9. Bölüm

8| KİLİT İSİM VE YAPBOZ PARÇALARI

Saniye Solak
saniyesolak

Sellam✨1

Nasılsınızz?

Bölüm yazardan olarak başlıyor ve planladığımdan daha uzun sürdüğü için neredeyse tamamı da yazardan olarak devam ediyor çiçeklerim. Umarım bu sizi rahatsız etmez ve keyif alarak okursunuz🤧 Çünkü her ne kadar uzamasını planlamamış olsam da kurgunun gidişatı için her bir sahnenin ayrı bir önemi vardı🥲4

Oy vermeyi ve yorum yapmayı lütfen unutmayın olur mu? Yorumlarınız inanın çok kıymetli💖

Keyifli okumalar diliyorum✨

YAZARDAN:

Bir şeye ya da birisine ilginiz bir kere kaymaya başladığında bunun geri dönüşü yoktur. Merak beyninizin içini kemirmeye başlayan kurtçuklara dönüşür, rahatsız edici varlığıyla beyninizin içini yer durur.

 

İnkâr edilemez bir şekilde ilgisini çekiyordu.

 

Burada olmasının başka hiçbir açıklaması yoktu, gözlerini bile kırpmadan onu izliyor olmasının…

 

Koca bir bilinmezdi önünde bu kadın; etrafa saçılmış, birleştirilmeyi bekleyen yapboz parçalarıydı.

 

Yapbozları severdi genç adam.1

 

Sabrı sınar, sabretmeyi öğretirdi yapbozlar. Görsel hafızayı tetikler, algıları açar, dikkati toplamayı ve odaklanmayı kolaylaştırır, en önemlisi ise geniş bir çerçevedeki minicik ipuçlarını bulmayı ve o ip uçları ile ne yapacağını öğretirdi.

 

Stratejiyi öğretirdi, tıpkı satranç gibi…

 

Sabret… Görmeyi öğren, gözden kaçırma… Büyük çerçeveyi gör… Plana sadık kal… Sadık kaldığın o planın etrafında yeni planlar kur ve en sonunda hepsini birleştir.

 

Zafer senin…

 

Şimdi bakıyordu karşısındaki kadına; düşmanının kızına, özel korumasına...

 

İki tezat...

 

Düşmanın kızı...

 

Özel koruması...

 

Anlıyordu.

 

Düşmanının kızı, aynı zamanda düşmanının düşmanıydı...4

 

Dün gece bunu çok net görmüştü bir çift dipsiz kuyuda. Küçük bir fotoğraf karesiyle paramparça olan her bir parçasında görmüştü.

 

Nefretin hafife alınan gücünün bu kadının damarlarında nasıl çağladığını çok net görmüştü.

 

Bir de bir kız çocuğu görmüştü; o dipsiz kuyuların en dibini kendi ışığı ile aydınlatan, ışığı sönmek üzere olan...

 

Yaralı küçük bir kız çocuğu...4

 

Şimdi karşısında duran kadından ne kadar da uzaktı. Bu kadının zayıf bir tarafı yoktu, yaralı bir tarafı yoktu. Çelik kadar sert görünüyordu. Bir yanardağ gibi güçlü ve yok ediciydi.

 

Asil bir gücün zarafetiyle yanıyordu.1

 

Düşmanının düşmanıydı tamam ama bu yıkıcı güç, dost ve düşman terazisinin hangi kefesindeydi? İşte onu zaman gösterecekti. Çünkü genç adamın çok iyi bildiği bir şey varsa o da her düşmanın gerçekten düşman, her dostun da gerçekten dost olmadığıydı. Zaman... Bunu anlamak için tek gereken zamandı...2

 

Ne kadar süredir burada böylece durmuş onu izliyordu bilmiyordu Aras, ama baktığı her an daha fazla ilgisini çektiğini biliyordu işte.

 

Tam bir profesyoneldi.

 

Kafesin dışında durmuş gözünü bile kırpmadan, korumaların canını okuyan öğrencileri izliyor, elinde tuttuğu dosyaya bir şeyler yazıyordu. Kafesten çıkan öğrencilerin eksiklerini ya da iyi oldukları yönleri tek tek açıklarken öyle sabırlıydı ki şaşırıyordu Aras. Ve öğrenciler can kulağı ile onu dinliyordu, hayatları buna bağlıymış gibi. Kumite'ye hazırlanıyorlarsa hayatları buna bağlıydı elbette...2

 

Aralarında muhteşem bir uyum, bir senkronizasyon vardı...

 

Sonra Yazgı kafese girdi bir öğrenci ile. İşte o zaman Aras bir adım daha öne çıktı ve omzunu kapının pervazına yaslayıp kendini ortaya çıkardı.

 

Onu kafesin içinde daha önce görmüştü.

 

Bir hakem olarak...

 

Kahretsin diye geçirdi aklından. Düşündüğü hiçbir şeye uymayan bir şeydi bu o an. Dövüşünü izlemeyi ummuştu, belki dayak yediğini görmek istemişti. Kız kardeşinin, aklına çizmeye çalıştığı profilden uzak herhangi bir şey, bir zayıflık görmek...

 

Ama hayır...

 

Zerafet akan bir güç ve özgüven ile, kafesi yöneten bir kadın bulmuştu. Durduğu köşeden dövüşçüleri izliyor, gerekmedikçe müdahale etmiyordu. Ama gerektiğinde... Daha ilk müsabakada onu ezmeye çalışan dövüşçüyü nasıl ringin zeminine gömdüğünü hatırladı. Dövüşçüye fiziksel hiçbir zarar vermeden ona nasıl haddini bildirdiğini ve kim olduğunu hatırlattığını...

 

İşte o zaman fark etmişti Aras, kafese giren hiçbir dövüşçünün onun karşısında en ufak bir şansının olmadığını.

 

Ama fark etmek kabullenmesine yetmemişti. İlgisini tam o anlarda çekmeye başladığını kabullenmekti çünkü bu aynı zamanda. O an aslında ne kadar etkilendiğini kabullenmek...1

 

Bu yüzdendi kulisine gittiğinde o kadar sert ve pervasız çıkışı, kabullenemeyişin diline akıttığı zehri kadının üzerine salışı...

 

Şimdi bu farkındalık önüne çekilen bir set gibiydi, ona kabullenmekten başka bir seçenek bırakmıyordu.

 

Neden o öğrenci ile kendisinin kafese girdiğini merak etti. Diğerleri babasının görevlendirdiği adamlarla idman yaparken o öğrenciyi diğerlerinden ayıran neydi?

 

Onunla dövüşmüyor; her hareketinde, her atağında, ya da her darebesinde ona bir şeyler öğretiyordu sanki. Genç adamın attığı darbelerden zahmetsizce kurtuluyor yeni darbelerle onun üzerine saldırıyordu.

 

Yapbozun bir kısmını tamamladığını hissetti ve önüne yeni bir dağınık yığının geldiğini... Büyük resme ulaşmak için daha çok mesai harcaması, daha çok parça birleştirmesi gerekiyordu.

 

Sonra bitti. Nefes nefese kafesin zemininde otururken ikisi, Yazgı öğrencisinin gözlerinin içine bakıp "Aferin..." diye mırıldandı. Aşağıdaki öğrencilerden de arkadaşlarına tezahüratlar yağıyordu. "Mükemmeldin..." diyordu kafese iyice yaklaşan kız öğrenci. Ve çocuğun gözlerinde beliren umudu en somut haliyle gördü Aras. Göğsünün gururla kabarışını ve başarmışlık hissini...2

 

İşte o zaman iki parça daha birleşti.

 

Eşit yaklaşmıyordu öğrencilerine. Adaletli bir yaklaşım sergiliyor, potansiyellerine göre hareket ediyordu. Bu öğrenci diğerlerinden daha zayıf olmalıydı ki onunla birebir ilgilenerek onu diğerlerine yaklaştırmaya çalışıyordu.2

 

Hem şaşırdığını hissetti hem de aslında tam da ondan beklediği gibi hareket ettiğini görmenin farkındalığı ile yüzleşti.

 

Yazgı varlığını fark edip başını çevirerek genç adama baktığında Aras'ın dudakları kıvrıldı. O dipsiz kuyulardaki şaşkınlığı izlerken alt dudağını ıslattı ve kendi kendine, "Sanırım sana bir özür borçluyum..." diye mırıldandı. "Ve birkaç teşekkür..."

 

"Aras Bey..."

 

Bakışlarını Yazgı'nın bakışlarından koparmasına neden olan şey, arkasından gelen Cenk'in sesiydi. Omzunu kapıdan ayırıp arkasını döndüğünde Mahzun'un yokluğunu dolduran adamıyla göz göze geldi.

 

"İşte..." dedi Cenk saygıyla başını eğerken, gözleri bir anlığına kapıdan içeri kafesin olduğu noktaya kaymıştı. "İstediğiniz şarj cihazı..." Bir parmağının ucunda asılı duran beyaz küçük poşeti Aras'a doğru uzattı, ardından eli üzerindeki takımın ceketinin cebine gitti ve cebinden çıkardığı siyah bir şeyi de Aras'a doğru uzattı. "Bunu da Osman, size vermem için verdi efendim." Bir harddiskti.2

 

Aras sessiz bir onaylama ile Cenk'in uzattıklarını alırken Cenk, "Bir de..." diyerek konuşmayı sürdürdü. "Bay Vladsova'nın asistanı beni aradı efendim, toplantı için sizi bekliyorlarmış."

 

Burnundan sert bir nefes döküldü Aras'ın. "Roman'a bir yarım saat daha beklemesini söylemiştim."

 

Omzunun üzerinden son kez içeriye baktı, bu kez kafesin içine üç öğrencinin girdiğini ve Yazgı'nın yine aşağıda kalarak dosyaya bir şeyler karaladığını gördü. İlgisi tamamen dersine dönmüştü ve omuzundaki ejderha dövmesi açıktaydı. Ardına kadar açık duran kanatlarından biri omzunun kıvrımına dolanırken diğeri siyah atletinin altında kayboluyor, ejderhanın tutunduğu kılıcın ucu sanki teninin içine gömülmüş gibi görünüyordu.

 

Asil bir dövüşçü için asil bir dövme...2

 

Aklı, karnının üst taraflarından bir kısmı görünen dövmeye kaydı. Merak derisinin altında daha da kabardı.

 

"Rusların sabırsızlığını siz benden daha iyi bilirsiniz efendim." dedi Cenk onun da gözleri öğrencilerdeydi artık. "Ve inatlarını... Özellikle de söz konusu Pakhan olduğunda."

 

Derin bir nefesi içine çekip başını iki yana salladı. Elbette biliyordu, Roman Vladsova bekletilmekten nefret ederdi. Ama bu gecikmeyi haber vermişti Aras, derdi neydi bu herifin?1

 

Dönüp koridorda ilerlemeye başladığı sırada arkasından onu takip eden Cenk, "Aras Bey..." diyerek yeniden seslendi genç adama. Durmadı Aras ama omzunun üzerinden göz ucuyla bakarak onu dinlediğini belli etti. Ta ki Cenk, "Omzunuz için..." diyene kadar. O zaman sanki varlıklarını hatırlatmak isterlermiş gibi omzundaki dikişler gerilmişti.

 

Cenk'i bu konuda Kuzey'in tembihlediğini biliyordu. Sabah da pansumanları aksattığını iddia ederek bir tur Aras'ın beyninin etini yemişti.

 

"Omzumun bakıma ihtiyacı yok." diye homurdandı Aras. Cenk, "Ama Aras Bey..." diyecek olduysa da Aras'ın tek bir bakışı ile susmak zorunda kalmıştı.

 

Küçük bir kurşun yarasıydı... Kardeşini bulamamanın cezası... Yaranın kaynamaya başladığını belli eden o kaşıntılar bile azalmıştı, dikişleri aldırmanın vakti geliyordu. Bunlar da gelmişler hâlâ pansumandan bahsediyorlardı.1

 

Birlikte asansör kabinine girerlerken "Bu geceki sevkiyatın raporları hazır mı?" diye sordu. Bir kaşı merakla kalkmış asansörün aynasından bir adım gerisinde hazır olda duran adamına bakıyordu.

 

Başını bir kez sallayarak onayladı "Çalışma masanızda efendim. Son sayım yapıldığında arayıp bilgilendirileceksiniz, sonra onay imzanızla birlikte nakliye gemisi limandan ayrılacak."

 

"Güzel..." diye mırıldandı elinde duran düz yassı cihazı parmaklarının arasında çevirirken. "Tek bir hata, aksilik istemiyorum. Sen raporu götürdüğünde gemi limandan ayrılana kadar orada kal. Zaten ondan sonrası Kaptan'ın kontrolünde olacak."

 

Cenk önünde birleştirdiği elleriyle başını bir kez eğdi. "Anlaşıldı efendim."

 

Asansör durduğu sırada son kez aynadan baktı Cenk'e ve "Bana Mahzun'u aratma Cenk..." diye mırıldandı.2

 

Sevkiyatlarda yegâne güvendiği kişiydi Mahzun ama o da şu an biraz önce ayrıldıkları koridorun köşelerindeki odalardan birinde baygın yarıyordu.

 

"Siz hiç merak etmeyin efendim." Derin bir iç çekti. Herkes gibi o da Mahzun'un durumuna fazlası ile üzülmüştü ve dört gözle ayaklanacağı günü bekliyordu. Merak diline vurduğunda kendini tutmanın bir anlamının olmadığını bildiğinden sordu Cenk. "Mahzun abi ne zaman uyanacak Aras Bey? Sabah Kuzey Bey'e sormaya niyetlendim ama sizin pansumanınızı aksatmanıza izin verdiğim için bir tur paylayınca araya kaynamış bulundu."

 

Asansörden çıkıp çalışma odasına doğru ilerlerlerken Aras'ın dudaklarından sert bir homurtu döküldü. Rusya'dayken her şey çok kolaydı çünkü herkes uzaktı. Ama bir anda kendini bu kadar kalabalığın içinde bulunca boğuluyormuş gibi hissediyordu. Yabancısı olmadığı bu boğulmuşluk hissi, sıkı kilit altında tuttuğu anıların sandıklarını paramparça ederek dışarı taşıyor ve damarlarına bir ton duygu seli akıtıyordu. Daha fazla geriliyordu Aras.2

 

Ölümle yaşam arasındaki o incecik ipin üzerinde gezinen bir cambaz olup çıkmıştı artık.

 

Düşüncelerinin odağını değiştirdi ve rotasını Mahzun'da sabitledi, onun durumunda. Böylesi en sağlıklısıydı.

 

Akıl hocasını kaybetmesine neredeyse ramak kalmıştı. Ve o hâlâ hayattaysa bu da Yazgı sayesindeydi.

 

Aklı almıyordu genç adamın... Bu kadar güvenmediği birinin nasıl oluyordu da hayatına bu denli dokuduğuna, hayatının merkezine bir anda bu denli yerleşebildiğine akıl erdiremiyordu.1

 

"Birkaç güne kızı gelecek..." diye mırıldandı Aras. Kız kardeşinden bir yaş kadar büyük olan kızı hatırlayarak. Yurtdışında eğitim görüyordu. "Babasının durumunu bilmiyor, o gelene kadar biraz olsun toparlayabilmesi için uyutmanın en mantıklı karar olduğu konusunda Kuzey ile hemfikiriz. Çünkü onu biraz olsun tanıyorsam, uyandığında kendine dinlenme payı bırakmayacak ve hemen ayaklanacak."

 

Tam çalışma odasına girdiği sırada bilgisayarına yönlendirilen çağrının sesi odanın içini doldurdu. Elindeki diskle poşeti masanın üzerine koyup masanın etrafında dolandı, Roman Vladsova görüntülü arıyordu.

 

Cenk masanın diğer tarafına gelmiş, getirip bıraktığı dosyaların kapaklarını açarken Aras, masanın üzerinde duran bilgisayarı alıp bir koluna yasladı ve ekranını karşısındaki duvara montelenmiş büyük ekrana bağlayıp çağrıyı yanıtladı. Tam kamerayı da bağlayacaktı ki Roman'ın yüzüne çok uzak bir yüzün, çağrının diğer ucunda olduğunu gördüğünde durdu. Büyüyen göz bebekleri ve irileşen gözleriyle anında başını eğip kameranın açısından çıktı. Elindeki bilgisayarı da sanki elinde bir avuç köz varmış gibi Cenk'in kucağına atmıştı.

 

Cenk, birdenbire kollarına bırakılan bilgisayarla bocaladı, kırpıştırdığı gözleriyle öylece bakakaldı ekrana. Ne yapacağını bilmeyen bakışları Aras'a kalktığında, Aras başını şiddetle iki yana sallayıp ağzını oynatarak "Ben burada yokum..." diyerek ültimatomunu vermişti.

 

Cenk'in bakışları bir bilgisayar ekranındaki kadında bir Aras'ın yüzünde gezinirken kadın, "Sen de kimsin?" diye sordu Rusça. "Konest Sveta nerede?"

 

Zavallı adam 'Ne diyeyim?' der gibi patronuna baktığında Aras, avucunu kendi suratına çarpmamak için kendini zor tuttu ve sabır dilenircesine bir nefesi çekti içine.

 

Büyük ekrana yansıyan görüntüdeki kadının bakışları arayış içindeydi. "Aras orada mı?" diye sordu bu kez kadın. Sesi her geçen anda biraz daha sertleşiyordu. "Aras... Sevgilim neredesin?"2

 

Ksenia Vladsova...

 

Tahmin etmeliydi Aras. Roman bekletilmeyi sevmezdi evet ama bilgilendirildiği sürece gecikmeleri de sorun etmez, bekleyeceği süreye başka bir işini sıkıştırırdı. Böylece hiçbir aksaklık yaşamamış olurdu ve Aras ona yarım saat önce, toplantıyı bir saat kadar ertelemesi gerektiğini söylediğini çok iyi hatırlıyordu.

 

"Ne dersen de Cenk..." diye sessizce soludu Aras. Bir nefesten ibaret olan kelimeleri bile öfkesini yeterince yansıtıyordu. "Ama o kadını sav başından."

 

Ksenia istemiş olmalıydı Roman'ın asistanından Cenk'i aramasını. Mahzun olsaydı asla böyle bir tongaya düşmeyeceğini bilmenin getirisi ile halihazırda gergin olan sinirleri daha da gerildi. Uyandırmamakla hata mı yapıyorlardı acaba?

 

Cenk başını sallayıp sertçe yutkundu ve ekrana dönüp Rusça selamladı kadını. Dili yeni öğrendiği için telaffuzunda eğreti bir şeyler vardı ama bir şekilde konuşuyordu işte.

 

Kadının kurnaz bir kediyi andıran sarımtırak gözleri öfkeyle parladığı sırada arkadan tanıdığı bir ses "Ksenia!" diye gürlemişti. Kadın savurduğu sarı uzun saçlarıyla başını kaldırıp abisine baktığında Aras arkadaşının sesini duymanın rahatlığını yaşıyordu. Roman geldiğine göre Ksenia ile daha fazla uğraşmak zorunda kalmayacaktı.

 

"Bir dakika Roman..." dedi Ksenia inatçı bir sesle ve yeri döven adım sesleri eşliğinde yeniden ekrana dönüp "Aras nerede?" diye sorusunu yineledi. Tükenmiş sabrı yüzünden sesi sıktığı dişlerinin arasından tıslarcasına çıkıyor, sanki ekrandan uzanıp Cenk'i öldürebilirmiş gibi görünüyordu. Yapabildiğini görseydi eğer hiç şaşırmazdı Aras.1

 

Cenk sertçe yutkunup "Aras Bey şu an meşguller efendim..." dedi önce, her kelimeyi dikkatle ve tane tane söylüyor, hata yapmadığından emin olmaya çalışıyordu. O sırada Roman da görüş açısına girmiş ve kardeşinin kolunu tutup ayağa kaldırmaya çalışıyordu ama inatçı kardeşine söz geçirebilmek ne mümkün...

 

Aras tam ona Ksenia'nın İngilizce bildiğini, o yüzden bu kadar kasmasına gerek olmadığını ve bir an önce görüşmeyi sonlandırmasını söyleyecekti ki Cenk başka bir cümle daha kurdu ve kelimenin tam anlamıyla ortaya bir bombayı bırakıverdi. Aras inanamayarak adamına bakarken, Roman ve Ksenia donakalmış bir şekilde ekrana bakakalmışlardı.

 

"Aras Bey şu anda karısının yanındalar..."2

 

Cenk yaptığı gafın hiç farkında olmayarak "Döndüğünde aradığınızı iletirim." demeye çalışırken Aras uzanıp sertçe bilgisayarın kapağını kapattı ve görüşmeyi bir nevi sonlandırmış oldu, yaptığı hareket ile büyük ekran kararmış, diğer tarafta başlayan arbedenin bu tarafa yansıyan gürültüsü de son bulmuştu.

 

Ateş saçan bakışları Cenk'in yüzündeyken, Aras'tan yalnızca birkaç santim kısa olan adam afallayarak bakışlarını patronuna kaldırmıştı.

 

"Cenk..." Aras sesini sakin tutmaya çalışırken sertçe kavradığı bilgisayar neredeyse elinde parçalanacaktı.

 

"Sen az önce Ksenia'ya nerede olduğumu söyledin tam olarak?"

 

Omzuna düşen başıyla dik dik adamına bakarken Cenk duruşunu dikleştirip "Kardeşinizin yanında olduğunuzu söyledim efendim." diye cevap verdi. Sorunun nerede olduğunu hâlâ anlayamıyordu.

 

"Hayır Cenk..." diye tısladı Aras sıktığı dişlerinin arasından ve bilgisayarı masaya bıraktı. "Karımın yanında olduğumu söyledin."

 

Zavallı adamın gözleri irileşti duyduklarıyla, beti benzi attı birkaç saniye içinde. Kendini açıklamaya giriştiyse de Aras tarafından apar topar kovulmuştu odadan.

 

Burun kemerini sıkan Aras kendi kendine "Sizi bana sayıyla gönderiyorlar." diye homurdandı ve gövdesini sandalyesine bıraktı.1

 

İstemeye istemeye bilgisayarı önüne alıp kapağını kaldırırken içinden dua ediyordu yeniden Ksenia ile karşılaşmamak için. Dört yıl geçmişti, lanet olası dört yıl... Dört yıl boyunca onu hiç görmemesini sağlamıştı. Nasıl hâlâ bu kadar takıntılı olabilirdi, nasıl hâlâ unutamazdı anlamıyordu Aras.2

 

Unutulabildiğini çok iyi biliyordu, unutulamasa bile alışılabildiğini ve yoluna devam etmenin mümkün olduğunu... Bunu çok acı bir deneyimle öğrenmişti. Zaman zaman sert bir ağrı göğsünün sol tarafına kör bir bıçak misali saplansa da alışmışlık hissi oradaydı her zaman. Ölenle ölünmüyor, giden de geri gelmiyordu. Kayıplar ardlarında bıraktıları derin sızılarla birlikte kalbin kamburu olup çıkıyorlardı.2

 

Bazen seçenekler boyuna dolanan bir urgan, seçimlerinse ayağının altından tekmelenen idam sehpası demekti. Bazı seçimlerin bedeli, bir ömür boyu boğazına dolanıp soluğunu kesen o iple yaşamaktı.

 

Yine de pişman değildi Aras... Sırtında ihtimallerin sapladığı bir yığın hançerle, içine diri diri gömüldüğü suçluluk hissiyle yaşamak zorundaydı belki ama yedi yıl önce yaşanan o kara gecede yaptığı seçimden pişman değildi. Kız kardeşinin yüzüne her baktığında kendine hatırlattığı şeydi bu.

 

Alışkanlık, insanoğlu yaratılırken doğasına eklenen ilk duygulardan biriydi hiç şüphesiz, alışkanlık bir hayatta kalma iç güdüsüydü. Ve Aras ne kadar vicdanında bu seçimin derin yarasını taşıyor olursa olsun alışmıştı bununla yaşamaya.

 

"Karın ha?"

 

O tanıdık kalın, beriton sesi duyduğunda düşüncelerinden sıyrıldı Aras. Roman, dudaklarının arasına yerleştirdiği sigarasıyla ve kardeşinin aynısı olan, kurnaz bakışlara sahip sarımtırak gözleriyle Aras'ı süzüyordu. Sırt kısımları dövmeli parmaklarıyla sigarayı dudaklarının arasından çekti "Yedi yılın sonunda hayatına birini aldın yetmedi nikâhına da aldın ama benim bundan haberim yok öyle mi?" Başını onaylamaz bir ifadeyle sallayıp ceketinin kol düğmelerini düzeltti birkaç saniye. "Buna alındım sanırım."

 

Sigara... Tam da ihtiyaç duyduğu şeydi o an. Duvardaki büyük ekranın kamerasını da aktifleştirdiğinde bilgisayarı bir kenara itip masanın üzerindeki pakete uzandı ve arkasına yaslanırken bir sigara yaktı. "Yok öyle bir şey..." Asabi çıkan sesi, bu konunun hiç hoşuna gitmediğinin açık bir göstergesiydi. "Cenk, eş ve kardeş kelimelerini karıştırdı. Ne diye Rusça konuşmaya çalışıyorduysa artık!"4

 

Roman'ın dudaklarında alaylı bir gülümseme belirdi bu sözlerin üzerine. "Ksenia bunu duyduğuna çok sevinecek. Şu an evi yıkmakla meşgul." Kısa bir sessizlik oldu ve o anda çok geri planda kalan bir kırılma sesiyle çığlık sesini duydu Aras. Yüzü buruştu. Bu hayatta gerçekten sorunları olan biriyle tanıştıysa, o da kesinlikle Kseniya Vladsova'nın ta kendisiydi.

"Sanırım büyükannemizden yadigâr kalan antika vazoyu parçaladı tam şu an." diye homurdandı Roman.

 

"Kız kardeşinin gerçek bir tedaviye ihtiyacı var." İçine çektiği derin bir nefesin arasına karışan zehir gibi duman ciğerlerini sızlattığında bunu memnuniyet ile karşıladı.

 

"Kız kardeşimin sana ihtiyacı var Konest Sveta."3

 

Başını iki yana salladı Aras ve sigarasının ucunda duran ölü külleri kül tablasının içine silkeledi.

 

"Ona bunun için hiçbir sebep ya da umut vermedim."

 

Tanrı aşkına ona bir sebep ya da umut vermek şöyle dursun, yan gözle bile bakmamış, çoğunlukla aynı odada olmaktan bile kaçınmıştı.

 

"Sorun tam olarak buradadır belki de Konest Sveta."

Biten sigarasını avucunun içine hapsedip parmakları ile ezerek söndürdü. "Seni elde etmesine hiç izin vermediğin için hırs yapıp seni bir takıntı haline getirdi. Bazen o gün onu durdurduğum için pişmanlık duyduğum oluyor. Eğer izin verseydim şimdi Ksenia ile uğraşmak zorunda kalmazdım ve sen, en değerli müttefikim, de damadım olmuş olurdun"2

 

O gün...

 

Dört yıl önce Ksenia'yı son gördüğü gün...

 

Evine gizlice girildiğini ve cüzdanının içindeki kimliğinin çalındığını fark ettiğinde her şey için geç kalmıştı. Ksenia az kalsın kendini Aras ile evlendiriyordu. Roman kardeşinin niyetini anlayıp araya girmeseydi eğer...2

 

"Kız kardeşini becermediğim için özür dilemeyeceğim." diye tersledi onu Aras sigarasından yeni bir nefes çekerken. "Ayrıca kardeşinin beni kendisi ile evlendirmesine izin verseydin seni gebertirdim."

 

"Sonra da tüm Bratva peşine düşerdi."

 

Omuz silkti genç adam. "Benim için sıradan, sıkıcı bir pazartesi. O topluluk bozuntuları bir fırsatını bulsa senin bile peşine düşer Roman. Pakhanları olman umurlarında bile olmaz, saygı gösteriyorlar çünkü korkuyorlar. Kanayan bir parçanı görmeyi bekleyen akbaba gibiler, saldırmak için zamanını bekliyorlar."2

 

Zamanını beklemek...

 

Bu tabirin artık ona hatırlattığı tek bir şey vardı, o da evinin en altında öğrencileriyle meşguldü şu an.

 

Annemi öldürdü...

 

Zihninde yankılanan iki kelimeden ibaret bir cümleyle zihni yine kendi içine gömüldü.

 

Feris Karan, eve gece vakti giren bir hırsız tarafından bıçaklanarak öldürülmüştü. Onun hakkında öğrendiği şey buydu. Hatta katil zanlısı yakalanmış ve haneye tecavüz, hırsızlık ve kasten insan öldürme suçlarından otuz sekiz yıl dokuz ay hapis cezasına çarptırılmıştı. O adamın şu an bulunduğu ceza evini bile biliyordu Aras.

 

Annemi öldürdü...

 

Ve Yazgı da Rauf'u öldürmek için zamanını bekliyordu. Neyin zamanıydı hiçbir fikri yoktu ama konunun Poyraz Karan'a dokunduğundan da emindi. Tıpkı Rauf Karan'ın adamlarının Yazgı'yı öldürememesinin arkasındaki nedenin bu olduğu gibi. Mahzun bıçaklandığı gün yakaladıkları adam böyle söylemişti. "Tek bildiğim bunun Poyraz Karan ile ilgili olduğu," demişti.2

 

Poyraz Karan...

 

Kilit isim buydu.

 

Bilindiği kadarıyla Kolombiya'daydı ama bu sadece bir aldatmacadan ibaretti. Gerçekte nerede olduğunu bilen biri var mıydı bilmiyordu Aras ama kendi aramalarının boşa çıktığını biliyordu.

 

Önüne yine bir yığın birleştirilmeyi bekleyen yapboz parçaları yığıldı.

 

Üstelik düşüncelerinin ucu daha şu bahsi geçen tilkilere bile dokunmamıştı.

 

Bakışları masanın bir köşesinde duran disk ile şarj cihazına kaydı. O yığının birkaçını daha birleştirmesini umacağı araçlar tam olarak orada duruyordu. O telefonu şarja takmalıydı.

 

Birinin kapısına vurduğunu duyduğunda gözlerini Roman'dan çekip kapıya dikti ve eş zamanlı olarak "Baba..." diye bağıran sesi duydu. Aynı anda kapı yavaşça açılmış ve Sühandan kucağında Nefes ile birlikte açılan aralıktan görünmüştü. Gözlerinde özür dileyen ifadelerle Aras'a bakıyordu.

 

"Baba..." dedi Nefes yeniden ve annesinin kucağından çıkmak için çırpındı.2

 

Genç adamın gergin sinirlerine anında huzurun dingin gölgesi çöktü. Elindeki sigarayı apar topar söndürüp ayağa kalktı, arkasındaki camı açtı ve içeriye temiz havanın girmesini sağladı.3

 

Dudakları huzurla kıvrılırken büyük ekranda sessizce onları izleyen Roman'a kısa bir bakış atıp Sühandan'a doğru yürüdü ağır adımlarla.

 

"Kusura bakma abi." dedi Sühandan mahçup bir tavırla. "Çok ağladı seni görmek için. Hiçbir şey de yediremedim..."

 

Aras Sühandan'ın kucağından kendine gelmek için çabalayan kızına uzanıp kollarına alırken "Sorun değil," diye mırıldandı. Kızının yaşlı gözlerini görmek kalbine sıkılan bir kurşundu sanki. Uzanıp minik yanaklarındaki yaşları iri parmaklarıyla silerken narin tenini usul usul okşayarak o tombul yanakları sevdi. "Babasını özlemiş kızım..."

 

Küçük kollar yine Aras'ın boynuna dolanıp ona sarılmaya çalışıyor, bu minicik hareketle bile genç adamın kalbi sanki eriyordu.

 

"Özledim..." diye mırıldandı Nefes de babasına hak verir gibi. Başını da Aras'ın boynuna sokmadan önce minik bedenini sarsacak şekilde aşağı yukarı sallamıştı. Kelimeler dilinden dökülürken çoğu zaman harfler birbirine dolanıyordu ama yine de anlıyordu onu Aras ve buna bayılıyordu. Onu anlamak için tüm dikkatini ona verdiği ve konuşma çabalarını izlediği her dakika öyle kıymetliydi ki. Özellikle ilk sözcüğü 'Baba...' olduğu ve bunu Aras bizzat kendisi duyduğu için.2

 

Nefes'e iyice sarılıp Sühandan'a arkasını dönmeden önce "Yemek yemediyse sen git dinlen biraz, Pınar'a söyle bir tepsi hazırlayıp Nefes'in yemeği ile birlikte bana da bir kahve getirsin. Ben yediririm kızıma." dedi ve yeniden masanın arkasındaki koltuğa yerleşti.1

 

"Gerek yok Aras abi..." dedi Sühandan mahçup bir tavırla. Zaten buraya gelerek onu yeterince rahatsız ettiğini hissediyordu. Gözleri istemsizce büyük ekrana kaydı ve kısık, sarı gözleriyle onu izleyen bir adamla göz göze geldi. Adamın bakışlarındaki sertlik kalbimi tekletirken, sert yüz hatlarıyla ürktü genç kadın. Bir an nefesini tutarken buldu kendini ve hızla kaçırdı bakışlarını. Hayatında gördüğü en korkutucu adam olabilirdi. Nefes kesici bir yakışıklılığının olması önemli değildi, o çatık kaşların altındaki dikkatle ona bakan sarı gözler tüylerini ürpertmişti.

 

"Sana zahmet olmasın, ben..."

 

Bu kez de Aras'ın bakışları ile karşılaşmak onu susturmuştu. Pekâlâ... Hangisinin daha ürkütücü olduğuna karar veremediği bir andaydı.

 

Kollarını boynundan çeken Nefes üzerindeki gömleğin düğmesi ile oynarken hâlinden son derece memnun olan Aras, "Bir kez daha Nefes'in benim için yük ya da zahmet olduğunu söyler ya da ima edersen gerçekten kızmaya başlayacağım." dedi. Son derece yumuşak bir sesle kurduğu cümle minik bir uyarıydı. Sühandan'ın kendini bu konuda sürekli mahcup hissetmemesine karşın bir uyarı... Çünkü kardeşi gibi gördüğü bu kızın bu evde sürekli diken üstünde olmasından ve kendini fazlalık gibi hissetmesinden hiç hoşlanmıyor, Nefes konusunda mahcup olmasını ise anlamsız buluyordu. Nefes onun hayatındaki sayılı en güzel şeylerden sadece biriydi.2

 

Başını eğip, çok ilginç bir şeymiş gibi gömleğinin yakalarıyla düğmesini inceleyen ve dudaklarını büzerek kendi kendine bir şeyler homurdanan Nefes'e baktı. Kısa kıvırcık saçları başının iki yanından iki kulak yapılmıştı ve bu görüntü Aras'ı güldürmüştü. Bir parmağına o saç tutamlardan birini dolayıp nazikçe okşarken "Kızımla ilgilenmek benim için bir zevk..." diye mırıldandı ve yeniden Sühandan'a baktı. "Gözlerindeki yorgunluğu görüyorum. Gidip dinlen... Bir şey lazım olursa ben Hilal ya da Pınar'ı çağırırım. En olmadı Hicran abladan ya da Esin abladan yardım isterim."

 

Ne söyleyeceğini bilemeyen Sühandan'ın bir an çenesi titrer gibi oldu ama derin bir nefes ile toparladı kendini ve gülümseyip teşekkür ederek çalışma odasından çıktı. O bakışların itiraz kabul etmediğini iyi biliyordu. Tüm bu süreçte en büyük destekçisi olmuştu Aras ve ne kadar minnettar olduğunu kelimelere sığdıramazdı genç kadın. Onun için her şey fazlası ile zorken abisinin kanatları altında olmanın rahatlığı ile en azından biraz da olsa nefes alabiliyordu.

 

"Bir bakışı ile bir oda dolusu adamı dize getiren, Konest Sveta'ya da bakın siz. iki yaşında bir bebeğe köle olmuş."2

 

Roman'ın alaycı sesi araya girdiğinde düğmeden sıkılıp kendine yeni ilgi alanları bulmak için masaya doğru eğilen Nefes'ten bakışlarını çekti ve onu izleyen arkadaşına umursamaz bir bakış atıp "Babayım ben." dedi bununla gurur duyuyormuş gibi. "Kızım ne isterse o olurum."

 

Bu minicik bebeğe kul da olurdu köle de... Kalbinin etrafını bir tabaka gibi saran buzların tamamını eriten nadir şeylerden biriydi Nefes. Grilerindeki buzların tamamını eriten... Bir Sara, bir de Nefes... İkisi uğruna yapmayacağı hiçbir şey yoktu.

 

Nefes masadan aldığı bir kalemi Aras'a gösterip "Bu ne?" diye sordu heyecanlı bir sesle yeni bir şey keşfetmiş gibi. Onun için alınan boya kalemlerinden çok farklı göründüğü için ne olduğunu ayırt edememişti besbelli.

 

Aras onu usulca masaya oturtup önüne boş bir kağıt koydu ve elindeki kalemin arkasını çevirip açarken "Kalem, babacığım." dedi ilgili sıcacık sesiyle. Ardından parmakları dikkatle kızının elinin üzerine yerleşti ve tombul parmaklarıyla kalemi tutmasını sağladıktan sonra birlikte ilk çizgiyi attılar. Küçük Nefes, keşfettiği bu yeni şeyi sevinç çığlığı ile kutlarken, o neşeli sesle Aras'ın yüzündeki her bir kas biraz daha gevşedi ve dudaklarında yaz gülünü andıran bir tebessüm filizlendi.

 

Kızı yeni keşfinin tadını çıkarırken Aras, yeniden Roman'a döndüğünde gülüşü anında silinmiş, ifadeleri ciddiyetle sarmalanmıştı. Bir eliyle Nefes'in sırtından destek olurken diğer eliyle kenarda duran dosyaları önüne çekerek konuyu değiştirdiğini net bir şekilde belli etti. "Sevkiyat bu gece yarısından sonra limandan ayrılıyor."

 

Roman'ın kurnaz bakışları Aras ile kızı arasında gidip gelirken başını ağır ağır aşağı yukarı sallayarak onayladı onu. "Geldiklerinde orada olacağım. Ya sen, sen ne zaman dönüyorsun?"

 

"Bir süre daha buralardayım." diye cevap verdi Aras. Başında bu kadar şey varken Rusya'ya dönmek, kaçmış gibi görünmesine neden olacaktı. Ayrıca Rauf Karan'ın tehdidi hâlâ havada asılı duruyordu, böyle bir noktada ailesini burada bırakıp geri dönmek söz konusu bile olamazdı. Ve ailesini de yanında götüremeyeceğini biliyordu.

 

Pakhan bundan hoşlanmadığını belli edercesine sert bir nefes verdi.

 

"Bildiğim kadarıyla kız kardeşini buldun, kalmakta neden ısrar ediyorsun?" diye sordu Roman, tek kaşı sorgulayıcı bir tavırla havalanmıştı. "Bilmediğim başka ne var Konest Sveta?"

 

"Senlik bir durum yok, halledemeyeceğim bir şey de yok." diyerek geçiştirdi Aras. "Arada uğramam gereken durumlar olacak elbette, anlaşmalarımızın tamamı doğrudan benim kontrolümde olacak. Ama bir süre işleri buradan yürüteceğim." Roman'ın endişe ettiği şey buydu. Yaptığı anlaşmalarla ilgili doğrudan muhattabıyla muhattap olmak isterdi; araya giren ikinci bir kişiye ya da bir maşayla değil. "Ayrıca..." diye devam etti karşısındaki adamın aklını kurcaladığından emin olduğu bir diğer konuya değinerek. "Endişelendiğin buysa, Kardeşlik Günü için de orada olacağım. Kuruldaki koltuğum boş kalmayacak."

 

Onlar birbirlerinin güçlerini besleyen iki dosttu. Bratva'nın içinde ikiliyi birbirine düşürmeye çalışan, araya girip türlü oyunlarla içlerinden birini saf dışı bırakmayı deneyen pek çok kişi olmuştu çünkü Roman Vladsova'nın koltuğunu istiyordu hepsi. Ayrıca Konest Sveta'nın cansız bedenini görmekten de memnun olurlardı. Eh, sıralarını beklemeleri gerekecekti.

 

Roman başını bir kez eğerek onayladı Aras'ı. Ardından dudağının bir kenarı kıvrıldı. "Gelirken kendine bir gelin de getir." diye alay etti arkadaşıyla. "Yanlış anlaşılmayı düzeltmeyeceğim, bırakalım Ksenia seni evli sansın. Belki en sonunda senden vazgeçer."

 

Aras'ın burnundan sert bir soluk daha döküldü ve çenesi seğirdi. Ama itiraz etmedi. O abisinin sorunuydu, Aras'ın değil.

 

Nefes, önündeki doldurduğu kâğıdı bırakıp Aras'ın önünde açık duran dosyaya yöneldiğinde genç adam bunu son anda fark etmiş ve dosyayı çekip kızının önüne yeni bir boş kâğıt koymuştu.2

 

Bir süre daha iş hakkında konuştular. Bu sürede Pınar elinde bir tepsi ve birkaç zarfla içeri girmişti. Zarfları daha sonra incelemek için kenarı koyduktan sonra Roman ile toplantısına devam ederken bir yandan da Nefes'e mamasını yedirmiş ve arkadaşının alaycı yorumlarını da tamamen duymazdan gelmişti.

 

En sonunda toplantının sonuna geldiklerinde Nefes babasının kucağında uyuyakalmıştı ve Aras da yatıştırıcı dokunuşlarla kızının sırtını okşuyordu.

 

Garip bir tezattı, birilerinin ölümü ve yaşamı arasındaki çizgileri konuşup, örgütlerle, silahlarla ve yasadışı olan daha pek çok şey ile ilgili yaptığı bir toplantıda, kimsenin görmediği ve asla görmeyeceği bir şefkatle kızını uyutması.

 

En son görüşmeyi sonlandırırken Aras aklının kıyısında dolanıp duran düşünceyi açmaya karar verdi ve "Roman?" diye seslendi arkadaşına.

 

Kilit isim...

 

O ismi bulduğunda önündeki yapboz yığınlarının bir parçası daha birleşecekti, bunu biliyordu.

 

"Dinliyorum..."

 

"Senden bir ismi bulmanı isteyeceğim..."

 

Tek kaşı havalandı Roman Vladsova'nın, arkasına yaslanıp ellerini karnının üzerinde birleştiririken sadece bekledi.

Aras gayri ihtiyari bir hareket ile başını kaldırdı.

"Poyraz Karan. Bana bu herif lazım."

Neden ve niçinlerin önemsiz olduğu bir andı. Roman sadece başıyla onayladı ve görüşme sonlandı.

 

Aradan geçen saatlerin ardından en sonunda raporların son kontrolleri yapılmış ve imzalanmış bir şekilde Cenk tarafından yola çıkmıştı.

 

Nefes'i odasına yatıralı iki saat kadar oluyordu.

 

Son telefon görüşmesini de sonlandırdığında ellerini şakaklarına bastırıp başındaki ağrıyı yatıştırmaya çalıştı. Sürekli ekranlarla iç içe olmak ve süregelen telefon trafiği yüzünden başı ağrıyordu artık.

 

Vücudunu esnetmek için ayağa kalktığında camdan batmakta olan güneşi gördü. Saatlerdir tıkılıp kaldığı odadan çıkmak için hareketlendiği sırada gözüne bahçenin bir köşesindeki hareketlilik takıldı.

 

Yazgı'yı gördü önce, yanında kız kardeşi Sara ile birlikte bahçede dikiliyor, Sara'nın sorduğu soruları yanıtlıyordu. Zaten o buraya geldi geleli Sara'yı onun dibinden ayırmak ne mümkündü. Resmen kardeşi bu kadına âşık olmuş durumdaydı.

 

Yazgı'nın üzerinde hâlâ antrenman sırasında giydiği şortu ve atleti vardı. Topladığı uzun saçlar iyiden iyiye dağılmıştı. Akşamın güneşi yüzüne vururken alnındaki ter tomurcuklarını buradan bile görebiliyordu Aras. Biraz yorgun ve biraz dağınık görünüyordu. Sadece bakışlarındaki o buz gibi ifade ve ve gözlerinin üzerine çektiği göz kalemi -eyeliner- yerli yerindeydi.

 

Anlaşılan bu kadar saattir öğrencilerine antrenman yaptırıyordu. Hep bu kadar uzun mu sürdüğünü merak etti antrenmanlarının. Bu günleri evde geçiriyordu çünkü altüst olan düzenini oturtmaya çalışıyordu ama bir noktada iş kolu, bir ağacın kök damarları gibi dağılacaktı etrafa ve o an Aras her noktada olmak zorunda kalacaktı. Bir gün Rusya'da, bir gün buradaki tershanede, belki aynı günün bir sonraki saati şirkette... Yazgı da tüm bu zamanlarda yanında olmak zorunda kalacaktı. O zaman kendini nasıl ayarlayacağını merak ediyordu. Her şeye aynı anda yetişmesi imkânsızdı. İşte o zaman bu işi kabul ettiği için pişmanlık duymaya başlayacaktı.

 

Öğrencileri büyük bir köpek kulübesini -Yazgı'nın evinde gördüğü kulübeydi bu- taşırken kendi adamlarının da onlara yardım ettiğini gördü. Üç köpek, bahçenin köşesinden çıkıp sahiplerine doğru koşarlarken hâlâ tasmalarını tutan Osman da onlara yetişmeye çalışıyordu.

 

Öğrenciler kulübeyi Yazgı'nın gösterdiği bir köşeye, iki ağacın arasına koydukları sırada Yazgı büyük bir şefkatle köpeklerini selamladı. Sabah anlamıştı ama şimdi çerçeve çok daha netti. Bu üç köpek, bu kadının kalkanlarını indirmelerine neden oluyordu.

 

Doğruyu söylemek gerekirse Aras da çok sevmişti bu üçlüyü. Dün gece Jane'in burnunun ucuna ilk dokunduğu anda aslında ne kadar sevecen olduklarını anlamıştı ve o noktadan sonra gerçekten üçüyle de kaynaşmıştı. Yazgı kötülük yaptığını düşünse de yalnızca kendi elindeki kozu Aras'ın avuçlarına bırakmıştı.

 

Kulübeyi yerleştirenler yeniden büyük kamyonete doğru ilerlediler ve bu kez de oldukça büyük saksılara dikilmiş üç gül fidanını indirdiler sırayla. Beyaz güller...

 

Beyaza zaafı olmalıydı. Evin her noktasında beyaz güller vardı, bahçesi bunlarla doluydu. Gül cenneti gibiydi adeta.

 

O an bir şeyi daha merak etti. Bu kadar beyaz gül ile iç içeyse... Acaba beyaz gül gibi mi kokuyordu?

 

Merak... Gerçekten insanın kendine doğrultabileceği en tehlikeli silahlardan biriydi...

 

Yazgı'nın direktifleri ile saksılar da köpek kulübesinin yanına sırayla koyulduğunda köpekler çoktan kulübelerinin içinde gözden kaybolmuş ve Osman, azat edilen bir köle gibi kendini çimlerin üzerine atmıştı.

 

İşe geri dönmesi gerektiğini biliyordu Aras ama izlemekten alamadı kendini. Herkes bir tarafa dağılırken en sonunda Yazgı yalnız kalmış ve saksılara doğru ilerleyip açmış olan gül tomurcuklarından birini koklamıştı derin derin.

 

Neden?

 

Neden beyaz gül?

 

Onun için neyi ifade ediyordu?

 

Başını yeniden iki yana salladı. Bu başka günün konusuydu. Henüz önündeki parçaları birleştirmeden yeni parçaları önüne alamazdı.

 

Kapısına iki kere tıklatıldığında en sonunda çekti gözlerini onlardan ve kapıya döndü. Bu kez içeri giren babasıydı ve elinde bir dosya tutuyordu.

 

O dosyayı hatırladı. Yazgı'nın getirdiği dosyaydı o, sözleşme dosyası...

 

Ve o an dün gece aralarında geçen sözleşmeye eklenen madde ile ilgili konuşamayı hatırladı. Beş milyon dolar deyip durmuştu Yazgı. Neyin beş milyon dolarıydı bu? Sanırım artık cevaba çok yakındı.

 

"Konuşmalıyız." dedi Fatih Altuğlu lafı hiç dolandırmadan. "Yazgı'nın sözleşmesine eklediği madde ile ilgili bilmen gereken bir şey var." Ardından sözleşmenin sayfalarını açıp masanın üzerine koydu ve dosyayı oğluna doğru itti.

 

Grilerine doğrudan düzgün el yazısı ile yazılmış satırlar takılırken okuduğu her bir satırda kan kelimenin tam anlamıyla beynine sıçradı. Ellerini masanın üzerine yaslayıp maun masanın kenarlarını sertçe kavrarken bir daha ve bir daha okudu aynı satırları. Tekrar ve tekrar. Kavrayana kadar kaç tekrar gerekiyorsa o kadar okudu.

 

*Taraflardan Aras Akın Altuğlu, taraflardan Yazgı Deha Yaman'ın canını her sıktığında, Yazgı Deha Yaman'ın canının sıkıldığı süre kadar onun emri altında o ne isterse onu yapmak zorundadır. Bu maddenin her ihlali halinde taraflardan Aras Akın Altuğlu, taraflardan Yazgı Deha Yaman'a beş milyon dolar ödemekle yükümlüdür.*

 

"Bu ne baba?" diye sordu sakin tutmaya çalıştığı sesiyle. Babasına karşı bir saygısızlık yapmak istemiyordu, bu hayatta saygı duyduğu nadir insanlardan biriydi o. Ama bu madde... Bu maddenin kabul edilebilir bir tarafı yoktu Aras için.

 

Tanrı aşkına... Babası onu resmen... pazarlamıştı bu maddeyle.

 

Fatih Bey ihtiyari bir hareket ile masanın önünde duran deri koltuklardan birine yerleşip bacak bacak üstüne attı ve ayakta duran oğlunun fırtınanın habercisi olan soru işaretleriyle dolu gözlerine baktı. "Yazgı'nın teklifimi kabul etmek için sözleşmeye eklediği madde."

 

"Ve sende bunu öylece kabul mü ettin yani?"

 

Çenesinin hizasında birleştirdiği parmaklarını ayırıp elini ne var bunda der gibi açtı ve "Evet..." dedi.2

 

Bir an ne diyeceğini bilemedi Aras, ağzı açık kalırken babasına öylece bakakaldı. Sanki bunda hiçbir sorun yokmuş, her şeyi çok normalmiş gibi davranan babasına... O madde ile ilgili aklından pek çok ihtimal geçmişti ama bu... Düşündüklerinin çok daha ötesinde bir şeydi. Resmen pazarlık konusu olan oydu...

 

Açık duran ağzını kapatıp dudaklarını sertçe birbirine bastırdı, sıktığı dişleri yüzünden çenesi seğiriyordu. "Saçmalık bu!" diye gürledi kontrol edemediği sesiyle ve dosyanın kapağını sertçe kapattı. "Böyle bir şeyi asla kabul etmeyeceğimi biliyor olman gerekiyordu. Kendi başına yaptığın işlerden ben yükümlü değilim, kendi aranızda nasıl bir anlaşma yaparsanız yapın umurumda değil ama beni karıştırmayın!"

 

"Sana neden daha önce söylemedim sanıyorsun?" diye sordu Fatih Bey oğlunun bu hallerinden zerre etkilenmeden. Bazen oğluna baktığında karşısında bir ayna görür gibi oluyordu, tek fark gözleriydi. "Kabul etmeyeceğini biliyordum elbette, o yüzden avukatlar resmi işlemleri halledene kadar bekledim. Ayrıca bu madde bu sözleşmede varsa bu tamamen senin suçun oğlum. O kadar rezil biri olup çıktın ki kızın karşısında, kızın başka ne yapmasını bekliyordun?" Dudakları alaylı bir gülüşle kıvrıldı Fatih Bey'in oğlunun öfkeyle kızaran yüzüne bakarken. "Bana soracak olursan çok akıllıca bir hamle... Yazgı'nın canını sıkmazsan ucu sana hiç dokunmaz mesela, dene bunu bir."

 

Başını iki yana sallayarak koltuğuna geri oturdu Aras. Sormayarak, karışmayarak ne büyük bir hata ettiğini ancak kavrıyordu. Yapılacak bir şey varsa bile artık geç kalmıştı. Babasının kafasına sıkamayacağına göre yapacağı bir şeyi yoktu artık. Avukatları arayıp sözleşmeyi geri çekmeleri için onları tehdit falan edebilirdi elbette ama yine önüne Fatih Altuğlu duvarının gerilebileceğini biliyordu. Aşmayacağı tek duvarın...

 

"Yemin ederim bir gün beni delirteceksiniz." diye homurdandı sinirle.

 

"Çok da aklı başında sayılmazsın zaten, senin için yeni bir şey olmaz." diye yeniden oğlu ile alay etti Fatih Bey ve Aras'ın ters bakışlarına maruz kaldı.

 

Aras masanın üzerinde duran sözleşmeyi yeniden alıp diğer maddeleri incelerken "Kadın ayaklı bir trafo gibi ki." diye homurdanıyordu kendi kendine. "Canının sıkılması için yüzüme bakması yetiyor, ekstra bir şey yapmama gerek yok ki."

 

"Bu da senin suçun..." diye mırıldandı Fatih Bey ve kenarda duran Pınar'ın getirdiği zarflara göz gezdirmeye başladı. "Kızımı, kardeşini kurtarıp bize getirmiş kadına ne diye silah çeker ve durmadan onu iğneleyip durursun ki?"

 

Davet mektuplarıydı zarfların hepsi. Oğlunun Türkiye'de olduğunu öğrenenler, onunla iletişime geçmek için onu türlü davetlerine ya da bağış gecelerine davet ediyorlardı.

 

Gözlerini devirdi. Bir avuç yalakadan başka hiçbir şey değildi hiçbiri. Sırayla hepsine göz gezdirdi ama en sondakine geldiğinde duraksadı ve doğru mu gördüğünden emin olmak için daha dikkatli baktı. Doğru görüyordu.

 

"Sara'yı kaçıran adamın kızı olduğu için olabilir mi?" diye sordu Aras. "Yaptığım çok anormalmiş gibi davranmayı kesin artık. Ya da bu konuyu pişirip pişirip önüme koymayı... Kadın korumam oldu artık."

 

Sözleşmedeki diğer maddelerin gayet makul olduğunu gördüğünde dosyayı yeniden kapattı ve babasına geri döndü ama babasını tüm dikkatiyle elindeki zarflardan birine bakarken yakaladığında aklımda madde falan kalmamıştı. Biraz önceki alaycı adam gitmiş, yerine gözleri bariz bir şaşkınlık ve öfkeyle yakılmış bir adam gelmişti.

 

"Sorun ne baba?" diye sordu henüz inceleme fırsatı bulmadığı davetiyelere kısa bir bakış atarken. Kaşları çatılmıştı.

 

Onun sorusu üzerine Fatih Bey biri hariç diğer hepsini aldığı yere bırakıp elindeki zarfı oğluna doğru itti.

 

"Masayı topluyor yeniden..." diye açıkladı kısaca. İsim vermesine gerek yoktu, kim olduğunu çok iyi anlamıştı Aras, dahası görmüştü.

 

Önüne konan zarfı alırken üzerindeki kırılmamış mühürdeki damgaya baktı. Yan yana şekilli harflerle işlenmiş R ve K harfleri gözlerinin önündeydi.

 

"Altuğlu'ları da masaya davet ediyor."

 

Cesaretine hayret etti genç adam. Cüretine de öyle... Nasıl bir herifti bu böyle?

 

Babasının mührü kırmadan içeriğini bildiği zarfı açıp bir de kendisi kontrol etti.

 

Fatih Altuğlu'ya... yazıyordu yalnızca ve bir adres ile bir de tarih ve saat vardı kartın üzerinde. Yaklaşık bir hafta sonrasının tarihi...

 

"Kendini kurtarma peşinde!" diye soludu Aras sinirle zarf parmaklarının arasında buruşurken. Gün gibi ortadaydı amacı. "Masadakilerin saygısını yeniden kazanmak için gönderdiği kesin. Ben onları davet ettim ama onlar gelmediler diyecek, o yüzden senin adına olan kartı bana gönderdi."

 

Fatih Bey başını sallayarak onayladı oğlunu. "Benim seni göndermeyeceğimin farkında ve senin bunu bildiğini, zarfı bana hiç göstermeyeceğini düşünüyor."

 

O adamın ciğerini biliyordu Fatih Altuğlu... İnce hesaplarının her birini... Basit bir ihaleyi kaybetmeyi bile yedirememişti kendine ve on altı yaşındaki küçük bir kızı hedef alacak kadar alçalabilmişti. Kaldi ki şimdi kaybettiği şey koskoca bir taht, bir krallıktı. İtibarı ellerinden kayıp gidiyordu. Bir hamle yapacağını biliyordu Fatih Bey, sadece o hamlenin ne zaman geleceğini bilemiyordu.

 

"Peki ya ben gidersem?" diye sordu Aras babasının sözlerinin üzerine. "Senin gönderip göndermemen önemli değil, gitmek istersem giderim."

 

Ama Fatih Bey düşüncesine bile tahammülü yokmuş gibi şiddetle karşı çıktı. "O toplantıların kapılarının yegâne koruyucuları tilkilerdir. Senin gitmen söz konusu bile olamaz. Zaten bizden birinin gitmesi için gereken hiçbir durum da yok."

 

"Yazgı'yı bu yüzden işe almadın mı baba?"

 

"Yazgı'yı olası bir saldırıda seni koruyabileceğini bildiğim için işe aldım. Ama o toplantı olası bir saldırı değil, doğrudan mayınlı tarlaya girmektir. O yüzden hayır, ne sen ne de ben o toplantıya gitmeyeceğiz. Zaten gitmediğimizi gören herkes, onu ciddiye almadığımız için orada olmadığımızı düşünecek. Bu yüzden böylesi bir riske girmeye gerek yok, yapacak daha önemli işlerimiz var."

 

Derin bir nefesu içine çekti Aras ve uzanıp bir sigara daha yaktı. Paketi babasına doğru iterken "Ciddiye almıyormuş gibi görünmüyorsun ama Fatih Bey." diye mırıldandı.

 

Oğlunun paketinden bir dal çıkaran Fatih Altuğlu, "O herifi ciddiye almadığımda ne olduğunu gördüm." diye homurdandı.

 

Durdu ve düşünmek için kendine birkaç saniye tanıdı Aras. Ne o masa ne de etrafındakilerin ne düşündüğü umurunda değildi. Her ne kadar, o masaya oturup Rauf Karan'ın gözlerinin içine bakmayı istese de babasının haklı olduğu bir nokta vardı. Yapacak çok daha önemli işleri vardı.

 

Kuruyan dudaklarını ıslatıp arkasına yaslandı ve sigarasından bir nefes daha çekti. Kimsenin dilinden düşüremediği ve en büyük tehdit olarak gördükleri tilkileri düşündü birkaç saniye, babasının onlar hakkında söylediklerini...

 

"Şu tilkiler..." diyerek düşüncelerini babasına da açtı. Kaldırdığı kaşlarıyla ne olmuş onlara der gibi baktı Fatih Bey ve Aras devam etti. "Bir tür proje anladığım kadarıyla, bir tür tasarım harikası ürünler..."

 

Kaşlarını kaldırıp babasına sorarcasına baktığında cevabı zaten biliyordu. Bu konu daha önce konuşulurken babasının kullandığı sözlerdi bunlar. Başını bir kez öne eğerek onayladı onu Fatih Bey ve devam etmesini ister gibi baktı oğluna.

 

"Her projenin, hayata geçirilmeden ve kullanıma sunulmadan önce geçmesi gereken yapım aşamaları vardır. Ve bu aşamalar için -özellikle bahsettiğimiz, insanlar üzerine tasarlanan bir projeyse- bir tesise ihtiyaç var. Ya da bir okul... Adına her ne dersen işte..."

 

Birleşen parçalar büyük resme eklendiğinde artık daha fazla veriye sahipti Aras, daha fazla ipucuna...

 

Babası sözünü kesmeden merakla onu dinlemeye devam edince konuyu daha fazla uzatmamak adına aklındaki fikri doğrudan söyledi. "Tilkiler bir projeyse ve en büyük tehditse, o zaman belki de onları ürettikleri o tesis ya da okulu bulup yok etmeliyiz. Böyle bir hamlenin altından kalkabilmesinin imkânı yok Rauf Karan'ın. Ne de olsa elindeki en büyük gücü kaybetmiş olacak."

 

Fatih Bey düşünceli bir tavırla çenesini sıvazlayarak oğlunun sözlerini kafasında değerlendirdi. Ardından ihtimalleri kafasında tartmış gibi başını iki yana sallamıştı. O an babasının gözünde çoktan bu ihtimalin elendiğini görmüştü genç adam.

 

"En son dokuz, on yıl kadar önce Kolombiya'da bir tesis olduğu biliniyordu evet ama..." diyerek açıklamaya girişti Fatih Altuğlu. "Senin gibi düşünen bir topluluk tarafından, doğrudan yapılan bir suikast girişimi ile hedef alındılar ve tesis başka bir yere taşındı. Şu an nerede olduğunu ise kimse bilmiyor."

 

'Ne tesadüf?' diye geçirdi aklından Aras.

 

Poyraz Karan'ın yeri de kimse tarafından bilinmiyordu, bu tesisin yeri de...

 

Dudağının bir köşesi kıvrıldı ve zihninde iki parça daha birleşti.

 

Poyraz Karan tam olarak o tesisin içindeydi, bunu iliklerine kadar hissediyordu. Yani birini bulduğu taktirde diğeri zaten avuçlarında olacaktı.

"Şimdilik..." diye mırıldandı babasının gözlerinin içine bakarken. "Ama bu çok uzun sürmeyecek."

⏳ (Dürüst bir yorum xhjzjxj Yazar ağzından yazmaktan sıkıldım shjsjsj Siz okumaktan sıkıldınız mı bilmiyorum ama ben tam şu noktada sıkıldığım için yastığımı falan kemirmeye başlayacağım az kaldı. Neyse çok az kaldı, sonra Yazgı'ya geçeceğiz çok şükür😭 Hadi devam o zaman🥹)⏳2

 

Gün gecenin üzerine devrildi, kapanan kapılar en değerli sırları bir bir ardlarına gizledi. Ama unutulan bir şey vardı ki o da; kapanan her kapı bir gün yeniden açılır, ardına saklanan sır ne kadar derin olursa olsun ortaya saçılırdı.

 

Şarja takmayı unuttuğu o telefon yatağının baş ucunda şarj olurken sırtını yatak başlığına yasladı genç adam ve dizinin üzerinde duran bilgisayarına harddiski bağladı.

 

Başını kaldırıp balkona baktığında koca bir boşlukla karşılaşmak beklediği şeydi. Yalnızca sigara içmek için balkona çıkıyor, bir dalın yangını süresi boyunca kalıyor sonra odasının kalın perdelerinin ardında yeniden gözden kayboluyordu.

 

Onun günlük rutini gibi bir şey olmuştu bu artık.

 

Ellerini gür saçlarının arasından geçirip saçlarını dağıttıktan sonra bilgisayarına döndü ve bağlanan harddiski açtı.

 

Karşısına iki klasör çıkmış ve klasörler KONTES(2018) ve KONTES(2020) şeklinde adlandırılmıştı.

 

2018 olana tıkladığında karşısına bu kez bir dolu video çıktı, bu videolar da kendi içlerinde turnuva ve tur sayısına göre sıralanmışlardı ve her birinin yanında maçın olduğu dövüşçülerin isimleri yazıyordu.

 

İlk sıradakine baktı. Bu onun ilk turnuva dövüşü olmalıydı.

 

Kontes - Nokta

 

İçine çektiği derin bir nefesle videonun üzerine tıkladığında, bir an bilgisayarın sonuna kadar açık olan sesi yüzünden gürültülü müziğe karışan seyircinin coşkulu sesiyle spikerin pervasızca bağırışı odanın içinde yankılandı. Alelacele sesi kıstı.

 

Tek bir açıdan, kafesin en net görüntüsü ile çekilmişti kayıt. Tıpkı o gece olduğu gibi burada da spiker saçma sapan espriler yaparak açılışı yaparken gözlerini devirdi Aras. Kumite'nin spikerlerinde genel huy falan olmalıydı bu.

 

En sonunda isimleri anons ettiğinde nedenini bilmediği bir şekilde nefesini tuttu. Ringe ilk Nokta denen iriyarı bir herif girmiş ve havaya savurduğu yumrukları ile seyirciyi daha da coşturarak herkesi selamlamıştı.

 

Sonra Spiker yeniden konuşmaya başladı.

 

"Onu henüz tanımıyorsunuz..." dedi alaycı sesiyle. "Ve muhtemelen bu geceden sonra da tanımanıza gerek kalmayacak, çünkü ilk kafes deneyimi için amatör ligini değil, turnuvaları tercih etmesi çok aptalca ve bu maçtan sağ bile çıkamayabilir." diye devam eden cümleleriyle tarafını belli edip ringe çağırdığı dövüşçüyü alenen aşağılmaya başlamıştı.

 

"Kendine Kontes deme cüreti göstererek asıl Kontes'in tacını devraldığını iddia eden o çaylak geliyor!"

 

Bir an karşısındaki adamın sözleri ile sinirlendi Aras. Bilgisayarın ekranından uzanıp o ahmak spikeri ve onun sözleriyle daha da keyiflenip coşan seyircinin her birini kendi elleriyle boğmak istedi.2

 

Kafesin açılan kapısından içeri giren kadını gördüğünde bir an ne gördüğünden emin olamadı genç adam. Ne görmeyi beklediğini o da bilmiyordu ama bunu beklemediği kesindi.

 

Şu an olduğu her şeyden çok uzaktı...

 

Dün gece, bir çift dipsiz kuyunun dibinde gördüğü o kız çocuğu duruyordu o kafesin ortasında.

 

Gerçekten küçük bir kız...

 

O kadar ürkek ve çekingen görünüyordu ki, Aras'ın lügatındaki her bir kelime tükendi sanki.

 

Şimdi nasıl ki o kafeslerin içine aitmiş, o kafeslere hükmeden kişiymiş gibi görünüyorsa; videoda dönen kayıtta sanki hiç oraya ait değilmiş, yanlışlıkla oraya düşmüş gibi duruyordu.

 

Hayattan tek bir umudu kalmamış gibi bomboş bakıyordu etrafına. Omuzlarında tonlarca ağırlık varmış gibi yorgun, nefes almaya bilr takati yokmuş gibi bitkin... Seyirciler bağıra çağıra rakibinin adını tezahürat ederken o bunlarla hiç ilgilenmiyormuş gibiydi.

 

Maç başladı...

 

Rakibi saldırdı...

 

O hiçbir şey yapmadı.

 

Rakibi arka arkaya attığı yumruklarla onu mahvederken kılını bile kıpırdatmadı.

 

Yan taraftan bir adam kadraja girdi. Elini kafesin teline vururken "Yazgı!" diye gürledi adeta, ama kafesin içindeki kadın onu hiç duymuyordu.

 

Nokta onu yeni bir yumrukla yere yığarken yüzü gözü kan içinde kalmış gibiydi.

 

Bir amacı vardı besbelli ama o amaç kazanmaya yönelik değildi.

 

Bir an gözlerinin açıldığını gördü Aras. Nokta gövdesine oturup arka arkaya yumruklarını onun yüzüne indirirken yarılan kaşından ve yanağından akan kanlar ringin beyaz zeminini kızıla boyuyordu. Yazgı ise yediği yumruklara hiç aldırmıyor, gözlerini bile kırpmadan yukarıdaki bir noktaya bakıyordu.

 

Seyircilerden yükselen coşkulu ses kafese yaklaşan adamın sesini yuttu ama ne söylediğini anlamak için onu duymaya gerek yoktu. Yalvarıyordu Yazgı'ya ayağa kalkması, bir şey yapması için...

 

Ölüyordu ama o hiçbir şey yapmadan öylece tavana bakmaya devam ediyordu.

 

Nokta sonunda sıkılmış gibi son bir yumruk indirdi Yazgı'nın yüzüne ve ayağa kalkıp ellerini havaya kaldırarak zaferini kutladı.

 

Bu hareket ile seyirciler daha çok coşmuş, spiker ben demiştim der gibi Nokta'ya övgüler yağdırmaya başlamıştı.

 

Durmadı Nokta. Uzanıp yerde cansız bir beden gibi yatan Yazgı'yı kolundan ve bacağından tuttu. Zaten zapzayıf olan kızı hiç zorlanmadan başının üzerine kaldırdığında Yazgı'nın ağzından ve burnundan dökülen kanların birkaç damlası yüzüne, başının üstüne aktı.

 

Anlamıyordu Aras.

 

Yine önünde bir yığın parçalar vardı ama bu kez hiçbir parçayı diğeri ile uyduramıyordu.

 

Nasıl?

 

Aklı almıyordu.

 

Yenilgisiz değil miydi bu kadın? O zaman bu neydi?

 

Nokta kendi etrafında iki tur döndüğünde ne yapacağını anladı ve bir an bakışlarını kaçırmamak için kendi ile savaştı.

 

Hiç düşünmeden kızı ringin tellerine doğru savurduğunda istemsiz nefesini tuttu Aras. Sertçe tellere çarpışını izledi ama hepsi bu kadar da değildi, örgüden kopan iki parça telin Yazgı'nın omzunu yırttığı anı saniye saniye izledi.

 

Ejderha dövmesinin olduğu noktayı...

 

Telin kenarına içi boşalmış bir un çuvalı gibi yığılan kadına bakarken işinin bittiğini düşünüyordu. Kaşından, burnundan, ağzından akan kanların yanına omzunun yırtılan derisinden akan kanlar da eklenmişti. Korkunç görünüyordu omzu, iz kalmamış olmasının imkânı yoktu.

 

İzi kapatmak için dövme yaptırmış olmalıydı...

 

Juriler de aynısını düşünüyor olmalı ki metal çana tokmak bir kez vuruldu. O tokmağın onuncu vuruşunda da ayağa kalkmış olmazsa maçı Nokta kazanacaktı.

 

Keza nokta çoktan kazandığını düşünüyor olmalı ki sevincini şimdiden kutluyor, tellere tırmanarak zafer yumruğunu havaya sallarken ses tellerini yırtarcasına bağırıyordu.

 

Yandaki adamın Yazgı'nın olduğu tarafa dolandığını gördü, şimdi onu çok daha net görüyordu ve tanıdık siması kaşlarını çatmasına neden oluyordu.

 

Hayır tanıdığından değil, daha bu sabah gördüğü o beyaza yakın sarı saçları olan, sistemine sızan hacker kıza çok benziyordu adam. Onun babası falan olmalıydı.2

 

"Kalk." diye bağırdı adam. "Ben seni bilerek yenil diye eğitmedim, Maya annesinin kutsal adını sen bilerek yenil diye sana vermedi. Ayağa kalk!"

 

Yazgı'nın hafifçe kıpırdadığını gördü.

 

Tokmak zile beşinci vuruşunu yapmıştı.

 

Başını kaldırdı Yazgı ve Aras şaşırdı. O kadar darbeden sonra bayıldığını düşünmüştü ama hayır...

 

Dudakları kıpırdandı ama akan kan ve gürültü yüzünden de söylediğini anlamak mümkün değildi.

 

"Yorulamazsın!" diye gürledi adam teli sıkıca tutarken. Zorluyordu ama gözlerindeki acı ve şefkat o kadar belirgindi ki...

 

"Sen daha kötülerini de gördün, en karanlık gecelerinden sağ çıktın... Ayağa kalk!"1

 

Yazgı başını iki yana salladı ve Aras o an dudaklarını okuyup ne söylediğini anladı.

 

"Yaşamak istemiyorum."2

 

Anlamıştı... Anlamıştı çünkü, onun kendi en karanlık gecesinden sabahına sağ çıktığı günden sonra, uzun bir süre aynaya her baktığında söylediği şeydi bu.

 

Yaşamak istemiyorum...

 

Yaşamak istemiyorum...

 

Yaşamak istemiyorum...

 

Yaşamak bazen de istenmiyordu. Altından kalkamayacağını sandığın bir dolu yükün altında ezilirken bir daha asla ayağa kalkamayacağını düşünüyordun ama sonra karanlık diniyor, güneş doğuyordu. Yeni başlayan gün, yeni umutları da beraberinde getiriyordu ve en başından beri içinde olan o güce uzanacak cesareti buluyor, tutunuyor ve yeniden ayağa kalkıyordum.

 

Dirseklerin kanasın önemli değil, dizlerin yara izleri ile dolu olsun...

 

Sen ayaktasın ya gerisi önemli değil. Kan durur, yaralar iyileşir ve sen yeniden ayağa kalkabilmenin gücünden aldığın o cesaret ile yoluna devam edersin.

 

"Yaşayacaksın..." dedi adam yalvarır gibi. "Ölmek için girdin biliyorum ama yaşayacaksın. Ölürsen onun yanına kâr kalır, intikamını alamazsın yaşadığın her şey bir hiç uğruna olur. O yüzden ayağa kalk ve gerçekten kim olduğunu göster. Gözlerinde yana o ateş ile küle çevir önüne geleni, sonra doldur bir fanusa ve külleri onun zamanını belirlesin."

 

Tokmak zile sekizinci kez vurdu.

 

Dokuzuncu kez vurdu.

 

Tam onuncu kez vurmak için harekete geçmişlerdi ki Yazgı ellerini zemine yaslayıp üst bedenini kalkmaya zorladı. Kalktı da.1

 

Coşkuyla şakıyan kimseden çıt çıkmadı o an, koskoca alanı bir ölüm sessizliği sardı. Nokta denen herif bile zafer kutlamalarına ara vermiş ve inanamayan gözlerle Yazgı'ya bakıyordu.

 

Tokmak onuncu kez vurmadı çana.

 

Yazgı Deha Yaman, ölümle yaşam arasındaki o çizgide durdu ve Kontes, damlayan kanlarının küllerinden doğdu.

 

Rakibine öyle bir saldırdı ki sanki tek bir yumruk bile yememiş gibiydi. Sanki kaşı ve yanağı yarık olan, ağzından ve burnundan kanlar boşalan, omzundaki deride birbirine paralel duran koca iki yırtık olan o değilmiş gibi...

 

Nefes bile aldırmadı Nokta'ya.

 

Zaten affalayan adamın kendini toparlamak için zamanı bile olmamıştı.

 

Seyircinin biraz önceki coşkusu gitmişti kimseden çıt çıkmıyordu, spiker suspustu ve ölüm sessizliği hâlâ her yerdeydi.2

 

Duyulan tek ses Yazgı'nın attığı yumrukların sesine eşlik eden adamın inlemeleriydi.

 

Çok kısa sürdü adamın yere yığılması.

 

Yazgı durur sandı Aras ama durmadı. Adamın boynuna dolanan bacakları ile onun nefesini keserken kimse müdahale etmedi.

 

Hâlâ zayıftı, hâlâ küçük bir kızdan başka bir şey değildi. Ama gözlerindeki o alev, gayyadan daha yakıcıydı.

 

Rakibinin bayıldığından emin olduktan sonra ayağa kalktı ve sessizliğin arasında seyirciye minik bir reverans yapıp sessizce çıktı kafesin içinden.

 

Tıpkı bir kontese yakışır gibi...

 

Yerde kanlar içinde kalan adamı kollarından sürükleyerek dışarı çıkardılar ve spiker memnuniyetsiz bir sesle Kontes'in ilk galibiyetini ilan etti.

 

Seyirciler de onun kadar memnun değildi durumdan çünkü yatırdıkları bahisler ellerinde patlamıştı ama istemsizce Aras'ın göğsünde gururun minik tohumu filizlenmeye başlamıştı.

 

Tıpkı kenardan eserini izleyen adamda olduğu gibi...

 

Diğer videoya geçti Aras, sonra diğerine ve diğerine...

 

Ondan sonraki her maçta biraz daha hızlı ve biraz daha ölümcül hâle gelen, her geçen anda kafeslerin içine daha fazla yakışan, kafesi ve seyirciyi kendi avucu içine alan kadını zevkle izlerken duygularından kendi bile habersizdi.

 

O yalnızca maç izlediğini düşünüyordu ama durum hiç öyle değildi ve bunu anladığında her şey için çok geç kalmış olacaktı.

 

Saat geceyarısına devrildi önce, ardından da şafağın soğuk vakitlerine... Gözünü bile kırpmadı Aras ve en sonunda tüm kayıtları bitirdiğinde, hayatı boyunca ilk kez kendinden utanırken buldu kendini.

 

Haksızlık yaptığını biliyordu. Daha o cümleyi kurarken biliyordu ama şimdi...

 

Kendinden utanıyordu.

 

"Bu torpil, paranın gücü mü Yazgı Deha Yaman yoksa bacaklarının arasına mı borçlusun."

 

Görene kadar yaptığı haksızlığın boyutunun kesinlikle farkında değildi ve şimdi gerçek önünde serili durumdaydı.2

 

Derin bir iç çekip bilgisayarını kapattı ve kenarda duran komodinin üzerine koymaya yeltendiğinde, daldığı maçlar yüzünden varlığını unuttuğu telefon gözüne çarptı.

 

Ah, bir de o vardı öyle değil mi?

 

Bakıp bakmamak arasında kararsız kaldı, yarına erteleyebilirdi ama sonra vazgeçti. Elleriyle onlarca kez dağıttığı saçlarını yeniden dağıtıp telefonun açma tuşuna bastı ve ilk an yaşadığı hüsranın aksine şimdi, eski bir model olmasına rağmen telefonu zorlanmadan açıldı.

 

Numaraları kontrol etti, mesajları... Koca bir hiçten başka bir şey yoktu. Sonra parmağı fotoğraflar dosyasına dokundu. Yine bir hiçle karşılaşmayı beklerken önüne bir yığın fotoğraf düştüğünde şaşırdı Aras ve çatılan kaşları ile fotoğrafları tek tek gezmeye başladı.

 

Garipti.

 

Yazgı'nın küçüklük fotoğrafları ile doluydu ama hepsi habersiz çekimdi. Bahçede koşup oynarken, hamakta sallanırken, kitap okurken, yemek yerken... merdivenden inerken ve çıkarken... O kadar çok vardı ki. Üç yaşındaki hali, beş yaşındaki hali, on yaşındaki hali... Sanki biri her anını kaydetmeye yemin etmiş gibi...

 

Resimlerdeki sevimli kız çocuğu istemsiz Aras'ın yüzüne bir tebessüm konudurmuştu. O kadar masum ve sevimli görünüyordu, dünyanın tüm kötülüklerinden uzak ve habersiz gibi...

 

Ve bir ayrıntı daha dikkatini çekmişti Aras'ın. Özellikle çocukluk resimlerinde görünen, elinden bırakmadığı kocaman bir kırmızı peluş ayıcığı vardı, onun için dünyadaki her şeyden değerliydi besbelli, yemek masasında bile elinden düşmüyordu.

 

Daha sonra incelemek üzere fotoğraflardan çıktığında alttaki videolar sekmesi gözüne çarptı bu kez. Orasının da fotoğraflar kadar dolu olduğunu düşünerek girdiğinde yalnızca iki video çıkmıştı karşısına. Biri bir dakika yirmi üç saniyeden ibaretti, diğeri on yedi dakika otuz iki saniyeydi.2

 

Kırk üç saniyelik olanı açtığında iki çocuk girdi kadraja. Yazgı yedi yaşında ya vardı ya yoktu, yanındaki oğlan çocuğu ise ondan bir yaş daha küçüktü. Yazgı'nın elinde yine kırmızı ayıcığı vardı ve kocaman bir gülümseme ile kameraya gülümserken "Hangimizi daha çok seviyorsun anne?" diye soruyordu.

 

Arkadan naif bir gülme sesi geldi ve genç bir kadın "İkinizi de çok seviyorum bebeğim." dedi. Ardından bir el kenardan çıktı ve Yazgı'nın uzun dalgalı saçlarını okşadı usulca.

 

Gözlerindeki ışığı gördü Aras, sevgiyi ve mutluluğu.

 

Şimdi hiç esamesi okunmayan tüm güzel duygular oradaydı...

 

Bir zamanlar gerçekten çocuktu...

 

Mutlu, seven ve sevilen bir çocuk...

 

Oturdukları hamak usulca sallanmaya başlarken kadının yumuşak sesinden usulca bir şarkı dökülmeye başladı.

 

Sen gülünce güller açar, gülbeyaz

Bülbüller seni söyler, biz dinlerdik, gülbeyaz

Sen gelince bahar gelir, gülbeyaz

Dereler seni çağlar, sevinirdik, gülbeyaz

Güz yağmurlarıyla bir gün göçtün gittin

İnanamadık, gülpembe

Bizim iller sessiz

Bizim iller sensiz

Olamadı, gülbeyaz

Dudağımda son bir türkü, gülbeyaz1

Hâlâ hep seni söyler, seni çağırır, gülbeyaz...

 

Sonra arkadan bir adam "Poyraz, oğlum..." diye seslenmiş, kadının geçeceği diğer nakaratın önüne geçmiş, Poyraz oturduğu hamaktan bir hışımla "Baba!" diye sevinçle şakıyarak kalkmış ve Yazgı onun arkasından gözlerinde sönen ışıkla bakakalmıştı. Kucağında duran kırmızı ayıcığına sımsıkı sarılırken bir adım ötesinde özlemle babasına sarılan kardeşini gıpta ile izlemiş sonra da bakışlarını kaçırması ile video son bulmuştu.

 

Şarkının Gülpembe kısımlarının değiştirilmiş olması dikkatinden kaçmadı Aras'ın.

 

Gülbeyaz...

 

Beyaz gül...

 

Anlamının annesine dayandığını o an anladı.

 

Ekranda donakalan küçük kızın kırık gözlerine bakarken her nedense ona sarılma isteği ile doldu taştı.2

 

Babasını özleyen küçük bir kızdı...

 

Babasına hiç sarılamayan...

 

Bir şey, bir his bakışlarını kaldırmaya zorladı onu.

 

Ve işte oradaydı...

 

Dirseklerini balkonun metal korkuluklarına yaslamış parmaklarının arasında duran sigarasını yavaş yavaş içine çekerken kaldırdığı başı ile gökyüzünü izliyordu.

 

Bir an baktığı o kadında, videodaki küçük kızı gördü genç adam...

 

"Malen'kaya devochka..." (Küçük bir kız) diye mırıldandı yine kendi kendine. "Ranenaya malen'kaya devochka..." (Yaralı küçük bir kız)

 

"Senin hakkında daha ne kadar yanılmış olabilirim?"

 

Yazgı her zamanki süre boyunca sigarasını içti ve Aras, artık bir alışkanlık haline getirdiğini bile fark etmediği bu süre boyunca gözünü bile kırpmadan onu izledi.

 

Yazgı ondan tarafa bir kez bile bakmadan arkasını dönüp odasına girerken Aras da telefona dönmüş ve gördüğü ikinci videoya tıklamıştı.

 

On yedi dakika otuz iki saniye...

 

Video açılmadı...

 

Birkaç kez daha denedi Aras açmayı, hatta telefonu kapatıp açtı, bir de öyle denedi ama yine bir sonuç alamadı.

 

Görüntüye ulaşılamadı yazıyordu ekranda yalnızca...

 

Anlaşılan bunu ekibine bırakması gerekecekti. Bu yüzden telefonu tamamen kapatıp komodinindeki çekmeceye attı ve sonunda yatağına uzandı.

 

Zihninin içi girdap gibi dönerken gözlerini kapattı ama uyumadı, uyuyamadı...

 

On yedi dakika otuz iki saniye...

 

Aklı oradaydı.

 

Sırların kapıları açılır ve sırlar ortaya saçılırdı ya hani...

 

Ama her kapı açılmak için kendi zamanınım gelmesini beklerdi...

 

 

YAZGI DEHA YAMAN'DAN:

 

Beklediğim kadar kötü değildi...

 

Karşımda annesinin kucağından oturmuş pörtlek gözleri ile bana bakan bebekle göz göze gelmek...

 

Günler birbirini kovalayıp duruyordu ve Aras beklediğimin aksine evde kalarak işimi çok kolaylaştırıyordu. Zorlaştırması gerekmez miydi oysaki?1

 

Neyse, şikayet etmeyecektim...

 

Onun çalışma odasına kapandığını gördüğümde öğrencilerimi buraya çağırıyordum ve antrenmanlarıyla bizzat ilgileniyordum.

 

Sonunda odama istediğim şeyler dün takılmıştı ama yatağım hâlâ kenarı alınamamıştı çünkü benim için ölüp biten o kaderin nazlı cilvesi, gelen ustanın matkabının yatağın vidaları ile uymamasına karar vermişti.

 

Ne de şanslıydım ama...

 

Bahçedeki adamların değişim gününe denk gelmiştim bugün ama Osman ya da Yener gelir gelmez yapacağım ilk şeydi bir matkap isteyip lanet olası yatağı kenarı çekmek.

 

Adı Nefes olan küçük bebek bana dilini çıkarıp -bana gülümsediğinde ona gülümseyerek karşılık vermediğimden olsa gerek her iki dakikaya bir o pörtlek gözlerini yüzüme dikiyor, memnuniyetsizce yüzünü buluşturuyor sonra dilini çıkarıp annesinin boynuna sokuluyordu- yine annesinin boynuna sokulduğunda Sühandan bana özür dilercesine baktı yine.

"Normalde hiç huyu değildir böyle şeyler ama..."2

 

Elimdeki suyun kalan son yudumu da içerken omuz silktim. "O gün de söylemiştim ben çocuklarla anlaşabilen biri değilim, O yüzden benden hoşlanmaması normal, çünkü bebekler hisseder."

 

Birkaç gün önce sabah koşusundan geldiğimde ilk kez karşılaşmıştık onunla burada. Tabii o zaman yanında bu... küçük canavar yoktu. Sadece Hicran abla ve Sara vardı.

 

Sara o gün sabah koşularımda bana eşlik etmeye karar vermişti ama ertesi gün olduğunda zaten uyanamayacağını bildiğimden onu bekleme zahmetine girmemiştim. Ondan sonraki gün ve ondan sonraki gün de... Keza farklı bir şey de olmamıştı.

 

O gün ben kendi kahvaltımı hazırlarken onların beni de içlerine dahil etmeye çalıştıkları sohbetlerine kulak misafiri olmuş ve bilmediğim pek çok şeyi öğrenmiştim. Mesela Sühandan'ın Aras'ın kuzeni olduğunu, Nefes'in babasının başka bir adam olduğunu, çocuğu kabullenmediği için Sühandan hamileyken ona neler yaptığını ve Aras'ın Nefes'i kendi nüfusuna alıp ona babalık yaptığını gibi...

 

Sühandan'ı Aras'ın sevgilisi falan sandığımı fark ettiklerinde Sara da Sühandan da ağızlarınadaki çayı püskürtmüşlerdi ama neyseki yanlış anlaşılma çözülmüştü.

 

Çocuğun babasına ne olduğunu sorduğumdaysa derin bir sessizlik sarmıştı mutfağı. Ve o an anlamıştım Aras Akın Altuğlu'nun gazabının o herifin üzerine yağdığını. Ama eminim hak ettiğinden çok daha azını yaşayarak geberip gitmişti piç...

 

Maden çocuk istemiyordu, sikini de uçkurunun içinde tutmayı becerebilseydi o zaman!

 

Konu erkekler ve o ezik egoları olduğunda, özellikle o ezik egolarını kadınların üzerinden tatmin etmeye çalıştıklarında deliriyordum. Öylelerinin her biri aşağılık kompleksli, özgüveni olmayan, zavallı, aciz piç kurularını tekiydi!

 

Eh, en azından Aras'ın da arada bir, bir işe yaradığı oluyormuş demek... O kadar da faydasız değilmiş...

 

Hicran abla her ne kadar kahvaltımı hazırlamaya gönüllü olsa da belli bir beslenme düzeninde ilerlediğimden onu kibarca reddetmiştim ve kendi yemeklerimi kendim hazırlıyordum. Bana bakarken gözlerinde oluşan o minnettar ifadeden ve sıcacık histen kaçmak adına da attığım bir adımdı bu aynı zamanda. O his... beni biraz rahatsız ediyordu doğrusu...

 

Dile getirmekten de çekinmemişti ayrıca. Kocasını kurtardığım için bana minnettardı ama bence bu duyguyu yalnızca kendine karşı hissetmeliydi. Çünkü o gün aniden ortaya çıkmamış olsaydı muhtemelen Mahzun'u kurtarmak için kılımı kıpırdatmazdım. En azından Aras yalvarana kadar...

 

Ben mutfaktan çıkmak için hareketlendiğimde Sühandan hâlâ Nefes denen o küçük velede püre hâlindeki mamasını yedirmeye çalışıyordu ama küçük velet o yemekle hiç ilgilendirmiyor gibi arkamdan dil çıkarmaya devam ediyordu.

 

Küçük velet işte...

 

Hatta Küçük Canavar!

 

Tam kapıdan çıkarken arka arkaya mutfağa gelen Pınar ve Hilal -İkisi de evin çalışanıydı- ile neredeyse çarpışıyorduk, son anda kenarı çekilerek olası bir çarpışmanın önüne geçmiştim. Akşam yemeği hazırlığının telaşındaydı ikisi de, sofrayı kuruyorlardı.

 

Pınar özür dilercesine bir baş hareketi yaptığında aynı baş hareketi ile karşılık verip önüme döndüm ve yoluma devam ettim.

 

Bugün büyük gündü...

 

Adımlarım önce çalışma odasına ilerledi.

 

Zaman su misali akıp geçiyordu ve toplantının saati her geçen saniyede biraz daha yaklaşıyordu.

 

Bugün, o toplantıya ilk kez girecektim... Masanın üzerindeki o görünmez kartları paramparça edecek ve kendi kartlarımı yeniden dağıtacaktım.1

 

Çalışma odasının kapısını çalma gereği görmeden açtım.

 

İçerisi boştu.

 

Oysaki her gün bu saatlerde burada olurdu.

 

Bir an acaba benden habersiz dışarı mı çıktı diye düşünürken kapının önünden geçen Esin Hanım varlığımı fark edip duraksadı. Başını çevirip o sevecen gülümsemesiyle bana bakarken "Aras'a mı bakmıştın?" diye sordu.

 

Başımı sallayarak onu onayladım ve çalışma odasından çıkıp koridorda karşısına geçtim. Eliyle yukarıyı işaret etti. "En üst katta bir spor salonu var..." diye açıkladı yumuşak ve kibar sesiyle. Pekâlâ kimse bu evde bir spor salonu olduğundan söz etmemişti. Ev o kadar büyüktü ki daha pek çok noktasını görmemiştim bile.

 

"Oradadır muhtemelen..."

 

Başımı sallayarak onayladım onu ve teşekkür edip yanından ayrıldım.

 

Merdiven beni üst kata taşırken ona söyleyeceğim sözcükleri zihnimin içinde tartıyordum.

 

Kelimelerimi doğru seçmeliydim ki Aras'ın reddedeceği bir alan kalmamalıydı. Bana inadından yine reddetme ihtimali vardı elbette ama onu neyin cezbedeceğini biliyordum.

 

Asansör durduğunda ve kapılar kayarak açıldığında alt kattakilerin aynısı olan bir koridor karşıladı beni.

 

Başta ne tarafa gitmem gerektiğini bilemedim ama tanıdık gelen yumruk sesler pusulam olup yolu gösterdi.

 

Sağ kanada yöneldiğimde önüme çıkan ardına kadar açık kapıdan loş mavi bir ışığın yansıdığı spor salonunu gördüm.

 

Koca bir salonun büyüklüğündeki alanın bir tarafında çeşitli spor aletleri varken diğer tarafında koca bir yüzme havuzu vardı ve içerinin loş bir mavi görünmesinin sebebiydi o havuz.

 

Şaşırmalıydım belki de ama hiç şaşırmadım. Aksine böyle bir manzara ile karşılaşmamış olsaydım muhtemelen o zaman şaşırırdım.

 

Yumruk sesleri gelmeye devam etmese Aras'ın burada da olmadığını düşünürdüm ama gelmeye devam ediyordu o sesler.

 

Bu yüzden adımların salonun içinde ilerledi ve ilerideki bir köşeyi dönene kadar da durmadım.

 

En köşeye kurulmuş, yukarıdan zincirle sarkan bir kum torbasının önünde buldum onu.

 

Yumruğunun eklemlerine sardığı beyaz bandajlar, artık ne kadar süredir yumruk atıyorsa hafifçe kan ve terle ıslanmaya başlamıştı. Attığı her yumrukta sırt kasları kasılıp dalgalanırken, kürek kemikleri bir şeytanın kanatları gibi açılıp kapanıyordu.

 

Vücudunu sırılsıklam yapan ter damlaları alnına dökülen saçlarından bile damlıyordu her hareketinde.

 

Bir yumruk ve bir yumruk daha...

 

Sanki bir şeye çok sinirlenmiş de hırsını kum torbasından çıkarıyormuş gibi bir hali vardı.

 

Kabul etmeliydim, yumrukları sağ ya da sol fark etmeksizin çok sağlamdı.

 

Her darbesinde zincir sanki kopacakmış gibi sesler çıkarırken kum torbası adeta inliyordu.

 

"Manzarayı mı sevdin?" diye sordu bana bakmadan alaylı bir sesle ve bir yumruk daha indirdi torbaya.

 

Vücudu, usta bir heykel tarafından yontulmuş gibi mükemmel orantılıydı ve karnını süsleyen karın kasları da öyle...

 

Ama sevmek?

 

Pardon?

 

Dudaklarımdan alaylı bir gülüş dökülürken kollarımı göğsümde bağlayıp onu baştan aşağı süzdüm. Siyah şortunun bel kısmı da terden ıslanmıştı ve karın ve sırt kaslarını okşayarak inen her bir ter damlası, şortunun başlangıç noktasında gözden kaybolup siyah kumaş tarafından emiliyordu.

 

"Manzara mı, sen mi?" Burnumdan dökülen yeni bir alaycı gülüşün ardından başımı iki yana salladım.

 

Durdu, kollarını indirirken başını çevirip kıstığı grileri ile yüzüme baktı.

 

"Gözlerin öyle demiyor ama Malen'kaya Devochka..." dedi yan bir gülüşle.

 

Bu adam cidden...

 

Yüzümü buruşturup ellerimden birini kaldırdım ve "Öncelikle..." diye homurdandım. "Bildiğin Rusça kelimeleri kendine sakla! Anlamını bilmediğim şeylerin bana söylenmesinden hoşlanmam."

 

"Canını mı sıktım?" diye sordu tüm bedenini bana çevirirken. O an diğer kolundaki dikişleri gördüm ve bir an yeni bir şeyler oldu da ben kaçırdım sandım. Ama sadece bir an... Sonra hatırladım tabii... İlk karşılaştığımızda o kolunda taze bir yarası vardı, hatta kanlı olan tek kişi ben değilim diye bir anlığına sevinmiştim bile.

 

"Yanına beş milyon dolarlık çek de yazayım mı?" Şimdi ses tonunda tehlikeli bir tını belirmeye başlamıştı işte.

 

Dudaklarım keyifle kıvrıldı ve kaldırdığım elimi indirip yeniden göğsümde toplanmış olan kollarıma sardım.

 

"Demek öğrendin..."

 

"Neyi? Babamın beni sana resmen pazarladığını mı? Ne yazık ki..."

 

Yaptığı yorum istemsizce gülmeme neden oldu. Oradan bakınca öyle görünüyorsa yapabileceğim bir şey yoktu. Babası onu bana resmen pazarlamıştı evet.

 

Bakışları gülüşümde oyalanırken "Gülme!" diye homurdandı. "Daha çok sinirlerim bozuluyor."

 

Ve bu beni daha çok güldürdü.

 

Bir an gözlerindeki ifadenin değiştiğine şahit oldum ama öyle kısa bir andı ki ne o değişen ifadenin ne olduğunu çözebildim ne de gerçekliğinden emin olabildim.

 

En sonunda gülüşümü bastırırken derin bir nefes alıp kendimi toparladım. "Ortalığı birbirine katmak, ben şöyle tehlikeliyim böyle karanlığım sana bunları bunları yaparım masalları okumak yok mu? Daha sert karşılarsın sanıyordum."

 

Yüzümdeki gözlerini çekip ellerindeki bandajlara yönelirken "Yok..." dedi kısaca. "Babamı kabul ettiği için çatıdan sallandıramayacağıma ve sözleşme çoktan geçerlilik kazandığına göre yok."

 

O kan ve ter ile ıslanmış bandajı çözerken "İyi..." diye mırıldandım. "Sana iban gönderirim oraya bir yirmi-yirmi beş milyon dolar gönderirsin artık."

 

Bandajda olan bakışları hızla yüzüme kalktığında gözleri şaşkındı.

 

"Ne?" diye sordum. "Beni gizlice takip ettin, evimi karıştırdın, çocuklarımı ayarttın, bir de muhtemelen birkaç şey daha yapmışsındır illaki."

 

Sözleşme öncesini dahil etmediğimde bile hesap o kadar kabarıktı ki bir de dahil etsem bugün iflas bayrağını çekerdi herhalde.

 

"İyice paragöz olup çıktın mı sen?"

 

İlk elini bandajdan kurtarıp parmaklarını birkaç kez avucuna doğru yumup açtı ve ekmeklerini rahatlattı. Ardından diğer eline geçti. Yorumu gözlerimi devirmeme neden olmuştu...

 

"Kendim için değil seni ahmak..." diye homurdandım. "Sözleşmeye dahil olan o maddeden gelecek her kuruş -Ki almaya kararlıyım- öğrencilerime gidecek."

 

"Öğrencilerin?" diye sordu bu kez sesinde tuhaf bir ilgiyle.

 

Başımı sallayarak onayladım onu. "Çoğu kimsesizlerden oluşan ve Maya ile birlikte kurduğumuz yurtta kalan çocuklar. Bazıları yetimhanede kalabilme yaşını doldurup katıldı aramıza, bazıları da direkt sokaktan..."

 

Bir kez daha kaldırdı bakışlarını ve ondan gelen şimdiye kadar gördüğüm en sıcak bakışla karşılaştım. Gözlerindeki o buz küpleri ciddi ciddi eriyordu.

 

"Garipsin dediğimde suçlu ben oluyorum."

 

Bulunduğu yorumun ardından diğer elindeki bandajı da çekip çıkardı ve yanıma doğru geldi. Ona bir cevap vermedim. İkimiz de birbirimize göre gariptik anlaşılan.

 

"İkinci olarak..." deyip ilk konuya geri döndüm. Kendini manzara zannettiği konuya... "Kendini manzara olarak nitelendirmen ne tatlı ama Aras ben her gün kas cennetinin içindeyim. Kaslar bu hayatta beni etkileyecek son şey bile değil."

 

"O zaman niye öyle bakıyordun?"

 

Yine ve yeniden gözlerimi devirdim.

 

"Ne olsun istiyorsun Aras, bütün her şey seninle mi ilgili olmak zorunda yani?"

 

Başımı onaylamayan bir ifadeyle iki yana sallayıp "Konuşmamız gerek daha doğrusu, bir yere gitmeliyiz." diye cevap verdim.

 

Tam karşımda durduğunda tek kaşını kaldırıp sorarcasına baktı yüzüme. Şaşırmış görünüyordu çünkü gitmeliyiz demiştim. Bu onu muhtemelen şaşırtmıştı.

 

"Yazgı Deha Yaman'ın gerçek gücünü, görmeye ne dersin?"

 

Kontes'i görmüştü ama Yazgı Deha Yaman hakkında hiçbir fikri yoktu.

 

Konu ilgisini çekmiş gibi dudağının kenarı kıvrıldı ve "Nereye gidiyoruz?" diye sordu.

 

Hiç uğraştırmadan ya da kıvrandırmadan kabul ettiğini görmenin şaşkınlığını bir kenara ittim ve başım omzumun üzerine düşerken "Biraz ortalık karıştırmaya gideceğiz." diye cevap verdim.2

 

Belki birazdan daha çok...2

 

 

Bölümü nasıl buldunuz?2

 

En sevdiğiniz kısım hangisiydi?

 

Karakterler

hakkında ne düşünüyorsunuzzzz? (Aras'a nefret kusanlarla dolu olursa diye korka korka soruyorum gskzhjdd)

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum, minnettarım💖1

 

Bölüm : 03.03.2025 12:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...