teminat...

 

Ama bu kez cevapsız kalırsa bu soru, altında bir şeylerin yattığını anlayacaktı. Üzerimde gezinen kurnaz, bakışlarından çok net okunuyordu.

 

İki yıl öncesine kadar normal bir yatakta bile yatamıyordum. Koltuk köşeleri benim gecelerimin yoldaşı, sabahlarımın bekçisiydi...

 

"Yataklarınız çok rahatsız." diye homurdandım yalanın bana vereceği umuda tutunarak... "Yayları gıcırdıyor ve sırtıma batıyor."

 

Gözlerinde hesapçı bir ışık parladı.

 

"Hayır, gerçekten gecenin bir vakti gelip seni öldürmemden korkuyorsun."

 

Ona buz gibi bir bakış attım. Bu adam kendini ne sanıyordu, ona bu cüreti kim veriyordu?

 

Hayır, korkak bir avuç insanın göt korkusundan ayaklarına kapanıp, götünü kaldırdığı birilerinin sürekli karşıma geçip bana ahkâm kesmesinden çok sıkılmıştım artık.

 

"Korkularımın arasında son sırada bile olamazsın sen Aras."

 

"Yani bir şeylerden korktuğun için o yatakta yatmıyorsun?"

 

Gerçekten sabrımın son demlerine kadar sınamayı her seferinde başarıyordu. Yılların bana öğrettiğini sandığım sabrı bile boşa çıkarıyordu bir şekilde. İnanılmazdı gerçekten...

 

"Odama kamera falan mı takılı?" diye sordum şüpheyle, bozulan sinirlerimi saklama gereği görmeden. Hiç aklıma gelmeyen bu ihtimal şimdi beynimin içinde fink atıyordu. Bu kısmı nasıl atlayabilmiştim ben? Daha ilk an her tarafı didik didik aramam gerekirdi oysaki? Çaptan falan mı düşüyordum, ne oluyordu?

 

"İyi fikir aslında..." dedi Aras bundan çok keyif almış gibi yan bir gülüşle. Elini yeniden kaldırıp yeni çıkmaya başlayan kirli sakallarını sıvazladı hafifçe. "Ama mahremiyete saygım var benim."

 

Bir an ona inanamayarak baktım. Bacaklarımın üzerinde uyuklayan Feris'in ağırlığı artık net bir şekilde hissediliyordu. Anneni sattın, şimdi onun kucağında rahat rahat uyu tabii kızım...

 

"Mahremiyet?" Bakışlarım rahatça oturduğu yerden onu süzerken kaşlarım keskin bir iğneleme ile onu işaret etmişti. "Mahremiyete saygı anlayışın göz yaşartıyor gerçekten..."

 

"Ahh..." dedi uzun bir iç çekiş ile. "Sevgili korumamın beni bahçede köpekleriyle baş başa bırakma sebebini merak etmiştim. Seni uyurken bulmak bana da sürpriz oldu. Senin koruma anlayışın da en az benim mahremiyet anlayışım kadar göz yaşartıyor inan."

 

Bakışlarım bacaklarımın üzerinde uyuyan köpeğime kaydı. "Küçük bir ısırık da mı bırakmadılar?" diye sordum son bir umut. En son bıraktığımda ondan hiç hoşlanmamışlardı, nasıl kafalayabilmişti çocuklarımı aklım almıyordu.

 

Keyfini biraz bile saklama gereği görmezken kaşlarını kaldırıp bir kez cıkladı. Köşeli çenesindeki o gerginlik, suratını mesken tutan o kaskatı ifadeler şimdi yoktu, anın tadını çıkarıyordu.

 

Lanet...

 

"Sen niye hâlâ buradasın peki?" diye homurdandım bacaklarımı Feris'in altından dikkatle çekerken. Gözleri açıldı bir an, bana tembel bakışlarla kısaca göz atıp ardından gözlerini yeniden kapattı. "Çoktan gidebilir ve bunu benim başarısızlığım olarak sayabilirdin."

 

Uykunun çoktan terk ettiği bedenim şimdi fazlasıyla dinçti, içime dolan enerjiyi hissedebiliyordum. Bugün öğrencilerimle yeni kafeslerde idmanımız vardı, bu enerjinin her bir kırıntısına ihtiyacım olacaktı. Ve tabii bir de Aras vardı... Düşüncelerime girdiği anda enerjimi sömüren adam...

 

"Eğer gitseydim..." diye mırıldandı. Grilerini bir an olsun üzerimden çekmeden, dikkatle hareketlerimi izliyordu. Grilerindeki o haylaz parıltılar, eğlenen ifadeler hiç silinmiyor, bende gözlerini oyma isteği uyandırıyordu. "Şu yüzündeki şaşkınlığı nasıl görür, seni afallatmanın eşsiz tadını nasıl çıkarabilirdim?"

 

Şerefsiz... Benimle aleni bir şekilde alay ediyordu.

 

Ona ters ters bakarken çıplak bacaklarımı yataktan sarkıtıp "Hiç öfkeli görünmüyorsun?" dedim sorarcasına. Ters bakışlarımın arasında, aynı zamanda anlamaya çalışır gibi de bakıyordum. Kıyameti falan koparır sanmıştım onu çocuklarımla dışarıda bıraktığım için. Ama aksine, o bundan zevk almış gibiydi. Nasıl afallamazdım ki? "Hatta hâlinden son derece memnun ve keyfin yerinde görünüyorsun?"

 

Bir bacağını diğerinin üzerine atıp ayak bileğini dizinin üzerine koyarak daha rahat bir pozisyonda oturdu koltukta. Orada oturması sinirlerimi son derece geriyordu, belki de odama girdiği için kıyameti asıl benim koparmam gerekiyordu ama...

 

Odaya girdiği ilk an onu fark etmemek benim hatamdı.

 

Uykunun derin kollarını bana dolamasına izin vermek, gardımı düşürmek...

 

Ya da köpeklerime fazlası ile güvenmek...

 

Aras bir şekilde kendini sevdirmeyi başarmıştı onlara...

 

"Sen kendi kazdığın kuyuya düşmüşken nasıl keyifli olmam ki?"

 

Diğer dirseğini de koltuğun kolçağına yaslamış parmaklarını birbirine bastırırken kapana kıstırdığı bir avmışım gibi bakıyordu bana.

 

Benimse bakışlarımda soru işaretleri kaynıyordu.

 

"Köpeklerin..." diye girdi söze.

 

"Çocuklarım..." diye düzelttim onu.

 

Başını bir kez eğerek onaylayıp, "Çocukların..." dedi kabullenişle. "Senin elinde bana karşı kullanabileceğin bir kozdu anladığım kadarıyla, önüme çekebileceğin bir set..." Birbirine bastırılmış parmaklarını ayırıp vaziyetimizi gösterir gibi avuçlarını iki yana açtı ve "Ama görüyorsun ya..." dedi sükûnetle. Çenesiyle yatağımda uyumaya devam eden köpeğimi işaret edip "Jane..." diye seslendi ona.

 

Ve sevgili kızım daldığı derin uykusundan anında uyanıp, dikleştirdiği kulakları ile ve heyecanla salladığı kuyruğuyla başını kaldırıp, Aras'a doğru bir kez havladı.

 

Hemen akabinde dışarıdan da bir çift havlama sesi gelmiş, Poyraz ve Yavuz, Feris'in çağrısına yanıt vermişti.

 

Feris, ona kötü kötü baktığımı fark ettiğinde yine özür dilercesine bakışlar atıp mırıldanarak patisiyle yüzünü kapattı.

 

"En sevdiği oyuncağı elinden alınmış, masum küçük bir kız çocuğu gibisin şu an." Cümleyi söylerken sesinden akan keyif o kadar belirgindi ki, kelimelerini o keyifle süslüyordu adeta.

 

"Şansına küs..." diye homurdandım. "Hiçbir zaman en sevdiği oyuncağı olan küçük bir kız olmadım."

 

Tek bir ayıcık dışında...

 

Daha ben doğmadan önce, babamın bana aldığı kırmızı, büyük bir peluş ayıcık...

 

O da yıllar önce elimden alınmıştı zaten...

 

Bir kez cıkladı.

 

"Sen, en sevdiği oyuncağı elinden alınınca kendini; en sevdiği oyuncağı olmadığına inandırarak kandıran küçük bir kızsın."

 

Sonra derin bir iç çekişle birlikte daha çok kendi kendine konuşur gibi "раненая маленькая девочка (ranenaya malen'kaya devochka) (Yaralı Küçük Bir Kız anlamına geliyor)" diye mırıldandı. Kullandığı Rusça kelimelerden hiçbir şey anlamadım ama anlamaya çalışacak durumda da değildim o an.

 

İlk kurduğu cümledeki sağlam tespitinin gafil avladığı bir avdım...

 

Usulca kalktım ayağa ve tam karşısında dururken "Eğer..." diye mırıldandım tane tane. "Ben bir oyuncağı benimsersem kimsenin onu benden almaya gücü yetmez, almaya cüret eden olursa da bu dünyada cehennemi yaşatırım ona."

 

Bir zamanlar her şeyi elinden alınmış küçük bir kız olabilirdim.

 

Ama artık Yazgı Deha Yaman'dım.

 

Kaderinin sıralandığı defterdeki yazgıları kabullenmek yerine, o defteri parçalama pahasına o yazgıyı değiştirecek o kadın...

 

Doğru zaman, doğru an...

 

Tek gereken buydu.

 

Kum saati akar ve yolunu bulurdu, yolun sonundaysa düşmanımın boğazını pençelerimle parçalamak için orada bekleyen ben olurdum.

 

Hiçbir şey söylemedi, ifadelerine en ufak bir kayma olmadı öylece bana bakmaya devam etti. Grileri rahatsız edici bir ağırlıkla bedenimde dolandı, harelerinde bir dalgalanma oldu; tıpkı fırtınada şiddetlenen denizin dev dalgaları gibi.

 

Bakışları göğsümle karnımın arasındaki bir noktaya kilitlendiğinde dar bir yarım atlet ve şort ile uyuduğuma küfrettim. Hayır sorun utanıyor olmam falan değildi, sorun onun bakışlarıydı.

 

Önünde dururken hafifçe eğilip işaret parmağımı çenesinin altına yerleştirdim ve başını kaldırıp gözlerini diktiği noktadan çekmesini sağladım. Kirli sakalları parmağımın ucuna batıyordu. Bakışları bakışlarıma çarptığında sıktığım dişlerimin arasından "Gözlerini diktiğin yere dikkat et." diye tısladım. "Oydurma onları bana."

 

"Dövmen..." dedi gözlerimin içine, ruhumun göğsünü yarıp içine bakarmış gibi bakarken. Göğsümün arasındaki dövmenin olduğu kısımlar bir an karıncalandı sandım. "İlgi çekici, merak uyandırıcı... İnsanda tamamını görme isteği uyandırıyor."

(Nasıl olmuş, elimizden geldiğince aklımdakini dökmeye çalıştık çizgilere, tam olarak tabii ki olmadı ama aklımdakine çok yakın oldu ve bence çok hoş duruyor. Siz ne düşünüyorsunuz?)

 

Öyle telaşsız öyle pervasızdı ki...

 

Çenesini iterek bırakıp doğrulurken buz gibi soğuk bakışlarla baktım yüzüne ve "Odama girmen bile seni öldürmek için kendime verebileceğim iyi bir nedenken sınırlarını zorlama, gözlerine hâkim ol." dedim sıktığım dişlerimin arasından. Parmaklarım avuç içlerime doğru gömüldü, arasına hapsettiği şey öfkemdi. Patlamaya yer arayan, baskılamak için elimden geleni yaptığım öfkem...

 

Son kez yüzüne bakıp "Gerçekleşmesi imkânsız isteklerin içinde uyanmasına izin vermemen senin hayrına olur." diye soludum ve onu arkamda bırakıp odamın kapısına doğru ilerledim. O dövmenin tamamının görünebilmesinin tek yolu, karşımdakinin beni çıplak görmesiydi ve Aras Akın Altuğlu için bu imkânsızın sözlük anlamıydı.

 

Duvardaki saat, yedinin buçuğa devrilmek üzere olduğunu gösteriyordu. Sabah koşusunu kaçırmıştım ama ziyanı yoktu. Çocuklara fazladan yarım saat antrenman kitleyerek günlük egzersiz ihtiyacımı karşılayabilirdim. Bu onların canına okurdu ama cana okunmadan nasıl Kumite'de hayatta kalırlardı ki zaten?

 

Kapıya doğru ikinci adımı atmıştım ki bir şey dikkatimi çekti, adımlarım duraksadı. Minicik bir şeydi... Aras'ın oturduğu koltuğun yanındaki sehpanın üzerinde, içi beyaz güllerle dolu vazonun hemen önünde duruyordu.

 

Küçük kurşunda duran bakışlarım Aras'ın gözlerine çevrildiğinde onu bu kez de omzumdaki dövmeyi incelerken yakalamıştım. Toplu saçlarım işini kolaylaştırıyordu.

 

"Dövmelerimden çek artık şu gözlerini." diye homurdandım sinirle ve tamamen ona döndüm. En azından karnımın altındaki dövmenin hiçbir ayrıntısını göremiyordu, onun varlığından tamamen habersizdi. Dünden beri değişen neydi bilmiyorum ama bakışlarındaki o sertlik kırılmıştı. Hâlâ sert bakıyordu grileri, hâlâ bir buz dalgası gibiydi etrafa yaydığı enerji ama kırılan bir şeylerin olduğu kesindi.

 

Ve şimdi de ilgisi dövmelerime kaymıştı.

 

Allah'ın cezası herif...

 

"İmkânsız..." diye mırıldandı oturduğu yerden serinkanlı bir hareketle kalkarken. Dar bir odam yoktu, aksine bu evi ilk aldığım zamanlarda, uyuyacağım odanın geniş olması benim için çok önemli olduğundan, bir duvarı yıkıp odayı genişlettirmiştim. Ama şimdi o ayağa kalkmış ve karşımda duruyorken, uzun boyu ve iri bedeni yüzünden odam gözüme küçük görünmüştü.

 

Tanrı aşkına... Ben yıllardır Kumite ile iç içe olan biriydim. Dövüşçü olarak ya da eğitmen olarak fark etmiyordu; adım attığım her yer iri, kaslı, uzun boylu adamlarla doluydu.

 

Ve hiçbiri, o küçücük kafesin içinde bile bana bunu hissettirememişti.

 

Çünkü onların ruhu parmaklarımın arasındayken, Aras'ın ruhu kalkanlarımın ardındaydı. Onları yok edilecek bir engel olarak görüyorken Aras'ı korunması gereken bir kapı olarak görüyordum. Benim zaferime açılan bir kapı...

 

İmkânsız deyişi zihnimin içinde çınladı. Neye imkânsız dediğini bir an anlayamadım, dövmelerimden gözlerini çekmesi konusunda imkânsız dediği yanılgısına kapılmama ramak kala, "Sınırlarını benim belirlediğim bir kelimedir." diyerek konuşmaya devam etti ve üzerime doğru ağır bir adım attı. Bakışlarının ağırlığı üzerine nazar gibi yağıyordu. "Bir şey, yalnızca ben imkânsız diyorsam imkânsızdır. Bu yüzden, benim önüme kendi imkânsızlıklarını koyma ki onları imkâna mahkûm etmeyeyim."

 

Ve yanımdan geçip kapıya doğru giden bu kez o oldu.

 

Bu adam gerçekten...

 

Uzanıp sehpanın üzerinde duran kurşunu kaptığım gibi "Bana bak!" diyerek arkasından seslendim. Ama o tam o an kapıyı açtı ve kapının ardındaki, deyim yerindeyse otuz iki diş sırıtan Maya ile karşı karşıya kaldı.

 

Arkadaşımın çapkın bir ifadeyle, haylazca parlayan gözleri Aras'a değdiği an gülüşü jilet gibi kesilmiş ve gözlerindeki ifade yerini hayal kırıklığına bırakmıştı.

 

"Eve bir adam attın sanmıştım..." diye homurdandı, Aras'ın kolunun kenarından bana değen gözleri bu konuda ne kadar umutlandığını net bir şekilde belli ediyordu. Umudun hemen ardından ne denli büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını da...

 

"Lütfen..." dedi yalvaran bir tonla ve eliyle Aras'ı baştan aşağı işaret etti. "Lütfen bana bu şeyle sevişmediğini söyle."

 

Pat diye sorduğu soru karşısında gözlerim irileşirken "Maya!" diye uyardım onu.

 

Aynı anda Aras da "Ne saçmalıyorsun sen?" diye homurdanmıştı.

 

Maya Aras'a ezici bir bakış atarken sarı, kısa saçlarını savurup "Seninle konuşmuyorum!" dedi karşısında bir böcek varmış gibi. "Adam olmayı öğrenebilirsen belki o zaman muhatap alırım seni."

 

Bu tavrı tamamen Aras'ın o gün kulisimde yaptığı hadsizlik ile alakalıydı. Ne diyebilirdim ki, ben bir şeyleri biriktirmeyi ve zamana yaymayı severdim ama Maya bu konuda benimle aynı fikirde değildi, hiçbir zaman olmamıştı.

 

Aras'ın ensesi gözlerimin önündeydi ama ben onun yüzünü görüyordum sanki. Yüzünün her bir kıvrımına oturan sertliğin orada olduğunu biliyordum, gözlerindeki bakışların ne denli keskinleştiğini...

 

"Siz ikiniz ölmeyi gerçekten bayılmak sanıyorsunuz." dedi Aras sert bir sesle ve omzunun üzerinden bana kısa bir bakış attı. Yanılmadığımı anladım, öfkeden kıpkırmızı olmuştu Maya'nın yorumu ile birlikte.

 

Maya kollarını göğsünde bağlayıp kendinden emin bir şekilde baktı Aras'a. Aras beni bile doğru düzgün tanımıyorken Maya hakkında en ufak bir şey bilmiyordu. Ben bildiğim her şeyi ve daha fazlasını Maya'dan öğrenmiştim.

 

Bana yenilenler, Maya'nın karşısında yok olurdu.

 

"Aras Akın Altuğlu..." diye girdi söze ve benim bile asla beklemediğim bir hamleyle ağırlığını bir ayağına verip sıralamaya başladı. Onun en büyük gücü buydu: Bilgi...

 

"22 Nisan 1992'de Türkiye'de doğdun, liseye kadar Türkiye'de eğitim gördün ama liseyi Rusya'da okumaya karar verdin ve Rusya'ya taşındın çünkü Rusya planların için çok uygundu, hayatının her alanında büyük düşünmeye ant içmiş biri olarak. Lomonosov Moskova üniversitesinden bir gemi kaptanı olarak birincilikle mezun oldun."

 

Bir an duraksadı Maya ve kafasını karıştıran bir şey varmış gibi başını omzuna doğru düşürüp kıstığı bakışlarıyla baktı Aras'a.

 

Ben mi? Ben şaşkındım. Şirketlerin sistemine sızdığında yapılan tüm yolsuzluklar önüne düşmüştü, bunu biliyordum elbette ama bu kadarını kesinlikle ben de beklemiyordum.

 

Gemi kaptanı mı?

 

Aras mı?

 

Birbirine asla bağdaştıramadığım bir denklemdi bu kendi kafamın içinde.

 

"Senin gibi..." dedi Maya ve Aras'ı bir kez daha baştan aşağı süzüp aklına takılan şeyi ortaya döktü. "Kendini beğenmiş birinin nasıl oldu da devlet üniversitesinde okuduğunu anlamadım ama konumuz bu değil." Yana eğdiği başı doğruldu ve Aras'ı karış karış süzen ezici bakışları yeniden gözlerini buldu. "Biri Rusya'da biri Türkiye'de olan iki tershaneniz var ama gemi ticaretinden çok silah ticareti yaptığınızı bilmeyen yoktur sanırım. Son sevkiyatınızda kaç ton silah ya da mermi taşıdığınızı da söyleyebilirim bu arada."

 

Tüm bu süreçte sessizliğini koruyup Maya'yı dinleyen Aras duruşunu dikleştirdi bu kez. Üzerindeki sweatshirte rağmen sırt kaslarının gerildiğini, kürek kemiklerinin şeytanın kanatları gibi dalgalandığını görebiliyordum. "Demek o kadar koruma duvarını aşıp sistemimize sızan sensin."

 

Sesinde garip bir şekilde sinir yoktu, mutlak bir şaşkınlık vardı ve şimdi Maya'yı gördüğü en ilginç şeymiş gibi inceliyordu.

 

"Koruma duvarı?" dedi Maya alayla karışık bir soru işaretiyle. "Bana daha çok bir un eleği gibi gelmişti; öyle şeffaf, öyle dayanıksız... Aşmam bir dakikadan kısa sürdü."

 

"Bu ekibimin beceriksiz oluşundan değil." dedi Aras ifadesiz ve duygulardan yoksun, profesyonel ve tekdüze bir sesle. "Ama sen bunu zaten biliyorsun."

 

Dudaklarından alaylı bir 'hıh' sesi çıktı Maya'nın ama bu konuyla ilgili herhangi bir şey söylemeden konuyu değiştirmek adına "Bir şeyi merak ediyorum..." diye mırıldandı. "Mezun olmadan önce de mezun olduktan sonra da sıkça gemi kullandığın bilgisine ulaştım, bu senin için bir tutku gibi bir şeymiş."

 

Maya Aras'ın tepkilerini ölçmek ister gibi yavaş yavaş, üstüne basa basa konuşuyordu. Onlara doğru yaklaştığım birkaç adımla Aras'ın profili artık görüş açıma girmişti. Kaskatı duran yüzünden hiçbir anlam okunmuyordu.

 

Ama gerildiğini anlayabiliyordum. Daha da gerilen sırt kasları bir yana, avuç içlerine göçen parmakları kendini ele veriyordu.

 

"Yedi yıl önce birden gemi kullanmayı bırakmışsın. Neden?"

 

Burnundan sert bir nefesin dökülüşünü işittim; bir isyan, bir uyarı gibi...

 

Maya'ya doğru bir adım attığında Maya geri adım atmadı, kılını bile kıpırdatmadan Aras'ın yüzüne bakmaya devam etti.

 

"Beyaz kediyi..." dedi Aras imayla. Bir an bakışlarım Maya'da asılı kaldı. Rahat ifadesi biraz da olsa sarsılmıştı. "Merak öldürür." Ve omzu Maya'nın omzunu sıyırırken yanından geçip gitti.

 

Aras'ın arkasından bakarken "Arkanda iz bırakmadığını söylemiştin." diye mırıldandım. Atasözünü beyaz kedi olarak değiştirmesinin tek bir anlamı olabilirdi.

 

Maya'nın on beş yaşından beri kullandığı ve artık markalaşan takma adı KittyWhite'tı. Tabii bunu Aras'ın bilmiyor olması gerekiyordu; Maya, geride takip edecekleri ve adına ulaşacakları bir iz bırakmadığı sürece.

 

Teknoloji benim ilgi alanım değildi ama o izi takip etmeyi başarırlarsa Maya'nın onlara yaptığı gibi onlar da Maya'ya saldırabileceklerini bilecek kadar anlıyordum.

 

Kaygısız bir şekilde omuz silkti Maya. "O kadar da amatör değillermiş demek ki..." Son kez Aras'ın arkasından baktı. Dışarı çıkan Aras, açık bıraktığı kapıdan göründüğü kadarıyla bir sigara yakmış ve kalçasını arabama yaslamış bir hâlde telefonla konuşuyordu.

 

"Her neyse size dönelim..." dedi Maya ve bana doğru birkaç adımla yaklaşıp dibime kadar girdi. Yüzü yüzüme yaklaşırken bakışları arayışla çehremde dolanıyordu. "Seviştiniz mi, sevişmediniz mi?"

 

Yine mi bu konu?

 

Bıkkın bir nefes verirken yanaklarıma dolan havayla başımı tavana kaldırıp kendime iki saniye verdim ve cevap verme gereği bile görmeden yanından geçip odadan çıktım.

 

"Anladım..." diye mırıldandı peşimden gelirken. "Sevişmediniz... Niye sevişmediniz?"

 

Adımlarım mutfağa doğru ilerledi ama midem banyoya koş diyordu. Bir kez daha bunun imasını duyarsam olacak olan buydu zaten. "Kes şunu Maya!"

 

Mutfağa girdiğimde ada tezgâhın üzerinde gördüğüm ve Maya'nın kahvaltısı olduğundan emin olduğum koca bir bardak sebze suyuyla adımlarım ona yöneldi.

 

Artık benim kahvaltımdı.

 

Tam bardağa uzanmış ve içmeye niyetlenmişken arkamdan söylenerek gelen ama ne söylediğini asla dinlemediğim Maya "Dur..." diyerek durdurdu beni. Kaşlarımı kaldırıp sorarcasına yüzüne baktığımda "Tatlı o, içinde bal ve hurma var." diye açıkladı durumu.

 

Ah...

 

Pekâlâ...

 

Maya'nın imaları kusturmamıştı belki ama bu şeyi içersem kesinlikle kusardım.

 

Tatlılar...

 

Artık nefret ettiğim onlarca şeyden yalnızca biri haline gelmişti ve şekerli olan hiçbir şeye tahammülüm yoktu. Sara'yı belki de en çok bu yüzden taktir etmeliydim çünkü daha ilk gördüğü anda kahveyi de şekersiz içtiğimi anlamıştı. Gerçi onunki etrafa yaydığım havadan aldığı hisle ilgili bir tahmindi ama ne fark ederdi ki...

 

Bardağa uzanan elim usulca geri çekilirken yüzüm de eş zamanlı olarak buruştu ve tezgâhın önünde duran adımlarım buzdolabına yöneldi.

 

Ben dolaptan sebzeleri çıkarırken arkamda kalan Maya, "Kendini dünyanın en güzel nimetlerinden ikisinden bu denli yoksun bırakman hiç hoşuma gitmiyor." diye bir yorum yaptı ve bilerek içeceğini höpürdeterek içti. "Seks ve tatlı olan her şey... Gerçekten bugün eve birini attığını ve seks orucunu sonunda bozduğunu sanıp umutlanmıştım. Tabii bu o herifi görene kadardı..."

 

Sözleri bir kulağımdan girdi diğerinden çıktı. Bu konuşmaları konuşmaya biraz bile hevesli değildim ama Maya'dan bu nutuğu dinlemeye o kadar alışmıştım ki artık rahatsız etmiyordu bile.

 

Sebzeleri yıkayıp makineyi çıkarana kadar konuşmaya devam etti ama ona katılmayacağımı anladığında oturduğu tabureden kalkıp benden tarafa geldi. Ben ortaya çıkan karışımı bardağa boşaltırken oluşan birkaç saniyelik sessizliği "Eeee?" diyerek bozdu. "Dün neler oldu, bulabildin mi bir şey?"

 

İşte şimdi konu ilgimi çeken bir noktaya evrilmişti.

 

Kahvaltımdan bir yudum alıp yıllardır alışık olduğum tadı memnuniyet ile karşılarken karşı duvara diktiğim bakışlarımı Maya'ya çevirdim. Hatıralarıma çöken ayrıntılar kanıma damla damla karışan öfkeyi de beraberinde getirdi. Resim... Odamın çekmecesinde, içinde birkaç resmin daha olduğu bir fotoğraf albümüne koymuştum.

 

"Bir hediye" diye cevap verdim Maya'ya.

 

Gözleri yeniden umutla parladı. "Yoksa..."

 

Başımı iki yana sallayarak kestim sözünü. "Kutu değildi." Parmaklarım, etrafına dolandıkları bardağı sıkmaya başlamışlardı. Sertçe yutkundum, boğazıma takılan heves gırtlağımı yırtıp geçti sanki. Bu kaçıncı hevesleniş, kaçıncı kaybedişti?

 

Saymayı bırakalı çok olmuştu ama kalbimde her birine ait bir çentik vardı, çetelesini ruhum tutuyordu.

 

"Bir resimdi..." diye devam ettim konuşmaya, Maya sabırla beni dinleme pozisyonuna geçmişti şimdi. Artık onun da bu konuyla ilgili söyleyecek hiçbir şeyi kalmamıştı. Bunu benim başarısızlığım olarak görmüyordu, bizim başarısızlığımız olarak görüyordu. Atamadığı nokta kalmamıştı ama yoktu... Hiçbir yerde yoktu...

 

"Annemin öldüğü gün çekildiğimiz; Poyraz'ın, annemin ve benim son kez yan yana gelip aynı kareye gülümsediğimiz bir resim." Belki de son mutluluğumuz...

 

Maya'nın dudaklarından sert bir küfür savrulurken elindeki bardağı sertçe tezgâhın üzerine koydu.

 

İçime çektiğim her nefeste ateşi solutuyordu kurduğum cümlelerin ağırlığı. Biz bunu hak etmemiştik... Hiç hak etmemiştik hem de...

 

Yeniden sertçe yutkunup elimdeki içecekten yeni bir yudum almadan hemen önce, "Sara'yı elinden çekip aldığım ve Aras için gelenlerin önüne engel olarak çıktığım için aklınca bana işkence ediyor işte." dedim ve bardakta kalan ne varsa tek solukta içtim. Artık gitmemiz gerekiyordu, çocukların gelmesine az kalmış olmalıydı ve ben onlardan önce orada olmalıydım.

 

"Bir karşılığı olacak değil mi bu yaptığı şerefsizliğin?" diye sordu Maya. Ne söylesem kabul edecekmiş gibi bir hali vardı. Ederdi de hiç düşünmeden, biliyordum.

 

"Elbette..." diye cevap verdim ve dudağımın bir kenarı kıvrıldı. "Sara'yı kurtardığımı ve o gece Altuğlu malikânesinde olduğumu biliyor olabilir ama Aras'ın özel koruması olduğumu henüz bilmiyor."

 

Öğrenecekti.

 

Hem de çok yakında...

 

Kaşlarını çattı Maya ne demek istiyorsun der gibi.

 

"Bir haftaya kadar masa yine toplanacak." diye devam ettim konuşmaya, aklımda dönen tilkilerin bana fısıldadıklarını Maya'ya aktarırken parmakuçlarım karıncalanıyordu.

 

"Fatih Altuğlu o masaya oturmayacağı için Altuğlu'ların artık o masada yerinin olmadığını düşünecekler..."

 

Sustuğum noktada Maya, cümlenin bir ama cümlesi olduğunu anlayıp "Ama..." diye mırıldandı merakla.

 

Parmaklarım mermer yüzeyde ritim tutmaya başladı usulca ve gözlerim karşımdaki duvarda asılı kaldı. Planım o duvarda film şeridi gibi oynuyordu sanki. Ve Rauf Karan'ın yüzü, gözlerindeki o tatmin edici şaşkınlık ve yenilgi o duvardaydı. "Ama ben Aras Akın Altuğlu'yu o masaya oturtacağım, Rauf Karan'ın tam karşısına... Görecek ama ulaşamayacak, öldürmek isteyecek ama dokunamayacak... Aras'ın o masadaki varlığı, onu rakiplerinin karşısında lime lime ederken; ben Aras'ın hemen arkasında duruyor ve onu izliyor olacağım."

Minnet duyduğum bir sessizlik arabada kol gezerken, kırmızı ışıkta durduğumda arka koltukta oturan Poyraz, Yavuz'un sırtından inip iki koltuğun arasından başını öne doğru uzattı.

 

Yan gözle onun meraklı bakışlarla ön camdan dışarıyı izleyişine bakarken dudaklarıma yerleşen gülümseme, "Çok garip..." diye bir yorumun gelmesiyle jilet gibi kesildi. Aras yolcu koltuğundaydı, açtığı cama dirseğini yaslamış sessizce oturuyordu.

 

Aslında Maya'nın sorduğu o sorudan bu yana derin bir sessizliğe gömülmüştü.

 

Yedi yıl önce birden gemi kullanmayı bırakmışsın. Neden?

 

Bam teline basmıştı bu soru bir şekilde... Ama makara tersine dönmüştü. Yakıp yıkmak yerine kendi içine gömülmüştü.

 

Bu beni meraka itiyorsu istemsizce.

 

Bırakmasına sebep olan bir şey mi yaşanmıştı, yoksa başka bir şey mi vardı altında?

 

Ne olmuştu da bırakmıştı?

 

"Garip olan ne?" diye sordum aklımda dönüp duran soruları bir kenara itip. Poyraz sonunda aramızdan çekilmiş ve yine Yavuz'a musallat olmaya başlamıştı. Feris'e bulaşamıyordu ama Yavuz'un anasını ağlatıyordu.

 

"Sen..." diye cevap verdi.

 

Kırmızı ışık önce sarıya hemen akabinde yeşile dönerken "Ben mi?" diye sordum ve gaza bastım. Bu trafikte ne kadar basılabilirse işte... "Sen önce kendine bak be... Tek vasfın mafya camiasında babasının parasıyla racon kesen bir hergele olmak sanıyordum."

 

Yan bir bakış attığımda grilerini üzerimde yakaladım ve alaylı bir gülüşle bakışlarına karşılık verdim. "Kaptan ha... Bana mı garip diyorsun yani?"

 

Ortada garip olan bir şey varsa o da kesinlikle Aras Akın Altuğlu'nun ta kendisiydi.

 

Gözlerini devirip bakışlarını çekti üzerimden ve koltukta hafifçe öne doğru kayıp pantolonunun cebine uzandı.

 

Dikkatim yoldayken göz ucuyla cebinden çıkardığı şeyi gördüğümde bu kez göz deviren bendim. "Evimde karıştırmadığın bir nokta kaldı mı bari?" Sesimde bariz bir bıkkınlık vardı. Aptallık bendeydi, ne diye onu evime götürmüştüm ki?

 

Dün gecenin yıkımının ardından kendime gelmem gerekiyordu. Yenilenmem, buzun soğuk varlığına sığınmam, ardından da gerçek bir uykuyla kendimi sıfırlamam... Hep bu gereklilik yüzünden olmuştu.

 

Cebinden çıkardığı şey yine bir kurşundu. Sehpaya koyduğundan ayrı olarak birini de cebe indirmiş olmalıydı, hayır silahının rövanşı falan mı sayıyordu anlayamıyordum ki... Eğer öyle sayıyorsa zararlı çıkan kendisi olurdu çünkü o kurşunların her biri, onun o lanet silahından çok daha pahalıya patlıyordu.

 

İki parmağının arasında tuttuğu kurşunu gözünün hizasına kaldırıp daha dikkatli baktı, içindeki sıvı hafif hafif dalgalanmıştı bu hareketiyle.

 

"İçinde et yiyen bakteriler mi var?"

 

Kurşunu incelerken sorduğu soruyla kaşlarım çatıldı otomatik olarak.

 

Nihayet önümüzdeki arabalar hızlanmaya başladığında ben de gaza basıp salyangoz hızından kaplumbağa hızına geçebildim. "Nereden anladın"

 

Kurşunu bir kez havaya atıp avucuyla yakaladı ve başını tamamen bana çevirdi. "Mahzun'u ameliyat ettiğin gün unuttuğun çantanın içinde bir tane vardı bundan. Ve çantanın içinde de et yiyen bakterilere karşı bir ilaç..." Omuz silkti. "Sadece bir tahmindi..."

 

Varlığını unuttuğum çantamı, onun hatırlatmasıyla hatırladığımda "Çantam nerede?" diye sordum. Çoktan çöpe attıklarını düşünmüştüm ama önden bir karıştırma ihtiyacı içine girmişlerdi demek ki. Şaşırmamıştım çünkü ben olsam ben de aynısını yapardım.

 

"Çöpte..." diye cevap verdi Aras. "Çeyizime saklayacak değildim ya."

 

Tam tahmin ettiğim gibi...

 

"Bana bir çanta borçlusun..." dedim hiç sorun etmeden. "İçindekilerle birlikte..."

 

Ayrıca beş milyon dolar da...

 

Ya da önümüzdeki yirmi dört saat ben ne istersem onu yapmakla yükümlü... Belki kırk sekiz saat...

 

Aynısını benim de yapacak olmam, onun yaptığını hoş göreceğim anlamına gelmiyordu elbette.

 

Herhangi bir yorumda bulunmadı. İlgisi daha çok kurşundaymış gibi kurşunun etrafına sarılı parmaklarını açıp bana doğru uzattı. "Nasıl çalışıyor bu şey?"

 

Kararsızlığın beni vurduğu bir dakika boyunca yüzüne baksam da anlatmakta bir sakınca görmediğimden, takıldığımız yeni bir kırmızı ışıkta elindeki kurşuna uzandım. Alırken parmak uçlarım avucuna sürtünmüş ve bir an derim elektrik çarpmış gibi ürpermişti.

 

O an ne olduğunu anlayamadım ama benden bağımsız bir şekilde gözlerim gözlerine kalktı ve onun grilerini çoktan dikkatle yüzüme bakarken yakaladım. O elektriği hisseden tek ben değildim demek ki... Hayır kış ayında da değildik, üzerimizde yün kazaklar falan yoktu, neyin elektriklenmesiydi bu?

 

Kavradığım kurşunla birlikte elimi ateşe değmiş gibi çektim elinden ama bir yandan da hareketlerimi sakin tutmaya çalışmanın ikilemi içindeydim.

 

Boğazımı temizleyip kurşunu ikimizin arasında kaldırırken "Şu saydam kısmı görüyor musun?" diyerek açıklamaya koyuldum ama bıyıkaltı gülüşü de gözümden kaçmamıştı elbette. Umursamadan parmaklarımdan birini o cam yüzeyde gezdirip "İncecik bir cam, camın altında da yine aynı incelikte, özel bir maddeden yapılmış, saydam bir tabaka var." diye devam ettim açıklamaya. "Silahın patladığı ilk an, kurşunun aldığı darbeyle ilk katmandaki cam kırılıyor. Kurşun bedene saplandığındaysa, camın altındaki o özel madde kanla tepkimeye girip eriyerek kurşunun içindeki sıvının yolunu açıyor ve et yiyen bakteriler böylece vücuda yayılmaya başlıyor. Sonrası ızdırap dolu dakikalar..."

 

Üzerinde uzunca bir süre çalışılmış, defalarca kez test edilmiş bir tasarım harikasıydı bu kurşunlar ve benim eserimdiler.

 

Birkaç saniyelik sessizlik arabayı sardığında ışıklar yeniden yeşile dönmüş ve arkamızda duran arabalar saniyeler içinde kornalarıyla sokağı inletmeye başlamışlardı. Yeniden gaza bastığım sırada "Bana mı garip diyorsun yani?" diyerek Aras beni taklit etti.

 

Gözlerinde tuhaf bir ifadeyle beni izliyor, bakışlarındaki ağırlığın her bir tonunu hissettiriyordu.

 

Cevap vermedim. Verirsem eğer, bunun bir yarış haline geleceğini ikimiz de biliyorduk artık.

 

Yolun geri kalanı boyunca ikimiz de konuşmadık, artık arabayı dolduran tek ses arka koltukta duran köpeklerimin sesiydi.

 

Evin önüne geldiğimizde kapıyı açan görevlinin yüzü iki gündür olanın aksine tanıdıktı. Buraya akşam yemeğine geldiğimde beni garip bakışlarla inceleyen adamdı.

 

Kovulmamışlardı demek ki...

 

İzinde falan olmalılardı.

 

Keza açılan kapıdan içeri arabayı sokup mavi ladinlerle çevrili yoldan geçerken, gözümün kıyısına çarpan korumaların arasında gördüğüm bazı yüzler de bunun kanıtıydı.

 

Araba evin önünde durdu. Bir düzine koruma arabanın önünde durup ceketlerini iliklerlerken aralarında Yener'i de gördüm.

 

"Korumaların kovulduğunu sanmıştım..." diye mırıldandım kontağı kapatırken. "İki gündür gördüklerim tamamen yabancıydı."

 

Karşımda duran korumaların her birinin yüzünü inceliyordum bir yandan da. Hâlâ arada ilk kez gördüğüm yüzler vardı ama tanıdık simalara da rastlıyordum. Ve onlar da bana beni tanıyormuş gibi bakıyorlardı, garip bir şaşkınlık vardı yüzlerinde ama o şaşkınlığın altına gömülü olan gerginliğin çürük ceset kokusunu da soluyordum.

 

"Korumaların kendi arasında belli bir işleyiş planı var..." dedi Aras da son derece sakin bir sesle. Ne ara olduğunu bilmediğim bir anda beyaz bayrak falan uzatmış olmalıydık diyeceğim ama benim uzattığım beyaz bayrağın tek bir anlamı olurdu; o da ölüm...

 

Beyaz, ölüm demekti, barışı nasıl temsil edebilirdi ki...

 

Ama garip bir şekilde bir anlaşmayı görünmez imzalarla imzalamış gibiydik ikimiz de.

 

"Hiç birini yedi yirmi dört kapıya dikemeyiz. Nasıl ki günlük olarak vardiyalı çalışıyorlarsa haftalık olarak da bu geçerli, beş gün buradalar iki gün tatilleri var her birinin ve zamanlaması, burası hiç boş kalmayacak şekilde ayarlanıyor."

 

Başımı anladım dercesine sallayıp arabanın kapısını açtım. Bu sırada önümüzde dikilen korumaların arasına, arka taraftan koşarak gelen biri daha katılmıştı ve garip bakışlarla bana bakmaya başlamıştı. Garip dediğim... diğerlerinden daha farklı bakıyordu. Diğerlerindeki gerginlik onda yoktu mesela. Ondaki daha çok... Hayranlık gibiydi.

 

Arabadan çıkarken ben de gözlerimi ondan çekmedim bu kez. Derdi neydi bu herifin, sirk maymunu mu çıkmıştı ortaya da koşarak gelmişti buraya?

 

"Öldürecek gibi bakmayı kes ona." dedi benim gibi arabadan çıkan Aras, arabanın üstünden yüzüme bakıp. Adamının bakışlarını fark etmişti. Elbette... Fark edilmeyecek gibi değildi ki.

 

Adamlarla aramızda hâlâ bir hayli mesafe vardı ve muhtemelen onlar Aras'ı duymamışlardı.

 

Kapıyı çarparak kapatıp arka koltuğun kapılarını açarken ona ters bir bakış atıp "Asıl o bana böyle bakmayı kessin." diye homurdandım. "Yoksa gerçekten gidip öldüreceğim."

 

Sırayla arabadan çıkan köpeklerim, yabancı oldukları bu ortama son derece dikkatli bakışlar atarlarken tetikteydiler, bacaklarımın etrafında kendilerinden bir duvar örerlerken ürkütücü bakışlarla karşıdaki korumalara bakıyorlardı. Ve hepsini olduğundan çok daha fazla gerdikleri barizdi.

 

Biri hariç...

 

O hâlâ bana bakmaya devam ediyordu, bana bakmaktan köpekleri fark etmemiş bile olabilirdi hatta. Sorun değildi, eğer biraz daha bakmaya devam ederse tek yapmam gereken Yavuz'u üzerine salmaktı. O seve seve fark ettirirdi kendini.

 

Güldü Aras.

 

Gerçekten güldü.

 

Alaylı ya da öfkenin getirisi ile dudaklarından kaçan bir gülüş değildi, baya baya hoşuna giden bir şeyler varmış gibi gülüyordu.

 

Adama bakan kızgın bakışlarım, saşkınlıkla afallayarak ona çevrildi.

 

Arabanın önünden dolanıp bana bakan o adama hitaben "Osman..." diye seslendi gülerek ve elini kaldırıp adamı yanımıza çağırdı.

 

Osman diye seslendiği kişinin gözleri, adeta hazine bulmuş gibi parlamış ve yine koşarak yanımıza gelmeye başlamıştı ama bir noktada köpekleri fark etti ve adımları sendeleyerek durdu.

 

Hiçbiri havlamadı. Keskin bakışları adının Osman olduğunu öğrendiğim adama dikilmişken öylece baktılar... Sakinliklerinden değil... Sessizlik onların saldırıya hazırlandıklarının belirtisiydi. Havladıklarında bunu korkutmak için yaparlardı ama sessizce bakışlarını diktikleri noktada, kesinlikle kaçmanız gerekiyordu.

 

Ellerimi usulca başlarına yaslayıp her birinin kafasını okşayarak yatıştırdım onları.

 

Aras bir konuda haklıydı...

 

Şefkate her canlının biraz zaafı vardı...

 

Ve köpekler için şefkat, diğer canlılara oranla daha değerli bir duyguydu çünkü köpekler hayatlarının büyük bir bölümünü hor görülerek yaşarlardı.

 

Anlamaz ya da hissetmez zannederdiniz belki ama en çok onlar hissederdi...

 

"Efendim..." dedi Osman gözlerindeki korkuyu maskelemeye çalışarak durduğu yerden. Gözleri Aras ve çocuklarım arasında gidip geliyordu. "Çağırmayın ne olur, gelemem." En azından artık bana bakmıyordu...

 

"Osman..." diye homurdandı adamının verdiği tepkiyle sabırsız bir sesle Aras. "Eğer üç saniye içinde gelmezsen onlar sana gelir."

 

Sertçe yutkunan zavallı adam patronunun şakasının olmadığını gördüğünde, ikiletmeyi bir an bile düşünemiyormuş gibi ilk adımı attı.

 

"Onlar benim çocuklarım..." dedim Yavuz'un kafasını okşarken Aras'a ters bir bakış atıp. Şu an en çok tehlike arz eden oydu. "Sen onlarla kimseyi tehdit edemezsin, bunu sadece ben yapabilirim. Eğer çok istiyorsan git kendine yenilerini bul ama benim çocuklarımdan uzak dur."

 

Benim ters bakışımın aksine Aras gayet hoşnut bir bakışla baktı yüzüme ve uzun ince parmaklarını Poyraz'ın başına koyup usulca onun başını okşadı. Yine bana nispet yapar gibi... Ve benim sevgili oğlum bu dokunuşu memnuniyet ile karşıladı.

 

Kahroldum...

 

Ciddiyim...

 

Sadece Feris'i değil tüm köpeklerimi ayartmıştı.

 

Şerefsiz piç...

 

Ben gözlerimi kısıp, ona sinir olduğumu biraz bile saklama gereği görmeden bakarken; o, bize doğru korkak adımlarla yaklaşmaya çalışan Osman'ı işaret etti ve "Bu Osman..." diye açıklamaya koyuldu. "Senin büyük hayranın, hiçbir maçını kaçırmamış. Ondan sana öyle bakıyor çünkü bir efsane olduğuna inanıyor."

 

Hoşnut bakışları benden Osman'a çevrilirken grilerinr tehditkâr bir duygu yerleşti. "Hatta değil dokuz, on dokuz adamımın seninle baş edemeyeceğini söyledi bana."

 

Ah...

 

Ahh...

 

Şimdi işin rengi değişirdi işte.

 

Adama diktiğim o ters bakışlarım yumuşarken bu kez benim gözlerime hoşnut bir ifadenin tohumları ekildi. Demek hiçbir maçımı kaçırmamıştı ve patronuna karşı, vereceği tepkiyi bile bile beni olumlamıştı öyle mi?

 

"Efsane olduğuma inanmıyor." dedim Aras'ın sözlerine hitaben, gözlerimi Osman'dan ayırmadan. "Efsane olduğumu biliyor..."

 

"Kesinlikle öylesiniz..." dedi Osman elleri önünde birleşmişken zar zor yeni bir adım daha atmıştı, hâlâ aramız on adım kadar mesafe vardı. Köpekleri tutuyor olmamız bir şeyi değiştirmiyordu. Sadece onu değil, arkasında kalan korumaların her birini son derece geriyordu çocuklarım. "Damga ile olan maçınız efsaneydi." diye devam etti olduğu yerde dururken. "O tele tırmanıp üzerine atladığınız an nutkum tutulmuştu vallahi."

 

Bir adım daha yaklaştı ve eliyle alnında biriken ter damlalarını sildi. "Yanınıza gelmeyi gerçekten çok isterdim ama..." Başını iki yana salladı. "Vallahi çok kötü bakıyorlar, her an saldıracak gibiler. Daha fazla gelemem Aras Bey, nolur acıyın bana."

 

Dudaklarım kıvrılırken hâlâ açık duran arka koltuğundan, arabanın zeminine düşmüş olan tasmaların iplerini alıp klipslerini tek tek köpeklerin boynundaki tasmalara taktım. Poyraz bu hareketimle hoşnutsuz bir şekilde homurdandı. Bu iplerden nefret ediyordu çünkü çoğu zaman hareket alanını kısıtlıyordu.

 

"Korkma..." dedim ipleri bir tur elime dolayıp sıkı sıkı tutarken. "Isır demediğim sürece ısırmazlar."

 

Sertçe yutkundu ve yeni bir adım daha attı, bir adım daha ve bir adım daha... Tamamen yanımıza yaklaştığında "Dur..." diye mırıldandım. "Seni koklamalarına izin ver. Kokunu ezberlediklerinde artık kara listelerinde olmayacaksın."

 

Bunu bütün korumaların yapması gerekecekti ki içlerinden birine saldırmasınlar... Köpeklerim Osman'ın parçalarını koklarken bakışlarım etrafta dolandı ve gözümün alabildiği her noktada görünen korumalarda gezindi.

 

Akşama kadar sürerdi bu, daha bakmadan biliyordum elbette ama bakıp görünce yanaklarımı sıkıntıyla şişirme isteğini zorlukla bastırdım. Ve sadece bu kadar da değil... Daha fazlası da vardı değil mi?

 

En son odağım hemen yan tarafımda durduğunda göz hizamda artık bir çift kurşun grisi vardı.

 

Aras, ilgiyle köpeklerimi izliyordu.

 

Hmm...

 

Neden olmasındı ki?

 

Çocuklarımı ayartabiliyorsa eğer, kendi adamlarının iyiliği için onlarla biraz daha vakit geçirebilir, böylece kendini beş milyon dolarlık bir borçtan kurtarabilirdi.

 

Yerine gelen keyfimle yeniden Osman'a döndüğümde köpeklerim işlerini bitirmiş yeniden ayağımın dibine oturmuşlardı ve Osman biraz olsun rahatlamış görünüyordu.

 

Ona baktığımı fark ettiğinde "Bu fırsat bir daha ne zaman elime geçer bilmiyorum, o yüzden sormazsam içimde kalır." diye mırıldandı bir sır verir gibi. Gerginlikle kızaran aklarına inat açık kahverengi irislerinin ortasındaki göz bebekleri merakla parlıyordu. "Zirve'de dövüşmeyecek misiniz hiç? Yıllardır bunu bekliyorum, bekliyoruz..."

Zirve...

Kumite tarihinin en kanlı dövüşlerinin olduğu, gerçek bir şölen...

 

Herkesin dövüşemediği, dövüşçülerin özenle seçildiği ve davet mektubu ile maça çağırıldığı dövüşler...

 

Başım omzuma doğru düşerken, "Bence neden Zirve'de dövüşmediğimi iyi biliyorsun Osman..." diye mırıldandım. Kumite'yi takip eden herkes bilirdi bunu. "Damga ile olan maçımı bile hatırlıyorsan, bunu kesin biliyorsundur."

 

Başını aşağı yukarı sallayarak onayladı beni. "Ama yine de halk sizi Zirve'de görmek istiyor, konsey bunu niye bu kadar göz ardı ediyor anlamıyorum."

 

Konseydekiler ne zaman halkın istediğini umursamışlardı ki? Dövüşçüler bile umurlarında değildi, tek düşündükleri ceplerine girecek paraydı

 

"Hiç kimse..." dedim net ve içinde bir parça asabiyet barındıran bir sesle. "Kaybedeceği bir yarışa girmek istemez; ne dövüşçüler ne sponsorlar ne de bahisçiler..."

 

Kumite puanlama sistemi üzerine kurulan bir düzendi.

 

Ara dövüşler amatörlerin ligiydi, turnuvalar ise benim gibi dövüşçülerin...

 

Turnuvalara dileyen herkes katılabiliyordu ve her maçın ardından dövüşçülerin topladığı puanlar bir tabloya yazılıyordu.

 

Her on iki turda bir, tablonun en üstündekilerin kapıştığı bir maç düzenleniyor, turnuvalar sona eriyor ve böylece şampiyonlar belli oluyordu.

 

Şampiyonların da kendi içlerinde sıralandıkları bir tablo vardı. O tablonun en üstündekilere ise Zirve için davet mektubu gidiyor, katılıp katılmamak tamamen dövüşçünün inisiyatifine bırakılıyordu.

 

Ama katılmayı reddettiğinde, alnına kara leke misali korkak damgası yapıştırmaktan çekinmiyorlardı. Ve kariyerin o noktadan sonra sadece ve sadece aşağı çekiliyordu.

 

Yani öyle gibi gözükse de dövüşçünün inisiyatifinde değildi hiçbir şey, o noktaya gelen hiç kimse, o damgayı yiyerek kariyerini mahvetmek istemiyordu.

 

Bana ise o davet mektubu hiç gelmemişti.

 

Ben de beklememiştim zaten, gelmeyeceğini hep biliyordum.

 

Çünkü bana en yakın olan dövüşçü ile aramda uçurum bir puan farkı vardı. Bu yüzden konsey üyeleri beni zirvenin dışında bırakıyorlardı ki bahisler adaletli bir şekilde yatırılsın ve kaybedenlerin paraları konseyin cebine girsin. Ben maça çıkarsam, tüm bahislerin bana oynanacağını herkes biliyordu. Bu onlar için korkunç bir zarar demekti.

 

Derin bir nefesi içime çekip elimdeki tasmaların iplerini Aras'a doğru uzatarak "Tutsana şunu iki saniye..." diye mırıldandım. Bir anlık gaflete düştü ve elimden ipleri aldı.

 

Yüzüme yerleşen sinsi bir ifadenin ışığında geriye doğru bir adım atarken "Sakın bırakma..." diye mırıldandım ve bir adım daha attım. Attığım her adımda o ne yaptığımı anlıyor, benim yüzümdeki sırıtma genişlerken onun yüzündeki ifadeler daha baygın bir hâl alıyordu. "Bıraktığın an adamlarında birkaçı, birkaç uzvunu kaybeder benden söylemesi. Tek tek herkesi koklamalı ve kokularına alışmalılar. Sana şimdiden kolay gelsin."

 

Hırıltılı bir nefesle ciğerlerindeki havayı boşaltırken aynı hataya ikinci kez düşmenin siniri ile yüz hatları gerildi ve o hırıltılı nefesiyle "непослушная маленькая девочка (neposlushnaya malen'kaya devochka) (Yaramaz Küçük Kız anlamına geliyor)"dedi hırlarcasına.

 

Bugün bana kurduğu ikinci Rusça cümleydi ve ne dediği ile ilgili hiçbir fikrim yoktu. Muhtemelen küfür falan etmişti ama onu ikinci kez şu halde görmenin keyfinin yanında bu bir hiçti.

 

Aras ve Osman'dan uzaklaşırken kulağıma Osman'ın kısık sesinden dökülen kelimeler çalındı. "Aras Bey..." diyordu. "İstediğiniz şeyi getirdim efendim."

 

Ve Aras, "Kapa çeneni Osman..." diye karşılık veriyordu.

 

Ardından elindeki tasmaları Osman'ın eline tutuşturdu. Osman bir anda çocuklarımın onun eline geçmesi ile titremeye başladı ve "A-Aras B-Bey..." diye kekeledi.

 

"Senin bugün yegâne işin bu... Köpeklere evi falan tanıt, ne bileyim bakıcılığını yap işte onların. Getirdiğin şeyi de Cenk'e ver o bana getirsin."

 

Zangır zangır titreyen Osman, köpeklerime kısa bir bakış atıp sertçe yutkundu ve "E-emredersiniz e-efendim." dedi zorlukla.

 

Başımı iki yana sallarken onlara tamamen arkamı dönüp eve doğru ilerledim. Aras ise otopark'ın olduğu tarafa doğru ilerliyordu ama her iddiasına girerim Mahzun'a bakmak içindi. Çünkü bu saatlerde Kuzey de Mahzun'un kontrollerini yapmak için buralarda oluyordu.

 

 

Kafeslerin önünde kollarımı göğsümde bağlamış bir halde beklerken içeri giren dört korumayla ilgimi zeminden çekip onlara çevirdim. Korumaların her birinin üzerindeki takım elbisenin aksine, onların üzerinde siyah bir tişört ve eşofman vardı.

 

İçlerinden biri, o gün Mahzun'u ameliyat ederken yanımda olan adamlardan biriydi.

 

Karşımda durduklarında sorarcasına attığım bakışlara karşın en baştaki uzun boylu kel olan, çekik gözlerini daha da kısıp "Bizi Fatih Bey gönderdi Yazgı Hanım." diye açıkladı durumu. "Öğrencileriniz için... Birazdan kendileri de burada olacaklar zaten."

 

Fatih Altuğlu sözlerini tutuyordu, olabilecek en sağlam şekil hem de...

 

Adamların her birini baştan aşağı süzdüm teker teker, pekâlâ iş görürlerdi. Başımı sallayarak onayladım onları.

 

Tam bu sırada, köşeye öğrenciler için eklenen soyunma kabinlerinden tek tek çıkmaya başladı öğrencilerim. Geleli on dakika kadar olmuştu ve yaklaşık dokuz dakikalarını evi incelemeye harcamışlardı. Bir dolu sorularla başımın etini yemeye niyetlenmişlerken attığım bir bakışla hepsini susturmuştum.

 

Duru ve Alper yan yana geldiler, Alper her zamankinden daha motive görünüyordu ve bu kez gözlerinde gerçekten umutlu bir ifade vardı. Tarık ve diğer dört öğrenci de hemen bir adım gerisindeydi.

 

Duru ona emanet edilen dosyayı bana uzattığında elinden alıp biraz önce konuşan adamı işaret ettim. "Göster bakalım kendini."

 

Anlık bir şaşkınlıkla dalgalandı gözleri. Genelde antrenmanları birbirleri ile ya da benimle yapmaya alıştıkları için bu durumu garipsemeleri normaldi ama bu onlar için bir fırsattı. Özellikle adamlar gerçekten iyi dövüşüyorsa.

 

Çekik gözlü olan baş işaretimden ne demek istediğimi anlayıp kafese doğ ilerlerken Alper, "Hocam emin misiniz?" diye sorma gafletine düştü. Duru için endişelendiğini gözlerinden okuyabiliyordum, tıpkı Duru'ya karşı olan hislerini okuduğum gibi.

 

"Ne zaman emin olmadığım bir şey yaptığımı gördün sen benim?" diye sordum sert ve otoriter bir sesle. Susmak zorunda kaldı.

 

Duru çekik gözlünün ardından kafesin içine girdiği sırada elimdeki dosyanın boş çizelgesinin olduğu bir sayfaya Duru'nun adını yazdım ve kafese doğru bir adım yaklaşıp çekik gözlünün yüzüne baktım. "Yanındaki kız, benim en iyi öğrencim; merhamet etmeyi ya da zayıf görmeyi aklından bile geçirme o yüzden."

 

Başını sallayarak onayladı beni. Kumite'nin nasıl bir yer olduğunu bilen biri gibi görünüyordu.

 

Dosyanın kenarından sarkan düdüğü dudaklarımın arasına yerleştirmeden önce "Hazır..." diye mırıldandım ve pozisyon aldıklarında düdüğü çalarak başlamalarını emrettim.

 

Duru... Tam da ondan beklediğim gibi, karşısında adamın ona bir an olsun dokunmasına izin vermedi. Köşeye sıkışmak üzere olduğu iki an oldu ama en usta şekilde kurtulmayı başararak acımasız yumruklarını adama arka arkaya indirmeye devam etti. Başta zayıf görme ihtimali varsa bile adamın, ilk birkaç yumruktan sonra o da tüm gücüyle asılmıştı maça ama nafile bir çabaydı.

 

Duru en sonunda adamı kafakola alıp boynuma nefesini kesecek bir baskı uyguladığında düdüğü ikinci kez çalıp maçı bitirdim. İkisi de ayağa kalktığında, kaşı yarılan ve burnu kanayan adam artık karşısında küçük bir kız değil de gerçek bir dövüşçü var gibi bakıyordu."

 

Kafesten çıktıklarında dosyayı açıp notlandırmayı yapmaya başladım.

 

Savunma: on üzerinden on...

 

Sakınma: on üzerinden dokuz...

 

İki yerdeki o köşeye sıkışma bir puanını kırardı.

 

Atak: on üzerinden on...

 

Denge: on üzerinden on...

 

Dayanıklılık: on üzerinden on...

 

Notlandırmayı bitirirken bu kez kafese başka bir korumayla Tarık girdi ve ben onun adını yazdım.

 

O Duru kadar iyi değildi ve pek çok hatayla birlikte kaşını yardıracak kadar darbe yemiş, ama aldığı kadar hasar da vermişti. Tarık'ın yumrukları gerçekten sağlamdı ve onun için avantajdı bu. Aynı zamanda hızlıydı da...

 

Onun notlandırmasını yaparken Fatih Bey de girdi alana ve korumalar ne kadar hasar almış olurlarsa olsunlar ayağa kalkıp saygı duruşuna geçtiler. Bense hiç istifimi bozmadan notlandırmaya devam ettim.

 

Sıra Alper'e geldiğinde aramıza kafes için iki koruma daha katılmıştı ama Alper için korumalardan herhangi birini istemiyordum. Onunla kafese girecek olan bendim çünkü deneyeceğimiz yeni şeyler vardı. İşe yaramasını umuyordum çünkü bu kadar güçlü bir dövüşçünün, basit bir hata yüzünden saf dışı kalmasına gönlüm el vermiyordu.

 

Kafesin kapısını kapatırken köşede bir hareketlilik çarptı gözüme. Fatih Bey'in oturduğu sandalyenin hemen arkasındaydı. Omzunu kapının pervazına yaslamış kollarını göğsünde kavuşturmuş kıstığı grileriyle bizi izliyordu. Üzerini değiştirmiş, beynime zırhı gibi kodlanan takım elbisesinin siyah gömleğini ve pantolonunu giymişti. Yeni gelmiş olmalıydı, daha önce gelseydi fark ederdim çünkü.

 

"Söylediğinizi biz kendi aramızda denedik..." Alper olduğu yerde birkaç kez zıplayıp kendi pozisyonunu ayarlarken dikkatimi kendine çekti. Bakışlarım Aras'ın gözlerinden onun yüzüne kaydı. "Kesinlikle işe yarıyor. O turnuvalara gireceğim."

 

Kapıdan uzaklaşıp ona doğru yaklaştım. "Göreceğiz."

 

İlk atağı onun yapmasına izin verdim.

 

Sol yumruğu ile saldırırken kaslarını kasıp diğer koluyla karnını ve yüzünü koruma altına aldı. Yüzüme doğru gelen yumruktan geriye doğru eğilerek kurtulurken bana savurduğu yumruğunu tutup ani bir hareketle kolunu kaldırdım ve karnının yan tarafına, kaburgalarına sert bir tekme attım.

 

Tam tahmin ettiğim gibi hiç etkilenmedi bu darbeden ve bu kez sağ yumruğunu savurdu bana. Ustaca savuşturduğum darbelerine karşın aynı atakla saldırdım ve göğsümü gururla dolduran hamlelerle kendini savunmayı her seferinde başardı. Çok fazla yumruk ve tekme yedi açık bıraktığı bölgelere belki ama o kadar kontrollüydü ki, hiçbirinden etkilenmiyor gibi devam etti dövüşmeye ve öyle iyi bir performans çıkardı ki... İşte bu dedim kendi kendime. Aferin oğlum...

 

Maç bittiğinde ikimiz de terden sırılsıklamdık ve arada bir yerde omzuma yediğim tekme yüzünden omzumda hafif bir sızı vardı ama içimi dolduran bu gurur her şeyi silip atıyordu.

 

"Aferin..." dedim içimdeki o gururu yüzüme yansıtırken. Alper'in gözleri öyle bir parladı ki umutla... Umuda kendi anlamını değiştirme şansı verseler o an yerine Alper'in gözlerini koyardı.

 

İşte bu işi en çok bu yüzden seviyordum.

 

Hayatları mahvedilmiş çocuklara yeni bir hayat, yeni umutlar ve hayata tutunma sebepleri vermemizi sağlıyordu bu iş.

 

Kumite bu yüzden bit dövüşten çok daha fazlasıydı. Bir yaşam tarzı, bir hayat felsefesiydi.

 

Başta oturan konsey üyeleri ne kadar boktan olursa olsun...

 

Bakışlarım bir mıknatısın güneyine maruz kalan kuzey gibi bir tarafa çekildi ve baktığım yerde yine onu gördüm. Pozisyonunu hiç bozmadan beni izlemeye devam ediyordu. Dudaklarını ağır ağır yaladı ve bir şey mırıldandı ama ne söylediğini duyabilmem mümkün değildi ne yazık ki. Dudaklarını da okuyamadım, her ne söylediyse havada kaldı.

 

Kafesin kapısının açılışı bakışlarımı ondan çekmemi sağlamıştı ve işime geri dönmüştüm ama o söylediği şeye karşı olan merakım bir tahta kurusu gibi içimi kemirmeye devam etmişti.

 

 

YAZARDAN:

 

Karadağ konağında deyim yerindeyse kara rüzgârlar esiyordu.

 

"O kadının Aras Altuğlu için önemli olup olmadığını nereden bileceğiz?" diye sordu Sezgin Karadağ. Oğlunun ortaya attığı plan kafasının içinde dönüp duruyordu.

 

Oğlunun intikamını istiyordu.

 

Torununun intikamını istiyordu.

 

Aras Akın Altuğlu'nun canını yakmak istiyordu.

 

"Dedim ya baba!" dedi Baran hırsla. "Kadın günlerdir onların evinde, ayrıca adamlarımızın söylediğine göre aynı odada kalıyorlarmış, birkaç kez farklı zamanlarda Altuğlu'nun balkonunda görmüşler kadını. Bu sabah da beraber girdiler eve kendi gözlerimle gördüm."

 

Nadir Karadağ da başını sallayarak onayladı abisini. "Evet gelen fotoğraflar da bunu gösteriyor, kesin sevgilisi bu kadın."

 

Çok net değildi orta sehpada duran fotoğraf ama balkonda duran kadın net bir şekilde görünüyordu. Ve kadının arkasındaki odanın içindeki, omzunu duvara yaslamış kadını izleyen Aras Akın Altuğlu...

 

"İyi..." dedi Sezgin Karadağ ve elindeki içkisinden bir yudum aldı.

 

"Kızı yaklayıp bana getirin ama sakın elinize yüzünüze bulaştırmayın." Dişlerini birbirine bastırıp çenesini sıkarken biten kadehi sehpadaki resmin üzerine bastırdı. "Eğer kadını alamadan Altuğlu'ya yakalanırsak kökümüzü kazır. O yüzden sessiz sakin bir şekilde halledim bu işi."

Canı çok yanmıştı.

Oğlunu kendi elleriyle toprağa vermişti.

Ve şimdi yandığı kadar yakacaktı...

YAZAR: SANİYE SOLAK

Bölümü nasıl buldunuz çiçekler?

Bu arada anlamadıysanız diye diyorum, kadın diye bahsedilen kişi Yazgı hzkzhzjjx

Sizce neler olacak bundan sonraaaa?

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler, minnettarım💖

Bölüm : 16.02.2025 10:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...