
Sabahın ilk ışıkları perdelerin arasından süzülerek odaya dolarken gözlerimi araladım. Hava ağır, sessiz ve bir o kadar da huzurluydu. Yastığımın hemen yanında, yüzünde çocukça bir dinginlikle uyuyan Cihan’ı bir süre izledim. Dün gece yaşadığımız fırtınalardan sonra böyle yan yana uyanabilmek, bana dünyanın en büyük armağanı gibi geliyordu. Avuç içimi onun yanağına götürdüm, hafifçe dokundum; bir şeyler mırıldandı ama uyanmadı. İçimdeki minik kahkaha dudaklarımda yayıldı. Sonra aniden gözlerini araladı, göz kapakları ağır, sesi kısık ve yorgundu.
“Uykucu sevgilim…”
Bir an dona kaldım. Kalbim hızla çarptı, dudaklarım aralandı. “Ne dedin sen?” diye fısıldadım, sanki yanlış duymaktan korkar gibi. O ise gülümseyip gözlerini kapattı, başını yastığa gömdü. “Uykucu sevgilim dedim… Çünkü öyle görünüyorsun.”
Birden içime dolan sevinç gözlerimden yaş olup taşacaktı. Onun ağzından ilk defa bu kadar sahici, bu kadar çıplak bir sevgi sözcüğü duymak içimi titretmişti. Başımı eğip dudaklarıma istemsiz bir tebessüm kondurdum. “Tekrar et,” dedim neredeyse yalvarır gibi. Kahvelerini açıp bana baktı, kaşlarını kaldırdı, sonra kahkaha attı. “Uykucu sevgilim!” dedi bu kez kocaman bir gülümsemeyle.
Kalbimin ritmi değişti. Tam o sırada ayağa kalktı. Yalın ayak, saçları dağılmış hâlde odadan çıktı. Merakla peşinden bakarken kapıyı aralık bıraktı. Birkaç dakika sonra elinde tepsiyle geri döndü. Kahvaltı… Taze ekmek dilimleri, birkaç peynir, bal, kaymak, dilimlenmiş domates ve salatalık, biraz zeytin, bir de demli çay kokusu… Yatağın yanına oturdu, gözlerinde çocukça bir gururla: "Size kahvaltı getirdim. Şu koca evde size bir lokma hazırlayabilmek için aşağıya gizlice inmek zorunda kaldım.”
Güldüm, içim sıcacık oldu. O, bana çatalı uzattı. Lokmaları tek tek ağzıma koydu. Arada gözlerime bakıyor, bazen de çay bardağını dudaklarıma yaklaştırıyordu. “Biliyor musun,” dedi dalgın bir ifadeyle, “Hayatın tüm yüklerini unutup sadece böyle kalabilmeyi isterdim. Sen, ben ve Güneş…”
Dayanamayıp kollarımı boynuna doladım, alnımı alnına dayadım. “Bir gün bu olacak, Cihan. Bir gün sadece biz bize kalacağız.”
"Sahi mi ?" dedi umut dolu bir sesle.
Başımı hafifçe salladım. "Nasıl olacak ?"
Otuz iki diş sırıtıp dudaklarına doğru " Tekrar alayım ?" diye fısıldadım.
Şakınlıkla sordu. "Neyi ?"
"Teklifini."
Afalladı. Bir an duraksadıktan sonra "Hangisini ?" dedi.
Kaşlarım havalandı. " Kaç tane yaptın ki ?"
" Ne ? Anlamadım?" Paniklemişti.
Biraz geri çekildim. Sahte bir sitemle söylenmeye başladım. " Yuh Cihan! Evlilik teklifinden başka bir şey yaptın da benim mi haberim yok ?"
"Mesela ?" dedi, gülmemek için kendini zor tutuyordu.
Sinirlendim. " Flört, sevgili, nişanlı gibi..."
Dudakları kıvrılırken, çenemi kavrayıp okşamaya başladı." Seni gördükten sonra uzatmalara kalamazdım. Kısa kestirmeyi kullandım " deyip göz kırptı.
"Ağzın güzel laf yapıyor ama..." elimi kulağıma götürdüm. " Öyleyse, kulaklarım beklemede."
Yüz ifadesi değişti. İnanmayan bir sesle " Sen ciddisin ?" dedi, bunu olması için can atıyor gibi bir hali vardı.
Tereddüt etmedim. " Hiç olmadığım kadar."
"Bu kadar karmaşanın içindeyken bekleyeceğini söylemiştin" diye araya girdi.
Başımla onayladım. "Haklısın. Ama bu hayatta ki zamanımızın kısıtlı olduğunu hissediyorum ve daha fazla zaman kaybetmek istemiyorum."
Kahve hareleri parladı. Hiç beklemeden beni kollarının arasına çekti.
"Yaşadığım her anı sadece sizinle dolduracağım. Sen ve kızımla."
Saçlarımdan öpüp "Seni öylesine büyük bir aşkla seviyorum ki Gazel, bunu anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır" dedi.
Kalbim atmayı bıraktı.
"Cihan Batur'un güzeller güzeli karısı olmaya hazır mısın ?"
Gözlerimi mutlulukla kapadım. "Evet, aşkım. Soyadını almaya ve ömrümün sonuna kadar öyle kalmaya hazırım."
"Aşkım mı ?" diye tekrarladı, heyecanla yerinde kıpırdanırken.
"Hı hı..." alayla güldüm. "Yoksa değil misin ?"
Başımı yasladığım göğsünden yavaşça kaldırıp gözlerimin içine baktı. "Öyleyim" dedi, yanaklarımı okşamaya başladı. "Hem ilk hem de son aşkın" Sözlerinden sonra, dudaklarıma yapıştı.
Ona duyduğum aşk, kalbimin sınırlarını zorlarken hemen karşılık verdim ve her sabaha böyle uyanmak için içimden dua ettim. Bunda sonra, Cihan'sız yaşamak benim için ölüm olurdu.
Biraz sonra "Zaman dursa keşke..." diye iç geçirip, geri çekildi. "Seninle kalır, aşağıya hiç dönmezdim."
Anlayışla baktım. "Gerçek hayattan kaçmamızın hiçbir yolu yok."
Bunu en iyilerden bilen, bendi. "Yan yana durup bununla savaşacağız."
Ama yüzünde beliren gölge gerçeğin acısını hatırlatıyordu. “Haklısın... Gazel” dedi, sesi sertleşmişti. “Sen odada kalmalısın. Benim aşağıya inmem gerek. Mert ve Tarık ile buluşacağım. Ayrıca Derin’i de senin yanına çağıracağım. Güvende olmanız gerekiyor.” Sesindeki kararlılık, aslında kalbindeki çatışmayı gizlemeye yetmiyordu. Onun gözlerinde gördüm, kendi içinde bir iç savaş yaşıyordu. Babasının sakladıkları, Halit Yalçın’ın tehditleri, annesinin varlığı… Kızımızın doğumuna yaklaşırken zaman tükeniyor, fırtına adım adım yaklaşıyordu.
Kendi ellerimle gömleğinin yakasını düzelttim, “Git,” dedim, “ama dön. Ne olursa olsun bize dön.” Dudaklarıma kısa bir öpücük kondurdu, gözlerimden süzülen yaşları silerken fısıldadı: “Söz veriyorum.” Sonra kapıyı kapatarak çıktı. Onun adımlarının yankısı uzaklaşırken kalbim hem korku hem umutla çırpınıyordu.
Cihan odadan çıktıktan sonra bir süre öylece kaldım. Yatağın içinde, kalbimde onun kokusuyla ama zihnimde aşağıda yaşanacakların ağırlığıyla. Bir yandan bebeğimizin ritmik kıpırtıları içimde bana yaşamın mucizesini hatırlatıyor, diğer yandan kalbim deli gibi çarpıyordu. Onu kaybetme korkusu, her yanıma sinsice yerleşmişti.
Kapı usulca tıkırdadı. “Girebilir miyim?” dedi o tanıdık ses.
“Gel Derin…” dedim, kısık bir tebessümle.
Odaya girdiğinde yüzünde alıştığım sakinlik yoktu. Gözlerinin altı morarmış, dudakları titriyordu. Yanıma geldi, yatağın kenarına oturdu. Sessizlik bir süre bizi sardı. Sonra bana baktı, gözleri buğuluydu. “Sana zarar gelmesinden korkuyorum, Gazel. Bunca şeyden sonra, hâlâ ayakta durabilmen… bana mucize gibi geliyor.”
Elini tuttum. “Korkma. Ben yalnız değilim. Kızım var, Cihan var. Ve sen varsın. Benim için aile artık sadece kan bağı demek değil, yüreğiyle yanımda duran herkes demek.”
Gözlerinden yaşlar süzüldü. “Ben de yanındayım,” dedi. “Ne olursa olsun.”
Bir an sustum, boğazım düğümlendi. Sonra içimdeki yılların suskunluğunu kırar gibi konuştum:
“Biliyor musun Derin, yıllar önce bana evlilik sorulduğunda, hep ‘Hayır’ demiştim. Çünkü evlilik bana zincir gibi görünüyordu. Özgürlüğümü alacak, beni kısıtlayacak bir bağ… O yüzden korktum, kaçtım. Anıl’la yaptığım evlilik de zaten yanlış bir seçimdi, unutmak için atılmış bir adımdı.” Derin dikkatle yüzüme bakıyordu. “Ama Cihan’la… onunla yapacağım evlilik bir zincir olduğunu değilmiş. Doğru insanla, özgürlük değil; kanatmış. Bana hayatımın en büyük acılarını da, en derin sevinçlerini de yaşattı. Ve ben artık onunla, sadece sevgili ya da çocuklarının annesi değil… eşi de olmak istiyorum.”
Derin gülümsedi, gözyaşlarının arasından ışık saçan bir tebessüm belirdi. “Gazel…” dedi, titrek bir sesle. “Senin bu sözlerini duymak, bana da umut verdi. Belki biz de bir gün, kendi yolumuzu buluruz. Ama sen… sen zaten yolunu bulmuşsun. Cihan senin kaderin.”
Karnımı okşadım, minik tekmelerle cevap veren kızımızı hissettim. İçimde bir sıcaklık yayıldı. “Evet, Derin. Benim kaderim. Ve ben artık ondan korkmuyorum.”
Derin başını omzuma yasladı. Bir süre öylece sessizce oturduk. Dışarıda dünya yıkılsa bile o an odanın içinde bir huzur vardı.
Derin omzuma yaslanmış sessizce duruyordu ama ben sustukça içimden binlerce kelime geçiyordu. Bazen insanın içinde öyle çok şey birikir ki, nefes almayı bile unutursun. Benim için bu, yıllardır böyledi. Hep güçlü olmak zorundaydım. Hep savaşmak… Hep ayakta kalmak… Ama şimdi, bu yatağın içinde, karnımda büyüyen kızımla ve yanımda bana varlığıyla destek olan dostumla birlikteyken, ilk defa kabuğumu kırmaya hazır hissediyordum.
“Derin…” dedim, sesim ince bir tınıyla odanın içinde yankılandı. “Biliyor musun, ben hep sevilmekten korktum. Çünkü sevgi bana hep kaybı hatırlattı. Babamdan göremedim, annemden eksik… Anıl ile yaşadıklarım ise sevgiden çok ikimize de ihanetti. O yüzden kalbime kapılar koydum, kimse içeri girmesin diye. Cihan o kapıları kırdı. İlk gün öfkeyle girdi, sonra inatla… ama en sonunda, sevgiyle. Ve ben ilk defa içimde hiçbir duvar kalmadığını hissediyorum.”
Derin başını kaldırdı, gözleri ışıl ışıldı. “Onu sevdiğini biliyordum,” dedi. “Ama bu kadar… böylesine teslim olduğunu ilk defa duyuyorum.”
Gözlerim doldu. Dudaklarım titreyerek devam ettim:
“Teslimiyet gibi değil bu, Derin. Sanki… yıllarca yarım yaşamışım. Onunla tamamlanıyorum. O nefes aldığında ben de yaşıyorum, o gözyaşı döktüğünde içim parçalanıyor. Onu kaybetme düşüncesi, beni paramparça ediyor. Belki de bu yüzden dün gece, Cihan’a evlenmek istediğimi söyledim. Çünkü anladım ki ben zaten onun karısıyım kalbimde. Resmiyet değil mesele… ruhumun mühürlenmiş olması.”
Karnımı okşadım, kızımın kıpırtılarını hissettim. İçimden bir tebessüm doğdu. “Ve şimdi… biz üç kişiyiz. Bu evlilik artık sadece benim isteğim değil, kızımın da hakkı. Onun güçlü bir ailesi olmalı. Ben bunu yaşamadım ama ona yaşatacağım.”
Derin gözyaşlarını tutamadı, sımsıkı sarıldı bana. “Senin yanında olmak bana gurur veriyor,” dedi hıçkırıklarının arasında. “O kadar güçlü bir kadınsın ki, Gazel… Ama aynı zamanda en kırılgan, en saf yüreğe sahipsin.”
Sarılırken gözlerim tavana kaydı. İçimde tuhaf bir huzur vardı. Yıllardır taşıdığım yüklerin arasında ilk defa geleceğe dair böylesine net bir hayal kurabiliyordum. Cihan’la evlenmek, kızımız Güneş’i birlikte büyütmek, sofrada üç tabak koymak, bayramlarda bir arada olmak… Bunlar bana masal gibi gelirdi. Şimdi, elimdeki tek gerçek bunlardı.
“Derin…” diye fısıldadım yeniden. “Korkarım hâlâ çok şey yaşayacağız. Ama bilmeni istiyorum: Ben artık kaçmayacağım. Cihan’ın karısı, kızımın annesi ve bu ailenin parçası olarak kalacağım. Sonuna kadar.”
Kendi sözlerim bana güç verdi. Ve o an anladım ki, savaş dışarıda devam etse de içimdeki zafer çoktan kazanılmıştı.
......
Merdivenlerden inerken göğsümdeki ağırlık her adımda biraz daha büyüyordu. Yukarıda bırakmak zorunda kaldığım kadın, hayatımın ışığıydı. Ama aşağıda beni bekleyen, geçmişin tüm karanlığıydı. İçimdeki savaş öyle şiddetliydi ki, sanki iki farklı adam çarpışıyordu. Bir yanım ailesini korumak için ateşe atılmaya hazır bir baba, diğer yanım ise yılların sırlarıyla örselenmiş bir evlat…
Salona adımımı attığımda iki kişi oradaydı: Babam, yüzünde sert bir ifade; Ayla abla, endişeyle bana bakan gözlerle… . Sessizlik öylesine ağırdı ki, kelimeler boğazıma düğümlendi. Sonunda ben başladım: “Artık oyun bitti. Bu kavgayı kimse kazanmıyor, sadece biz yanıyoruz. Eğer bu savaşı bitirmenin tek bir yolu var…” Gözlerimi babama diktim. “Şirketi verelim.”
Babamın gözlerinde bir şimşek çaktı. Masaya sertçe vurdu. “Hayır!” diye gürledi. “Batur soyadını, alın terimi, emeğimi, hiçbir şeyimi ona bırakmam. O adam sadece yıkım getirir. Şirketimizi değil, ailemizi de alır elimizden.” Öfkeyle ayağa kalktı, gözleriyle bana seslenir gibi: “O adama inanma! Ben seni korumak için sustum, Cihan. Çünkü annenin geri dönüşü hiçbir şeyi değiştirmez sanıyordum.” Sesindeki titrek öfke bana yetti. Yumruklarımı sıktım.
“Değiştirir baba!” dedim haykırır gibi. “Annem Türkiye’ye gelmeli. Onu görmek istiyorum. O yıllar sonra karşıma çıktı. Peru’da, Gazel'in komşu dairesindeydi. Susarak beni koruduğunu sandın ama bana en büyük ihaneti ettin. Ben artık susmayacağım. Annemi istiyorum. Buraya gelecek!”
Salonda buz gibi bir sessizlik yayıldı. Ayla abla titrek sesiyle araya girdi. “Cihan… emin misin ? O kadın sana en büyük acıyı yaşattı.”
Başımı eğmedim. “Evet, eminim. Çünkü ben onun cevabını kendi gözlerinden duymadan hayatıma devam edemem. Benim için, kızım için, Gazel için… annem Türkiye’ye gelmeli.”
Babamın gözleri doldu ama geri adım atmadı. Halit Yalçın ise şeytani bir gülümsemeyle sandalyeye yaslandı. “İşte istediğim buydu. Ailenin tüm çatlakları ortaya çıkıyor, Cihan. Senin annen gelirse, bu ev bir daha asla aynı olmayacak.”
Kalbim gürül gürül çarparken, içimdeki savaş artık bir karara dönüşmüştü. Ne olursa olsun, gerçekler ortaya çıkacaktı.Sert bir sessizliği ben bozdum.
“Artık konuşmanın zamanı geldi. Yıllardır sakladığınız ne varsa, bugün bitecek.”
Babam başını bana çevirdi. Gözleri yorgundu ama aynı zamanda öfke doluydu. “Cihan… bazı gerçekler söylenmez. Söylenirse yıkar. Ben seni korumak için sustum.”
Çok acı bir kahkaha attım. “Korumak mı? Yedi yaşında bir çocuğu annesiz bırakmak mı? Bana annemi ölü gibi göstermek mi? Senin koruma dediğin, benim çocukluğumu gömmekti baba!”
Ayla araya girmeye çalıştı, sesi titriyordu. “Cihan, babanın da… kendince bir nedeni vardı. Annenin ailesi çok güçlüydü, zenginliği karşısında biz—”
Sözünü kestim, sesim neredeyse haykırışa dönüştü. “Benim annem zengin olduğu için mi gitti ? Babam fakir diye mi terk etti beni? Bu mu korumanız gereken sır?”
Babam yüzünü buruşturdu, dudakları titredi. “Sen o kadını tanımıyorsun. Zenginlik, lüks… onun için nefes kadar önemliydi. Benimle yaşamak ona yük oldu. Senin annen bizi değil, kendini seçti.”
“Hayır!” diye bağırdım. Yumruklarım kenetlendi, damarlarım şişti. “Ben annemi tanıdım. Peru’da tanıdım! Komşumdu, yanımdaydı, sessizce beni izledi, korudu. Senin gibi susmadı, bana gözleriyle konuştu. Eğer onun gidişi kendi tercihi olsaydı, neden yıllarca gölge gibi yanımda dolaşsın? Söyle bana baba, neden?”
Babamın yüzü soldu, gözleri bir anlığına nemlendi. Sonra başını eğdi. “Çünkü…” dedi kısık bir sesle. “Çünkü onu ben kovdum, Cihan.”
Dilim tutuldu. “Ne… dedin?”
Bana baktı, sesi çatallıydı. “Onun ailesinin gücünden, paranın ağırlığından bıktım. Sürekli sana daha iyi bir hayat veremediğim için aşağılandım. Onun gözlerindeki o küçümsemeyi gördükçe deliye döndüm. Bir gece kavga ettik. ‘Ya oğlunu da al git ya da onları bırak’ dedim. O da seni bırakıp gitti.”
Dizlerimin bağı çözüldü. Ayla abla elini ağzına kapadı. O an dünya başıma yıkıldı. “Yani… annem beni bırakmadı. Sen bıraktırdın.”
Babam sessiz kaldı. O suskunluk, binlerce kurşundan daha ağırdı. İçimdeki öfke, yılların özlemiyle birleşip yanardağ gibi patladı.
“Hayatımı mahvettin! Onu yıllarca nefretle anmamı sağladın, oysa tek suçlu sensin! Sen bana en büyük ihaneti ettin, baba!”
Babamın yüzü bembeyazdı. Gözleri dolu doluydu ama bir damla bile yaş dökmedi. “Beni affetmeni istemiyorum,” dedi kısık ama keskin bir sesle. “Çünkü ben de kendimi affetmedim. Her gün, her gece… o kararın bedelini yaşıyorum. Ama bil ki Cihan, o kadın geri gelse bile hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
Derin bir nefes aldım, ciğerlerim yanıyordu. “Biliyorum… Ama benim eskisi gibi bir şey istemeye hakkım yok. Ben sadece gerçeği istiyorum. Kızım için, Gazel için. Yalanlarla büyümeyecek. Benim yaşadıklarımı yaşamayacak.”
Ayla abla ağlıyordu artık, gözlerinden süzülen yaşlar yanaklarını ıslatıyordu. “Cihan… ne olursa olsun, biz senin yanındayız. Bunu bil.”
Tam o anda babam, yani Ferman Batur, ağır adımlarla bana yaklaştı. Gözlerindeki kırgınlık yerini buz gibi bir ciddiyete bırakmıştı. Omzuma dokundu, sesi ölüm sessizliğini yırtar gibiydi.
“Çok zamanımız yok, oğlum. Kırk sekiz saatten az kaldı. Sonrasında bu aileyi hiçbir güç koruyamayacak.”
Kalbim yerinden fırlayacak gibi çarptı. “Ne demek istiyorsun?” diye fısıldadım.
Babam gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Açtığında yüzünde ne acı ne pişmanlık vardı, sadece çıplak bir gerçek:
“Ya biz ayakta kalacağız… ya da yok olacağız."
Konuşmaya ben başladım. “Baba, Gazel için her şeyi yapmaya hazırım. Gerekirse her şeyi veririm Halit Yalçın’a. Yeter ki onun kılına zarar gelmesin.”
Babam sertçe döndü, yüzündeki damarlar kabarmıştı. “Asla! O şirket senin annenin yadigârı! Oğlum, bu aileyi ayakta tutan tek şey o. Eğer onu verirsek, sadece kendini değil, bizi de bitirirsin.”
Sesi yüreğimi paramparça etti ama ben geri adım atmadım. “O zaman ne yapacağım, söyle bana? Kadınımı kaybetmektense her şeyimi kaybederim. Şirketin adı mı önemli, yoksa onun nefesi mi?”
Ayla abla araya girdi, sesi titriyordu. “Cihan… lütfen. Bu karar öyle kolay alınmaz. Düşün…”
Ben öfkeyle başımı iki yana salladım. “Düşünecek zamanım mı kaldı? Zaten kızın nerede olduğunu bile bilmiyorum. Onu korumak isterken… aslında elimden kayıp gidiyor.”
O an salonda bir kıpırtı oldu. Kapının eşiğinde bir siluet belirdi. Nefesim durdu. Gözlerime inanamadım.
“Ben buradayım…” dedi titreyen bir ses.
Gözlerim doldu. O, Gazel’di. Yorgun ama dimdik ayakta, karnını korurcasına tutuyordu. Yanında Derin vardı. Ayla ve küçük Ece dönüp onu gördüklerinde yüzleri bembeyaz oldu. Ece şaşkınlıkla annesinin eteğine yapıştı.
Ayla’nın dudakları titredi. “Sen… sen buraya nasıl geldin?”
Ama Gazel cevap vermedi. Gözleri sadece bana kilitlenmişti. İkimizin arasında kelimelerden büyük bir bağ vardı.
Tam o anda babamın sesi bütün salonu kesti. Soğuk, keskin ve acımasız bir hakikat gibi:
“Boşuna tartışmayın. Kırk sekiz saatten az kaldı. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gi
bi olmayacak.”
Gazel’in yüzü dondu, gözlerinde korkuyla karışık bir şok belirdi. “Kırk sekiz saat mi?” diye fısıldadı.
Artık sır yoktu, kaçış da yoktu. Bizim cehennemimiz başlamıştı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |