Bölüme geçmeden önce lütfen yıldızımızı parlatın✨
Ve satır aralarında bol bol yorum yapın, yorumlarınız benim için çok önemli çünkü kendimi geliştirmemde en önemli araç💖
⏳
Eksik ya da fazla değil, adaletli bir intikam demekti.
Size verilen zararın karşılığını aynı şekilde vermek...
Eksik ya da fazla değil; yandığınız kadar yakmak, yıkıldığınız kadar yıkmak, vurulduğunuz noktanın denginden vurmak...
Benim adalet duygum biraz farklı işliyordu. Karşılık verme anlayışım da öyle...
Parmaklarımı elimdeki bıçağın sap kısmındaki işlemelerin üzerinde gezdirdim usul usul, kabzasına işlenmiş el işi işlemelerde ve işlemelerin arasına ustaca kazınmış R ve K harflerinde...
Ardından bakışlarım itinayla onları kaçırdığım yöne, bıçağın keskin tarafına çevrildi. Vücudumdaki her bir tüy diken diken olurken midem sert bir yumruk yemişim gibi kasıldı.
Bu alışılması imkânsız bir döngüydü, bu bıçağı görmenin üzerimde bıraktığı o his hiç geçmiyordu. Ölüm gibiydi... Her seferinde sanki boğazımı kesiyor, kesilen gırtlağımdan boşalan kanlar beni boğuyordu. Ama bir şekilde hayatta kalmayı başarıyordum, yıkılmamayı, ayakta kalmayı...
Bu his beni öldürdüyordu belki ama şu an olduğum kişiyi doğuran şey de buydu. Öfkemi ve nefretimi diri tutan, durmadan ve durmadan bileyleyip daima keskin kalmalarını sağlayan... Gücümü bana aşılayan ve o gücü besleyen şeydi bu his.
Kaliteli çeliğin üzerinde pas tutmuş gibi görünen, hayatımın dönüm noktası olan lekeye, çeliğin tamamını kaplayan kana baktım. On iki yılın külfetiyle yanıyordu sanki bıçak elimde.
Aslında yanan benim elim, terleyen benim avuçlarımdı...
Bugün dönüştüğüm kadın, dün olduğum kızı cayır cayır yakıyordu avuç içimde. Dönüm noktamın beni taşıdığı zifiri karanlığı onunla aydınlatıyor, yolumu onunla bulmamı sağlıyordu.
İçten içe karanlıktan hâlâ korktuğumu biliyordu çünkü.
Ciğerimi biliyordu benim, arkasına gizlendiğim tüm maskelerimin iç yüzünü biliyordu.
Bıçağın sivri ucunu bir parmağımın ucuna yaslayıp elimde hafifçe döndürdüm. O keskin, sivri baskı kendini hissettirse de tenimi delmedi bıçak.
"Hadi bakalım..." diye mırıldandım kendi kendime. Ardından bıçağın kabzasını kavrayıp onu belimi bir korse gibi saran geniş kemerin üzerindeki son boş kının içine yerleştirdim. "Miadı dolan ilk kum saatini parçalama zamanı geldi..."
Bıçağı sakladığım kutunun kapağını kapatıp onu yeniden çekmecenin içine yerleştirdikten sonra ayağa kalkıp yatağın üzerinde duran siyah uzun trençkotu üzerime geçirdim. Rugan kumaşı odanın beyaz ışığını yansıtıyordu.
Saçlarımı ceketin altından çıkardığım sırada bakışlarım duvardaki saate kaydı, toplantının başlamasına yaklaşık bir saat vardı. Dudaklarım kıvrıldı. Tam zamanında orada olacaktık.
Belimdeki korsede sıra sıra dizili olan bıçakları son kez kontrol ettikten sonra dar pantolonumun üzerinden uyluğuma bağladığım kayışları kontrol ettim. Her iki uyluğumda da vardı o kayışlardan ve üzerlerine bağlı olan kılıfların içindeki silahlarımın ağırlığı kendilerini belli ediyordu.
Trençkotumun iki ucunu önümde birleştirip belimdeki kuşağını kolay çözülebilecek şekilde bağlayarak silahlarımı gizledikten sonra dizlerime kadar gelen ince topuklu çizmelerimin üzerinde dönerek odadaki banyoya ilerledim.
Son kez kendimi kontrol etme ihtiyacına karşı koyamamıştım.
Gözlerimin üzerine çektiğim, bakışlarımdaki yumuşaklığı kırıp bakışlarımı daha da keskinleştiren göz kalemiyle ve dudağımdaki koyu kırmızı rujumla tam da planladığım gibi görünüyordum.
Üzerine kazınacak kadar sıkça adımı geçirdikleri o masayı bugün varlığımla şereflendirecektim, kusursuz görünmeliydim...
Gözlerimin içine baktığında tüm korkularımı görürdü benim...
Bugün ise ona korkumun tek bir zerresini bile vermemeye kararlıydım.
Bugün benden alabileceği tek şey gayyanın kalbinden sökülüp alınmış bir gazap olacaktı.
İnce topukların kulağa ritmik bir melodi gibi gelen tıkırtıları eşliğinde odadan çıkmak için kapıyı açtığımda az daha kapımın önünde duran iri bir bedene çarpıyordum. Son anda kendimi durdurmayı başarıp kırpıştırdığım gözlerimle karşımdaki gri gözlerin sahibine baktım.
Kaldırdığı eliyle kapıyı açmaya hazırlanan Aras'ın bakışlarından geçen anlık şaşkınlık, yüzümü gördüğünde farklı duygulara doğru yelken açtı. Aşina olduğum o buzlara çok tezat duygulardı. Anlamlandıramıyordum. Onda bir şeyler değişmişti ama değişen neydi anlayamıyordum. O buz sarkıtları artık o kadar da sivri değildi mesela. Ya da artık o kadar da nefret ediyormuş gibi bakmıyordu yüzüme, varlığıma tahammül edemiyormuş gibi... Kabulleniş aşamasına geçiyor olmalıydı.
Tek kaşım havalanırken bir adım gerileyip "Ne o?" diye sordum alaylı sesimle. "Kapımın önünde mi yatmaya başladın?"
Gözlerini devirirken burnundan homurtu niteliğinde bir nefes döküldü. Kaldırdığı elini indirirken üzerine tam oturan takım elbisesinin kumaşı gerilmişti. "Kapın, önünde yatmaya değer mi ki?" Benim bakışlarımdaki varlığından emin olduğum alay, onun grilerinde de kol geziyordu.
Boğazından güler gibi bir ses döküldükten sonra bakışları üzerimde gezindi ve başıyla koridoru işaret etti. "Eğer bizi düşündüğüm yere götürmeye niyetliysen, geç kalıyoruz."
Koridora adımımı atıp kapıyı arkamdan kapattım. "Öncelikle hayır kalmıyoruz, oraya tam istediğim vakitte gideceğiz. Ayrıca nereye gittiğimizi düşünüyorsun ki?"
Ona nereye gideceğimizi söylememiştim.
Eh, herkese biraz sürpriz olsun istemiştim.
Özel dikim, jilet gibi ütülü takım elbisesinin ceketinin iç cebine uzanıp bir zarf çıkardı ve koridorda yan yana ilerlemeye başladığımız sırada bana uzattı.
Ne olduğunu anlamak için görmeme gerek yoktu ama yine de parmaklarının arasındaki zarfı alıp kırılmış mührüne ve içinde yazanlara baktım.
Fatih Bey'e davet mektubu göndermişti.
"Cüreti hayret verici değil mi?" diye sordu Aras, bileğindeki değerinin en az evim kadar olduğuna emin olduğum gümüş rengi saati düzeltirken.
Mektubu katlayıp ona uzattım yeniden. Zaten bu katta duran asansörün kabinine yerleştiğimiz sırada "Değil aslında..." diye mırıldandım. "Tam Rauf Karan'ın yapacağı türden bir hamle. Fatih Bey'e meydan okuyor, seni ayağına çekmeye çalışıyor. Masadakilere sizin onu hiç etkilemediğinizi kanıtlama çabasında."
O masadakilere kanlı bir kelle sunmadan sarsılan tahtını yeniden sağlamlaştıramazdı.
Kabin aşağı doğru inerken karşımızda duran aynadan yüzüne baktım. Karşı karşıya dururken boy farkı o kadar belli olmuyordu ama şimdi aynadaki yan yana duran akislerimize baktığımda benden ne kadar uzun olduğunu görmek hayret vericiydi. Hiç kısa boylu bir kadın değildim ama ayağımdaki topuklularıma rağmen çenesine ancak geliyordum. Sinir bozucuydu.
"Ve biz de ayağına gidiyoruz."
Şimdi o da aynadan ifadesiz gözlerle beni izliyordu.
"Her kral, fethinden önce fethedeceği toprağa kendi ayakları ile gider, kuşatır ve alır." Aynadan gözlerinin içine bakarken, onunla bu şekilde konuşmanın ne kadar garip olduğunu göz ardı etmeye çalışıyordum. Bildiğimiz tek dil, nefretti. Aptalca söz yarışları ile birbirimize darbeler indirmeyi denediğimiz, görmezden geldiğimiz ya da birbirimize karşı olan tahammülsüzlüğümüzü çekinmeden gösterdiğimiz o kadar andan sonra bu gerçekten garipti. "Birinin ayağına gitmek her zaman zayıflık göstergesi değil, bazen de cesaretin en büyük örneğidir."
Dudağının kenarı kıvrılsa da cevap vermeden öylece aynadan yüzümü izlemeye devam etti, belki de aklımdan geçenleri yüzümden okumaya çalıştı.
Cidden bu adama ne oluyordu şu birkaç gündür anlamıyordum. Onu ara ara bu şekilde beni izlerken yakalıyordum ama bunu neden yaptığını anlamak mümkün değildi. Çoğu zaman o kaskatı suratından bir şeyleri seçebilmek mümkün değildi. Evet bu an, bu şekilde konuşabiliyor olmamız garip hissettiriyordu ama bundan daha garip olan bir şey varsa o da Aras'ın bana karşı yumuşamasıydı.
Kıyamet gibi alev alev yanan o öfke ve nefret nereye gitmişti?
"Bir dakika..." diye mırıldandım aklıma gelen ayrıntı ile. Kaşlarım çatılmıştı ve aynadan bakmaya bir son verip bedenimi ona çevirmiştim. "Ben sana gelmeseydim bile sen oraya gitmeyi düşünüyordun değil mi?"
Başını usulca bana çevirip omzunun üzerinden bakışlarıma karşılık verdiğinde o grilere eğlenen bir ifadenin emareleri yerleşti. Alnına düşen bir tutam saçı, kaşının hizasına kadar iniyordu. Bir kez cıklayıp kaşlarını kaldırdığında, kaşı o saç tutamını altında gözden kayboldu bir anlığına.
"Sen bana gelene kadar gitmeyi düşünmüyordum." diye mırıldandı usulca, ardından dudağının bir kenarı kıvrılırken başını bana doğru eğip yüzünü yüzüme yaklaştırdı. "Yazgı Deha Yaman'ın gücünü görme düşüncesi ilgimi çekti."
Gözlerim kısılırken başım omzuma doğru yattı. "Dur tahmin edeyim..." diye mırıldandım ve düşünüyormuş gibi yaparak dudaklarımı büktüm. Bu hareketimle bakışları dudaklarıma düştü. Aynı anda gri gözlerinin içinde fazlasıyla kendini belli eden göz bebeklerinin genişlediğine şahit oldum. Bükülen dudaklarım anında düzelirken o da ateşe değmiş gibi bakışlarını kaçırmıştı.
"Onu da torpile bağlama ihtiyacı içindesin değil mi?" diye sordum yüzüne ters ters bakarken. "Tıpkı Kontes'e yaptığın gibi... Paramın gücü mü, bacaklarımın arası mı, yoksa bambaşka bir şey mi? Görmek istediğin bu olduğu için geliyorsun öyle değil mi?"
Yüzü gözle görülür bir şekilde asıldı. Bir elini kaldırıp başparmağının ucuyla şakağını kaşırken aralık duran dudaklarının arasından sıkıntılı bir nefes aktı. "Ben öyle demek istememiştim." diye mırıldandı ondan beklenmeyecek bir şekilde. Algılarım beni mi yanıltıyordu yoksa sesinde özüre çok yakın bir şey mi vardı? "Asla öyle düşünmedim, o cümleyi kurarken bile... Bir anlık sinirle çıktı ağzımdan."
Bu adamın kafasına saksı falan mı düşmüştü?
Kalkan tek kaşımla birlikte dudaklarımdan alaylı bir gülüş dökülürken, kahvelerimi ondan çekip duran asansörün kayarak açılan kapısına baktım. "Bizim orada bir lâf vardır bilir misin Aras?" Ses tonum, sözlerine inanmadığımı net bir şekilde belli ediyordu ama yine de dile getirmekten geri durmadım. Asansörün çıkışına doğru bir adım atmadan önce son kez yüzüne, merakla yüzümü tarayan gözlerinin içine baktım. "At yalanı, sikerler inananı."
Suratındaki o tatmin edici afallamayla ve şaşkınlıkla onu arkamda bırakıp asansörden çıktığımda arkamdan "Yalan değil..." diyerek geldi. "Ciddiyim, öyle düşünmüyordum. Öyle düşünmek için aptal olmak gerekir zaten."
Dönüp ona bakmadan köşeyi dönerken, "Ne iyi bir tespit..." diye cevap verdim sözlerine. "Sen de aptalın tekisin işt..."
Köşeyi döndüğümde gözüme ilişen manzara karşısında sesim kesilmiş, adımlarım durmuştu. Hazırda bekleyen ondan fazla araba, her arabanın başında ise dörder adam duruyordu. Çoğunu tanımıyordum neredeyse. Sadece ilk sıradaki arabanın başında bekleyen Cenk, Osman ve Yener vardı tanıdık olan. Bir de aralarda gözüme ilişen, öğrencilerimle antrenmanlara katılıp öğrencilerimeden dayak yemiş birkaç adam... Yedikleri dayakların izleri hâlâ yüzlerindeydi.
"Biraz gösteriş budalası olabilir misin?"
Gittiğimiz yer hesaba katıldığında yanına birkaç adam alması en mantıklı olandı ama bu...
"Ben değil..." dedi Aras'da hemen yanımda dururken. Onun da gözleri karşımızdaki küçük ordudaydı ve sesi sonunda o alışık olduğum sertlikte çıkmıştı.
Adamlar Aras'ı gördükleri an duruşlarını düzeltip hazır ola geçerlerken ameliyathane odasına giden koridordan gelen ayak sesleri ile başlarımız senkronize bir hareket ile o tarafa kaydı.
Giydiği beyaz gömleğinin üzerine siyah takımının ceketini geçirirken otoparka giren Mahzun, yerde olan bakışlarını kaldırıp bize baktı. İlk olarak Aras'a dokunan bakışları babacan bir tavırla ısınsa da onun hemen yanında duran beni gördüğünde şaşkınlıkla irileşmişti.
Günlerdir uyutmuşlardı zavallı adamı, gündemden çok geri kalmıştı. Gelişmeleri öğrendiğinde kalpten falan gitmeseydi bari...
Etrafındaki çizgilerin daha da belirginleşmesine neden olacak şekilde kıstığı gözleri ikimizin üzerinde gezinirken, anlamaya çalışır gibi bakıyordu. Adımları bizden tarafa doğru yöneldiğinde Aras da yanımdan geçip ona doğru ilerledi ve aramızda birkaç adım açılmışken ortada buluştular.
Erkeklere özgü bir kucaklaşmayla sarıldıklarında bu beni şaşırttı. Ama sonra hatırladım. Mahzun'un göğsüne saplanan bıçağı gördüğünde Aras'ın nasıl telaşlandığını... Bana bile yalvaracak konuma gelmişti de onu kurtaran Hicran abla olmuştu.
Boğazımı temizleyip aklımı bu düşüncelerden uzaklaştırdım. Bir babanın varlığı nasıl hissettirir bilmiyordum ama hisler vardı. Annemden dinleyebildiğim kadarıyla zihnime çizdiğim, uzanıp dokunduğumda o çizgilerin hissettirdiklerinin hayaliyle kendimi ısıttığım hisler... Benim babam yaşasaydı beni çok severdi, herkesten ve her şeyden korurdu. En azından buna tutunabilirdim.
Sonunda ayrıldıklarında Mahzun dönüp bana baktı ve yan yana yürürlerken de o gözlerdeki şüpheci ifade bir an olsun silinmedi.
"Gelmeni onaylamıyorum." dedi Aras grileri bir kez daha karşılarında duran ve heykel gibi dikilmeye devam eden adamlarda gezinirken. "Dinlenmen lazım."
"Yeterince dinlendim evlat." Mahzun'un sesi durumdan hiç memnun değildi. Sonunda üzerimdeki bakışlarını çekip Aras'a döndü. "Günlerdir beni uyutup duruyorsunuz zaten."
"Niye uyuttuk acaba Huysuz İhtiyar?" diye homurdandı Aras da bakışlarıyla onun durumunu işaret edip. "Uyanır uyanmaz yaptığın ilk şey ayaklanmak olmuş, Kuzey beynimi sikecek şimdi senin yüzünden."
"Gelsin bir de benimkini denesin o eşek sıpası." diye karşılık verdi. Onların arasında bariz bir saygı sınırı olduğunu sanırdım. En azından benim soyunma odamın önündeki hallerinden düşündüğüm buydu. Mahzun'un gözlerinde patronuna karşı bariz bir saygı gördüğüme yemin edebilirdim ama şimdi rolleri değişmiş gibilerdi.
"Ayrıca..." diye tersler gibi konuştu Mahzun. "Babanla yaşıt sayılırım. Bana seksen yaşında dede muamelesi yapıp durma. Zaten eklemlerim ağrımış yatmaktan, iyice yaşlı hissediyorum kendimi."
Aras başını iki yana sallarken dudaklarında varlığı belli belirsiz olan bir gülümseme vardı. Sonunda yanıma geldiklerinde Mahzun yine ve yeniden o şüpheci bakışlarını yüzüne dikmişti. "Bu ne iş?" diye sordu o bakışlar hâlâ yüzümdeyken. "Beni uyuttuğunuz süre zarfında ne kaçırdım ben evlat?"
Aras Mahzun'un omzunu dostça bir tavırla sıkarken "Uzun hikâye Mahzun... Uzun hikâye..." demekle yetindi.
Kollarımı göğsümde bağlayıp ağırlığımı bir ayağıma verdiğimde, belimdeki dolu kınlardan birinin ucu hafifçe belimin kenarını dürttü. "Aslında o kadar da değil..." diye girdim araya. Bu adam bana daha ne kadar bu şekilde şüpheyle bakacaktı? "Seni kovup yerine beni işe aldılar."
Şokla gözleri irileşen adam bendeki bakışlarını çekip Aras'a çevirdiğinde bir açıklama bekler gibiydi. "Evlat?"
Dudağımın kenarına kadar gelen gülüşü bastırırken Aras gözlerini devirdi. Ellerini arkasında birleştirirken "Öyle bir şey yok Mahzun, sen yerinde duruyorsun." diye cevap verdi. Bu sırada bana da ters bir bakış atmayı ihmal etmemişti. Ah bu çok daha iyidi. Anlamını çözemediğim bakışlardansa bu aşinalığı tercih ederdim.
"Var tabii..." dedim yeniden küçük oyunuma devam ederken. "Ben paylaşımcı biri değilimdir. Ayrıca baban seni bana sattı, unuttun mu? Ben ne dersem o yani..."
Mahzun daha büyük bir şaşkınlığını içine çekilirken "Fatih Bey seni sattı mı?" diye sordu. Nutku tutulmuştu zavallı adamın. Eh en azından algılarında bir sorun yoktu, sürekli olarak verdikleri ilaçlar beynini sulandırmamıştı.
"Yazgı!" dedi Aras uyarı dolu bir sesle ama onu umursamadan "Sattı tabii..." diye devam ettim. "İki seçeneği var artık Aras Beyinin. Canımı her sıktığında ya bana beş milyon dolar ödeyecek ya da..." Bundan çok keyif alıyormuşum gibi dudaklarım kıvrılırken gözlerimi kaldırıp Aras'ın hoşnutsuzlukla kasılmış yüzüne çevirdim. "Canımı sıktığı süre kadar kölem olacak. Sözleşmede yazan bu..."
"Fatih Bey böyle bir şeyi imzalamaz."
"İmzaladı..." diye cevap verdi Aras da. "Hem de hiç düşünmeden..." Babasına karşı hissettiği derin bir hayal kırıklığı olduğu o kadar belliydi ki. Gülmemek için kendimi zor tuttum.
Ah şimdi kim en sevdiği oyuncağı elinden alınmış küçük bir çocuk gibi görünüyor Aras Bey?
"Sen nasıl onayladın bunu evlat?"
"Bana soran mı oldu sence Mahzun?" diye tersledi Aras onu. "Sözleşme işleme koyulana kadar özellikle beklemiş babam öğrenirim diye."
"Akıllı adam vesselam..." dedim bastırdığım o gülüş dudaklarımın arasından sonunda sızdığında. Sonra ekledim. "Yirmi beş milyon dolarlık çekimi bekliyorum hâlâ bu arada."
Aras dudaklarını sertçe birbirine bastırırken ters bir bakış atmakla yetindi. Bende ona kaldırdığım tek kaşımla meydan okuyarak karşılık verdim ardından yeniden Mahzun'a döndüm.
"Ama seni en çok ilgilendiren kısım bu değil..."
"Dahası da mı var?" diye sordu Mahzun ellerini gayri ihtiyari bir hareketle arkasında birleştirirken.
Başımı aşağı yukarı sallayarak onayladım onu. "Seni ameliyat ettiğim sırada yanlışlıkla göğsünün içinde makas unutmuşum."
Mahzun, tükürüğü boğazına takılmış gibi öksürmeye başlarken rahat duruşunu anında bozdu ve bir eli göğsünün üzerine, dikişlerinin olduğunu bildiğim noktaya kayarken "Ne?" diye soludu şaşkınlıkla.
Aras ise bıkkın bir nefesi dışarı salarken "Ulan kadın..." diye söylendi. "Allah seni benim başıma günahlarımın cezası diye mi gönderdi?"
Ona yeniden ters bir bakış attım. "Sevaplarına ödül diye gönderdi diyeceğim ama zebani kılıklı herifin tekisin. Bence benim günahlarımın cezası olarak seni benim karşıma çıkardı."
Tam cevap vermek için dudaklarını aralamıştı ki sonra kendi içinde bir şeyler homurdanıp bakışlarını çekti benden.
Ah hadi ama... Bir cevap vermesi gerekiyordu...
Normal saydığımız o noktaya yeniden döndüğümüzde kendimi çok daha iyi hissedecektim.
Başımı iki yana sallayıp son kez Mahzun'a baktım. Gözlerinin içine, açık kahverengi irislerinin ortasında iki kara boşluk gibi duran göz bebeklerine... Vermesi gereken refleksler yerli yerindeydi. "İyi görünüyor..." diye mırıldandım. "En azından orada bize ayak bağı olmayacak kadar iyi. Artık gitmemiz gerekiyor."
Onlara arkamı döndüğümde ikisi de şaşkın şaşkın bakakaldılar bana.
Ben adamlara ilerlerken "Göğsümün içinde bir makas yok değil mi Aras Bey?" diye sorduğunu duydum Mahzun'un. Artık adamlara daha yakın olduğumuz bir noktada yeniden bey demeye başlamıştı.
Onların samimiyeti kendi içlerindeydi demek ki. Dışarıya tam bir profesyonel imajı çiziyorlardı ama kendi içlerinde, dışarıya yansıtmadıkları bir abi-kardeş/baba-oğul, artık adına her ne diyorlarsa, ilişkileri vardı.
Aras ne cevap verdi bilmiyorum ama Mahzun "Yarın tam teşekküllü bir hastaneye gidip mr çektireceğim." diye homurdandı.
Gözlerimi devirdim. İki refleks kontrol etmiştik alt tarafı neydi bu tantana?
"Bu kadar adam çok fazla." dedim Aras'a. "Oraya katliam yapmaya gitmiyoruz."
"Aras Bey'i düşmanın inine götürüyorsunuz." dedi Mahzun tüm profesyonelliği ile. "Güvenlik şefi benim ve daha azına kesinlikle müsade etmiyorum."
Bir şey söylemesi için Aras'a baktım. Beni takip ederken peşine tek bir kişi bile takılmamıştı oysaki...
Omuz silkti Aras. "Seni takip ettiğim gün burada Cenk vardı, bugün ise Mahzun... Ve bu konuda Mahzun'u ben bile ikna edemem."
O günkü tahminim doğruydu yani. O gün de Mahzun uyanık olsaydı Aras'ın yalnız çıkmasına asla müsade etmezdi.
Eh, en azından işini doğru yapan birileri vardı.
İçime çektiğim derin bir nefes eşliğinde "Pekâlâ..." diye mırıldandım. "Normalde bu kadar adamla gitseydin bir korkak gibi görünecektin ama şanslısın ki ben yanındayım.
En öndeki Aras'ın arabasını es geçip kendi arabama doğru ilerledim. O gün ben tekerlerini kurşunladıktan sonra birilerini gönderip aldırmıştı arabasını.
"Benim arabama..." dedim Aras için yolcu kapısını açık bırakıp sürücü tarafına dolanırken. "İtiraz etmeye kalkarsan bu kez otoparktaki bütün arabaların tekerlerine sıkarım."
⏳
En önde benim arabam, arkasındaysa onu takip eden bir konvoyu andıran bir düzine arabayla trafiğin içine karıştığımızda, yolda olan tek tük insanlar tarafından garip karşılandığımızdan emindim. Saat geç bir saatti, yollar boştu, bu yüzden yol boyunca en ufak bir aksaklık yaşamamıştık.
Bir ara kırmızı ışıkta durduğumuzda Aras, belinden siyah renkte parlak metale sahip bir silah çıkarmıştı.
Diğerinden çok daha kaliteli ve güzel duran bir silah...
Ve yine gövdesinde bir şeyler kazılıydı ama ne yazdığı okunmuyordu çünkü üç harften fazlasıydı ve rusça yazıyordu.
Bakmak için elimi uzattığımda Aras hızla kaçırmıştı silahını benden ve ters ters bakarken "Bütün silahlarıma gözünü dikemezsin." diye homurdanmıştı.
"Sadece üzerinde yazanı merak etmiştim." diye cevap versem de aslında gözüm kalmıştı. Yaptığı işin hakkını veriyordu ne yalan söyleyeyim...
"Konest Sveta yazıyor." diye açıklamasının üzerine ne anlama geldiğini sorduğumdaysa "Kıyamet..." cevabını vermişti.
Gözlerini bu denli kıyamete benzetirken silahında kıyamet yazıyor olması...
Arabalar tek sıra halinde büyük rezidansın otoparkına girdiğinde otoparkta bekleyen adamların tüm ilgileri bize kaydı.
Rauf Karan'ın adamları değildi bunlar, toplantıya gelen diğer kodamanların adamlarıydı ve yeni gelen bu topluluğa karşı her an tetikte görünüyor gibiydiler ama yanlış bir hamle yapmamak adına silahlarını da çekmemişti hiçbiri.
Üst kata haberin gitmesi oldukça kısa sürecekti buna emindim.
Arabayı yerini bildiğim asansöre en yakındaki boş alana soktuğumda, hesapçı bakışlarım kümelenmiş gruplara kaymıştı. Daha az olmasını umuyordum ama yanılmıştım. Henüz o kadar da kan kaybetmemişti Rauf Karan. Şimdilik...
Sırayla çıktık arabalardan, herkes o kadar tetikteydi ki alandaki en rahat kişinin ben olduğuma yemin edebilirdim.
Tatile gelmiş gibi umursamaz bir tavırla Mahzun tarafından çoktan açılmış kapıdan dışarı çıkarken, keskin bakışları ağır ağır otoparktaki pür dikkat onu izleyen adamlarda dolanıyordu.
Adamların birbirlerine attıkları kaçamak bakışları gördüm. Bir an şaşkınlıkları otoparkın içinde somutlaştı.
Onlardan çektiğim bakışlarım istemsiz kolonlarda gezinmeye başlarken aklıma geçen senenin anıları düştü ve sanki o kolonlarda farklı bombaları birbirilerine bağlayan kabloları görür gibi oldum. Patlamaya hazırlardı ama beklenmedik bir tanışma yüzünden patlatamamıştım.
Aynı bina değildi elbette ama benziyordu...
Aras'a başımla yan tarafı işaret ettiğimde hiçbir şey söylemeden o tarafa yöneldi. Mahzun Aras'ın peşinden ilerlemeden önce Cenk'e bir baş işareti vermiş, Cenk de bu tarafa doğru gelirken elini kulağına götürüp kulaklığına dokunarak sessiz emri adamlara iletmişti.
Üç farklı kümenin toplamından daha kalabalık olan grup, tıpkı malikanenin otoparkında olduğu gibi burada da arabalarının yanında hazır ola geçtiler. İri cüsseleri ve yüzlerindeki o çelik gibi sert ifadeleriyle epey gözdağı veriyorlardı etraftaki adamlara.
Asansörün düğmesine bastığımda bir elim trençkotumun kemerinde diğeri ise uyluğuma bağlı olan silahın hizasında hazır bekliyordu.
Kabin bulunduğumuz kata indi, kapılar iki yana kayarak açıldı ve boş kabinle rahat bir nefes aldım.
Pekâlâ şenlik yukarıda başlayacaktı demek ki...
Kabine girdiğimde peşimden Aras, Mahzun ve Cenk sırayla girdiler. Tam kapılar kapanmak üzereyken Osman'ın kafası, üst bedeninin bir kısmıyla boşluktan içeri süzülüvermiş, kapıyı engellemiş ve yeniden açılmasına neden olmuştu.
Mahçup bir ifadeyle Aras'a bakarken başını özür diler gibi eğip, "Biz de sizinle gelelim mi Aras Bey?" diye sordu. Biz dediğinde ancak fark edebildim yanında duran Yener'i. Ters ters Osman'a bakıyor, her an geri dönüp gitmek ister gibi görünüyordu ama kolunu sıkı sıkı tutan Osman yüzünden gidemiyordu.
"Sebep?" diye sordu Aras buz gibi bir sesle.
Arkadan Yener, "Çünkü bu salak, sizin buraya geleceğinizi öğrendiğinde sizinle gelebilmek için iznini yarıda kestı ve beni de peşinden sürükledi." diye cevap verdi Osman'a fırsat bırakmadan. Ardından "Salak demiş bulundum efendim kusura bakmayın." dedi saygılı bir sesle.
Bu kez ters bakışlar atan Osman'dı. "Ben yukarıda adama ihtiyacınız olabilir demeyi tercih ederdim."
Yener gözlerini devirdi bu yoruma. "Adama ihtiyaçları olsa seni mi alırlar yanlarına Avanak..."
"Niye almasınlar? En iyi nişancılardan biriyim ben bir kere."
"Hadi be oradan." diye tersledi Yener onu. "Daha doğru düzgün silah tutmayı bilmiyorsun."
Osman'ın ağzı duyduklarına inanamıyormuş gibi bir karış açılırken elleri hesap sorarcasına beline yerleşti. "Bence sen beni kıskanıyorsun şu an." diye homurdandı bakışları şüpheyle kısılırken. "Geçen yıl, rehin alındığında senin arkana gizlenen piçi kim tam gözünden vurdu?"
Yener de kollarını göğsünde toplayınca tam olmuştu. İyice mahalleye çevirmişlerdi koskoca rezidansın otoparkını. "O tesadüftü bir kere. Ayrıca senin neyini kıskanayım? Buradan iğneyi bir atsam karşıdaki kişiye damar yolu açarım ben."
Aras'ın arkasından tenis maçı izler gibi onları izlerken bir an neyin içine düştüğümüzü sorguladım. Tek izleyen de ben değildim üstelik, koskoca otoparkı dolduran adamların her biri bu ikisini izliyordu.
Osman tam cevap vermek için ağzını açtığı sırada Aras hafifçe boğazını temizleyerek araya girdi ve ikisinin de çenesi anında kesildi. Yüzünü göremiyordum ama üzerine oturan takım elbisesinden sırt kaslarının gerildiğini anlayabiliyordum. Gözlerimi sırtından ensesine kaldırdığımda ensesindeki zarif siyah çizgiler dikkatimi çekti. İç içe geçmiş bir çapa ve dümen dövmesi vardı ama ayrıntılarını göremiyordum.
O an aklımda Maya'nın sesi dolanmaya başladı.
Lomonosov Moskova üniversitesinden bir gemi kaptanı olarak birincilikle mezun oldun.
Mezun olmadan önce de mezun olduktan sonra da sıkça gemi kullandığın bilgisine ulaştım, bu senin için bir tutku gibi bir şeymiş.
Yedi yıl önce birden gemi kullanmayı bırakmışsın.
Gerçekten tutkuyla seviyor olmalıydı. Vücudunda taşımaya değer göreceği kadar... Vücuduna kazıyacağı kadar değerliydi madem bu onun için, neden bırakmıştı?
Başımı iki yana sallayıp gözlerimi ensesinden çekerek önüme döndüm.
Beni ilgilendirmezdi, birkaç ay sonra bir daha bu adamın yüzünü bile görmeyecektim. Ki bugün yapacağım şeyden sonra bu sürenin biraz daha kısalmasını umuyordum.
Osman ve Yener aldıkları tartışma pozisyonlarını alelacele bozup ceketlerinin zaten ilikli olan düğmelerini yeniden iliklemeye çalışırlarken patronlarının varlığını yeni hatırlamış gibi Aras'a özürler sıralıyorlardı.
Aras'ın tahammülsüz bir nefes aldığını işittim, bununla birlikte geniş omuzları da hareketlenmişti. Mahzun'a kısacık bir baş hareketi verdi ve Mahzun ve Cenk birer adım one çıkarak ikiliyi enselerinden tuttukları gibi kabinin içine çektiler.
Onların haline gülmemek için birbirine bastırdığım dudaklarımı serbest bırakıp "Mal sahibine çekermiş." diye mırıldanmaktan kendimi alamadım. Bu yorumum, Aras'ın omzunun üzerinden bana ters bir bakış atmasına neden olmuştu, bense yalan mı diye sorarcasına karşılık vermiştim bakışlarına. Başını iki yana sallayıp sabır dinlenerek dönmüştü önüne.
Kapılar kapandı ve asansör yukarı çıkmaya başladı.
İki derin nefes ile kendimi hazırladım, aşağıdakiler bizim varlığımızı çoktan haber vermiş olmalılardı. Bekleniyor olacaktık, hazır olmalıydık.
Asansör durdu ve kapılar açıldı.
Tam tahmin ettiğim gibi, bir grup eli silahlı adam uzun ve geniş koridorun ortasında durmuş, koridora etten bir duvar örmüşlerdi.
Yıkmayı en sevdiğim duvardı bu.
Aras onları görmezden gelip asansörden dışarı çıktığında en önde duran ama Aras'ın geniş omuzları yüzünden kim olduğunu göremediğim adam "Olduğunuz yerde kalın!" diye gürledi.
Sara'yı aldığım gün, eve gelip geçişimize izin veren güvenlik şefi...
Aras karşısındaki adamı umursamadan ilerlemeye başladığında adımları o kadar kendinden emindi ki... Tam o an gözlerinin içini görmek istedim nedensiz... Ama arkasında kaldığım için ne yüzünü görebiliyordum ne de karşımızdaki adamlar beni görebiliyorlardı.
Onun durmayışının üzerine tetikleri çekilen silahların sesi doldurdu boş koridoru. Silahlarını bize doğrulttuklarını anladım.
"Olduğun yerde kal Altuğlu!" dedi bir kere daha Cevahir.
"Davetlilerinizi bu şekilde mi karşılıyorsunuz siz?" Aras'ın sesinde keskin bir alay vardı, karşısındaki insana kendini böcek gibi hissettirecek cinstendi. Üstelik ne Mahzun'un, ne de Cenk'in henüz silahlarına davranmamış olması onun eylemlerini ve sözlerindeki o alaycılığı destekliyordu. Onları hiç ciddiye almıyorlardı.
Ya da alıyorlardı ama bunu karşı tarafa belli etmeme konusunda çok başarılıydılar çünkü hem Mahzun'un hem de Cenk'in tetikle olduğuna yemin edebilirdim. Keza Osman ve Yener'in de. Aşağıdaki birbiri ile tartışan iki çocuk gitmiş, yerlerine bambaşka iki kişi gelmişti.
Aras'ın arkasından ilerlerken trençkotun kemerini çözüp önünü açtım ve parmaklarım usulca kemerimdeki bıçaklarda gezindi.
"Dostumu diri diri yaktın!" diye gürledi Cevahir. "O depodaydı ve sen onu bir muşambaya sarıp yaktın. Rauf Bey seni canlı istiyor ama tek bir adım daha atarsan sıkmaktan çekinmem."
Ne kadar da... Aras'ça bir hareketti.
Adımlarımı hızlandırıp Aras'ın yanından öne geçerken hızımla geriye doğru dalgalanan saçlarım bir an onun koluna çarptı. Tam önünde durup onu arkama aldığımda "Gerçekten öğretemeyeceğim değil mi size?" diye sordum Cevahir'in gözlerinin içine bakarak. "Sıkamayacağınız silahları çekmemeniz gerektiğini öğrenemeyeceksiniz hiç."
Başta algılayamadı Cevahir. Yanındaki adamlar da öyle... Gördüklerine gözleri inanamadı, afallamalarının ve şaşkınlıklarının ham kokusunu aldım aramızdaki bu kadar mesafeye rağmen.
İrileşen gözlerindeki şaşkınlıkla "Sen?" diye solurken varlığımı inkâr eder gibi bir hali vardı.
Dudaklarım kıvrıldı. Sadece onlar değil; artık arkamda kalmış olan adamların da şaşkınlığının kokusunu alabiliyordum.
Aras Akın Altuğlu'nun keskin bakışları sırtımda bariz bir ısıya neden oluyordu.
"Ben..." dedim başımı omzuma doğru yatırırken. Elim belimdeki bıçakların hizasındaydı.
Şaşkınlığından çabuk sıyrıldı Cevahir ama silahını indirmedi. Yüzü nefret ile buruşurken "Önce küçük Altuğlu, şimdi büyük Altuğlu..." diye soludu sinirle. "Neye bulaştığından haberin bile yok!"
Çenem dikleşirken "Senin durumun daha kötü bence." dedim alaylı bir sesle. "Çünkü sen bana bulaştın."
Başını iki yana salladı Cevahir ve tiksinir gibi yere tükürüp "O dokunulmazlığın seni sonsuza kadar koruyamayacak!" diye gürledi. Ardından başıyla adamlarına bir işaret verdi.
"Yaman'a dokunmayın, Altuğlu'yu sağ bırakın, diğerlerini öldürebilirsiniz."
Üç kişi öne atılırken yanımdakilere silahlarını çekmeleri için bile zaman tanımadan, belimin ön kısmında duran ve birer yıldızı andıran keskin bıçakları iki elimle, aşina olduğum bir hızla yerlerinden çıkarıp, basit iki bilek hareketiyle ileri doğru fırlattım. Henüz aramızda ondan fazla adım varken bıçaklar, tam da hesaplandığım gibi iki adamın boğazlarına saplanmıştı tek tek.
Saplanan bıçaklar, akacak olan kanın yolunu kesseler de öne doğru sendeleyip dizlerinin üzerine düştüklerinde, boğazlarına giden ellerinin parmakları arasından kanlar sızmaya ve beyaz zemine damlayarak yeri kirletmeye başlamıştı.
Onlar daha yere düşemeden belimden bir yıldız şeklinde bıçağı daha çıkarıp üçüncüye fırlattığımda, bu kez de onun gözüne isabet ederek acıyla çığlık atmasına neden oldu. Eli gözüne giderken o da diğerlerinden iki adım öne düşmüştü ve atmaya devam ettiği çığlıkları koridorun duvarlarında yankılanıyordu.
"Aynı masalı daha kaç kez okuyacağız Cevahir?" diye sordum. Bu kez elimde uç kısımlarından tutarak fırlatmaya hazır halde beklettiğim birer saplı bıçak vardı. Kollarımı iki yana açmış meydan okurcasına bakıyordum yüzlerine.
Gözümün kıyısına değen görüntüdeyse arkamdakiler şaşkınca birbirlerine bakıyorlardı. Silahlarını çıkarmışlardı ama doğrultmaya zamanlar olmamıştı.
Üç kişi daha atıldı öne doğru ve biri silahını doğrultup ateş etmeye niyetlendi ama attığım hançerlerden biri bileğine saplanınca silah tok bir gürültüyle yere düştü ve halihazırda koridoru dolduran acı iniltilerine onun çığlığı eklendi.
Bu sırada arkadakilerden birinin elinin kulaklığına gittiğini görmüş ve son bıçağımı da onun boynunun yan tarafına fırlatmıştım.
Çoğu ölmüş, birkaçı da acıyla kıvranan bir düzine adamdan bakışlarımı çekip ileride duranlara baktım. Dört kişi kalmışlardı ve biri de Cevahir'di.
Ben yerdeki adamların arasından geçerken bu kez Cevahir'in eli kulaklığına gitti ve dudakları kıpırdandı. Destek çağırdığından emindim ama artık geç kalmışlardı.
Bir adam silah tuttuğu elini savurup bana yumruk atmaya niyetlendiğinde hafifçe geriye doğru eğilerek darbesinden kurtulup bileğinin iç kısmına sert bir yumruk attım. Darbeyle bir anlık gevşeyen parmaklarının arasından silahını kaptığım gibi aralık duran dudaklarının arasına sokup düşünmeden tetiğe bastığımda patlayan silahın sesi, tüm sesleri bastırdı ve adamın dağılan beyni, arkasında duran adamın yüzüne doğru savruldu. Suratının her tarafı kan ve kanlı et parçalarıyla kaplanan adamın şokla irkilmesini, bir elini yüzüne götürüp parmak uçlarına bulaşan et ve kemik kalıntılarını hissetmesini ardından da şak diye düşüp bayılmasını izledim.
Elimdeki adamı iterek bırakırken Cevahir'den başka, kalan son adamın alnını nişan alarak bir kez daha tetiğe bastığımda silah yeniden patlamış ve o adamın da alnında bir delik açılmıştı.
Geriye doğru adımladı Cevahir. Gözlerinde gördüğüm korku artık o kadar somuttu ki, korkusundan zevk aldım.
"Ne diyordun?" diye sordum. Silahın namlusunu ona çevirdiğimde sertçe yutkunup "Anlaşabiliriz..." diye mırıldandı. Hâlâ silahı bana doğrultulmuştu ama o kadar çok titriyordu ki tetiğe bile basamayacak durumdaydı. Muhtemelen gez ve arpacığın yerlerini bile unutmuştu tam şu an.
"Yaman'a dokunmayın..." dedim onun söylediklerini tekrar ederek ve sol diz kapağına nişan alıp ateş ettim. Acıyla haykırarak yere düştü, diz kapağı parçalanmıştı. "Altuğlu'yu sağ bırakın..." Bu kez kurşunun hedefi sağ dizi oldu. Gözleri acıyla dolarken sıktığı dişlerinin arasından tükürükler saça saça nefesler alıyor, aldığı nefeslerle omuzları titriyordu. Genzinden gelen hırıltılarla bir hayvan gibi için için bağırıyordu. "Diğerlerini öldürebilirsiniz..."
Tam önüne geldiğimde silahın namlusu alnına yaslanmıştı.
"Daha iyi bir fikrim var." dedim ve bastırdığım o silahın ucu derisini gererken alnından aşağı indirip, ağzının hizasına getirdiğim silahı zorla ağzına soktum.
Geri kaçmaya çalışmıştı elbette ama dizleri onu yarı yolda bırakıyordu.
"Rauf Karan kendine yeni bir güvenlik şefi bulsun."
Önceki güvenlik şefini de böyle bir toplantıda öldürmüştüm, şimdikinin de kaderi aynı olmuştu.
"Sen şanslısın." diye mırıldandım baş ucunda tek dizimin üzerine çökerken.
"Selim bana saldırmayı denediğinde yüzünü yakmış, adamlarına, canlı yakaladıkları taktirde beni becermelerine izin vereceğini söylediğindeyse kellesini gövdesinden ayırmıştım."
İki parmağımı açık duran göz kapaklarının üzerine yerleştirip gözlerini yavaşça kapattıktan sonra başından akıp hızla zemine yayılan kana baktım.
Gördüğüm et parçaları yüzümü buruşturmama neden olmuştu.
"Senin ölümün çok daha acısız oldu."
Ayağa kalkıp omzumun üzerinden arkama baktığımda Aras'ın yüzünde keyifli bir gülümsemeyle beni izlediğini gördüm. Yener kusmak üzere gibi görünüyordu, Osman heyecanlıydı, Mahzun abi ifadesiz dururken Cenk şoka girmişti.
"Katliam yapmaya gelmediğimizi sanıyordum." dedi Aras, gözlerini benden ayırmadan cesetlerin arasından geçerek bana doğru gelmeye başlamıştı. Pahalı ayakkabısına bulaşan kanlar zerre umurunda değilmiş gibiydi.
Omuz silktim. "Katliam yapmadım, sadece yolu temizledim."
Dudakları daha fazla kıvrıldı ve adımları tam karşıma geldiğinde durdu. Gri gözlerinde safi bir memnuniyet vardı, gördükleri hoşuna gitmişti. Bakışları elmacık kemiklerimin üzerine düştüğünde ben daha ne olduğunu anlayamadan, havaya kalkan elini elmacık kemiğimin üzerinde hissettim.
Başparmağının ucu usulca tenimin üzerinde gezindi.
Garip bir his boğazımda düğümlenirken o hissi geçirmek için sertçe yutkundum.
Parmağının ucu elmacık kemiğimde gezinirken gözlerini kaldırıp gözlerime baktığında orada gördüğüm bir şey midemin rahatsız edici bir hisle burkulmasına neden oldu.
"Sen öyle diyorsan..." diye cevap verdi ve elini çekti yanağımdan. Ardından elini görmemi sağlarken "Kan vardı, Malen'kaya Devochka..." diye açıkladı.
Bu kelime gerçekten ne anlama geliyordu da bu adam ikide bir bana bunu söyleyip duruyordu?
Bir adım geri çekilirken elimin tersiyle hâlâ dokunuşunu hissettiğim yanağımı sildim. "Söyleseydin kendim silerdim..."
"Hayır silmezdin..." Başını iki yana salladı. Bakışları yoğunlaşmıştı. "Silmezdin Malen'kaya Devochka, çünkü baştan aşağı kana bulandığın halini de gördüm. Sen küllerinden değil, akıttığın kanlardan yeniden doğan bir ankasın..."
Öylece bakakaldım yüzüne. Dudaklarım aralandı, sonra geri kapandı. Ardından sert bir nefes döküldü burnumdan ve "Bana bak..." diye homurdandım. "İç muhakemende her ne oluyor bilmiyorum ama eski ayarlarına bir an önce geri dön."
Son kez yüzüne baktıktan sonra o yüzüme bakmaya devam ederken bakışlarımı Osman'a çevirdim. Tüylerim birden diken diken olmuştu...
Osman Yener'e "Sana orada olmamız gerektiğini söylemiştim." diyordu heyecanla. Yener ise ona deliymiş gibi bakıyordu.
"Osman!" diye seslendim itinayla sakladığım son hançeri kınından çıkarıp elime alırken. Ucundaki o lekeler yeniden gözüme çarpmıştı.
Dibimde bitti Osman ve ellerini önünde birleştirip "Buyrun Konte... aman Yazgı Hanım." dedi. Bakışlarında gizleme gereği görmediği bir hayranlık, bir saygı vardı.
"Bıçaklarımı toplarsın değil mi?" diye sordum sevimli olduğunu düşündüğüm bir gülümsemeyle ona bakarken.
İlk önce yüzündeki gülüş sekteye uğradı, hemen ardından dondu. Sertçe yutkunurken bakışları bıçaklarımın saplı olduğu adamlara kaydı ardından "Elbette..." dedi ve arkasını dönüp hızla bıçaklarımı toplamaya başladı.
Gözüne saplanan adamdan bıçağı çekerken bir an yüzü buruşsa da büyük ölçüde tek bir kası bile oynamamıştı.
"Devam edelim." dedim Aras'in yüzüne bir kez daha bakmadan. Oysa bakışlarını bir an olsun çekmiyordu yüzümden.
Suratına buradan tren geçmiyor diye bağırmamak için zor tuttum kendimi. Öküzün trene baktığı gibi bakana başka ne denirdi ki?
Ben ilerlerken onlar yeniden peşimden gelmeye başladılar.
Saatler geçmiş gibi hissettiriyordu yaşanan anlar ama yalnızca birkaç dakikadan ibaretti ve Cevahir'in çağırdığı ekip gelmek üzere olmalıydı. Tilkiler hâlâ buraya damlamadıklarına göre onlara henüz haber gitmemiş olmalıydı. Onlar silah seslerini duysalar bile emir almadıkça görev yerlerinden ayrılmazlardı.
Koridorun köşesini döndüğümüzde karşımıza çıkan, buzlu camdan ibaret olan kapıya baktım. Arkasında belli belirsiz görünen silüetler, bizi bekleyen ikinci bir grubun orada olduğunu söylüyordu ama bu zaten bildiğim bir şeydi. O kapının ardındaki koridorun sonunda toplantı odası vardı ve tilkiler tam olarak o kapının önünde nöbetteydiler.
Buzlu camın önüne durdum, kurşun geçirmez olduğunu anlamak için dahi olmaya gerek yoktu.
Elimi kapının kendisi gibi cam olan koluna koyup ittiğimde geriye doğru açıldı. Ve en az biraz önce içinden geçtiğim kadar kalabalık olan bir grupla karşı karşıya kaldım
Dörderli sıra halinde yan yana dizilmiş dört grup vardı, grubun en arkasında ve en önünde ikişer kişi daha duruyordu. Kızıl kahküllü saçları çenelerinin hizasında küt kesilmişti, hepsinin üzerinde aynı üniformalardan varken aynı duruşla komut bekliyorlardı.
Yirmi kişilerdi... İki tim vardı yani karşımızda.
"Yazgı Deha Yaman." dedi en öndeki. Tilki gibi kurnaz bakışlarını kaldırıp çenesini dikleştirdi. Yüzünde kendini beğenmiş bir ifade vardı. "Bugün burada olmamalıydın."
Adını bilmiyordum ama konuşabildiğinde göre iki timden birinin lideri o olmalıydı. Diğer timin lideri de yanındakiydi besbelli... Onun da bakışlarında aynı kendini beğenmiş, küstahlık vardı.
"Canım nerede olmak isterse orada olurum..." Baştan aşağı onu süzdüm. "Adın her neyse..."
Kadının bakışları omzumun üzerinden arkama kaydı. Gözleri hazine bulmuş gibi parlarken "Onu bize kendi ellerinle mi getirdin?" diye sordu keyifli bir sesle.
Bir elim uyluğumdaki silaha gitti ve silahı usulca çıkardım. Parmaklarım aşina bir hareketle yerlerini bulurken bir kez cıkladım.
Önlerinde olduğum sürece arkama ateş edemeyeceklerini bilmenin verdiği rahatlama çok az şeyde vardı gerçekten.
"Onu alabilmek için cesedimi çiğnemeniz gerek."
Kasları gözle görülür bir şekilde gerildi kadının.
Arkasındakilerin yüzlerinde tek bir mimik bile oynamıyor, gözlerini bile kırpmıyorlardı.
"Şimdi nasıl yapalım?" diye sordum alaylı bir sesle. "Bana saldırıp ölmek mi istersiniz yoksa yolumdan çekilmek mi? Çünkü her iki ihtimalde de ben o kapıdan içeri gireceğim."
Arkasında duran, ses geçirmez odanın kapısını işaret ettim.
Kadının dudaklarından alaylı bir "hah" sesi döküldü ve aynı anda bir elini başının hizasında kaldırdı. Bileğindeki dijital saatin ekranı, üzerine vuran koridorun ışığıyla parlamıştı. Bu hareketiyle arkasındaki kadınlar aynı anda harekete geçmiş ve senkronize bir hareket ile başlarını kaldırmışlardı.
Parmakları açık duruyordu liderlerinin ama avuç içine doğru kapandıkları an harekete geçeceklerini biliyordum.
"Çok uyuşuksun..." diye homurdandım ve aynı anda silahımı kaldırıp onu alnından vurdum. Kızılca kıyamet de tam o noktada koptu. İkinci lider onun kadar uyuşuk değildi ve saldır emrini verdiğinde iki tim birden üzerimize akın etti.
Gelenleri tek tek silahımla indirirken bu kez yalnız değildim.
Arkamda duran adamlar da silahlarını çekmişlerdi ve üzerilerine yağan kurşunlarla tilkiler delik deşik olmuş, etten bir yığın halinde koridorun ortasında yığılıp kalmışlardı.
Sonuncu da yere düştüğünde gözümün önüne gelen bebek saçımı üfleyerek gözümden uzaklaştırdım. Silahı indirirken Aras da kendi silahını indirdi. Çattığı kaşlarıyla kadınlara bakarken "Silahları var, neden hiçbiri çekmedi?" diye sordu.
Ona kısa bir bakış atıp "Çünkü önünde ben vardım." diye mırıldandım.
Grilerini onlardan çekip yüzüme çevirdiğinde gözlerinde bariz bir şaşkınlık vardı, gözbebekleri genişlemişti.
"Onlar beni öldüremiyorlar derken şaka yapmıyordum."
Silahımı uyluğumdaki kılıfına yerleştirip ileri doğru adımladım.
Şimdi o masa ile aramda hiçbir engel kalmamıştı.
Şimdi Rauf Karan'a hediyesini verme vaktiydi.
Şimdi bir kum saatini parçalama vaktiydi.
Aras'ın başka bir soru sormasına izin vermeden hızlı adımlarla kapıya ilerleyip sert bir tekmeyle kapıyı açtığımda, anlık oluşan sessizlik kapının duvara çarpan sesiyle son buldu.
Geniş bir odanın ortasına yerleştirilmiş masanın etrafındaki sandalyelerde oturan adamlar yerlerinden sıçrarlarken tek ifadesiz kalan, o masanın başında oturan Rauf Karan'dı.
Ve köşede duran servisçi kızlar çığlıklar atarak duvar köşesine daha fazla sinmişlerdi.
Gözlerimi koyu kahverengi cehennemime diktim. Belki de karanlıktan korkmamın nedeniydi bu... Hayatım boyunca hep öyle karanlık bakmıştı ki bana, bu kavramın kendinden korkmuştum belki de.
Ucu trençkotun kolunun içine gizlenen hançerin kabzasını sıktım.
Şaşkın bakışlar eşliğinde odanın içine doğru ilk adımı attığımda "Sevgili kızım..." dedi nefret ettiğim o sesiyle. Aras henüz içeri girmediği için onun varlığından habersizdi.
Gözlerimi gözlerinden çekmedim, onun içeri girdiği an yüzünün alacağı şekli kaçırmamak için.
Masanın etrafındaki adamlar kendi aralarında fısıldaşmaya başlarlarken adımlarım masaya doğru yaklaştı.
Çünkü konuşmaya başlamadan önce hediyemi vermek istiyordum.
Çünkü attığım her adımda avıma biraz daha yaklaşırken topuklularımın zeminde çıkardığı topuk sesleri yeterince şey söylüyordu.
Arkamdan gelen ayak sesleri benim topuk seslerime karıştı ve Rauf Karan'ın yüzümde gezinen koyu kahveleri o tarafa kaydı.
Gözlerinin önce şaşkınlıkla büyüdüğüne şahit oldum. Dudakları aralandı, nefes bile almadı o an...
Boştaki elimin bir parmağını masanın etrafına dizilmiş sandalyelerin sırtlarında gezdirirken "Sana bir hediye getirdim." diye mırıldandım.
Aras içeri girdiğinde adamların kendi aralarında döndürdükleri o uğultu bile kesilmişti. Şimdi kimseden çıt çıkmıyordu.
Adımlarım Rauf Karan'ın yanında durduğunda sonunda gözlerimi ondan çekip Aras'a çevirdim.
Uzun boyuyla masanın diğer ucundaki sandalyenin arkasında öyle bir dikiliyor, Rauf Karan'a öyle bir bakıyordu ki...
Kıyamet diye düşündüm yeniden... Silahında yazan kelime aklımın içinde yankılandı.
Gri gözlerindeki o buz gibi soğukluk, buzdan bir cehennemdi adeta.
Rauf Karan'ın koyu kahveleri Aras'tan bana kaydığında ikimiz arasındaki bağlantıyı çözmeye çalışır gibiydi.
"Ne gibi bir hediye?" diye sordu katı bir sesle.
Elimdeki hançerin kabzasını biraz daha sıkı kavradım ve masanın üzerinde duran elinin üzerine o daha ne olduğunu bile anlayamadan on iki yıllık kurumuş kanla kaplı bıçağı eline sapladım.
Başta ne olduğunu anlayamadı, sertçe yutkundu.
Böyle olurdu insana. Acı fazla ani geldiğinde başta hissedemezdi insan. Yavaş yavaş nüksederdi, santim santim yayılırdı. En derin acılar, kıdem kıdem artardı.
Dişleri sıkılırken dudaklarının arasından tıslarcasına bir nefes döküldü.
Arkasına yaslanan iri cüssesi öne doğru eğilmiş, alnında terler boncuk boncuk belirmeye başlamıştı.
Bir şaşkınlık nidası odayı sararken eş zamanlı olarak Rauf Karan'ın adamları kapıdan içeri damladılar ve çektikleri silahları bulabildikleri her noktaya doğrulttular.
Elim hançerin kabzasında dururken "Söyle adamlarına silahlarını indirsinler." diye tısladım. Namluların çoğunun hedefinde Aras vardı. Sonra uyarı verircesine etine saplı bıçağı hafifçe hareket ettirdim. Gözleri nefretle kaynarken daha fazla tısladı ve aldığı derin soluklarla bedeni sarsıldı. "Yoksa iki parmağına veda edersin."
Kemiklerin arasındaki ete saplıydı bıçak ve tendonlarının da zarar görmediğinden emindim. Ama sabrımı sınarsa iki parmağını ondan almaktan hiç çekinmezdim.
"İndirin silahları." diye gürledi Rauf Karan ve adamları anında silahlarını indirdiler.
"Güzel..." diye devam ettim ve sapladığım bıçağı acımasızca geri çekerken gözlerinin içine, hissettiğim tüm nefretimi hissettirerek bakıp "Bir daha bana kızım dersen bu kez kestiğim dilin olur!" diye tısladım.
Hançeri çektiğim an fışkıran kan elime bulaşmıştı.
Topuklarımın üzerinde dönüp Aras'a doğru ilerlerken masada oturan adamlardan biri sandalyesini yerde sürüyerek ayağa kalktı.
"Daha kendine faydası olmayan bir adamla iş yapmam ben." dedi. Yuvarlak yüzündeki yuvarlak gözleri acıyarak bakıyordu Rauf Karan'a.
Arkasına bakmadan odayı terk ettiğinde peşinden iki kişi daha aynı bakışlarla çıkmıştı.
Şu ana kadar kaybetmediği o kanı, artık geri dönüşü olmayan bir şekilde kaybediyordu.
Aras'a doğru adımlarken onun gözleri pür dikkat gözlerimdeydi. Bakışlarının ayrı bir yoğunluğu, ayrı bir ağırlığı vardı şimdi. Ama ona rağmen ne düşündüğünü zerre belli etmiyordu, en katı ifadesizliğini geçirmişti üstüne.
Önündeki sandalyeyi çekip başımla işaret ederken ben de bakışlarımı çekmedim ondan. O an sözsüz bir anlaşma içindeydik, konuşmadan anlaşabiliyorduk sanki.
Sandalyeye yerleştiğinde "Ne diyordun Karan?" diye sordu hâlâ masada oturmaya devam eden adamlardan biri. Önündeki kristal bardakğı dudaklarına yaklaştırıp içinde dalgalanan kehribar rengi sıvıyı yavaş yavaş içti. "Altuğluları geri mi püskürtmüştün?"
Bakışları imayla Aras'a kaydı.
Garip bir şekilde gözlerinde hoşnut bir ifade vardı.
Hâlâ masadaki elini çekmemiş olan Rauf Karan kızgın bir boğa gibi solurken bu yorumu yapan adamı duymazdan geldi. Gözlerini bile kırpmadan Aras ve bana bakıyordu.
Aralarına grilerin karıştığı gür siyah saçları terden sırılsıklam olmuştu. Arkadaki servisçi kızlar, yarasına pansuman yapmak için hazır bekliyorlardı ama korkularından yaklaşamıyorlardı bile.
Aras sandalyesine tamamen yerleşip arkasına yaslandığında, temiz olan elimi omzuna koyup öne doğru götürdüm. Parmak uçlarım takım elbisesinin kaliteli kumaşının üzerinde gezindi usulca, kaslarındaki gerginliği net bir şekilde hissettim.
Parmak uçlarım, yaka cebine düzgünce iliştirilmiş olan mendile dokunduğunda iki parmağımın arasına sıkıştırdığım mendili çekip aldım ondan. Başı hafif bir açıyla yüzüme döndüğünde sertçe yutkunduğunu görmüştüm.
Aldığım mendille elimdeki kanı silmeye başladığımda yeniden önüne döndü.
"Rauf Karan'ın geri püskürtme anlayışı on altı yaşındaki bir kız çocuğunu hedef almak." Sakin bir sesle konuşuyordu ama yemin ederim bağırsa bu kadar etkili olmazdı sözleri. Ses tonundaki o buz gibi ifade tehlikeli bir tehdidi yayıyordu odaya.
"Hatırlıyorum da..." dedi adam son yudumu içip bardağını masaya bırakırken. Bir elini kaldırıp iki parmağı ile arkasındaki kızlara işaret verdiğinde içlerinden biri öne çıkıp içeceğini tazeledi. "Geçen sene, Kahraman Hancı için bizi topladığında seni sormuştu babana."
Yeni kadehinde bir yudum aldı.
"Korktuğun için bu masaya hep babanı gönderdiğini, seninse hiç oturmadan babanın eteklerine saklandığını söylemişti hafızam beni yanıltmıyorsa."
Aras rahat bir tavırla bir elini masaya yerleştirip bakışlarını sırayla adamların üzerinde gezdirdi.
"Her başı sıkıştığında soluğu bir masada alıp, başkalarından yardım dilenip duran bir adamdan mı korkacağım?" Başını iki yana salladı. Bakışları en sonunda Rauf Karan'ın üzerinde sabitlenmişti. "Yalnızca birkaç haftadır bu ülkedeyim ve sen bitmek üzeresin. Yerinde olsam daha önce bu masayı ciddiye alıp, oturmadığım için yatar kalkar şükrederdim." Grilerine yayıldığından emin olduğum o alaycılığı görür gibiydim. "Çünkü daha önce burada olsaydım sen ne kardeşime dokunabilirdin, ne de hâlâ yaşıyor olurdun."
Elinden akan kanı hiç umursamadan kanlı eliyle masadaki bardağı kavradı Rauf Karan. Ardından içindeki sıvıyı tek dikişte bitirdi.
"Şimdi bu masadasın." dedi hırıltılı bir sesle. "Çünkü kızım tam arkanda duruyor. Kızımın gücünün arkasına saklanıyorsun Aras Akın Altuğlu." Aldığı nefeslerle göğsü inil kalkarken nefesleri derinleşmişti. Elindeki bardak tamamen kan olmuştu ama hiç umursamadan içeceğini tazeletip onu da bitirdi.
Acısını alkolle bastırmaya çalışıyordu besbelli.
Biraz önce konuşan adam, "Eğer onu yanımıza çekebilseydik..." diye araya girdi. Şimdi gözleri bana dönmüştü. "Seve seve hepimiz gücünün arkasına saklanırdık. Bu masada bunu denemeyen tek bir kişi bile yok ama hiçbirimiz başaramadık. Kızın bu konuda fazla ketumdu Karan, hep öyle olmuştu."
Elimdeki bıçağın kanını silmeden Aras'ın mendiline sararken ürperen tüylerimle sertçe yutkundum.
Bu adamın kızı olarak anılmaktan nefret ediyordum...
"Altuğlular bunu başardıysa, bu onlara karşı gerçekten kaybettiğin anlamına gelir." diye devam etti adam. "Fatih kendi kızına yaptıklarının cezasını nasıl çektireceğini iyi bilmiş, keza oğlunu da senden nasıl koruyacağını da... Taktir ettim."
Kadehindeki son yudumu da içip ayağa kalktı.
"Daha fazla bu masada oturarak soyadımı kirletmeyecek, bitik bir adamın arkasını daha fazla toplayarak kendime saygısızlık etmeyeceğim." Bakışları hâlâ masada oturmaya devam edenlere kaydı. Rauf Karan'dan başka yedi kişi daha vardı. "Bundan böyle Kaşıkara ve Karan soy ismi hiçbir şekilde yan yana getirilmeyecek." Bunları söylerken adamların gözlerine baktı tek tek ardından yeniden Rauf Karan'a döndü. "Bana olan borcunu ödemen için de sana iki ay mühlet veriyorum, bu da sana yaptığım son kıyak olsun."
Sandalyesi yerde sürünürken sandalye ve masanın arasından çıktı. Eli ceketinin iç cebine gittiğinde duruşumu dikleştirdim ve olası bir saldırı ihtimaline karşı tetikte bekledim. Keza yanımda duran Mahzun abi ile Cenk de benim gibi yapmıştı.
Adam cebinden çıkardığı kartı Aras'ın önüne bıraktı ve "İsmet Kaşıkara..." diyerek kendini tanıttı. Aras'ın ifadesiz bakışları adamın yüzündeyken uzanıp masanın üzerinde duran kartı aldı ve parmaklarının arasında döndürdü. "Gemilerinin methini çok duydum genç adam ve onlardan bir tane istiyorum." diye devam etti sözlerine ve alenen yeni bir savaşın fitilini ateşledi. Bozduğu bir ittifakın kanıyla yeni bir ittifak imzalamaya çalışıyordu.
"İzin verirsen müsait bir gününde oğlum gelip bakacak..."
Aras'ın grileri ağır ağır elindeki karta indi. Düşündü birkaç saniye, o da farkındaydı kurulmaya çalışılan bu yeni ittifakın.
"Önümüzdeki hafta..." diye cevap verdi Aras. "Perşembe günü öğleden sonra..."
Adam başı ile onaylamış, ardından arkasına bile bakmadan çekip gitmiş, tıpkı ilk adamda olduğu gibi masadakilerin yarısı da onun peşinden odayı terk etmişti.
Rauf Karan biraz daha kan kaybetti...
Damarlarıma biraz daha gücün dolduğunu hissettim.
Zaferin bir damlası daha dilime damladı.
Galiba Aras bir konuda haklıydı.
Küllerimden değil, akıttığım kanlardan yeniden doğuyordum ben...
Kalan adamlar, diğerlerinin aksine açık bir kapı bırakarak gitmişler ve odanın içinde bizden başka kimse kalmamıştı.
Rauf Karan bu gece büyük bir darbe almıştı.
Kötü krallığında oturduğu o taht derinden sarsılmıştı.
Dudaklarından alayla dolu bir gülüş dökülürken delirmiş gibi baktı ikimize. "Neysiniz siz şimdi karşımda?
Çenemi dikleştirdim ve ona üstten bir bakış attım.
Sallanan tahtının karşısında dimdik durabilmenin tadı çok başkaydı.
"Bilmen gereken tek şey..." diye karşılık verdim tıpkı dışarıdaki kadına söylediğim gibi. "Cesedimi çiğnemeden Aras'a ulaşamayacağın ve cesedimi çiğnemek için de Poyraz'ı ortaya çıkarmak zorunda olduğun."
"Poyraz ortaya çıktığı an seni öldüreceğini bilirken gerçekten ortaya çıkmasını istiyor musun Deha?"
Aras'ın sandalyesinin arkasında duran elim sandalyenin deri yüzeyini kavradı sertçe...
"Adımı o leş ağzından uzak tut." diye gürledim yüzüne. "Poyraz beni öldürmek için gelecek olabilir Rauf Karan... Ama bu senin kaderini değiştirmeyecek. Zamanın dolduğunda yaptığın her şeyin bedelini tek tek çekeceksin."
Başını ağır ağır aşağı yukarı salladı. "Hediyemi ve notumu aldın orası kesin. Ya telefon? Onun içine hiç baktın mı?" diye sordu.
Kaşlarım çatılırken ona anlamadığımı belli eden bir bakış attığımda dudakları şeytani bir ifadeyle kıvrıldı.
"Bakmamışsın..." diye mırıldandı kendi kendine.
"Telefon falan yoktu..." diye homurdandım.
"Vardı..." dedi üstüne basa basa. Ardından ayağa kalktı. Dev gibi olan boyuyla gerilememek için zor tuttum kendimi ve sertçe yutkundum.
Sandalyeyi biraz daha sertçe kavradı parmaklarım. Deri, tırnaklarım yüzünden delindi.
"Yaşattıklarım için bana kızıyorsun Deha ama hayatının tek gerçeği olduğumdan haberin bile yok. Koskoca bir yalanın içinde yaşadığından... Aç o telefonu ve gerçeklerini gör. Senin yıkımın işte o zaman başlayacak ve sana yemin ederim, o andan sonra yapmak isteyeceğin tek şey, yıllardır sakladığın ve bugün bana hediye diye getirdiğin o hançeri alıp kendi göğsüne saplamak olacak."
Ne saçmalıyordu Allah aşkına bu herif?
Ne telefonundan bahsediyordu, ne yalanından?
Rauf Karan'ın bakışları Aras'a kaydı ve ellerini tehditkâr bir tavırla masanın üzerine yerleştirip masanın üzerinden Aras'a doğru eğildi.
"Onun varlığının seni koruyacağına güveniyorsan, güvenme." Kahverengi gözlerinde öyle bir nefret vardı ki. Ama Aras'ı hiç etkilemedi, rahat bir tavırla arkasına yaslanmaya devam ediyordu.
"Gönderdiğim o notun bir anlamı var Altuğlu..." diye devam etti sözlerine. "Notta da dediğim gibi sen artık bir ölüsün... Bugün değil belki, yarın da değil ama ben istediğim an ve saat sen artık bir ölüden ibaret olacaksın. İstersen tüm adamlarımın cesetlerini kapıma yığ, istersen tüm mallarımı patlat, ya da kendini istediğin kadar Deha'nın varlığıyla kutsa sonucu değiştiremeyeceksin. Ben girdiğim hiçbir savaşın kaybedeni olmam."
"Çünkü henüz karşı safındaki ben olmadım." dedi Aras gayri ihtiyari bir tavırla oturduğu sandalyeden ayağa kalkıp. O da Rauf Karan'ın yaptığı gibi ellerini masaya yerleştirmiş ve masanın üzerinden ona doğru eğilmişti.
Uzun masanın iki ayrı ucunda birbirlerine bakarlarken odanın havası öyle bir gerilim ile dolmuştu ki...
"Kaybedeceksin Rauf Karan..." dedi Aras sesinde buna dair en ufak bir şüphe bile duymuyordu. "Bu Yazgı'ya güvendiğim için olmayacak..." Başını iki yana salladı. "Hayır kesinlikle Yazgı'ya güvenmiyorum..."
Bunun Rauf Karan için anlamı farklıydı, benim için farklı...
Rauf Karan bunu, Yazgı'nın arkasına saklanmıyorum olarak duyarken, ben bana hiç güvenmediğini duyuyordum.
"Kaybedeceksin çünkü küçük bir kızın canını yaktın. Ve ben, onun adına da seninle savaşacağım."
⏳
Son sözü söyleyen Aras olmuştu ve Rauf Karan'ı aklında bin tane soru işareti ile bırakıp arkasını dönüp gitmişti.
Son kez bakmıştım yüzüne ve bende kendi payıma düşen soru işaretleri ile çıkmıştım o odadan.
Mutlak bir sessizlik içinde geçmişti bütün yolculuk. Sadece bir kez bakmıştım Aras'a ve o evde bir telefon görüp görmediğini sormak için ağzımı açmıştım.
Bu da beni o eve gitme isteği ile dolup taşırmıştı ama artık istesem de gidemezdim. Çünkü ortada ev namına bir şey kalmamıştı.
Hayatının tek gerçeği olduğumdan haberin bile yok derken ne demek istemişti? Koskoca bir yalanın içinde yaşadığından haberin bile yok derken kastettiği neydi?
Sanırım asla öğrenemeyecektim çünkü evle birlikte o telefon da yanmış olmalıydı.
Bu düşüncelerin ışığında eve geldik. Saat gecenin yarısını ikisinden vuruyordu...
Tam odamın kapısını açmak için elimi uzatırken "İyi misin?" diyen bir ses geldi yan taraftan. Başımı çevirip baktığımda Aras'ın grileri ile göz göze geldim.
Ondan nefret ediyor olabilirdim, leş gibi bir karakteri olduğunu düşünüyor da olabilirdim ama en azından iyi bir abiydi. Kız kardeşi için savaşacak kadar kardeşini seviyor ve kolluyordu.
Dudaklarım buruk bir gülümsemeyle kıvrıldı...
Herkes benim kardeşim değildi işte, senelerini kardeşinin ölümünü planlayarak geçirsin...
"İyiyim..." diye cevap verdim. Ardından kapıyı açıp bedenimi abajurdan yayılan loş ışıkla aydınlanan odanın içine soktum. Tam kapıyı kapatacaktım ki Aras bir elini kapıya yaslayıp beni durdurdu.
Gözleri odanın içini tararken boyundan dolayı hiç zorlanmıyordu.
Boyu ve cüssesi ciddi anlamda sinirlerimi bozmaya başlamıştı. Bu adamla ilgili her şey ciddi anlamda sinirlerimi bozmaya başlamıştı. Sinir hücrelerime farklı bir noktadan dokunuyordu artık.
"Hâlâ koltukta yatıyorsun." dedi hoşnutsuz bir sesle.
"Yani?" dedim sorarcasına. Osman ve Yener geldiğine göre sonunda bir matkap isteyip yatağımın yerini değiştirebilirdim.
"Yanisi uyuyamıyorsun." diye cevap verdi Aras bakışlarını yüzüme çevirirken. Bana üstten üstten bakarken o boy farkı daha çok gözüme batmıştı.
"Koltukta uyuyama alışığım ben." diye tersledim onu. "Hem nerede uyuduğumdan sana ne?"
Bir an sessiz kalıp çehremi gezdi grileriyle. Öyle dikkatliydi bakışlarının dokunuşları vardı sanki. Rahatsızca kıpırdandım yerimde.
"Bana ne olur mu?" diye sordu Aras sesi biraz daha yumuşarken. Ardından dudağının bir köşesi yana kıvrıldı. "Benim korumamsın, konforunu düşünmek zorundayım."
Başımı iki yana sallarken "Gerçekten gece gece seninle uğraşamayacağım!" diye homurdandım ve yeniden kapıyı kapatmaya yeltendim. "Git, sabaha da ayarların düzelmiş olsun. Yoksa benim ayarlarımla oynuyorsun."
Pişman olacağımı söylemişti burada kaldığım her gün için... Yöntemi bu muydu yani? Eğer öyleyse işe yarıyordu.
Halihazırda kapıya yaslı olan eliyle beni engelledi yeniden.
"Eğer sorun yatağın rahatsız oluşuysa bunu değiştirebiliriz." Başı omzuna doğru düşerken gözleri sorunun bu olmadığını biliyor gibi bakıyordu.
Yatak rahatsız mıydı bilmiyorum... Hiç yatmamıştım...
Bıkkın bir nefesi koyverirken "Sorun yatağın yeri." deyiverdim birden. Gerçekten sıkılmıştım bu konudan artık.
"Yatağın yeri mi?" diye sordu şaşkın bir sesle. Bunu beklemiyormuş gibiydi.
Başımı sallayarak onayladım onu. "Bir takıntı bu... Duvara yaslı olmayan bir yatakta uyuyamam ben."
Kulağa saçma geliyor olabilirdi ama saçma değildi işte...
Kaşları çatılırken bakışları yumuşaktı.
"Niye?" diye sordu. "Geceleri gelip arkadan saldıran öcülerden korkuyorum deme sakın Malen'kaya Devochka."
Alenen benimle alay ediyordu. Zaten ne diye söylemiştim ki ona? Ne diye dilimi tutamamıştım ki?
"Aynen Aras!" dedim ters ters yüzüne bakarken. "Geceleri arkamdan olmayan yaratıkların saldırmasından korkuyorum aynen."
Ardından bir kez daha engellemesine izin vermeden kapıyı suratına kapattım. Varlığından kurtulduğumu düşünüp rahatlamam yalnızca bir dakika sürdü, belki daha az.
Balkona çıkan kapı kayarak açıldı ve perdenin ardından Aras yeniden odama girdi.
Ah!
Ellerim belime yerleşirken ve bir ayağımın ucu hesapçı bir ritimle yere vururken onu grilerine ciddi misin sen der gibi baktım. Evet, kesinlikle beni pişman etmek için kullandığı metod buydu.
"Yatağının yerini değiştireceğim." dedi itiraz istemeyen bir sesle.
"Aşağıdaki depoda matkap var, sadece vidaların ucuna bir bakayım."
Tam yatağa doğru ilerliyordu ki iki adımla önüne geçip onu durdurdum.
"Başına saksı falan mı düştü senin?" diye sordum ciddi bir sesle. "Ya da ne yapmaya çalışıyorsun, amacın ne?"
Tek kaşını kaldırırken ciddiyetle baktı yüzüme.
"Biraz önce de söyledim; benim korumamsın, en azından doğru düzgün uyuyabildiğini bilmeliyim..."
"Aras!" diyerek sözünü kestim.
Öylece yüzüme bakmaya devam etti.
Bir hafta kadar önce esprisini döndürdüğüm şey gerçek oluyor olamazdı. Bana karşı ördüğü o buzdan duvarları eriyor olamazdı.
"Ciddiyim..." diye devam ettim konuşmaya. "Amacın ne senin?"
Başımı iki yana sallarken bir elimi kaldırıp saçlarımı geriye doğru ittim ve ona arkamı dönüp saçlarımı birkaç kez kabarttım. Toplamadığım halde saç köklerim ağrıyordu. Başımı ağrıyordu çünkü Rauf Karan'ın o lanet sesi kafamın içinde dönüp duruyordu.
Aras'ın derin bir nefes aldığını duydum ardından kendi kendine "Tam tahmin ettiğim gibi..." diye mırıldandı.
Omzumun üzerinden ona bakıp "Ne tam tahmin ettiğin gibi?" diye sorduğumda bakışlarının saçlarımda olduğunu görmüştüm.
Dikkatle baktı bir süre saçlarıma ardından yutkunup yeniden gözlerime baktı ve "Hiç..." diye cevap verdi. "Artık önümden çekilecek misin şu vidaya bakayım?"
Yorgunluk omuzlarma binen bir kambur gibiydi. Evime ihtiyacım vardı, buz küpleri ile dolu küvetime...
"Bu gece değil..." diye mırıldandım. "Yarın zaten kendim hallederim ama bu gece değil." Sonra sert ve itiraz istemez bir bakış attım yüzüne. "Eğer ısrar ederse yemin ederim kıçını tekmeleye tekmeleye seni balkondan aşağı atar, sabah da babana kendi düştü derim."
Güldü sözlerimle. "Eminim yaparsın..."
Bakışları yine gözlerimi buldu ve pes edercesine omuzları indi. Ardından "Pekâlâ..." diye mırıldandı. "İyi geceler o zaman. Yarın erkenden yatağın yerini değiştireceğim."
Onun gidişinin ardından duşa girip soğuk suyun altına attım bedenimi. Buzla aynı etkiyi vermiyordu ama yine de iş görürdü.
Üzerime gri askılı ve şorttan ibaret olan pijamalarımı geçirip koltuğa kıvrıldım ve sırtımı arkasına yasladım.
Gözlerim kapandı belki ama bilincimı kapatmak gözlerim kadar kolay olmadı.
Sabahın ilk ışıklarına kadar uyuyamadım ve en sonunda pes Edip üzerimdeki ince örtüyü aratak ayakladım. Tan hâlâ karanlığın koynundaydı.
Üzerime spor kıyafetlerimi giyip mutfağa indim ve her zaman hazır duran su şişemi buz dolabından aldım.
Midem boşluğunu belli edercesine burkulduğunda onu görmezden gelerek önce bahçeye, ardından da kendime belirlediğim o rotaya attım kendimi.
Ne kadar süre koştum bilmiyorum ama en sonunda boğazım su istediği ile sızladığında durup hâlâ buz gibi olan suyumdan kana kana yudum içtim. Gün iyiden iyiye ağarmaya başlamıştı artık.
Dudaklarımdan çektiğim şişenin kapağını kapatırken dibinde yalnızca birkaç yudum su kalmıştı.
Yaz aylarının sabahlarının teni öpen o tatlı melteni çıplak kollarıma dolanırken yeniden koşmaya başladım ama bir noktada başıma keskin bir ağrı saplandı ve görüşüm bulanmaya başladı.
Elimi bir ağaca yaslarken gözlerimi sımsıkı yumup başımı iki yana sallayarak kendimi toplarlamaya çalıştım.
Sabaha kadar bir gram uyumamış olmanın ve aç olmanın neden olduğu bir şeydi herhalde.
Ağzıma yayılan acımsı bir tadı yutkunarak geçirmeye çalışırken, biraz toparlandığımı hissettiğimde elimi ağaçtan çekip bir adım attım, ya da atmaya çalıştım. Yer ayaklarımın altından kaydı, dünya döndüğünü çok net bir şekilde hissettirdi. Kaşlarım çatıldı tüm bu olanlar karşısında. Neler oluyordu? Açlık ve uykusuzluk beni asla bu noktaya getiremezdi.
Ensemde bir yanma başlarken tenimden bir ürperti geçti ve yanlış giden bir şeyler olduğunu anladım ama geç kalmıştım.
Boşlukta savrulurmuş gibi hissettiğim kısacık bir anın ardından bedenimin yere çarptığını net bir şekilde hissettim ama o noktadan sonra bilincim kaymaya başladı.
Son hatırladığım şeyse belimin ve bacaklarımın altından geçen kolların varlığıydı.
⏳
Sonraki bölümde neler olacak sizce?
Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler❤️
Okur Yorumları | Yorum Ekle |