
Arabanın camına vuran damlalar, içimdeki sessizliği daha da derinleştiriyordu. Yağmur değildi bu… gökyüzü bile sanki benim yerime ağlıyordu. Şoför koltuğunda Gökhan vardı, elleri direksiyonu sıkarken yüzüme hiç bakmıyordu. Yanımda ki Derin sessizdi; her zamanki özgüveninden eser yoktu. Sanki biz üçümüz, aynı kaderin üç farklı versiyonuyduk: biri korkan, biri saklayan, biri teslim olan.
Yol boyunca kimse konuşmadı.
Ben de konuşmadım. Çünkü söylenecek hiçbir şey kalmamıştı. Geçen her saniye , beni Cihan’dan biraz daha uzaklaştırıyordu.
Gökhan, aynadan bir kez bana baktı. “Gazel… emin misin bundan ?” dedi sonunda, sesi yorgun ve kırgındı.
Bir süre sessiz kaldım, sonra fısıldadım. “Emin değilim ama başka çarem yok.”
Derin başını çevirdi. “O adam seni öldürebilir, Gazel. Cihan bunu asla istemezdi.”
Cihan… adını duymak bile canımı acıtmaya yetiyordu.
“O yaşasın yeter, ” dedim. “Ben dayanırım.”
Arabada derin bir sessizlik daha çöktü. Motorun sesi bile bastırılmış gibiydi. Her kilometre, içimdeki cesareti biraz daha inceltiyordu. Korku içime sızıyordu.
Gökhan “Annem… seni görünce ne yapar bilmiyorum,” dedi.
“Bilmeme gerek yok” dedim, kısık bir sesle. Kafamı çevirdim. “Zaten son görüşümüz olabilir.” Motorun uğultusu, kalbimin ritmine karışıyordu. Yağmur hâlâ camlara vurmaya devam ediyordu, sanki dışarıda dünya bile beni geri döndürmeye çalışıyordu. Yolun kenarındaki ağaçlar, gri bir sisin içinde siluet gibi kayboluyordu. Ben, karnımdaki bebeğin minik hareketlerini hissediyor, Cihan’ın kokusunu hatırlamaya çalışıyordum.
Ne kadar uzaklaşırsam, o kadar çok özlüyordum.
Bir süre sonra Gökhan'ın boğuk sesini duydum. “Gazel… Neden hep sen fedakârlık yapmak zorundasın ? Babamın seni nasıl kırdığını biliyorum. Şimdi yine onun karşısına mı çıkacaksın ?”
Bir an cevap veremedim.
Yutkundum.
“Çünkü bu defa konu ben değilim,” dedim. “Cihan… ve kızım.”
Gökhan başını iki yana salladı.
“Biliyor musun” dedi, sesi titrek. “Seni ilk kez böyle sessiz, kabullenmiş görüyorum. Eskiden biri sana haksızlık etse kıyameti koparırdın. Şimdi… hiçbir şey demiyorsun.”
Acı bir tebessümle aynadan ona baktım. “Kavga etmek kolay, Gökhan. Ama sevdiklerin tehlikedeyse sessizlik bazen tek savunmandır.”
Bir süre konuşmadık. Sonra çantamın fermuarını yavaşça açtım. İçinden küçük, eski bir defter çıkardım. Kahverengi deri kaplı, köşeleri yıpranmış, üzerinde solgun bir gül resmi vardı.
Yıllar önce, üniversite yıllarında yazmıştım. Her sayfasında Cihan vardı. Onu uzaktan izleyen, ama adını bir kez bile söylemeye cesaret edemeyen bir Gazel…
Defteri elime aldım, birkaç saniye öylece baktım. İçim yanıyordu, Cihan'ın şu an bana çok kızgın ve öfkeli olduğunu biliyordum ama sonunda beni anlayacaktı.
Sonra Gökhan’a uzattım.
“Bu nedir ?” diye sordu, kaşlarını kaldırarak.
Mırıldandım. “Günlüğüm” dedim.
Şaşırdı. “Niye, tekrar bana veriyorsun ?”
Gözlerim uzaklara, yağmura döndü.
“Çünkü… eğer oradan dönemezsem, birileri Cihan’a gerçeği anlatsın istiyorum.”
Gökhan, sinirlendi.
“Gazel böyle konuşma! Ne demek dönemem ?”
Yutkundum, gözlerim doldu. “Gerçek bu, Gökhan. Onunla her karşılaşmam bir savaş. Bu defa savaşmak için değil, teslim olmak için gidiyorum. Ne olacağını kestiremiyorum.”
“Hayır,” dedi, direksiyona vurdu. “Sen teslim olamazsın. Cihan’ı seviyorsan onun için yaşamak zorundasın, ölmek değil!”
Elimi onun koluna koydum, sessizce.
“Bazen yaşamak, ölmekten daha zor Gökhan. Bunu ben senden iyi biliyorum.”
Bir damla yaş yanağımdan süzüldü.
Defteri yan tarafında ki koltuğa bıraktım. “Cihan’a ver. Eğer sana bir şey olursa Derin bilir. Ama… lütfen, kimseye göstermeyin. O okusun, sadece o.”
Gökhan defteri sımsıkı tuttu, dudaklarını ısırdı.
“Bunu bana yapma,” dedi fısıltıyla. “Sana bir şey olursa ben yaşayamam.”
Gözlerim kapanmıştı, ağlamamak için nefesimi tuttum.
“Ben ölmeye gitmiyorum, kardeşim” dedim, kısık ama kararlı bir sesle. “Sadece sevdiğim adamı yaşatmaya gidiyorum.”
Derin’in eli omzuma kondu, gözleri doluydu.
“Döneceksin Gazel!” dedi. “Sana bir zarar vermesine izin vermeyeceğiz!"
Yol bir kez daha sessizliğe gömüldü.
Ama bu kez sessizlik ölüm gibi değil, dua gibi çökmüştü üzerimize. Her birimiz, kalbimizin en derininde aynı şeyi fısıldıyorduk.
Cihan yaşasın. Gazel, sağ salim dönsün.
Yol bitmek bilmedi. Her viraj, geçmişten bir hatırayı önüme atıyordu. Babamın sesini, tokadını, o evi terk ettiğim günü. Yıllar sonra tekrar oraya dönmem ve nikahtan kaçtığım gün..
Sonunda araba yavaşladı. Varmıştık. Gözlerimi kapattım. Büyük sürgülü demir kapı ağır ağır açıldı. Devam ettik. Bina hâlâ aynıydı. gri, soğuk, nefes almayan bir taş yığını.
“Geldik” dedi Gökhan. Arabanın kilidini açmak için elimi uzattım. Parmaklarım titriyordu. Derin bir nefes alıp kendimi dışarı attım.
Derin ve Gökhan arkamda kaldı.
Kapıdan içeri adımımı attığımda zaman durdu. O evin havası bile beni reddeder gibiydi. Salonun ortasında Halit Yalçın duruyordu. Üzerinde gri bir takım elbise, elinde baston değil, bir silah gibi tuttuğu ince bir dosya.
Yüzü… aynıydı. Sert, hesapçı, acımasız. Annem arkasında, ellerini birbirine kenetlemiş, gözyaşlarını saklamaya çalışıyordu.
Babamın gözleri bana çevrildiğinde, içimde bir çocuk sesi çığlık attı. Kaç!
Ama artık kaçacak yer yoktu. Yolun sonuna gelmiştim.
“Yine geldin ha” dedi. “Sekiz ay sonra… yine başımı öne eğdirmek için.”
Konuşmadım. Çünkü kelimeler onun silahıydı. Elimi karnıma sardım, güç almak için.
“Beni mecbur bıraktın…” dedim sadece. “Cihan’ı rahat bırak diye geldim.”
Ağır ağır ayağa kalktı. Bir adım attı.
“Sen hâlâ anlamadın, değil mi?” diye öfkeyle bağırdı. Parmağını salladı.
“Ailemizi yıkan sensin. Bu ailenin onurunu yine elalemin bir oğlu için yerle bir ettin, kaçtın ve hepimizi rezil ettin. Şimdi o adam yüzünden bedel ödemeye mi geldin ?”
Cevap veremedim.
Sadece sustum.
Ama o sustuğum an, elinin sesi duyuldu.
Tokat.
Sıcak, sert, iliklerime kadar geçen bir tokat.
Yüzüm yana döndü, ama gözlerim hâlâ ondaydı.
“Beni öldürsen de fark etmez” dedim kısık bir sesle. “ O yaşasın yeter, Cihan'a sakın dokunma!”
Annem ağlayarak araya girdi. “Halit yapma… o senin kızın!”
Babam ona dönüp bağırdı: “Benim kızım, o gün öldü! Nikâh masasında kaçarken öldü!”
Annem yere çöktü, elleriyle yüzünü kapattı. “Yeter artık! Yalvarırım sana, dur! Kör müsün, karnında bir can taşıyor. Senin torunun!" diye ağladı.
Ama babam dinlemedi. Ağzından tükürürcesine haykırmaya devam etti. "Kapat çeneni! Kızın, o şerefsizle evli bile değil !"
Bir işaret yaptı, evin arkasından iki adam çıktı.
“Onu aşağıya indirin,” dedi buz gibi bir sesle. “Kendine gelene kadar kimseyle görüşmeyecek.”
Direnmedim. Çünkü direnirsem Cihan’ı kaybedeceğimi biliyordum. Adamların elleri bileklerime değdiğinde içim ürperdi, ama başımı dik tuttum.
Koridorun sonunda, eski bir odanın kapısı açıldı.
Karanlık, nemli, havasız bir oda.
Bir zamanlar çocukken oyuncaklarımı sakladığım, şimdi mezar gibi duran bir yer.
Kapı arkamdan kapandı.
Kilit sesi, yüreğimin içinde yankılandı.
Sonra sessizlik.
Sadece ben, karnımdaki kalp atışı ve duvardan süzülen soğuk nemin kokusu kaldı.
Ellerimi karnıma koydum, fısıldadım:
“Dayan bebeğim… annen senin için dayanacak..”
Ama biliyordum.
Bu evde sustuğum her an, birileri dışarıda ölecekti.
*****
Oda dönüp dolaşıp bana dar gelmişti; dünya her tarafında çökmüş gibiydi. Yüzümü avuçlarıma gömüp duvara yaslandım. Serin boya, avuç içlerime binlerce küçük yarayı hatırlattı. Her nefes alışımda Gazel’in o son bakışı, “Gitme” fısıltısı kulaklarımda yankılanıyordu. Kendimi yerden kalkamayacak kadar ağır hissediyordum.
Babamın ayak sesleri koridor boyunca yankılandı. Kapı sertçe açıldı; yüzünde öfkeyle karışık bir hayal kırıklığı vardı. Gözleri üzerime saplanınca bütün vücudum gerildi.
“Ne yapıyorsun, oğlum?” diye kükredi . Sesi evin duvarlarına çarpıp geri döndü. “Bu hale gelmen için mi kız gitti ? Böyle miyaşayacaksın ?”
Sözleri bir çiviyi daha derinine çakıyordu. Kalkmaya çalıştım ama dizlerim taş kesilmiş gibiydi. “Gazel’i koruyamadım,” dedim boğuk, kelimeler boğazımdan güçlükle çıktı. “Başaramadım, baba. Gitmeme izin vermedi, ben —”
“Yeter!” diye kesti beni. Adımları hızlandı. “Senin bu duygusal gösterilerin, bu koruma hezeyanların bizim sonumuzu hazırlar. O kadını buradan uzak tutamadın, evet. Ama senin sorumsuzluğun yüzünden her şeyi tehlikeye atacaksın.” Yüzündeki damar şişti, parmakları yumruğa dönmüştü. “Evden çıkanı durduramazsın, Cihan. Önce aklı kullan!”
Aklımı kullanmak ? O an kafamı duvara yaslayıp çatlakların arasında kaybolmak istedim. “Her şey senin yüzünden oldu! Beni, sakın konuşturma!" diye fırladım ayağa, kelimelerim ateşliydi. “O benim hayatım, baba. Onunla ayrılamam. Onu, bebeğimizi asla bırakamam!”
Babam adım attı ve önüme dikildi. Bütün o yılların otoritesiyle kolumu tuttu, kuvvetli ve acımasız. “Gitmeyeceksin!” dedi. “Bu evde oturup bekleyeceksin. Ben senin aklını başına getireceğim.” Gözlerinde hem bir koruma dürtüsü hem de hesaplaşmanın soğukluğu vardı. “Hayatını riske atmana izin vermem. Bunu anla!”
Öfkemle itekledim kolunu uzaklaştırmak istedim ama elindeki kontrolün ağırlığı, yılların üstüme çöken bir gölgesi gibiydi. Kükreyerek adım atmak, kapıyı kırıp dışarı fırlamak istedim. ama babamın sesi bir zincir gibi beni tuttu.
Tam o anda telefonum çaldı. Ekranda görünen ismi görünce kalakaldım. Gözlerime inanamadım.
Gökhan arıyordu... Bir anlık tereddütten sonra telefonu açtım.
“Ne yaptınız lan!" diye bağırdım.
Gökhan’ın sesinde bir aciliyet, ama aynı zamanda saklı bir umut vardı. “Sakin ol. Ben sadece onun isteğini yerine getirdim. Şimdi gel. Hemen. Bugün konuşmamız lazım ve bir emanetin var. Defter...” Cümlesinin sonunda duyduğum nefes, onun da ne kadar korktuğunu söylüyordu.
Babam arkamdan yaklaştı “Kiminle konuşuyorsun?” diye sordu şüpheli bir sesle. Cevap vermedim. Telefonu kapatır kapatmaz içimde bir kıvılcım yandı; emanet… Gazel’in eski günlüğü. İçinde ne varsa, belki çözülmesi gereken parçalar vardı. Belki de onun nerede olduğu, babasının yaptıkları hakkında bir ipucu. Ne olursa olsun harekete geçmem gerekiyordu.
“Gidiyorum” diyebildim sonunda. Sesim yerde sürünerek çıkıyordu ama kararlıydı. “Gökhan’la buluşmam lazım. Bilmesi gereken şeyler var.”
Babam gözlerini kısarak bana baktı; o duruş, onca yıldır taşıdığı o soğukkanlı hesaplaşma. “Nereye gideceksin ?” dedi.
“Gökhan’a” dedim kısaca. “Sana haber veririm.” Cümlemdeki vaad zayıftı ama kaçışım için yeterliydi.
Babam, yumruğunu masaya vurdu, öfke ve endişe karıştı yüzünde. “Gitme!” diye bağırdı. “Beni dinle, oğlum. Onun peşinden koşarak hiçbir şeyi çözemezsin. Önce plan yapacağız, sakin ol.”
Sakin… O kelime bir an için gürleyen bir dalgayı dindirmeye çalıştı ama içimdeki yangını söndüremedi. “Plan mı ? Plan senin planların olacaksa, hayır. Ben şimdi gidiyorum.” Adımlarımı hızlandırdım, kapıya doğru yol aldım. Babamın kolu yeniden omzuma indi, fakat bu kez çekiştirmedim; sadece gözlerimi ona dikerek, sonunda içimdeki kararı solidleştirdim.
Koridorun sonunda babam bir son uyarı daha verdi.“Geri gel!” dedi. “Bana söz ver, Cihan.” Sesi titredi, belki de korktuğumdan daha çok korkuyordu.
“Geri geleceğim” dedim, ama bu söz daha çok beni avutmaya yönelikti. Kapıyı açıp dışarı fırladım.
Gece soğuktu. Hızlı adımlarla aşağıya koştum; apartmanın önünde bekleyen arabaya atladım. Gökhan’ı gördüğümde onun yüzündeki genç adam korkusu, beni yıprattı; elinde küçük, kahverengi kaplı bir defter sıkıca tutuyordu. Bana doğru uzattı, gözleri dolu ama kararlıydı.
“Gazel…” dedi kısık bir sesle. “Bunu sana gönderdi. Onun defteri.” Elini bana uzattı. Defteri aldım; deri kapağının soğukluğu avuçlarımı titretti. Sayfaları hafifçe araladım; üniversite yıllarından kalma, mürekkebin solduğu, ama kelimelerin hâlâ canlı kaldığı cümleler vardı.
Gökhan omzuma dokunup “Babamın öfkesi dinene kadar sakin kalmaya çalış. Hem o yalnız değil, ben varım yanında. Sadece biraz zamana ihtiyacımız var” dedi. "Olurda, babamın karşısına çıkarsan sakın tek gitme. Mert ve Tarık'ı da yanına al. Senin yanında olsunlar." O an, adrenalin bir hamle gibi içime yayıldı. Defteri göğsüme bastırdım; içinden yükselen sorular, cevaplardan daha çoktu ama elimde şimdi bir şey vardı. Bir parça gerçek.
“İçine bakacağım" dedim, sesi keskin ama titrek. “Sonra harekete geçeceğim”
Gökhan başını salladı. Gözlerimizde korku ve umut aynı anda parladı.
Arabanın kapısı kapanırken, dışarıda beliren sokak lambalarının solgun ışığında bir tek şey netti: artık zamanı geldi. Arabanın motoru kapandığında içimdeki gürültü hâlâ dinmemişti. Gökhan sessizdi; bana ne söyleyeceğini bilemiyordu. Elimde tuttuğum küçük, kahverengi defter sanki kalbimin ağırlığını taşıyordu. Parmaklarımın arasında eski mürekkep kokusu, bir anlığına Gazel’in ellerinin sıcaklığına karıştı.
Yutkundum. Derin bir nefes aldım.
Defteri dizlerimin üstüne koydum, parmak uçlarım kapağın kenarını izledi. Üzerine solgun bir yazıyla tek bir cümle kazınmıştı.
“Kahve Dünyası.”
O an boğazıma bir düğüm oturdu.
Kahve…
Hatırladım.
İlk karşılaştığımız o sabahı, üniversitenin küçük kafeteryasında, elinde kahve tepsisiyle yanıma çarpıp döktüğü o kahveyi.
Gözlerim o gün ilk kez onunla buluşmuştu ve Gazel, o anı defterinin ismine bile kazımıştı.
“Kahve Dünyası”… Çünkü o günden sonra gözlerimden başka hiçbir yere bakmadığını yazmıştı.
Defteri yavaşça açtım.
İlk sayfanın köşesi buruşmuş, birkaç damla kurumuş kahve lekesi hâlâ oradaydı.
Sayfanın üstünde ince bir yazıyla şu satırlar duruyordu:
“Kahve Dünyası – 17 Mart”
İlk görüşte aşka inanmazdım, taki onun gözlerine denk gelene kadar. Elimdeki kahve tepsisi titrerken kalbim de titredi.
Bir yudum kahve döküldü, ama ben onun gözlerinde kayboldum.
Ne kadar tuhaf…
Bazen bir insanın yüzüne değil, sadece gözlerine âşık olursun.
Ve o gözlerde yaşamak istersin, her sabah, her kahve kokusunda.
Onunla konuşamadım, ama içim konuştu.
Belki bir gün bu defteri ona okurum, belki o gün, o kahvenin kokusu hâlâ üzerimde olur.
Satırları okudukça nefesim kesiliyordu.
Harfler bulanıklaştı.
Gözlerim doldu, ama ağlayamadım; sadece sessizce baktım, kelimelerin arasına gizlenmiş o genç kızı, o umudu, o ilk aşkı hissettim.Elim sayfaları çevirmeye devam ederken kalbim çarptı.
Gazel’in yazdığı her kelime, içime işleyen bir bıçak gibiydi.
Defterin sayfalarında ben vardım ama o zamanlar benim haberim bile olmamıştı.
Gökhan sessizce yanıma oturdu. “Okudun mu ?” dedi kısık sesle.
Başımı eğdim, gözlerimi defterden ayıramadım.
“Evet, bir kısmını” dedim, sesim neredeyse duyulmayacak kadar yumuşaktı. “O beni o zaman bile seviyormuş, Gökhan. Ben farkında bile olmadan.”
Gökhan’ın gözleri doldu, eli omzuma uzandı.
“Cihan..." dedi, “o seni hâlâ seviyor. Bunu yapmak zorunda kaldı. Bunu sen de biliyorsun.”
Defteri göğsüme bastırdım.
“Kahve Dünyası…” dedim fısıltıyla.
“Onun dünyası buydu. Ve ben onu bu dünyadan kopardım.”
Yutkundum, gözlerimi göğe kaldırdım. Yağmur yeniden başlamıştı.
Her damla, Gazel’in gözyaşına benziyordu.
“Onu geri alacağım, Gökhan,” dedim. Sesim bu kez keskin, kararlıydı. “Babası ne yaparsa yapsın, bu defterin yazarı benim hayatım. Bu satırların yarım kalmasına izin vermeyeceğim.”
Elimdeki defterin kapağını sıkıca kapattım.
Karanlık gökyüzüne baktım.
Bir kahve kokusu burnuma kadar geldi sanki, o eski günlerden bir iz gibi.
Ve o an anladım:
Artık geri dönmek yoktu.
Bu defter, benim yol haritam olacaktı.
Ve ben Gazel’in “Kahve Dünyası”na, ne pahasına olursa olsun geri dönecektim.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |